Aquilonialı Conan/L. S. De Camp-Carter/ 1. öykü- Sislerin Cadısı /fasıl 7,8,9

hüseyin aksakal

Onursal Üye
Çeviri & Balonlama
7 Eyl 2010
773
5,728
Kdz. Ereğli
7. CADI-KADIN​

Parmaklığın demir dişleri, büyük kapıya giden taş döşeli yol üstünde askıdaydı. Kapının kendisi demir çivi başlarıyla kabaralanmış kara ahşaptan kudretli bir kapıydı. Bu çiviler güçlü Cimmerialının bile bilmediği bir lisanda, bir tür koruyucu rün oluşturuyordu. Kapı açıktı.

Conan içeri girdi. Taş duvarların, yirmi adım kalınlığında olduğunu asık suratla teşhis etti. Muazzam kalenin merkez salonuna geçti. Seyrek, kır saçıyla yaşlı bir kadın haricinde ıssızdı. Çember şeklinde taş bir kürsüde, kızıl kor kabındaki titrek alevlere bakarak çömeliyordu. Bunun ölüm tanrıçalarının canlı avatarı sayılan Ercadıların rahibe kraliçesi Louhi olduğunu anladı. Çizme topukları taş kaldırımda çın çın öten yarı çıplak dev, muazzam salonu enlemesine geçti ve kollarını göğsüne kavuşturarak kürsü önünde cesur bir vaziyet aldı.

Bir süre sonra kadın kedi yeşili bakışını için için yanan korlardan yüzüne çevirdi ve Conan onun bakışının etkisini hissetti. Kadın yaşlı, cılız ve buruşuktu, fakat o kırışık maske ardında sıradışı bir kişilik sezinledi.

“Thoth-Amon seni derhal öldürmem gerektiğini, ya da hiç değilse on adama yetecek kalın zincirlerle bağlamam gerektiğini söylüyor,” diye başladı. Sesi gırtlaksı ve metalikti.

Hiçbir duygu emaresi belirmedi Conan’ın haşin çehresinde. “Bırak da oğlumu göreyim,” diye homurdandı.

“Thoth-Amon senin dünyadaki en tehlikeli adam olduğunu söylüyor,” diye sukünetle devam etti sanki o konuşmamış gibi. “Oysa Thoth-Amon’un kendisinin yaşayan herkesten tehlikeli olduğunu düşünmüşümdür hep. Bu tuhaf. Gerçekten o kadar tehlikeli misin?”

“Oğlumu görmek istiyorum,” diye tekrarladı.

“Bana o kadar tehlikeli görünmüyorsun,” diye devam etti sukünetle. “Güçlüsün, evet, muazzam bir dayanıklılığın var. Fanilerin yiğitlik sayacağı kadar cesur olduğuna da şüphem yok. Fakat sen sadece bir ademsin. Sende Thoth-Amon’u korkutacak ne olabileceğini anlayamıyorum,” dedi dalgın dalgın.

“Benden korkuyor, çünkü benim onun eceli olduğumu biliyor,” dedi Conan. “Tıpkı oğlumu getirmezsen seninki olacağım gibi.”

Kadının buruşuk yüzü dondu ve parlak yeşil gözler soğuk soğuk Conan’ınkilere dikildi. İçin için yanan volkanik mavi gözleri siyah çatık kaşlar altında parlayarak öfkeyle baktı kadına. Kadının bakışı yoğun, soğuk ve keskindi. Conan’ın bakışı bocalamadı; nihayet pes edip öteye bakan da yeşil gözler oldu.

İnsanüstü uzunlukta, olanaksız incelikte, fanus çeneli, lepiska saçıyla süt beyaz yüzlü, üstüne tam oturan siyahlar giymiş biri dile getirilmeyen bir çağrıya cevap gibi belirdi Conan’ın yanında. Cadı-kadın bakmadı, konuştuğunda kulak tırmalayan sesi sakin gücünün birazını yitirmişti.

“Onu oğluna götürün,” dedi.

Prens Conn’u engin, yankılı salonun zemininin derinliklerine gömülen taş kaplı bir çukurun dibine hapsetmişlerdi. Burası, kalenin kalanı gibi aynı harçsız taştan inşa edilen kuru bir kuyuydu ve bir mahkum için etkili bir hücreydi. Conan’ı, iner inmez yukarı çektikleri bir ip vasıtasıyla deliğin dibine indirdiler.

Delikanlı, nemli bir çuval yığını üstünde baca duvarına yaslanarak bir tarafa büzülmüştü. Yarı çıplak devi tanır tanımaz ayağa fırladı ve kendisini babasının kollarına attı. Conan, hissettiği erkeğe yakışmayan şefkati gizlemek için sunturlu küfürler ederek delikanlıyı vahşi bir sarılışla kendine bastırdı. Kucaklaşma bitince, delikanlıyı omuzlarından tuttu ve bir daha böyle aptalca hareket ederse ona asla unutmayacağı bir kötek vaad ederek silkeledi. Sözcükleri tehditkardı, tonu kabaydı ama gözyaşları akıyordu yaralı yüzünden.

Sonra dikkatle ona bakarak, genci kol mesafesinde tuttu. Gencin giysisi yırtılmış, kirlenmiş; yüzü solmuş, yanakları çökmüştü ama oğlunun zarar görmediğini görebiliyordu kral. Başkasının çocukluğunun çoğunu histerilerle geçirmesine kafi bir tecrübe geçirmişti. Conan sırıttı ve şefkatle sarıldı ona.

“Baba, Thoth-Amon burada,” diye fısıldadı heyecanla.

“Biliyorum,” diye homurdandı Conan.

“Dün gece yaşlı cadı büyüyle çağırdı onu,” Conn hevesle devam etti. “bir vahşiyi topuklarından ateşin üstüne astılar, boğazını kestiler ve kan korların üstüne aktı! Sonra kadın, dumandan büyü yoluyla Thoth-Amon’un çağırdı!”

“Neye dair konuştular?”

“Thoth-Amon senin Sınır Krallığı’nı bir başına geçmekte olduğunu işittiğinde, kadından büyüsüyle seni öldürmesini istedi. Kadın nedenini sorunca senin yaşamak için fazla tehlikeli olduğunu söyledi. Bir süre buna dair tartıştılar.”

Conan, koca bir eli traşsız çenesinde gezdirdi. “Cadının beni öldürmeyi niye reddettiğine dair fikrin var mı?”

“Bence bir nevi Thoth-Amon’u kontrol yolu olarak seninle beni tutmak istiyor,” diye alçak sesle açıkladı Conn. “Tüm dünya üstündeki birçok başka büyücüyle bir komplo peşindeler. Thoth-Amon yaşlı cadıdan bir parça daha güçlü ve daha önemli, fakat kadın seni elinde tuttuğu sürece, fazla da patronluk taslamaya cüret edemedi ona.”

“Haklı olabilirsin oğlum,” diye daldı Conan. “Bu komplo hakkında herhangi bir şey işittin mi? Neye karşı komplo?”

“Batı krallıklarına karşı,” dedi Conn. “Thoth-Amon Güney’deki, Shem, Stygia, Kush, Zembabwei ve orman ülkelerinin kara büyücülerinin en önde geleni. Kara Çember dedikleri bir tür büyücü birliği veya öyle bir şey var—”

Conan gayrı ihtiyari homurdanarak irkildi.

“Ne olmuş Kara Çember’e?” diye sordu.

Delikanlının sesi heyecanla yükseldi. “Thoth-Amon Kara Çember’in yüce lideri ve burada, kuzeydeki Beyaz El ve uzakdoğuda Kızıl Çember denilen bir şeyle ittifak kurmaya çalışıyor!”

Conan hırladı. Kadim kötülük kardeşliği Kara Çember’i biliyordu. Mel’un Stygia’nın gölge meskeni kabirlerinde Çember müridleri sayesinde iğrenç büyülerin pratiğe döküldüğünü biliyordu. Yıllar onca Thoth-Amon o tarikatın kudretli prensi olmuştu ama iktidardan düşürülmüş, yerini Thutothmes diye biri almıştı. Thutothmes öldürülmüştü; şimdi de Thoth-Amon nihayet çağlar yaşındaki kara büyücü kardeşliği üstünde üstünlük kurmuştu görünüşe göre. Bu, Batı’nın parlak, genç krallıkları için kötülük alametiydi.

Conn babasına tüm bildiklerini anlatana dek konuştular. Sonra maceraları yüzünden bitap düşen delikanlı, Conan’ın güçlü bedenine yaslanarak uykuya daldı. Kolunu hassas, koruyucu bir kucaklayışla oğlunun omzuna dolayan Conan uyumuyordu. Geleceğin ne getireceğini merak ederek asık suratla bakıyordu karanlığa.


8. KARA ÇEMBER ÜSTADLARI​

Üç adam ve bir kadın, muazzam Pohiola salonunun ortasında yükselen dev taş kürsüdeki kara ahşaptan tahtı andıran sandalyelerde oturuyordu. Sandalyeler parlak korlarla dolu, koca bir bakır leğen etrafında yarım çember halinde sıralanmıştı.

Mağarayı andıran kalenin surları dışında, bir tufan fırtınası şiddetle köpürüyordu. Şimşek kaynayan siyah bulutları ateşten bıçaklar gibi yırtıyordu. Sağanak yağış yüksek taş yığınını kamçıladı. Toprak, fırtına bulutları ortasında patlayan gökgürültülerinden ürperiyordu.

Salonun içine fırtına gürültüsü bir mırıltı halinde geliyordu her nasılsa. Karanlık, kudretli istihkamın enginlerini kaplayan tabut örtüsü gibiydi. Hava nemli ve soğuktu. Dörtlü sessizce oturuyordu, aralarında da meş’um bir gerginlik uzayıp gidiyordu. Birbirlerini gözlerinin ucuyla izliyorlardı.

Yankılı karanlıkta uzaklardan iki siyah giyimli Beyaz El hizmetkar grubu yaklaşıyordu. Aralarında Conan’ın heybetli silüeti yükseliyordu. Esmer yüzü kayıtsızdı ve ateş ışığı çıplak göğsünde parlıyordu. Oğlu yanında, başı dik yürüyordu. Ercadılar kürsünün dibine kadar getirdi onları.

Conan kızgın bakışını, traşlı kafası ve koyu bakır teniyle yeşil urbalı, güçlü kuvvetli bir kişinin soğuk, siyah gözlerinin tam içine bakmak için kaldırdı.

“Yine karşılaştık Cimmeria iti,” dedi Thoth-Amon gırtlaksı aksan taşıyan bir Aquiloniacayla.

Conan homurdandı ve tükürdü. Baba oğul uyumuş, uyanmış, beslenmiş ve yeniden uyumuştu. Karşılık vermeye tenezzül etmeyen Conan, tahtta oturan diğerlerine çevirdi bakışını. Hyperborealı Cadı-kadını tanıyordu ama öbür ikisi yabancıydı. İlki, amber teni, ışıl ışıl halkalar kaplı tombul kolları ve bir yılanın soğuk, parlak ruhsuz gözleriyle muhteşem, mücevherli urbalar giymiş silik, ufak tefek, kadınsı bir kişiydi.

“Bu dünyanın uzak doğusundaki, orman kuşaklı Angkhor’un kutsal tanrı kralı, Kızıl Çember Lordu, mübarek Pra-Eun’dur,” dedi Thoth-Amon. Conan karşılık vermedi ama tombul, ufak tefek Kambujalı tatlı tatlı gülümsedi.

“Pek yüce Aquilonia kralı ve ben eski dostuz—gerçi o beni tanımıyor. Bir keresinde bana büyük bir iyilik yapmıştı,” dedi tiz, peltek bir sesle.

“Maalesef bu öyküyü bilmiyorum,” Thoth-Amon itiraf etti. Pra-Eun ışıl ışıl gülümsedi.

“Ama doğru! Birkaç yıl önce kudretli Yah Chieng’i öldürdü—olayı hatırlıyordur belki? O kişi Khitai’nin en kudretli büyücüsüydü. Kızıl Çember lideri olarak rakibim ve üstümdü. Yiğit Aquilonia hükümdarına minnettarım, zira o sefil Yah Chieng’ı öldürmemiş olsa, bugün tarikatımın en büyük üstadı olmayacaktım!”

Pra-Eun yeniden ışıl ışıl gülümsedi ama Conan o tebessümün gözlerine yansımadığını müşahade etti; bir engereğin gözleri kadar sert ve soğuktu bu gözler.

Ufak tanrı kralın ötesinde ak libaslar içinde Louhi oturuyor; onun ötesinde de vahşi bir zenci yükseliyordu. Muhteşem bir erkeklik örneğiydi; akıcı kaslarla yağlı kolları pürüzsüz, kıvırcık kafası sallanan tüylerle süslüydü. Leopar derisinden bir pelerin atılmıştı adaleli gövdesinin etrafına. Ham altından halkalar bilek ve pazularına sarılmıştı. Kayıtsız yüz çizgileri sabitti. Sadece gözleri kıpırdıyor, yaşıyordu; vahşi kızıl alevlerle parlıyordu onlar.

“Bu da, ta Zembabwei’de—halkının Set Baba’ya verdiği isimle—Damballah kahini ve başrahibi, yüce boccor ya da şamanı Nenaunir,” diye devam etti Thoth-Amon. “Nenaunir’in bir sözü üzerine aşağı Kush’tan üç milyon çıplak zenci, tüm dünyayı ateş ve kanla kasıp kavurmak üzere ayaklanacak.”

Conan bir şey demedi. Görkemli zenci homurdandı. “Bana öyle tehlikeli görünmüyor Stygialı,” dedi soğuk, derin, kalın bir sesle. “Niye ondan bu kadar korkuyorsun?”

Daha koyu bir renk kapladı Thoth-Amon’un çehresini. Dudakları aralandı ama konuşamadan önce ihtiyar kadın haşin bir kahkaha patlattı.

“Zembabwei Lordu ile aynı fikirdeyim!” diye bağırdı Louhi.“Ve ben konuklarımın memnuniyeti için ufak bir eğlence planladım. Kamoinen!” Ellerini çırptı.

Ercadı çemberi, içlerinden birine öne çıkması için izin vererek aralandı. Uzun, bayat süt rengi çehresi, solgun mavi gözleri vardı. Beyaz, kemikli bir elinin ince parmaklarında boy olarak yetmiş santimden uzun, ince, siyah bir çubuk tutuyordu. Baykuş yumurtasından ufakça, donuk donuk parlayan metal bir top takılıydı her iki ucuna.

Kraliçesini selamladı. “Emredin Avatar,” dedi ruhsuz bir sesle. Haşin, buruşuk maskede, kedi yeşili gözler ışıldadı. Habis ateşlerle Conan’a dikildiler.

“Cimmerialıya önümüzde diz çöktürün,” diye bağırdı, “böylece meslektaşlarım Conan denilen bu kişinden korkacak bir şey olmadığını görebilsin!”

İnce, siyah giyimli adam yerlere kadar eğildi. Sonra havada süratten bulanık görünen ucu toplu değneği Conan’a indirdi. Fakat temkinli Cimmerialı maksadını anlamadığı tuhaf ahşap çubuktan sakınmak için geriye doğru büyük bir sıçrayış yaptı. Nesne uçarken kır saçını karıştırarak yüzünün yanında ıslık çaldı.

İkili yarı çömelik halde çember çizdi. Conan iri ellerini sıkıp gevşetti. Vahşi içgüdüsü, cılız Hyperborealının üstüne atılmasını, balyoz gibi bir yumrukla yere çalmasını söylüyordu. Oysa uzun, beyaz parmaklarda böyle atikçe savrulan ince, zararsız görünüşlü değneğe karşı, içinde bir şeyler temkin uyarısı yapıyordu.

Geride, Ercadılar arasında duran genç Conn, parmak eklemlerini çiğniyordu. Aniden elini çekti ve Cimmeriaca acil bir cümle haykırdı. Bu tekdüze ünlüler ve hızlı, gırtlaksı ünsüzlerle dolu haşin, kaba bir lisandı. Odada, babası dışında kimse bilmiyordu onu.

Conan’ın gözleri kısıldı. Çocuk, ercadıların çubukları duyarlı sinir kümelerine vurduğuna dair uyarmıştı onu. Aniden geniş bir yumrukla ayaklarını yerden kesmek ister gibi balyoz yumruğunu sakarca kaldırarak saldıran bir kaplan gibi atıldı hasmına. Ağırlıklı çubuk dirseğinde ışıldadı.

Çubuk, yumruğu başı üstüne kalkan sağ kol eklemine atılırken, Cimmerialı aniden ekseni etrafında döndü ve sol eliyle çubuğu yana çaldı.

Darbe, Conan’ın sol ön kolunu sadece sıyırmıştı ama bilekten omza dek saplanan bir acı oku yolladı. Bu her halükarda esas mesele değildi. Conan acıya karşı dişini sıktı ve sağ yumruğunun ezici bir darbesiyle adamı yere serdi.

Aynı öfkeli eylem bulanıklığı içinde Conan eğildi, yere düşmeden Ercadıyı kaptı, topukları üstünde hızla döndü ve rakibini havada uçurarak fırlattı.

Debelenen siyah giyimli adam uçtu ve kürsünün tepesindeki koca bakır leğene çarptı. Leğen, ağzına kadar parlak, kızıl korlarla doluydu. Kap, dört şaşkın ustanın üstüne kızgın bir sağanak yağdırarak, yüksek perdeden bir çınlamayla devrildi.

Louhi, ak urbaları tutuşurken haykırdı. Thoth-Amon parlayan, kabaran korlar üstlerine saçılırken kollarını yüzüne kalkan ederek kükredi. Uçan alev yağmurundan kaçınmanın telaşı içindeki ufak tefek Kambujalı ise tahttan yuvarlandı. Tahtın bacaklarına takıldı ve alev curufunun içine düştü.

Salonda kaos patlak vermişti. Siyah giyimli muhafız çemberi kıpırtısızlığını bozmuştu ama çok geç kalmışlardı. Zira Conan onları kukla gibi devirerek aralarındaydı bir anda. iri, yaralı yumrukları sağa sola indi ve her darbeyle çatlak bir kafatası, kırık bir çene veya bir ağız dolusu parçalanmış diş bıraktı.

Genç Conn da dalmıştı uğraşa. Sebepsiz değildi Conan’ın çocuğa kıran kırana kavga sanatı dersi vermesi. Babası ilk hasmıyla kapıştığı anda Conn hızla döndü ve en yakındaki Ercadının dizkapağını tekmeledi. Adam sendedi ve düştü. Conn, adamın kafasını tekmeledi, ahşap bir tabure kaptı ve iki eliyle en yakındaki Ercadılara savurdu bunu. İlk on saniyede dört adamı yere sermişti.

Kürsüde, yüzü dağlanan ve kararmış bir acı maskesine dönüşen Angkhor’un tanrı kralı debeleniyor, ciyaklıyordu. Savaş çığlığını gümbürdeyen dev zenci ahşap bir sandalyeyi kaptı ve Conan’a fırlattı.

Conan yüzükoyun kapaklandı ve ağır sandalye, adamları yere sererek çarptı düşman çemberine. Dev Cimmerialı bir anda insan karmaşası üstünden sıçradı ve kürsüye atladı. Elleri Thoth-Amon’un gırtlağına atıldı.

Fakat ihtiyar cadı körlemesine yolunu kesti. Ak urbaları bir alev kütlesiydi ve ciyaklaması yaygaranın üstüne yükseliyordu. Kadın alevlerle sarılmış halde kürsü basamaklarından aşağı atılırken Conan yana doğru sendeledi. Thoth-Amon o anda yaptı kendi hamlesini.

Ani bir yeşil alev parlaması, sessiz bir zümrüt ışıltısı halinde aydınlattı salonu. Conan, Louhi’nin tahtını silah olarak kapmak üzere eğilirken, tekinsiz ışınım Stygialının etrafında anaforlanıyordu.

Fakat Conan’ın göz kamaştırıcı hızı bile çok gecikmişti. Sandalyeyi fırlatırken yeşil parıltıya sarılan Thoth-Amon gözden kayboldu.

Conan döndü. Oda kargaşa içindeydi. Dağılan korlar zemindeki samanı tutuşturmuş; sakatlanmış, çiğnenmiş adamlar mağaramsı salona dağılmıştı. Uzakta, oğlunun tabureyi yiğitçe savurduğu ilişti gözüne. Çocuk daha şimdiden yarım düzine Ercadıyı yaralamıştı ama diğerleri ölümcül değneklerini savurarak etrafına kapanıyordu. Yirmi kadar Ercadı, zalim, soğuk yüzlerle ölümcül siyah çubuklarını sallayarak kürsünün basamaklarından Conan’a doğru atılıyordu.


9. KAN VE ATEŞ GECESİ​

Conan bakır leğeni kaptı. Kalan hararet parmaklarını dağladı ama koca kabı saldıran Ercadıların ilk safına fırlattı. Adamlar kollar-bacaklardan bir karmaşa halinde yuvarlandı. Conan, kudretli zencinin ikinci bir sessiz ateş parıltısı içinde kaybolduğunu görmek üzere tam vaktinde döndü. O büyü, soğuk Hyperborea ve ormanlık Zembabwei arasındaki engin mesafeleri aşabiliyordu görünüşe göre. Üstadların en başta buraya seyahat etmek için de aynı yöntemi kullandığı aşikardı.

"Cimmerialı!"

O peltek sesin rengindeki bir şey Conan’ı dondurdu. Başını çevirdi.

Kambujalı berbat haldeydi. Muhteşem mücevherlerle kaplı giysileri isten kararmış, yırtılmış, parçalanmıştı. Mücevher kakmalı tacı kabak kafatasını açıkta bırakarak düşmüştü. Yüzü iğrenç şekilde kararmış, kabarcıklanmıştı. Fakat gözleri, caniyane bir kudretle kavrulmuş maskeden Conan’ınkilere bakarak parlıyordu.

Yanıklar, kabarcıklar ve ışıl ışıl yüzüklerle dolu bir el uzandı. Fakat gergin, titrek parmaklardaki gizemli bir güç, güçlü Cimmerialıyı kaplamak üzere parlayıp söndü.

Conan kesik kesik soludu. Teni sanki aniden buzlu bir nehrin dibine dalmış gibi uyuşuyordu. Felç uzuvlarını kavrıyordu.

Dişlerini sıkarak tüm gücüyle büyüye karşı mücadele etti. Yüzü zorlanmaktan karardı, gözleri yuvalarında şişti. Sonra gerginlik üstünden geçip gitti. Kıpırtısız halde kalakaldı, tüm dev gücü bile büyüyü kıramıyordu.

Korların ortasına çömelen ufak Kambujalı gülümsedi, dağlanmış dudakları hareket ederken yanmış çehresi seğiriyordu. Kutsuz bir neşe parlıyordu soğuk, yılansı gözlerinde.

Tuhaf güç sözcükleri mırıldanarak, boylu boyunca, ağır ağır uzattı kolunu. Acı, Conan’ın güçlü kalbini yırtıyordu. Karanlık onu emerek etrafına akıyordu.

O anda, bir tatar yayının kanatlı sapı, keskin, tok bir sesle peyda oldu Pra-Eun’un traşlı başının yan tarafında. Okun kalanı Kambujalının beynine gömülmüştü. Soğuk siyah gözler camlaştı ve matlaştı. Bir ürperti geçti çömelmiş figürden. Sonra ölü mahluk yalpaladı ve öne doğru düştü. Büyü bozuldu, Conan kurtuldu.

Sendeleyerek kendisini kontrol etti ve uyuşmuş bedenine güç ve zindeliği geri doluyormuş gibi kesik kesik soluyarak durdu.

Gözlerini kaldırdı ve Pra-Eun’un cesedinin üstünden baktı. Salonun karşı ucunda Avcı Euric iri tatar yayını indiriyordu. Karanlık salonun ta öbür ucundan büyücüye isabet eden atış, mesleğinin en riskli atışıydı.

Bir düzine zırh giyimli şövalye ve Tanasul üniformaları içinde yüz sebatkar muhafız salonu doldurarak geliyordu arkasından. Prospero nihayet yetişmişti.



Şafak doğuyu pembe alevle aydınlatırken Conan sıcak, yünlü bir pelerini oğlunun omuzlarına sardı. Elleri, bakır kazan yüzünden yandığından sargılı olsa da yorgun çocuğu muhafızların atlarından birine oturttu. Uzun, korkunç kan ve ateş gecesi bitmiş, netice de mutlu olmuştu. Prospero’nun şövalyeleri Cadı-Kadın’ın takipçilerinin her ferdini boğazlayarak bir uçtan öbür uca taramıştı kaleyi. Dehşetin soğuk eliyle kuzeyi yöneten ölüme tapanlar kültünün ezilişi bir gecelik iş olmuştu.

Conan arkasına baktı. Alevler Pohiola kalesinin ok yarıklarını dolduruyordu. Şimdiden kalenin çatısı çökmüştü. Çöken tonlarca taş molozu altında Pra-Eun ve Louhi’nin cesetleri vardı. Eceli olacağı konusunda Louhi’yi uyarmamış mıydı?

Prospero süratle Tanasul’a dönmüş, saatler içinde bir savaş gücünü bir araya getirmiş ve sanki peşinde bin iblis varmış gibi Gunderland ve Sınır Krallığı’ndan geçen uzun yola koyulmuştu.

O ve yavuz birliği, geç kalabilecekleri korkusuyla atlarını kamçılayarak gece gündüz ilerlemişti. Fakat şans bu ya, tam vaktinde gelmişlerdi. Büyük kalenin bir ok atımı mesafesine girdikleri esnada, burçlarda da gözcü deliklerinde de gelişlerini görecek kimse yoktu. Sebep de Conan’ın yüz Ercadının yarısıyla yeryüzünün en ölümcül dört büyücüsünü köşeye kıstırmış olmasıydı.

Parmaklık havadaydı, büyük demir kabaralı kapı da dokunur dokunmaz açılmıştı. Beyaz El’in hizmetkarları daha aşağı insanları öyle hakir görüyordu, kedi gözlü kraliçelerinin gücüne öyle güveniyorlardı ki kapıyı sürgülemeye zahmet etmemişlerdi.

Gökgürültüsü yeri sarsıyordu. Alevler gökleri dolduruyordu. Arkalarındaki muazzam kale molozlar halinde, gümbür gümbür çöktü. Pohiola artık yoktu ama kötülüğü bir efsane, bir masal olarak binlerce yıl sürecekti.

Yorgun ve yolculuğun kiri pasıyla kaplı, fakat kalbinin ta içindeki mutluluk gözlerine yansıyan Prospero, uykulu çocuğu taşıyan ata eğilen Conan’ın durduğu yere yaklaştı. Conan’ın gözleri parladı.

Siyah Wodan’ımı getirmeyi bile akıl etmişsin!” diye sırıttı koca aygırın böğrünü okşayarak. Hayvan onu şefkatle kokladı.

“Artık eve mi gideceğiz beyim?” Prospero sordu.

“Evet—Tarantia’daki aile ocağına! Ava doydum. Avlanmaya da! İblis götürsün şu Hyperborea sislerini! Ümüğümde onların ekşi tadı duruyor,” diye homurdandı Conan. Dalgın dalgın çevresine baktı.

“Ne var beyim?”

“Sadece merakımdan—O Poitain bağlarından kaliteli kırmızı şaraptan hiç kaldı mı? Hatırladığıma göre avdan sonra biraz vardı…”

Conan kızararak konuşmayı kesti. Zira Prospero kahkaha atmaya başlamıştı; gözyaşları yanaklarına dökülüp, kabuklanmış toz yol yol olana dek hem de.


http://www.cizgidiyari.com/forum/hu...ter-1-oyku-sislerin-cadisi-fasil-1-2-3-a.html
http://www.cizgidiyari.com/forum/hu...ter-1-oyku-sislerin-cadisi-fasil-4-5-6-a.html
 

hüseyin aksakal

Onursal Üye
Çeviri & Balonlama
7 Eyl 2010
773
5,728
Kdz. Ereğli
Bu öykünün devamı Zingara ve Stygia'da devam ediyor, sonra Kush'a, ardından da dünyanın öbür ucundaki bilinmeyen bir sahilde son buluyor. Toplam dört ayrı öykü halinde anlatılmış. Fakat bu öykü burada sona eriyor...
 
Üst