Aquilonialı Conan/L. S. De Camp-Carter/ 1. öykü- Sislerin Cadısı /fasıl 4,5,6

hüseyin aksakal

Onursal Üye
Çeviri & Balonlama
7 Eyl 2010
773
5,727
Kdz. Ereğli
http://www.cizgidiyari.com/forum/hu...ter-1-oyku-sislerin-cadisi-fasil-1-2-3-a.html


4. BEYAZ EL​

Böylece, Aquilania sınırı ardındaki fundalık diyarda tek başına ilerledi Conan. Geleneksel yöntem, Tanasul’a dönerek milis toplamak ve sisli Hyperborea’ya at sürmek olmalıydı. Fakat Conan bu yöntemi seçmiş olsa, caniler çocuğu öldürürdü. Conan’ın yapabileceği tek şey, parşömen tomarındaki talimatları izlemekti.

Conan, sağ başparmağına taktığı iri, altından yapılmış muhteşem mühür yüzüğünü Prospero’ya vermişti. O yüzüğü taşımak Conan dönene dek kraliyet naibi yapıyordu Poitainliyi. Dönmezse, Kraliçe Zenobia ve Prospero’nun çifte naipliğinde ikinci bebek oğlu, meşru Aquilonia kralı olacaktı.

Prospero’nun gözlerine bakarak bu talimatları söze dökerken, yiğit askerin onları harfiyen ifa edeceğini biliyordu. Bir talimatı daha vardı. Prospero Tanasul’da ihtiyatları toplayacak, Pohiola kalesine ulaşmak ve Hyperborea’yı istila etmek üzere peşinden gelecekti.

Prospero’ya bir amaç algısı vermek içindi bu. Fakat Conan biliyordu ki tek bir atlı tam teçhizat bir süvari birliğinden daha hızlı, daha uzağa gidebilirdi. Prospero’nun gücü, herhangi bir yardım ulaştıramadan çok evvel, Pohiola’nın parıltılı surları içinde olacaktı o.

Bu ülkeye Sınır Krallığı denilirdi. Boş, fundaların loş ufka uzandığı kederli bir tenhalıktı buralar. Şurada burada tek tük budaklı, bodur ağaçlar büyüyordu. Su kuşları puslu bataklıklardan kanat çırparak yükseliyordu. Serin, huzursuz bir rüzgar, takırdayan sazlıklarda kasvetli bir şarkıyla inliyordu.

Bastığı yere özen göstererek, yine de elden geldiğince süratle ilerledi Conan. Kızıl demirkırı Ymir, gece boyu ormanda ilerlemekten soluksuz kalmıştı, bu yüzden Conan Imirius Baronu Guilaime’nin büyük kıratını almıştı. Şişman lord, Conan’ın kendisi hariç gruptaki en ağır adamdı, güçlü kırat da dev Cimmerialının ağırlığını taşıyabilecek tek binekti. Conan av teçhizatını çıkarıp atmış, düz bir deri yelekle, iyice yağlanmış sıkı bağlantılı bir zırh gömlek giymişti. Enli kılıcı ellerini serbest bırakmak için omuz arasına asılıydı. Uzun, esnek ipek kirişli, sağlam bir Hyrkania yayı ve kara tüylü, uzun oklar bulunan bir sadak asmıştı eyer kaşına. Sonra ardına bakmadan fundalıklara ilerlemişti.

Önce, ayan beyan belli bir yolu takip ediyordu, zira Hyperborealıların atları çamurlu toprakta bir iz bırakmıştı. Elden gelen en iyi zamanı kazanmak istediğinden, kır aygırı hızla sürdü. Talih ve vahşi tanrısı Crom’un yardımıyla ak tenli fidyecileri Pohiola kalesine varmadan yakalamak için ufak bir şansı vardı.

Birazdan Hyperborea atlarının izi taşlık zeminde kayboldu. Fakat yolunu kaybetmesi ufak ihtimaldı, zira ara sıra oğlunu kaçıranların ona kılavuz olarak bıraktıkları bir iz görüyordu; kaya veya toprağa bembeyaz basılmış bir el izi. Ara sıra doğadışı bir soğuk patlamasından kalma buz deseni gibi, bir tepenin kuru, bodur çimine damgalanmıştı bu iz.

Cadılık! Gırtlağının derinlerinden homurdandı ve ense tüyleri karıncalandı. Anayurdu Cimmeria kuzeybatıda kalıyordu. İlkel halkı Hyperborea Ercadıları’nın dehşetengiz sembolü Beyaz El’i tanırdı. Oğlunun onların tutsağı olduğu düşüncesiyle ürperdi.

Fakat soğuk, siyah su havuzları ve dolambaçlı derelerce kesilen, kuru ot tepecikleriyle beneklenen, cüce eğreltiotu yamaları ve soğuk, kara su birikintileriyle kederli düzlüklerde ilerlemeyi sürdürdü. Dünya etrafında gece için kararırken ara vermeden ilerledi. Gökte asılı pus yüzünden cılız ve tek tük de olsa, yıldızlar tek tek sökün etti. Nihayet ay çıktığında soğuk yüzünü dantelli bir pus peçesi ardında maskeledi.

Şafağa doğru, artık at süremez haldeydi. Her tarafı tutulmuş, ağrılar içinde indi ve kıratının ağzına bir arpa torbası bağladı. Kuru eğreltilerle ufak bir ateş yaktı, başını eyerine dayayarak uzandı ve derin bir uykuya daldı.

Çünkü Büyük Tuz Sazlığı’nın bataklık sınırlarını aşarak, bu kederli tenhalığın hep daha içlerine at sürüyordu üç gündür. Bu her yana uzanan bataklık, çağlar önce, hatta uygarlığın şafağından bile önce, bu diyarda dalgalanan engin bir iç denizin kalıntısı olsa gerekti. Toprak kayganlaşmaya başlıyor, Sınır Krallığı içlerine ilerledikçe zemin daha da beter oluyordu. Büyük kırat, her tepeciği sağlam mı diye sınayarak başı önde ilerliyordu bataklıkta. Soğuk, çamurlu su birikintileri artmaya başlamıştı. Çok geçmeden Conan ağaçsız bir bataklıkta at sürüyordu.

Alacakaranlık, bataklık ülkeyi karanlıkta bırakarak çöktü. Toynakları yapışkan çamurdan şapırtıyla çıkarken kır at gergin gergin kişnedi. Yarasalar karanlıkta daldı ve cıvıldadı. Bir insanın kolu kalınlığında benekli, toprak rengi bir engerek çamur kaplı bir kütük üstünde sessizce süzüldü.

Karanlık koyulaşırken, Conan dişlerini sıktı ve kıratını ilerlemeye zorladı. Tüm gece intikalde kalmak, gerekirse öğleye doğru dinlenmek niyetindeydi.

İleride yol ikiye ayrılıyordu. Conan, eğreltileri incelemek üzere eyerden eğildi. Pürüzsüz bir taş, aralıksız yağmura karşı sereserpe uzanıyordu. Bu taşta yeniden açık bir el şeklinde acayip, ak bir işaret ilişti gözüne. Aygırın başını çevirdi ve Beyaz el tarafından işaretlenen patikaya yönlendirdi.

Aniden çamurlu fundalık insanlarla canlandı. İğrenç, cılız, uylukları etrafındaki yağlı paçavra büklümleri hariç üryandılar. Uzun, keçeleşmiş saçları hırlayan suratların çevresinde karmaşa halinde duruyordu.

Conan derin bir meydan okuma kükredi ve aygırın dizginlerine asıldı. Kınındaki enli kılıcını çekti.

Çizmelerini, üzengilerini kavrayan, zırh eteklerine asılan, hayvanı indirmek için yelesinden çeken hayvan-adamlar her yandaydı şimdi. Fakat çifteler indiriyordu kıratın nalları. Biri en öndekinin suratına isabet etti ve kafatasını kırdı. Beyin özü, akan kanın ortasına saçıldı. Geniş göğüs kafesli birine, kolunu kırarak isabet etti başka bir darbe.

Conan’ın kılıcı, kan püskürten ümüklerden kelleleri uçurarak, uçuşan hayvani gölgelere inerek fısıldadı. Beşini öldürdü, altıncıyı tepesinden çeneye dek yardı. Fakat çelik sert kemiğin dibine sıkıştı. Ceset sırtüstü düşerken kılıç Conan’ın elinden koparıldı. Sular saçarak atıldı peşinden; uluyan hayvansı insan sürüsü her tarafındaydı. Azgın gözler parıldadı, pençemsi parmaklar kollarını çizdi. Sırf sayı ağırlıkları altında boğarak indirdiler onu. Biri budaklı, ahşap bir sopayı Conan’ın alın çatına indirdi. Dünya infilak etti ve Conan çatışmaya dair her şeyi unuttu.


5. MAZİDEN BİR HAYALET

Solgun, anaforlu sisler arasında, yuvarlak bir tepe tümseğinin karaltısı peyda oldu önlerindeki taş döşeli yolda. Günler, geceler boyu yolculuktan harap ve bitap düşen Conn, sulu gözlerini ona doğru kırpıştırdı.

Tümseğin zirvesi, devasa sıvasız taş bloklarından inşa edilen kaba bir şato olan kudretli bir istihkamla taçlanıyordu. Loş yıldız ışığında ruhani, sürüngen sis perdesi arasında hayal meyal görülüyor, bir hayalete benziyordu. Koca yapının iki ucunda yükselen bodur kuleler, büklüm büklüm sisle çevriliydi. Karaltı halindeki kalenin suratsız kapısına sürdüler atlarını. Açlıktan ölecek gibi olan genç, bir ürpertiyi bastırdı. Paslı demirden çivili parmaklığın kalkışı, devasa bir canavarın ağır ağır esnemesine benziyordu.

Geniş kapıdan, meşalelerin titrek ışığıyla tuhaf şekilde aydınlanan muazzam bir salona girdiler. Parmaklık, taş kaldırımda bir ölüm çanı gibi çınlamak üzere indi arkalarından.

Soğuk, beyaz eller delikanlıyı eyerden kopardı ve bir köşeye attı. Etrafına bakarak rutubetli taş duvarın dibine çömeldi. Engin, yankılı salonun hatları, azar azar karanlıktan çıkmaya başlıyordu. Kale, muazzam, yekpare bir salondu. Kirişleri karanlıkta kaybolan çatı, başının epey üstünde yükseliyordu. Görünürdeki tek mobilya, bir iki kaba ahşap sıra, bir çift tabure ve uzun, sehpalı bir masaydı. Masada soğuk, yağlı et kırıntıları ve ıslak, kaba bir esmer ekmek külçesiyle dolu bir tabak vardı. Delikanlı bu artıkları aç aç süzdü. İhtiyar kadın sanki düşüncelerini hissetmiş gibi bir emir mırıldandı. Adamlardan biri tabağı masadan alıp Conn’un yanına bıraktı.

Bilekleri günler, geceler süren at yolculuğu esnasında eyer kaşına bağlı olduğundan elleri uyuşuktu. Adam bileklerini bağlayan sırımı kesti ve diğer ucu başı üstündeki paslı bir demir halkaya kilitli uzun bir zinciri boynuna geçirdi. Adam onu sessizce izlerken Conn yemek kalıntılarına yumuldu.

Ercadı, fildişi maskesini çıkarmıştı; bu yüzden Conn yüzünü görebiliyordu. Solgun, kemikliydi ve insanüstü bir dinginlik ifadesi taşıyordu. Conn bu ince, renksiz dudaklardan da hoşlanmadı, yeşil gözlerin soğuk ışıltısından da; ama fidyecilerinin neye benzediğini kaale almayacak kadar aç, üşümüş ve perişandı. Başka bir kişi de koluna asılı birkaç parça kirli çuval beziyle geldi. Bunları zincirli çocuğun yanına attı. Bulduğu her şeyi yedikten sonra, uçsuz bucaksız, yankılı salon zeminine dağılmış pis samanın birazını bir araya topladı. Çuvalları bunun üstüne yığdı, kıvrıldı ve anında uykuya daldı.


Bir gongun donuk sesi uyandırdı onu. Bu kasvetli taş yığınına hiç gün ışığı girmiyordu, Conn tüm zaman algısını yitirmişti bu yüzden.

Gözlerini ovuşturarak baktı. Alçak, çember biçimli taş bir kürsü yükseliyordu salonun merkezinde; bunun üstünde de cadı-kadın bağdaş kuruyordu. Çehresine kararsız, kan rengi bir ışık saçan, bakırdan, koca bir kor leğeni konulmuştu önüne.

Conn kadını dikkatle inceledi. Yaşlıydı. Yüzü bin kırışıkla yıpranmış, kır saçı suratının ifadesiz maskesi etrafında serbestçe salınıyordu. Fakat yaşam, o zümrüt alevi gözlerde kuvvezle parlıyordu, meş’um bakışı da hiçliğe odaklanmıştı.

Siyah giyimlilerden biri, insan kafatası biçimli ufak bir gonga keçeli bir tokmakla vurarak çömeldi kürsünün dibine. Gongun boğuk çınlaması tüyler ürpertici şekilde yankılandı.

Ercadılar tek küme halinde girdi odaya. Fildişi maskelerini takmışlar, dar, siyah başlıklarını ipeksi saçlarını örtmek için çekmişlerdi. Biri çıplak, pösteki saçlı bir adam getiriyordu. Ölüme tapanların, günler önce uçsuz bucaksız bataklıkları geçerlerken bu adamı tutsak aldıklarını hatırladı Conn. Boynuna bir kement bağlamış, atlarının arkasında düşe kalka koşturmuşlardı onu. Adam biçimsiz, akılsız ve pisti. Ağzı sarkık, gözleri korkuyla parıldıyordu.

Meş’um bir ayin yapılıyordu şu anda. İki Ercadı diz çöktü ve tutsağın ayaklarını bir kirişten sarkan sırıma bağladılar. Sonra çıplak adamı kor ateşler bulunan bakır leğen üstüne başaşağı asılacak şekilde ağır ağır çektiler. Adam boş yere çırpınıp feryat etti.

Sonra gırtlağını bir kulaktan öbürüne dek kestiler.

Kurban kıvrandı, çırpındı, sonra usulca gevşedi. Conn dehşetten irileşen gözlerle seyrediyordu. Kan, korların üstüne aktı ve bir duman bulutu halinde infilak etti. Mide bulandırıcı bir koku yükseldi.

Tüm bu esnada Cadı, görmeyen gözlerle karşıya bakıyordu. Makamsız bir hava mırıldanarak bir o yana, bir bu yana sallandığını gözlemledi Conn. Siyah giyimliler kürsü etrafında kıpırdamadan duruyordu. Korlar çıtırdadı ve canlandı. Ceset damlalar akıtarak salınıyordu. Cadının mırıldandığı şarkının alçak, ürpertici iniltisi, gongun monoton ritmiyle noktalandı. Conn, karşı konulmaz bir çekimle, gözünü ayırmadan bakıyordu.

Pis kokulu duman, sanki görünmez eller değmiş gibi ileri geri anaforlanarak, kürsü üstündeki yağlı bir tabut örtüsü gibi asıldı. Sonra kireç kesilmiş genç bir ürpertiyi yendi.

“Crom!” diye soludu kesik kesik.

Kaynayan duman bulutu bir insan biçimi alıyordu; kukuletası kabak bir kafa ve zalim, şahine benzer bir yüzü ortaya çıkarmak üzere geri çekilen, bir doğu giysisine bürünmüş iri yarı, geniş omuzlu, güçlü biriydi bu.

Hile tekinsizdi. Cadı mırıldanmayı sürdürüyordu. Kulak tırmalayan şarkısı, bir darağacının kalasları arasında inleyen serin bir rüzgar gibi yükselip alçalıyordu.

Şimdi insan biçimli hayalet pembeleşiyordu: cübbe kıvrımları koyu yeşil olana dek karardı, kayıtsız çehresi bir Shemli veya Stygialı gibi güneş yanığı, kanlı canlı bir kahverengiye büründü. Korkudan donan genç, yarı şeffaf hayali irileşen gözlerle inceledi. Görüntü gördüğü ya da tarifini işittiği—o yüce, şahin surat, o zalim, dudaksız ağız— bir çehreye sahipti belli belirsiz. Gözler olması gereken yerde iki zümrüt ateşi kıvılcımı vardı.

Dudaklar oynadı, uzak bir sesin aksisedası yankılandı ruhani salonda.

“Selam Ey Louhi!” dedi heyula. Cadı cevapladı:

“Hoşgeldin Thoth-Amon.”

O anda korkunun serin pençeleri sahiden kapandı Conn’un yüreğine, zira eline düştüğünün adi bir insan kaçırıcı olmadığını biliyordu: kavminin en ölümcül ve inatçı düşmanı, dünyanın en kudretli kara büyücüsü, Cimmerialı Conan’ı korkunç bir ecelle buluşturup, Aquilonia’yı çamura çalmak için habis tanrılarına uzun zaman önce ant içen Stygialı büyücünün pençelerindeydi.


6. KAFATASI GEÇİDİ’NİN ARDINDA​

Gündoğumuna doğru, sendeleyerek ayılmaya çabaladı Conan. Başı feci ağrıyordu, kafa derisindeki bir yırtıktan akan kan da yüzünde kurumuştu. Fakat hala sağdı.

Bataklık mıntıkasının tüylü hayvan adamlarına gelince, onlardan eser yoktu. Ölüleriyle ganimetlerini taşıyarak gecenin içine kaçmışlardı. Homurdanarak zonklayan başını ellerine yaslayıp oturur pozisyona doğruldu. Çizmeleri ve hırpani bir paçavra hariç üryandı. Atı, zırhı, erzak ve silahları çalınmıştı. Hayvan-adamlar ölü diye mi bırakmıştı onu? Belki; Cimmerialıyı da sadece kafatasının kalınlığı korumuştu o sondan.

Efsane, hayvan-adamların kaçak suçlular ve sığınak olarak buraya kaçmış firari köle kuşaklarının yozlaşmış tohumları olduğunu fısıldıyordu. Asırlarca aynı soy içi çiftleşmeler, hayvanlık düzeyinden hallice bir noktaya dek geriletmişti onları. Bedenini dokunulmadan bırakmış olmaları tuhaftı hal buysa; zira insanların ilkelliğe gerilemesi, sık sık insan etine arzuyu da geliştirirdi. Sendeleyerek ayağa kalkana dek, hayvan adamları neyin kaçırdığını keşfetmedi Conan.

Düştüğü yerin yakınında, çamurlu çimlerin içine dağlanan, Beyaz El damgasıydı.

Tabana kuvvet ilerlemekten gayrı çare yoktu. Eğri bir ağaç dalından kaba bir sopa uyduran güçlü Cimmerialı, Beyaz El ile işaretlenen yolu izleyerek kuzeydoğuya yöneldi.

Karlı anayurdunda vahşi bir delikanlıyken öğrenmişti arazide karnını nasıl doyuracağını. Mağrur Aquilonia kralı olarak, en son avlanmaya mecbur kalışı ve yaşamak için öldürüşünden bu yana seneler geçmişti. Eski hünerlerin zor kaybolmasına memnundu şimdi. Peştemalinden yırtılma bir kumaş şeridinden uydurulan kaba sapanın fırlattığı taşlarla bataklık kuşlarını vurdu. Bu ıslak bataklıkta ateş yakacak alet yokluğundan, kuşu yoldu ve çiğ olarak yedi. İri kaslarının tüm demir gücüyle salladığı sopayla ona saldıran vahşi köpekleri püskürttü. Sivriltilmiş çubuklarla çamurlu birikintilerdeki kurbağalar ve kerevitleri araştırdı. Kuzey ve Doğuya intikalde kaldı hep.

Bitmez tükenmez bir süre sonra Sınır Krallığı hududuna ulaştı. Hyperborea girişi insanın yüreğine korku salmak için hesaplanmış acayip bir sınır taşıyla işaretlenmişti. Karanlık bir gök altında, zalim bir siper halinde yükseliyordu tepeler. Yol, iki tombul tepe arasındaki dar bir geçitten dolanıyordu. Bir tepenin beri yanına gömülü gizemli bir nişan taşı konulmuştu. Hyperborea’nın alacakaranlığı ve rutubeti arasında gri beyaz parıldıyordu. Onu seçmek için kafi derecede yaklaşınca birdenbire durdu; güçlü kollarını kavuşturarak hareketsiz kaldı.

Bu bir kafatasıydı; şekil olarak insansı ama bir insanınkinden kat be kat büyüktü. Görüntü Conan’ın ense kıllarının ilkel bir huşuyla ürpertti ve yamyam canavarlar ve devlere ait müphem masalları hatırlattı. Fakat çıplak kemiğin koca alın çatını kısık gözlerle incelerken zalim bir tebessüm büktü dudaklarını. Serüven yıllarında uzaklara seyahat etmişti ve bir mamut kafatasının korkunç kalıntısını tanıyordu. Fil kavminden hayvanların kafatasları, insanınkilere yüzeysel bir benzerlik taşırlar; kavisli dişleri hariç elbette. Bu durumda muhbir dişler kesilip götürülmüştü. Conan sırıttı ve tükürdü. Yüreklendi; batıl korkular uyandırmak için hile yapanlar yenilmez değildir.

Mamut kafatasının kaşına devasa Hyperborea rünleri boyanmıştı.

Yolculuklarında Conan sürüyle lisanı çat pat öğrenmişti. Biraz zorla da olsa kaba karakterler halinde yazılan ihtarı okuyabildi.

“Hyperborea kapısı, izinsiz gelenler için Ölüm Kapısı’dır,” yazıyordu ihtar.

Conan küçümseyerek homurdandı, geçitte ilerledi ve tekinsiz bir diyarda buldu kendini.

Kafatası Kapısı’nın ardında, toprak çıplak tepeler tarafından bölünen kasvetli bir ova halinde aşağıya doğru eğimleniyordu. Ufalanan taşlar, bulutlu gök altında sereserpe duruyordu. Conan her duyusu tetikte, yapışkan sisler arasında ilerledi. Bilmese bu ruhani, görünmez tehdit ülkesinde hiçbir şey yaşamadığını veya hareket etmediğini söyleyebilirdi.

Kış güneşinin sadece kısaca parladığı bu soğuk korku krallığında pek az kişi yaşardı. Burayı yönetenler, devasa taşlardan yüksek kuleli hisarlardan hüküm sürerdi. Sıradan halka gelince, harap ağıl kümelerindeki birkaç sefil, yılgınlığa kapılmış köle, çıplak toprakta kıt kanaat yaşayıp giderdi.

Cılız, gri kuzey kurtlarının vahşi av grupları halinde bu ıssız düzlüklerde dolandığını bilirdi; azgın mağara ayısı da yağışlı gök altındaki taş mağaralarda kurardı yuvasını. Fakat bu misafir sevmez tenhada, nadir bir geyik türü, misk öküzü veya mamut hariç pek az şey yaşardı.

Conan nihayet taş kalelerin ilkine ulaştı; bunun Sigtona olduğunu biliyordu. Asgard’da buranın insan kanıyla yaşadığı söylenen sadist kraliçesine dair zalim öyküler anlatılırdı. Bir sonraki dağ kalesini arayarak bunun açığından dolandı.

Bezdirici bir süre sonra bodur kule zirvelerini yıldızlara yükselten zalim Pohiola surları ilişti gözüne. Çıplak, aç, pis ve silahsız halde, Ercadıların istihkamına yanan gözlerle dik dik baktı yılmaz Cimmerialı. O kara taştan kalede bir yerlerine büyük oğlu sıkışmıştı. O ışıksız, labirentimsi yapının içinde biryerlerde belki de eceli bekliyordu onu. Olsun, bundan önce de Ecel’le kılıç tokuşturmuş, o umutsuz müsabakadan galip çıkmıştı.

Karanlıkta gururla ilerledi Pohiola kapılarına.
 

sülük

Kıdemli Üye
2 Haz 2016
138
246
yangından mal kaçırır gibi hemen kopyalayıp bir önceki bölümün altına ekledim, emeğine sağlık hocam binlerce teşekkür
 

hüseyin aksakal

Onursal Üye
Çeviri & Balonlama
7 Eyl 2010
773
5,727
Kdz. Ereğli
Başlık uzun olduğundan bir öncekiyle karıştıran olabilir belki... Keşke daha mantıklı bir şekil uyduraydım.
Bu bölüm de biraz demlenince, çok da oyalamadan kalan üç bölümü paylaşacağım.
 

hüseyin aksakal

Onursal Üye
Çeviri & Balonlama
7 Eyl 2010
773
5,727
Kdz. Ereğli
Bu öykü hakkında da bilinmesi gereken bazı özel noktalar var. R. E. Howard, Conan'ın evlilik hayatı ve çocukları hakkında belirsiz göndermeler dışında bir şey yazmadı. Ejderin Saati'nde, Zenobia ile Nemedia'da bir zindanda tanışır ve aynı romanın sonunda, Nemedia Kralının hareminde köle olan kızı, Aquilonia kraliçesi yapacağını söyler. Conan'ın yaşamöyküsünde Howard'ın yazdığı son cümle budur aynı zamanda. Howard Miller-Clark ikilisine yazdığı bir mektupta, "Conan'ın bir imparatorluk kurup kurmadığından veya bunu denerken ölmediğinden emin olmadığını" söyler. Ayrıca Conan'ın dünyanın her tarafındaki gezilerine kral olduktan sonra da devam ettiğini söyler. Hyperborea'da yeniyetmeliğinde yaşadığı kölelik tecrübesinin, kral olduktan sonra da siyasetini etkilediğini anlatır. Bu belirsiz göndermelerle çelişmeden yazılmaya çalışılmış bir öykü dizisi Aquilonialı Conan.

Conan'ın oğlu 2. Conan veya kısa adıyla Conn, ilk kez bu öyküde ortaya çıkıyor. Bu öykü dizisi aynı zamanda delikanlının Erginlenme Serüveni olarak da okunabilir. Taurus ve Radegund, bu dizinin ikinci öyküsünde sözü edilen diğer çocukları Conan'ın. Öykülerin bu bölümü dışındakilerin hepsi Hyboria ülkeleri dışında geçiyor. Conan'ın çizgi romandaki tiplemeden farklı bir görünümü var. Saçlarına kırlar düşmüş, bıyık bırakmış gibi... Hiçbir öyküde bıyıklı Conan okumadık başka. Bundan sonraki Adalı Conan'da ise hem sakallı hem bıyıklıdır ki, bu aynı zamanda Dark Horse'nin sonraki dönem Conan tasvirlerinde gördüğümüz bir hali kahramanın.... Conan'ın oğlunu eğitirken, deri bir kemerle dayak atmak gibi bir yöntemi olduğunu bu öyküden öğreniyoruz ya da Camp-Carter ikilisi böyle iddia ediyor. Yine de müşfik bir baba portresi çiziliyor. Bence, Conan karakteriyle çok örtüşen bir portre değil. Muhayyile Conan'ı, seferler arasında ara sıra gördüğü bir ailesi olduğunu, onlarla ilişkisinin daha uzak olması gerektiği şeklinde canlandırıyor. Nasıl kral olduktan sonra, sorumluluk nedeniyle ağırbaşlı bir yapıya büründüyse, aile hayatı da onu bir miktar evcilleştirmiş gibi görünüyor bu öykülerde.
 
Üst