ROBERT E. HOWARD/ÖYKÜ/ SİYAH KENAN DİYARI... Bölüm 3

hüseyin aksakal

Onursal Üye
Çeviri & Balonlama
7 Eyl 2010
773
5,728
Kdz. Ereğli
Dostlar, Siyah Kenan Diyarı öyküsünün üçüncü bölümünü takdim ederim. Bir bölüm daha var. Hala sonucun ne olduğunu bilmiyorum. İnat ettim, hep birlikte öğrenelim istiyorum. Sürçi lisan olduysa affola.

BÖLÜM 1
http://www.cizgidiyari.com/forum/hu...howard-oyku-siyah-kenan-diyari-bolum-1-a.html
BÖLÜM 2
http://www.cizgidiyari.com/forum/hu...howard-oyku-siyah-kenan-diyari-bolum-2-a.html

3. KENAN DİYARI ÜZERİNDEKİ GÖLGELER
Eski yol boyunca köyden batıya doğru at sürerek çıktığımda, henüz öğle olmamıştı. Gür ormanlar beni çabucak yuttu. Sıkışık çam duvarları, ara sıra kiracı veya mülk sahiplerinin kütük kulübeleriyle, her zamanki dağınık saçlı çocuklar ve uzun av köpekleriyle, dağınık parmaklıklı çitlerin sardığı tarlalara açılarak her iki yanımda benimle ilerliyordu.
Kulübelerin bazıları boştu. Sakinleri eğer beyazsa, şimdiden Grimesville’ye gitmişti, siyah iseler de ya bataklıklara gitmiş, ya da menşeine uygun kasaba zencilerinin gizli sığınağına kaçmıştı. Her halükarda, barakaların boş oluşu, uğursuz şeyler telkin ediyordu.
Çamlıklarda, sadece nadiren bir rençberin ağlamaklı çağrısıyla bölünen gergin bir sessizlik hüküm sürüyordu. İlerleyişim hızlı değildi, zira zaman zaman ana yoldan sürüyle çalının saçaklandığı derelerden birinin sahiline çömelmiş tenha bir kulübeye uyarıda bulunmak üzere sapıyordum. Bu çiftliklerin çoğu yolun güneyindeydi; beyaz yerleşimler fazla kuzeyde bulunmazdı; zira o yönde güney yönünde yoklayan parmakları andıran dar boğazlara uzanan ormanlık bataklıklarıyla, Tularoosa Deresi uzanıyordu.
Hâlihazırdaki uyarı kısaydı; tartışmaya da hacet yoktu, izaha da. Eyerden sesleniyordum: “Kasabaya inin; Tularoosa’da bir musibet hazırlanıyor.” Yüzler soluyor, insanlar ne yapıyorsa bırakıyordu: erkekler silahlarını kapıyor, katırları arabalara koşmak için sabandan çekiyor, kadınlar gerekli malzemeleri bir araya bohçalıyor ve oyun oynayan çocuklara cırlıyordu. Atımı sürerken, derenin aşağısında yukarısında sığır boynuzundan boruların, insanları uzak tarlalardan çağırarak öttürüldüğünü işittim –bataklık diyarının kenarında dinliyor olabilecek kulaklara da taşındığını bildiğim, bir kuşaktır işitilmemiş bir uyarı ve meydan okumayla ötüyorlardı. Arkamdaki kırsal, ince ama sabit bir dere halinde Grimesville’ye doğru akarak boşaltılmıştı.
Kenan Diyarı’nın en batısındaki “Beyaz” kulübesi olan Richardson’un kulübesine vardığımda, güneş en üstteki çam dallarının arasında iyice alçalıyordu. Buranın ötesinde sadece dağınık zenci kulübelerinin bulunduğu ormanı andıran bir boşluk olan Kara Nehir’le Tularoosa bağlantısının köşesi olan Neck bulunuyordu.
Bayan Richadson, kulübenin verandasından endişeyle seslendi bana.
“Ee, Bay Kirby, seni yeniden Kenan Diyarı’nda gördüğüme sevindim! Tüm akşam boyu borazanları işitiyorduk. Ne anlama geliyor? Bu – yoksa– ”
“Sen ve Joe, çocukları toplayıp Grimesville’ye tüyseniz iyi olacak,” diye cevapladım. “Daha bir şey olmadı ve olmayabilir ama en iyisi tedbirli olmak. Tüm insanlar gidiyor.”
“Biz de hemen çıkalım!” Anında önlüğünü çıkarırken, benzi atarak soludu. “Beyim, Bay Kirby, kasabaya varamadan önce bizi boğazlarlar mı dersiniz?”
Başımı iki yana salladım. “Saldırırlarsa geceleyin saldıracaklar. Biz sadece tedbir alıyoruz. Muhtemelen hiçbir şey olmayacak.”
“Kalıbımı basarım bunda yanılıyorsun,” diye öngördü umutsuz bir faaliyet içinde koşturarak. “Bir hafta önceden beri, Saul Stark’ın kulübesine doğru bir davulun bir vurup bir sustuğunu işitiyorduk. Büyük İsyan’daki davulları dövüyorlar. Babacığım bana bunu kaç kez anlattıydı. Zenci onun erkak kardeşinin derisini diri diri yüzmüş. Boynuzlar derelerin aşağısında, yukarısında çalıp duruyor, davullara boynuzların üflendiğinden daha yüksek sesle vuruluyormuş. Bizimle geri döneceksiniz değil mi Bay Kirby?”
“Hayır; ben yol boyunca bir parça keşfe çıkacağım.”
“Çok uzağa gitmeyin. Saul Stark ve iblisleriyle karşılaşabilirsiniz. Beyim! Nerede bu adam? Joe! Joe!”
Ben yoldan aşağı inerken, korkuyla tizleşen sesi beni takip etti.

Richardson çiftliğinin ötesinde çamlar yerini yeşil meşelere bıraktı. Fundalıklar daha bereketli bir hal aldı. Bir çürümüş bitki kokusu, huzursuz rüzgarı tohumluyordu. Ara sıra ağaçların altında yarı gizlenmiş bir zenci kulübesi görüyordum ama hep sessiz ve terk edilmiş halde duruyordu bunlar. Boş zenci kulübeleri sadece bir şey demekti: siyahlar Tularoosa’nın birkaç mil doğusundaki Goshen’de toplanıyordu; o toplantının da sadece tek anlamı olabilirdi.
Hedefim Saul Stark’ın kulübesiydi. Niyetim Tope Sorley’in tutarsız öyküsünü işittiğimde biçimlenmişti. Saul Stark’ın bu gizem ağındaki baskın kişi olduğuna şüphe olamazdı. Saul Stark’la pazarlık niyetindeydim. Yaşamımı sokuyor olabileceğim risk, liderlik mesuliyeti üstlenen her erkeğin alması gereken bir ihtimaldi.
Oraya vardığımda, güneş servilerin alt dalları arasına eğiliyordu – kasvetli tropik cangıllardan bir arka plana karşı kurulmuş kütükten bir kulübe. Onun birkaç adım ötesinde Tularoosa’nın koyu renkli akıntısını Kara Nehir’e boşalttığı meskun olmayan bataklık başlıyordu. Havada bir çürüme kokusu asılıydı; gri yosunlar ağaçlardan dökülüyor, zehirli sarmaşıklar gür, karmakarışık halde bükülüyordu.
Seslendim: “Stark! Saul Stark! Çık dışarıya!”
Cevap yoktu. Ufak açıklığın üzerinde ilkel bir sessizlik kol geziyodu. Atımdan indim, bağladım ve kaba, kalın kapıya yaklaştım. Belki bu kulübe Saul Stark’ın gizemine dair bir kanıt barındırıyordu; en azından onun muzır hünerinin alet edevatlarını içeriyordu şüphesiz. Hafif yel aniden kesildi. Durgunluk neredeyse fiziksel bir darbe kadar yoğun bir hale büründü. Durdum, irkildim. Sanki bir tür derin içgüdü, acil bir ihtar bağırıyormuş gibiydi.
O bilinçaltı uyarıya karşılık olarak her lifim ürpererek orada dururken, bir tür karanlık, derinlere gizlenmiş içgüdü, bir insanın karanlıkta bir çıngıraklı yılanın ya da çalıların arasında çömelen bataklık panterinin varlığını algılamasına benzer bir tehlike algıladı. Ağaçları ve çalıları tarayarak bir tabanca çektim ama korktuğum pusuyu ele verecek ne bir gölge gördüm, ne de hareket. Fakat içgüdüm şaşmazdı; algıladığım şey etrafımdaki ormanlarda gizlenmiyordu; kulübenin içindeydi–bekliyordu. Bu duygudan silkinerek kurtulmayı deneyip, beynimin gerisinde seğirmeyi sürdüren bulanık, yarım bir hatırayla taciz edilerek yeniden ilerledim. Ve yeniden bir ayağım ufak verandada, bir elim kapıyı çekmek için yarı uzanırken bir anda durdum. Soğuk bir titreme geçti üstümden, bir rastgele adımın daha onu düşüreceği kara gayyayı ortaya çıkaran bir şimşek çakışıyla bir adamın sarsıldığı gibi bir duyguydu bu. Hayatımda ilk kez korkunun ne demek olduğunu anlıyordum. Yosun sakallı servilerin altındaki o somurtken kulübede o siyah dehşetin gizlendiğini biliyordum–karşısında miras aldığım her ilkel içgüdünün panik içinde feryat ettiği bir dehşet.
Ve o ısrarcı, yarım hatıra birden uyandı. Voodoo insanlarının yokluklarında davetsiz misafirleri delilik ve ölüme duçar eden güçlü bir Ju-ju ruhuyla koruduğu kulübelerini nasıl bıraktığına dair bir öykünün anısıydı bu. Beyaz adamlar böyle ölümleri batıl bir korkuya ve hipnotik telkinlere bağlıyordu. Fakat o anda pusuda bekleyen tehlike algımı anlıyordum; o kahrolası kulübeden görünmez bir sis gibi esen dehşeti kavrıyordum. Voodoo insanlarının kolübelerine koyduğu sadece bir sembol olan grotesk ahşap heykelciklerin, ju-ju’nun gerçekliğini idrak ediyordum.
Saul Stark gitmişti ama kulübesini korumak için bir Mahlûk bırakmıştı.
Ellerimin arkasında ter boncuklanarak geri çekildim. Bir kese altın için bile ne o kepenkli pencerelerin içine göz atardım, ne de o sürgüsüz kapıya dokunurdum. Tabancam elimden sarkıyordu, o kabilenin Yaratığına karşı yararsız olduğunu biliyordum. Bu neydi bilemiyordum ama voodoo büyüleriyle siyah bataklıklardan çekilen bir tür hayvani, ruhsuz mahlûk olduğunu biliyordum. İnsan ve doğal hayvanlar, bu gezegeni mesken tutan tek duyarlı mahlûkat değildir. Görünmez Mahlûklar da vardır – derin bataklıklarla nehir yataklarının çamurlarının siyah ruhları – Zenciler bunları bilirler…
Atım yaprak gibi titriyordu ve bedensel temas yoluyla güvenlik arar gibi omzunu bana iyice yaklaştırdı. Mahmuzlardaki paniği andıran saldırı dürtüsüyle savaşarak bindim, dizginleri çevirdim, çılgınca yoldan aşağı atıldım.
Kasvetli açıklık arkamda kalıp da görüş alanından çıkarken, gayrı ihtiyari rahat bir nefes aldım. Kulübe görüş alanımdan çıkana dek sapına kadar aptal olduğum için kendime sövmedim. Tecrübem aklımda çok canlıydı. Boş kulübeden çekilmeye zorlayan ödleklik değildi, bir çıngıraklı yılanı inine girmekten alıkoyan türden, doğal kendini koruma içgüdüsüydü.
Atım hırladı ve şiddetle irkildi. Beni irkilten şeyi görmeden önce elimde bir silah vardı. Yeniden gür, melodik bir gülüş alay ediyordu benimle.
Kadın, bükülü bir ağaç gövdesine yaslanıyordu, elleri çekici bedenini küstahça sergileyerek düzgün kafasının arkasında birleştirilmişti. Barbarca cazibesi, günışığında dağılmamıştı; eğer bir şey varsa da iyice alçalan güneş onu arttırıyordu.
“Niye ju-ju kulübesine girmiyorsun Kirby Buckner?” kollarını indirip, ağaçtan küstahça ayrılarak alay etti.
Bir bataklık kadınının veya başka herhangi bir kadının giyindiğini hiç görmediğim şekilde giyinmişti. Ayağında, bu kıtada hiç toplanmamış ufak deniz kabukları dikili, yılan derisinden sandaletler vardı. Parlak kırmızıdan kısa ipek bir etek, dolgun kalçalarını biçimlendiriyor, geniş, boncuk işlemeli bir kemer tarafından tutuluyordu. Barbarca halhallar ve bilezikler hareket ettikçe çınlıyor, kabaca dövülmüş altından iri süsler, kurumla yığılmış saç stili kadar Afrikalı'ydı. Başka hiçbir şey giymiyordu, göğsünde, kavisli memelerinin arasında da kahverengi tenine dövme halinde işlenmiş hafif çizgiler ilişti gözüme.
Müstehzi biçimde önümde poz verdi, cazibeli değil, alaycıydı. Muzaffer garezi kara gözlerinde parlıyor; kızıl dudakları zalim bir sevinçle kıvrılıyordu. O an onlara bakarken, vahşi kadınlar tarafından yaralı düşmanlara uygulanan işkence ve sakat bırakmalara dair işittiğim tüm öykülere inanmak kolay geldi bana. Bu ilkel ortama bile yabancıydı; daha zalim daha hayvani bir arkaplana gereksinimi vardı; buğulu orman, pis kokulu siyah bataklıklar, parlayan ateşler, yamyam şölenler ve derin ırsi ilahların kanlı sunaklarından bir arka plan.
“Kirby Buckner!” kızıl diliyle lafları okşuyormuş gibiydi, yine de her tonlamasında müstehcen bir aşağılama vardı. “Niye Saul Stark’ın kulübesine girmiyorsun? Kilitli değil! Orada görebileceğin şeyden korkuyor musun? İhtiyar bir adamınki gibi beyaz saçınla ve bir embesilin sarkık dudaklarıyla çıkabileceğinden mi korkuyorsun?”
“Ne var o kulübede?” diye sordum.
Yüzüme güldü ve acayip bir hareketle parmaklarını şaklattı.
“Saul Stark ju-ju davuluna vurduğu, bataklıkta karınları üzerinde sürünen tanrılara kara ilahiyi haykırdığında geceden siyah sis gibi akarak gelenlerden biri.”
“O burada ne yapıyor? O gelene dek siyah ahali sessizdi.”
Kızıl dudaklar küstahça kıvrıldı. “Şu kara köpekler mi? Onlar onun köleleri. Ona itaatsizlik ederse ya onları öldürür, ya da bataklığa atar. Zira çoktandır yönetimimizi başlatmak için bir yer arıyorduk. Kenan Diyarı’nı seçtik. Siz beyazlar gitmelisiniz. Beyaz ahalinin topraklarından asla sürülemediğini bilmemiz yüzünden de hepinizi öldürmeliyiz.”
Zalimce gülme sırası bendeydi.
“Bunu 45’te denedilerdi.”
“O zaman onları yönetmek için Saul Stark yoktu,” diye cevap verdi kadın sakince.
“Kazanırlar mı zannediyorsun? Sence bu işin sonu olacak mı? Başka beyaz adamlar Kenan Diyarı’na gelir ve hepsini öldürür.”
“Suyu geçmeleri gerekecek,” cevabını verdi. “Nehirler ve dereleri savunabiliriz. Saul Stark’ın bataklıklarda bir dediğini iki etmeyecek birçok hizmetkârı var. Siyah Kenan Diyarı’nın kralı olacak o. Kimse karşısına çıkmak için suları geçemeyecek. Babaları Kadim Diyar’da kabilelerine nasıl hükmettiyse, o da kabilesine hükmedecek.”
“Zırdeli!” Mırıldandım. Sonra merak sormaya sevk etti beni: “Kim bu ahmak? Sen onun neyi oluyorsun?”
“O Kongolu bir cadı avcısının oğludur ve Kadim Diyar’dan en yüce voodoo rahibidir,” diye cevapladı bana yeniden gülerek. “Benim kim olduğumu bu gece bataklıkta, Damballah’ın Evi’nde öğreneceksin.”
“Öyle mi?” Homurdandım. “Seni benimle Grimesville’ye götürmeme ne engel olacak? Sormak istediğim soruların cevaplarını biliyorsun.”
Gülüşü, kadife bir kamçının şaklaması gibiydi.
“Beni beyazların köyüne mi sürükleyeceksin? Tüm ölümler ve Cehennemler bu gece Damballah Evi’nde Kafatası Dansı’ndan beni alıkoyamaz. Sen benim tutsağımsın zaten.” Ben irkilip etrafımdaki gölgelerin içine bakarken, müstehzi bir tavırla güldü. “Orada kimse gizlenmiyor. Ben yalnızım, sen de Kenan Diyarı’nın en güçlü adamısın. Saul Stark bile senden korkuyor. Zira köye varamadan önce seni öldürmesi için beni üç adamla yolladı. Yine de benim tutsağımsın. Bir işaretten başka bir şeye hacet yok,” kibirli bir parmağını büktü, “sen de Damballah ateşleri ile işkencecilerin bıçaklarını izleyeceksin.”
Ona güldüm ama gülüşüm kof bir çınlamaydı. Bu esmer büyücünün inanılmaz çekimini inkar edemezdim; irade gücümü kırıp, beni kendisine çekerek cezp ediyor, mecbur bırakıyordu. Ju-ju kulübesindeki tehdidi tanıyabildiğimden daha fazla tanıyamıyordum onu.
Telaşım ayan beyan belliydi onun için, zira gözleri kutsuz bir zaferle parlıyordu.
“Saul Stark haricinde tüm siyah adamlar aptal,” güldü. “Beyaz adamlar da aptal. Ben, siyah bir kralın kulübesinde yaşayan ve kızlarıyla çiftleşen beyaz bir adamın kızıyım. Beyaz adamların güçlerini ve zayıflıklarını bilirim. Seninle dün gece ormanda karşılaştığımızda başaramadım ama bu kez başarısız olamam!” Vahşi bir sevinç çınlıyordu sesinde. “Damarlarındaki kanla pusuya düşürdüm seni. Öldürdüğün adamın bıçağı elini çizdi–çam iğnelerinin üstüne düşen yedi kan damlası ruhunu verdi! O kanı aldım, Saul Stark da bana kaçan adamı verdi. Saul Stark ödleklerden nefret eder. Onun sıcak, titreyen yüreği ve senin yedi damla kanınla Kirby Buckner, bataklığın derinliklerinde Damballah’ın gelini haricinde kimsenin yapamayacağı bir büyü yaptım. Şimdiden onun zorlamasını hissediyorsun! Oh, güçlüsün! Bıçakla savaştığın adam bir saat geçmeden can verdi. Fakat benimle savaşamazsın. Kanın seni kölem yapıyor. Sana bir büyü yaptım.”
Gökler için, sadece delilik değildi ağzından dökülen! Hipnotizma, büyü, ne isterseniz öyle deyin, beynim ve iradem üzerinde saldırısını hissediyordum–irademe karşı beni bir tür meçhul gayyanın kenarına götürüyormuş gibi görünen kör, hissiz bir dürtü.
“Karşı koyamayacağın bir büyü yaptım sana!” diye bağırdı. “Çağırdığımda geleceksin. Bataklığın derinliklerinde peşimden geleceksin. Kafatası Dansı’nı göreceksin, Saul Stark’a ihanet etmeye çalışan zavallı bir aptalın ölümünü göreceksin–Geldiğinde Damballah’ın Çağrısı’na direnebileceğini hayal eden biri. Bu gece, Tunk Bixby ve Saul Stark’a karşı gelen dört diğer aptal bataklığa gidecek. Bunu göreceksin. Kendi yazgını bilecek ve tanıyacaksın. Sonra sen de bataklığa, karanlık Afrika’nın karanlığı kadar karanlık bir karanlığın ve sessizliğin içine gideceksin. Fakat karanlık seni yutmadan, keskin bıçaklar ve ufak ateşler olacak – Oh, ölmek için haykıracaksın, bu ölümün ötesindeki ölüm bile olsa!”
Boğuk bir çığlıkla bir tabancaya asıldım ve tam göğsüne doğrulttum. Silah kurulu, parmağım tetikteydi. O mesafeden ıskalayamazdım. Fakat tam kara namlunun içine bakıyor ve gülüyordu… Gülüyordu… Damarlarımdaki kanı donduran vahşi çınlamalarla gülüyordu.
Ben de orada, ateşleyemediğim bir tabancayı nişanlayan bir heykel gibi oturuyordum! Dehşetli bir felç ele geçirmişti beni. Uyuşmuş bir kesinlikle, hayatımın o tetiğin çekilmesine bağlı olduğunu biliyor ama parmağımı–bedenimdeki her kas lifi zorlanmaktan titrese, ter yapışkan damlalar halinde yüzüme boşansa da–bükemedim
Gülmeyi kesti, sonra tarif edilmez meş'um bir bakışla bana bakarak durdu.
“Beni vuramazsın Kirby Buckner,” dedi sakince. “Ruhunu köle ettim. Gücümü anlayamıyorsun ama seni tuzağa düşürdüm. Damballahın Gelini’nin Yemi budur–damarlarındaki kanı çekerek Afrika’nın gizemli sularıyla karıştırdığım kan. Bu gece bana, Damballah’ın Evi’ne geleceksin.”
“Yalan söylüyorsun!” Sesim, kuru dudaklarımdan patlayan doğadışı bir gaklamaydı. “Beni hipnotize ettin, bu yüzden tetiği çekemiyorum. Fakat beni bataklıklardan kendine çekemeyeceksin.”
“Sensin yalan söyleyen,” diye karşılık verdi sakince. “Yalan söylediğini biliyorsun. Grimesville veya nereye istersen sür atını Kirby Buckner. Fakat gün battığında ve bataklıklardan kara gölgeler sürünerek çıktığında, seni çağırdığımı anlayacak ve beni takip edeceksin. Ecelini çoktandır planlıyordum Kirby Buckner; Kenan Diyarı’nın beyaz insanlarının senden söz ettiğini ilk işittiğimden beri. Seni Kenan Diyarı’na geri getiren haberi nehirden gönderen bendim. Saul Stark bile senin için planladıklarımı bilmiyor.
“Şafakta Grimesville alevler içinde kalacak ve beyaz adamların kelleleri kan dökülen sokaklara fırlatılacak. Fakat bu gece Damballah Gecesi ve kara tanrılara beyaz bir kurban verilecek. Ağaçların arasında gizlenerek Kafatası Dansı’nı seyredeceksin – sonra da seni çağıracağım – ölmek için! Şimdi git aptal! Dilediğin kadar uzağa, dilediğin kadar hızla kaç. Gün batımında nerede olursan ol, adımlarını Damballah’ın evine çevireceksin!”
Ve bir panterin sıçrayışıyla gür çalıların içinde kayboldu, o kaybolurken de tuhaf felç halim sona erdi. Tıkanan bir küfürle peşinden rastgele ateş açtım ama sadece alaycı bir gülüş geldi geriye.
Sonra panik içinde atımı çevirdim ve yoldan aşağı mahmuzladım. Mantık ve bilim bir an için, beni kör, ilkel korkunun pençesinde bırakarak beynimden uçup gitmişti. Direnmesi gücümü aşan bir büyücülükle karşılaşmıştım. İrademin esmer bir kadının gözlerindeki manyetizmayla yönetildiğini hissetmiştim. Şimdi de yeni bir zorlayıcı dürtü galebe çalıyordu içimde–iyice alçalan güneş ufkun aşağısına batıp da siyah gölgeler bataklıklardan sürünerek gelmeden önce, elimden geldiğince uzaklarda gizlenmeye yönelik vahşi bir arzu.
Yine de beni tehdit eden korkunç hayalden kaçamayacağımı biliyordum. Umutsuz süratime rağmen, bir kâbusta, daima bana yetişen korkunç bir hayaletten kaçmaya çalışan bir adam gibiydim
Kaçışımın uğultusunun üstünde nal takırtılarını işittiğimde Richardson’ların kulübesine varmamıştım, bir an sonra da yoldaki bir dönemeci dönerken de eşit derecede zayıf bir attaki uzun boylu, sırık gibi bir adamı neredeyse çiğniyordum.
Atımın dizginlerine asılıp tabancamı göğsüne uzatırken bağırdı ve geriye sıçradı.
“Dikkat Kirby! Benim… Jim Braxton! Tanrım, hayalet görmüşe benziyorsun! Peşinden ne geliyor?”
“Nereye gidiyorsun?” diye sordum silahımı indirerek.
“Seni arıyordum. Ahali saat ilerleyip de sen sığınmacılarla gelmeyince endişelendi: Ben de kirişi kırdım ve seni aramaya çıktım. Bayan Richardson senin Neck’e at sürdüğünü söylediydi. Ne cehenneme gittin?”
“Saul Stark’ın kulübesine.”
“Büyük risk almışsın. Orada ne buldun?”
Başka bir beyaz adamı görmek, bir parça sinirlerimi yatıştırmıştı.Maceramı anlatmak için ağzımı açtım ama bunun yerine kendimi konuşurken işitmek şok ediciydi: “Hiçbir şey. Orada değildi.”
“Galiba bir süre önce bir silah sesi işittim,” diye belirtti bana yan yan bakarak.
“Bir bakır kafalıya ateş ettim,” diye cevapladım ve ürperdim. Esmer kadına yönelik bu suskunluk mecburiyetti; ona nişanladığım tabancamın tetiğini çekebildiğimden daha fazla söz edemiyordum ondan. Bunu farkettiğimde bana hücum eden dehşeti de tarif edemiyordum. Siyah adamların korktuğu büyücülerin afsunları yalan değildi, insanların irade ve düşüncelerini köleleştirmesi mümkün olan insan biçiminde iblislerin var olduğunu midem bulanarak algıladım.
Braxton, beni tuhaf şekilde süzüyordu.
“Ormanlar siyah bakırkafalılarla dolu olmadığı için şanslıyız,” dedi. “Tope Sorley gitti.”
“Ne demek istiyorsun?” Bir gayret kendimi topladım.
“Neyse onu. Tom Breckinridge kulübede onunlaydı. Topa seninle konuştuktan sonra tek laf etmemiş. Sadece ranzada oturup titriyormuş. Sonra ormanlardan bir tür feryat gelmiş. Tom da tüfeğiyle kapıya gitmiş ama bir şey görememiş. Şey, orada dururken başının arkasından bir darbe almış, düşerken de çılgın zenci Tope’nin üstünden atlayıp ormanlara sıvıştığını görmüş. Tom ona ateş etmiş ama ıskalamış. Ne çıkarıyorsun bundan şimdi?”
“Damballah’ın Çağrısı!” Soğuk bir ter bedenimde boncuklanarak mırıldandım. “Tanrım! Zavallı iblis!”
“Ha? O da nedir?”
“Tanrı aşkına burada çene çalarak durmayalım! Güneş birazdan batmış olacak!” Sabırsızca bir çılgınlıkla atımı yoldan aşağı mahmuzladım. Braxton, aşikâr bir hayretle beni takip etti. Müthiş bir çabayla kendimi topladım. Kirby Buckner’in mantıksız bir dehşetin pençesinde sarsılıyor olması nasıl da tuhaftı! Bu benim huyuma öyle yabancıydı ki, Jim Braxton’un beni neyin rahatsız ettiğini anlayamaması şaşırtıcı değildi.
“Tope kendi isteğiyle gitmedi,” dedim. “O çağrı, karşı koyamayacağı bir çağrıydı. Hipnotizma, kara büyü, voodoo, her ne istersen diyebilirsin, Saul Stark insanların irade gücünü köleleştiren bir tür kahrolası güce sahip. Siyahlar, Tope Sorley cinayetinin zirvesi olacağına inanmam için nedenlerim olan iblisçe bir voodoo ayini için bataklıkta bir yerlerde toplanıyor. Yapabilirsek Grimesville’ye varmalıyız. Şafakta bir saldırı bekliyorum.
Braxton, azalan ışıkta soldu. Bana nereden bildiğimi sormadı.
“Geldiklerinde onlara bir darbe indireceğiz; fakat bu katliam olacak.”
Cevap vermedim. Gözlerim vahşi bir yoğunlukla batan güneşe dikiliydi ve ağaçların arasında gözden kaybolurken, buz gibi bir ürpertiyle sarsıldım. Hiçbir okült gücün beni irademe karşı yönetemeyeceğini boş yere kendi kendime söyledim. Beni zorlayabilmiş olsa, niye ju-ju kulübesi açıklığında ona eşlik etmeye zorlamamıştı? Korkunç bir fısıltı, kadının benimle bir kedinin yeniden üstüne atılmak üzere neredeyse kaçmasına izin verdiği bir fare gibi oynadığını söyler gibiydi adeta.
“Kirby, derdin ne senin?” Braxton’un endişeli sesini güçlükle işittim. “nöbet geçirir gibi terliyor ve sarsılıyorsun. Ne… Hey, niye durdun?”
Dizginleri bilinçli olarak çekmemiştim ama izlediğimiz yoldan dik açıyla dolana dolana uzaklaşan dar bir yolun ağzının önünde atım ürperip hırlayarak durdu – kuzeye giden bir yoldu bu.
“Dinle!” diye fısıldadım gergin gergin.
“Bu da nesi?” Braxton bir tabanca çekti. Çamlıkların kısa süreli alacakaranlığı, karanlığın içine doğru derinleşiyordu.
“Bunu duymuyor musun?” diye mırıldandım. “Davullar! Goshen’de davullar çalıyor!”
“Hiçbir şey işitmiyorum,” diye mırıldandı huzursuzca. “Eğer Goshen’de davullar çalınıyorsa, bu mesafeden onları işitemezsin.”
“Şuraya bak!” Ani, tiz çığlığım onu irkiltti. Bir kişinin yüz metreden daha yakın mesafede alacakaranlığın içinde durduğu bulanık yolun aşağısını işaret ediyordum. Orada, alacakaranlıkta kadını görüyor, tuhaf gözlerinin ışıltısını, kızıl dudaklarındaki alaycı tebessümü bile seçiyordum. “Saul Stark’ın esmer kadını!” diye sayıkladım kınıma asılarak. “Tanrım, körkütük sarhoş musun be adam? Onu göremiyor musun?”
“Kimseyi görüyorum!” diye fısıldadı solarak. “Sen neden söz ediyorsun Kirby?”
Parlayan gözlerle yoldan aşağı ateş ettim, tekrar, arka arkaya ateş ettim. Bu kez kolum felç olmamıştı. Fakat gülümseyen yüz hala gölgelerden benimle alay ediyordu. İnce yuvarlak bir kol kalktı, bir parmak amirane bir tavırla çağırdı; sonra da kadın kayboldu ve ben de idrakimi aşan bir hedefe akarken, kendisiyle birlikte beni taşıyan siyah bir dalga gibi yakalanmışlık duygusuyla kör, ölü ve uyuşuk halde dar yoldan aşağı mahmuzladım atımı.
Braxton’un acil çağrılarını belli belirsiz işittim, sonra da bir nal takırtısıyla yanıma yaklaştı, atımı sağrısının üstüne oturtarak dizginlerimi kavradı. Ne yaptığımı fark etmeden silahımın namlusuyla ona vurduğumu hatırlıyorum. Afrika’nın tüm kara nehirleri bilincimin içinde beni bir ölüm okyanusuna çekmek için hızla akan bir sel halinde kükreyerek kabarıyor, köpükleniyordu.
“Kirby, delirdin mi? Bu yol Goshen’e gidiyor!”
Şaşkın şaşkın başımı salladım. Akan suların köpüğü beynimde burgaçlanıyor, sesim uzaklardan geliyordu. “Geri dön! Grimesville’e sür! Ben Goshen’e gidiyorum.”
“Kirby, çıldırmışsın sen!”
“Deli ya da akıllı, bu gece Goshen’e gidiyorum,” kayıtsızca cevapladım. Tamamen bilinçliydim. Ne yaptığımı, ne söylediğimi biliyordum. Hareketimin inanılmaz ahmaklığının da farkındaydım, kendime yardım etmekteki kifayetsizliğimin de. Bir mantık dilimi, deliliğim için mantıklı bir neden sunmak için arkadaşımdan korkunç gerçeği gizmeye çalışmam için beni zorluyordu. “Saul Stark Goshen’de. Tüm bu belanın tek sorumlusu o. Onu öldüreceğim. Bu ayaklanma başlamadan bitecek.”
Nöbet geçiren bir adam gibi titriyordu.
“O zaman ben de seninle geliyorum.”
“Senin Grimesville’e gitmen ve insanları uyarman gerek,” diye mantığa sarılarak ısrar ettim ama güçlü bir dürtü, hareket halinde olmaya–böyle korkunç şekilde çekildiğim yöne doğru at sürmeye–dair karşı konulmaz bir dürtü beni eline geçirmeye başlıyordu.
“Teyakkuz halinde olacaklardır,” dedi inatla. “Benim uyarıma ihtiyaçları olmayacaktır. Seninle geliyorum. Sana ne olduğunu bilmiyorum ama bu kara ormanlar arasında tek başına ölmene izin vermeyeceğim.”
Tartışmadım. Tartışamazdım. Kör nehirler beni süpürüyordu–devam–devam! Yoldan aşağıda, akşamın karanlığının içinde kıvrak bir figür gözüme ilişti, tekinsiz gözlerin ışıltısını, kalkık bir parmağın bükülüşünü fark ettim… Sonra yoldan aşağı dörtnala hareket halindeydim ve Braxton’un atının nallarının arkamda dövündüğünü işitiyordum.
 
Üst