ROBERT E. HOWARD/ÖYKÜ/ SİYAH KENAN DİYARI... Bölüm 1

hüseyin aksakal

Onursal Üye
Çeviri & Balonlama
7 Eyl 2010
773
5,728
Kdz. Ereğli
Dostlar, Robert E. Howard öykülerinden Black Canaan öyküsünü (Siyah Kenan Ülkesi) çevirmeye başladım. Gerisinin nasıl devam ettiğini veya sonunu ben de bilmiyorum. Her bölümü çevirir çevirmez paylaşacağım. Ham çeviri halinde olduğundan bazı kusurlar olabilir. Eleştiriler bana yön gösterecektir, bu yüzden yazmaya imtina etmeyin.

Daha önce paylaşmaya söz verdiğim öykülerden biri bu olsun istedim. Böylece çevrilir çevrilmez hepsini hep birlikte okumuş olacağız. Umarım hoşunuza gider.


SİYAH KENAN DİYARI

1 KENAN DİYARINDAN GELEN ÇAĞRI
“Tularoosa Deresi’nde sıkıntı var!” Tularoosa ve Kara Nehir arasında kalan, Kenan adındaki yalıtılmış hinterlanda yetişmiş herkesin belkemiğine soğuk bir korku gönderen – haber her nerede ona ulaşmışsa, o bataklığa sınır mıntıkaya geri koşmaya sevkeden bir ihtardı bu.
Ben onu yakalayamadan önce kalabalık arasında kaybolan, ayak sürüyen zenci bir kocakarının kurumuş dudaklarından bir fısıltıydı sadece bu; fakat bu yeterliydi. Onay aramaya hacet yoktu; haberin ona hangi gizemli, siyah ahali usulüyle geldiğini sorgulamaya hacet yoktu. Hangi karanlık gücün bir Kara Nehir insanının kırışık dudaklarının mührünü çözmek için çalıştığını sorgulamaya hacet yoktu. Uyarının verilmesi –ve anlaşılması– kâfiydi.
Anlamak? Bir Kara nehir insanı, o uyarıyı nasıl olur da anlayamazdı? Sadece tek anlamı olabilirdi bunun – eski nefretler bataklık ülkenin cangıl derinliklerinde yeniden köpürüyor, karanlık gölgeler serviler arasında süzülüyor, katliam suratsız Tularoosa’nın yosunlarla süslenmiş sahilinde kuluçkaya yatan siyah, gizemli köyden tehditkâr bir tavırla çıkıyordu.
Bir saat içinde, çalkalanan tekerleğin her dönüşüyle, New Orleans daha da arkamda kalıyordu. Kenan diyarında doğan her insan için, ne zaman anayırdu yarım asırdan fazla süredir ormanlık girintilerinde pusuya yatan muğlak gölge tarafından tehdit edilse, onu geriye çeken görünmez bir bağ vardır.
Bulabildiğim en hızlı kayıklar, koca nehir ve yukarısındaki daha ufak, daha çalkantılı deredeki o yarış için çıldırtıcı şekilde yavaş geliyordu. Seyahatimin henüz yapılmamış son on beş miliyle Sharpsville iskelesine ayak bastığımda, sabırsızlıkla tutuşuyordum. Geceyarısını geçmişti ama hızla yarım asırlık gelenek yüzünden gece gündüz hep bir Buckner atı bulunan kiralık at ahırına ilerledim.
Uykulu bir zenci çocuk eyer kolanlarını bağlarken, kaldırdığı fenerin ışığında esneyen ve şaşkın haldeki ahırın sahibi Joe Lafely’e döndüm. “Tularoosa’daki sıkıntılara dair söylentiler var mı?”
Fenerin ışığında soldu.
“Bilmiyorum. Söylentiler işittim. Fakat siz Kenan diyarı insanları, ağzı kapalı bir klansınızdır. Dışarıdan kimse orada neler olup bittiğini bilmez – ”
Ben anayoldan batıya yönelirken, gece fenerini ve kekeleyen sesini yuttu.
Ay, siyah çamların arasına kıpkızıl batmıştı. Baykuşlar ormanın uzaklarında ötüyor, bir yerlerde kadim huysuzluğunu geceye uluyordu. Tan ağarmadan önceki karanlıkta yekpare gölgelerden duvarlarla simsiyah saçaklanan ışıltılı bir iz olan Nigger Head Deresi’ni geçtim. Atımın toynakları sığ suyu sıçrattı ve ıslak taşlarda, o durgunlukta ürkütücü şekilde yüksek sesle çınladı. Nigger Head Deresi’nin ötesinde, insanların Kenan Diyarı dediği memleket başlıyordu.
Tularoosa’yı doğuran aynı bataklıkta millerce kuzeye ilerleyen Nigger Head, Sharpsville’nin birkaç mil batısında Kara Nehir’e katılmak üzere tam güneye akar, bu arada Tularoosa daha yüksek bir noktada aynı nehirle karşılaşmak için batıya doğru akar. Kara Nehir’in yönü, kuzeybatıdan güneydoğuyadır, böylece bu uç akıntı Kenan Diyarı olarak bilinen büyük, düzensiz üçgeni oluştururlar.
Kenan Diyarı’nda, memlekete ilk yerleşen beyaz sınır adamlarının kızları ve oğulları ile kölelerinin oğulları ve kızları yaşıyordu. Joe Lafelyi haklıydı; biz yalıtılmış, ağzı kapalı bir soyduk. Kendi kendine yeten, inziva ve bağımsızlığımız konusunda kıskanç insanlardık.
Nigger Head’ın ötesinde ormanlar sıklaştı, yol çitlerle ayrılmamış çamlıklarda dolanarak daraldı, canlı meşeler ve serviler tarafından bölündü. İnce tozdaki nalların yumuşak sesi ve eyer gıcırtısı haricinde ses yoktu. Sonra gölgelerin içinde birisi gırtlaksı bir sesle güldü.
Dizginlere asıldım ve ağaçların içine baktım. Ay batmış, tan henüz ağarmamıştı ama ağaçlar arasınad hafif bir parıltı titreşiyordu, onun sayesinde yosunlar asılı dalların altındaki bulanık bir figürü seçtim. Elim gayrı ihtiyari taşıdığım düello tabancalarından birinin kabzasını yokladı ve hareket diğerinden hem alaycı, hem ayartıcı alçak, melodik bir kahkaha koparttı. Esmer bir yüz, bir çift ışıltılı göz, küstah bir tebessümle sergilenen ak dişler ilişti gözüme.
“Sen de hangi iblissin be?” diye sordum.
“Bu geç vakit ne diye at sürersin Kirby Buckner?” Alaycı kahkaha sesinde fıkırdadı. Aksan yabancı ve alışılmadıktı; hafif bir zenci tınısı vardı ama sahibinin yuvarlak bedeni gibi gür ve çekiciydi. Koyu renk saçın parlak yığını içinde büyük, ak bir çiçek karanlıkta solgunca parlıyordu.
“Burada ne işin var?” diye sordum. “Zenci kabinlerinden çok uzaktasın. Ben de seni tanımıyorum.”
“Kenan Diyarı’na sen gittikten sonra geldim,” kız cevapladı. “Kulübem Tularoosa’da. Fakat şu anda yolumu kaybettim. Zavallı kardeşim de bacağını yaraladı ve yürüyemiyor.”
“Kardeşin nerede?” diye sordum huzursuzca. Mükemmel İngilizcesi beni huzursuz ediyordu. Ben siyah halkın lehçesine alışıktım.
“Şurada ormanların gerisinde – epey ötede!” Elinin bir hareketinden ziyade kıvrak bedeninin salınan bir hareketiyle siyah derinlikleri işaret etti, bunu yaparken de arsızca gülümsüyordu.
Orada yaralı bir kardeş falan olmadığını biliyordum, kız da benim bunu bildiğimi biliyor, bana gülüyordu. Fakat çatışan duygulardan tuhaf bir karmaşa canlandı içimde. Daha önce ziyah veya esmer bir kadını hiç dikkate almamıştım. Fakat bu çeyrek melez kız gördüğüm herkesten farklıydı. Yüzü bir beyaz kadınınki kadar düzgündü, konuşması da sıradan bir kızın konuşması değildi. Yine de tebessümünün açık cazibesi, gözlerinin ışıltısı, şehvetli bedeninin uzanmaz duruşuyla barbarcaydı. Her jesti, her hareketi onu sıradan kadın türünden onu ayrı bir yere koyuyordu; güzelliği evcilleşmemiş ve kural tanımazdı, bir erkeği yatıştırmaktan ziyade çıldırtmayı, kör ve başdöndürücü kılmayı ve içinde maymun atalarından miras kalan tüm dizginlenmemiş duyguları uyandırmayı amaçlıyordu.
Attan indiğimi, atımı bağladığım çok az hatırlıyorum. Kıza şüpheci, yine de cezbedilmiş halde kaş çatarken kanım şakaklarımdaki damarlarda boğucu bir şekilde zonkluyordu.
“Adımı nereden biliyorsun? Sen kimsin?”
Kışkırtıcı bir gülüşle elimi tuttu ve beni gölgelerin daha derinlerine çekti. Kara gözlerinde parıldayan ışıklar tarafından çekildiğimden, hareketinin güçlükle farkına vardım.
“Kirby Buckner’i kim tanımaz ki?” Güldü. “Beyaz olsun, siyah olsun, Kenan Diyarı’ndaki tüm insanlar senden bahsediyor. Gel! Zavallı kardeşim seni görmeyi çok istiyor!” Ve fesat bir kıvançla güldü.
Aklımı başıma devşirmeme yol açan, bu utananmazca küstahlık oldu. Bencil alaycılığı içine düştüğüm neredeyse hipnotik büyüyü bozdu.
Elini yana itip hırlayarak kısa süre durdum: “Hangu iblis oyununu oynuyorsun kız?”
Bir anda gülümseyen siren kana susamış bir orman kedisine dönüştü. Tiz bir çığlık atarak geriye sıçrarken gözleri caniyane şekilde parladı, al dudakları bir hırlamayla kıvrıldı. Çağrısına çıplak ayakların koşusu karşılık verdi. Şafağın ilk hafif ışığı, bana saldıran üç lagar zenci devi ortaya çkararak dalların arasından geçti. Gözlerinin ışıltılı aklarını, aralanmış, parıltılı dişlerini, ellerindeki çıplak çelik ışıltısını gördüm.
İlk mermim, onu cansız halde boylu boyunca yere düşürerek en uzun adamın kafasına çarptı. İkinci tabancam tutukluk yaptı – kovan bir şekilde yuvasından kaymıştı. Onu siyah bir yüze çaldım, adam yarı baygın halde düşerken de bowie bıçağıma asıldım ve diğeriyle kapıştım. Darbesini savuşturdum, benim karşı darbem de karın kaslarını yırttı. Bir bataklık panteri gibi ciyakladı ve bıçağı tuttuğum bileğime rastgele bir kavrayışla tuttu ama sıkılı sol yumruğumu tam ağzının ortasına indirdim ve bıçağını rastgele sallayarak geriye doğru sendelerken dudaklarının patladığını, dişlerinin darbe altında ufalandığını hissettim. Yeniden dengesini toparlayamadan peşine düştüm ve bıçağımı kaburgalarının altından göğsüne sapladım. İnledi ve kendi kanından bir öbeğin içine yığıldı.
Öbürünü arayarak hızla döndüm. Yüzü ve boynundan kanlar akıtarak daha yeni kalkıyordu. Ona doğru hamle yaparken, panik içinde bir nara bağırdı ve çalıların altına daldı. Kör kaçışının çatırtısı bana dek geldi, sonra uzaklarda boğuldu. Kız kaybolmuştu.
 
Üst