KANLI MEHTAP/ Conan Öyküsü/ Sprague De Camp-Lin Carter

hüseyin aksakal

Onursal Üye
Çeviri & Balonlama
7 Eyl 2010
795
6,039
Kdz. Ereğli
Conan seven dostlara selam... Şart yok, şurt yok... Gönülden ve karşılıksız....

--İlk olarak Conan the Swordsman (Bantam Yayınevi 1978) içinde yayınlandı--

KANLI MEHTAP
Çoktandır aradığı talihi Punt’ta elde etmeyi başaramayan Conan, kuzeye, Aquilonia’ya seyahat eder ve Pict Kırlarının batı sınırında bir kolcu olarak görev alır. “Beyond the Black River-Kara Nehrin Ardında” olaylarından sonra Aquilonia hizmetinde hızla yükselir. Düzenli birlik yüzbaşısı olarak Velitrium’dan Kara Nehir’e kadar olan Conajohara eyaletinin her tarafını kasıp kavuran savaşların en yoğun anında bulunur. Bu savaşlar, Aquilonialıların çekilişi ve Aquilonialılar onları sürmeden önce yararlandıkları topraklarını yeniden ele geçiren Pictlerin ilerleyişi arasındaki çatışmalardır. Kan davalı Pict klanlarının birleştiğini ve ta Velitrium’a saldırmayı planladıklarını söylüyordu söylentiler. Bu yüzden Conan ve başka bir yüzbaşı kıtalarıyla birlikte kayıp eyaletin derinliklerini araştırmaya ve Pictlerin neler çevirdiğini öğrenmeye gönderilir.

1. GÜNDÜZ ÖTEN BAYKUŞ
Orman tuhaf şekilde sessizdi. Rüzgâr, yeşim rengi bahar yaprakları arasında fısıldıyordu ama bu çiğ yazıda yabanda yaşayan hayvanlarla kuşlardan çıt çıkmıyordu. Adeta binlerce göz ve kulağıyla, bir istilacının varlığını sezmiş gibiydi orman.
Sonra dev meşelerden geçitler arasından intikal halindeki silahlı adamların hışırtısı—ayak sesi, metal donanımların kısık çınlaması, mırıltılar—geldi.
Yapraklar birden aralandı ve pırıl pırıl parlayan bir insan devi çıktı açıklığa. Savaş için silahlanmıştı adeta; düz, çelik bir tolga, kaba, siyah yelesini kapatıyor, derin göğsü ve budaklı kolları zincir örgü zırh yelekle korunuyordu. Çentikli tolga, içinde için için yanan volkanik mavi gözlerin parladığı, yabancı güneşlerle bronzlaştırılmış esmer, yaralı bir yüzü çevreliyordu.
Rastgele ilerlemiyor, ara sıra gözetlemek, dinlemek ve havayı koklamak üzere durup çalıdan çalıya süzülüyordu. Bir pusu bekleyen birinin gergin, temkinli hali vardı tutumunda. Az sonra ilkinin ardında ikinci bir adam—Aquilonia Kralı Numedides’in Sınır Muhafız alaylarından Altın Arslanlar’dan bir teğmenin savaş kıyafetini giyen düzgün yapılı, orta boylu, sarışın, genç bir adam—peyda oldu.
İkisi arasındaki fark çarpıcıydı. Kuzeyin vahşi kırsalından bir Cimmerialı olduğu anlaşılan siyah yeleli dev teyakkuzda ama rahattı. Her seste irkilen ve sayısız sineği tokatlayan genç subay ise hem sakar, hem gergin görünüşlüydü. Yaşlıca olana saygıyla hitap ediyordu:
“Yüzbaşı Conan, Yüzbaşı Arno mevkimizin ilerisinde her şey yolunda mı diye soruyor. Birlikleri ilerletmek için sinyalinizi bekliyor.”
Conan birşey demeden homurdandı. Teğmen huzursuzca açıklığın etrafına bakındı. “Yeterince sakin gibi geldi bana,” diye ekledi.
Conan omuz silkti. “Bence fazla sessiz. Gün ortasında bu ağaçlıkların kuş şarkıları ve sincap takırtılarıyla capcanlı olması gerek. Fakat civar bir mezar kadar sessiz.”
“Belki birliklerimizin varlığı korkuttu orman mahlûklarını,” diye önerdi Aquilonialı.
“Ya da,” dedi Conan. “Henüz net bir emare göremesem de bir Pict gücü varlığı belki. Burada olabilirler de olmayabilirler de. Anlatsana Flavius, izcilerimizden dönen var mı?”
“Henüz yok, sir,” dedi genç teğmen. “Fakat General Lucian tarafından gönderilen gözcüler ormanda Pict falan olmadığını bildiriyor.”
Conan dişlerini neşesiz bir kurt sırıtışı halinde araladı. “Evet, Generalin izcilerinin tüm Conajohara’da canlı Pict kalmadığına yemin kasem ettiğini biliyorum. Onlar boyalı iblislerin yürüttüğümüz taarruzu öngörüp çekildiği fikrinde. Oysa…”
“İzcilere güvenmiyor musun Yüzbaşı?”
Bir an teğmene baktı Conan. “Onları tanımıyorum. Ne Lucian’ın onları nereden getirdiğini biliyorum, ne de kanaatlerinin ne kadar güvenilir olabileceğini. Kendi izcilerimin sözüne güvenirdim. Tuscelan Kalesi düşmeden önce yanımda olanlar.”
Flavius şüpheyle gözlerini kırpıştırdı. “Vikont Lucian’ın bize fenalık edeceğinden mi şüpheleniyorsun?”
Gözlerini kısarak arkadaşını incelerken bir maskeye dönüştü Conan’ın yüzü. “Ben öyle bir şey demedim. Sadece bu dünyada güvenilmeye değer pek az kişi görmüşümdür. Git Yüzbaşı Arno’ya söyle… Hele dur, Lucian’ın serserilerinden biri geliyor.”
Yüz ufak yara iziyle kırışmış esmer teniyle ince yapılı biri koca bir meşe gövdesinin—Pictlerin tüm Westermarck’ı yönettiği zamanlarda bile yaşlı olan bir meşe—arkasından çıktı. Güderi giysilere bürünmüştü ve bir yayla avcı kılıcı taşıyordu.
“Eee?” dedi Conan ötekinin selamına mukabil.
“Tüm Güney Deresi’nde tek bir Pict emaresi yok,” dedi gözcü.
“Kanatlarımızda kim var?”
Gözcü birkaç isim tekrarladı. “Hiçbir yerde Pict filan yok. İleride dere var,” dedi işaret ederek.
“Biliyorum,” dedi Conan yavan bir edayla.
İri ağaç gövdeleri arasını dikizleyen Flavius, orta mesafede bir gümüş ışıltısı keşfederken, gözcü ormanın içine geri karıştı.
Sıranın ucu arkalarındaki yolda peyda olurken, intikaldeki adamların sesleri daha da yükseldi. Dar yolda birer ikişer ilerleyen yüzü aşkın Aquilonialı askerin yarısı kargılı asker, yarısı okçuydu. Çoğu tıknaz, kumral Gunderlilerden olan kargıcılar tolga ve zincir zırh giyiyordu. Çoğu Bossonialı olan okçular ise pirinç halka ve düğmelerle kabaralanmış deri yelekler ve kimindeki hafif başlıklar sayılmazsa zırhsız yürüyordu. Arno beklemekten usanmıştı anlaşılan.
Tıknaz, kahverengi saçlı bir subay, yuvarlak, al yüzünden ter boşanarak hızlı adımlarla Conan’a yaklaştı. Yeni gelen tolgasını geri itti ve konuştu:
“Yüzbaşı Conan, domuz kasaplarım yorulmaya başladı. Kısa bir mola ihtiyaçları var.”
“Bu yürüyüş zor mu gelmiş? Okçularımı sertleştirdiğim şekilde sertleşmeleri lazım Arno. Bırak bir dakika dinlensinler. Ve söyle gevşek dillerini sustursunlar. Eğer bir fersah içinde bir Pict varsa, nerede, kaç kişi olduğumuzu biliyordur.”
Yüzbaşı Arno boynundaki bir sineği tokatladı. “Seninkiler kadar uzun bacaklar veya seninki gibi kısa dil az kişide bulunur Conan.” Baş sallayarak askerlerine döndü.
“‘Teşhis doğru’ sahiden!” diye homurdandı Conan Flavius’a. “Bu koşullar altında felaketi davet eder bu.”
“Generalin emirleri kesin,” dedi Flavius.
“Evet, ama bu onları daha az ahmakça yapmaz. Pictlerle savaşmak için çatışmadan önce istihbarata ve o andaki sayılarına ihtiyaç duyarsın. Bu yüzden izcilerini düşmanın büyüklük ve konumunu araştırmak üzere dağıtır, sonra askeri gücünü onlara sert vurmaya odaklarsın.”
“Bu, dikkatli zamanlama ister değil mi sir?”
“Evet öyle. Yanlış hesaplarsan ölürsün. Zamanlama delikanlı, savaş sanatının—Numedides’in cafcaflı generallerinin strateji dediği şey—yarısıdır. Fakat Pictler binleri bir araya getirebilirken, iki yarım birliği, sıkıntı anında destekleyecek güç olmadan bu şekilde dere boyunca göndermek…”
Adeta dik dik bakmakla koca gövdelere nüfuz edip loş, gizli mesafeleri görebilirmiş gibi kadim ağaçlar arasındaki uzun koridorları deldi Conan’ın çukura kaçmış mavi gözleri. Ona akılsızlık mertebesinde delice gelen bu sefere dair hiçbir şey hoşuna gitmiyordu. Kral Numedides’in hizmetinde uzun süre askerlik yapanlar, asla emirler ve üstlerinin bilgeliğini sorgulamazdı. Fakat Cimmerialı Conan, bu taşra çatışmalarında bir yıldan uzun süredir paralı asker olarak görev yapsa da alelade bir Aquilonialı asker değildi. Vaktiyle ona en bilgece yol gibi gelse de Sınır Muhafızları’nda komutanlığı kabul ettiğine hayıflanmaya başlıyordu. Komutayı Yüzbaşı Arno ile paylaşması kısmen bu fikir değişikliğini açıklıyordu ama meçhul, düşman kırsallara bu kör sefer canını ziyadesiyle sıkıyordu. İlkel ruhundaki vahşi içgüdülerin hepsi bu aptalca bir plana karşı çığlık çığlığa ihtar veriyordu.
“Pekâlâ, intikal vakti,” diye homurdandı. “Flavius, Arno’ya dön ve kargıcılarını kaldırmasını sağla.”
Uzun sabah boyunca, Schohira eyaletini, artık boyalı Pictler tarafından istila edilen kayıp Conajohara’dan ayıran su sınırı olan Güney Deresine giden yolda, kayalarla ağaç kökleri üstünde sessiz adımlarla yol aldı birlikler.
Yürüyen adamların saflarından dönen Flavius öndeki Conan’la buluştu ve mesajını sundu. “Yüzbaşı Arno, sen başka işaret verene dek sana ayak uyduracak.”
Conan sertçe kafa salladı, dudağı ekşi bir tebessümle aralandı. “Crom’a şükür,” dedi.
“Niye ki?” diye sordu Flavius.
“Zira Arno sınırı tanımadığını bilecek kadar basiret sahibi. Bu yüzden öğüdümü tutuyor. Başka şartlar altında, bir birlikte iki komutan felaket ilahlarını davet olurdu.”
“General Lucian ikiniz için ısrar etti.”
“Yine de bunu sevmedim. Bütün bu seferde pis kokan şeyler var.”
Yol dereye yaklaşırken Conan kanatlardaki askerlere döndü. “Hepiniz mataralarınızı ve tulumlarınızı doldurun. Emri aktarın ama fısıltıyla konuşun.”
Güneş göğün merkezinden bakarken, Kara Nehir’le birleştiği yere varmak üzere kayalık yatağında anaforlanan Güney Deresi boyunda bir fersah daha aşmıştı birlik. Suyun çağıltısı bir yana, orman bir mezar kadar sessizdi.
Ansızın bir ses böldü sessizliği. Bir baykuş ötüşüydü bu. Conan hızla döndü ve yürüyen adamların düzensiz saflarına doğru atıldı.
“Saldırı için kare oluşturun!” diye kükredi. “Okçular, hedefleri açıkça görmeden ok atmayın.”
Peşinden koşan Flavius hızlı hızlı soludu: “Sadece bir baykuş Yüzbaşı. Orada hiç…”
“Gün ortasında kim işitmiş bir baykuşu?” diye hırladı Conan, ilerideki ağaçlardan bir nara korosu sözcüklerini boğarken.


2. AĞAÇLARDAN GELEN ÖLÜM
Arno da emirler bağırdı ve yılankavi saflar, dağınık bir insan kütlesi halinde çözüldü. Sonra bu kütle Conan’ın talim ettirdiği manevraya uygun olarak boş bir kare halini aldı. Çeperler elliyi aşkın kargıcının alçakta tuttuğu mızrak uçlarıyla diken dikendi, her birinin arkasında da elinde yay, oku gezde bir okçu vardı. Kargıcılar, kargılarının saplarını yere dayayıp, uçları bel hizasında olacak şekilde saplar hafifçe eğerek humuslu, yaprak kaplı orman zeminine diz çöktü.
Bir boyalı vahşi ordusu ağaçlardan patlak verdiğinde insan duvarı güç bela oluşmuştu. Kasık bezleri, mokasenler ve örgülü saçlardan karman çırman yelelerdeki tüyler hariç çıplak Pictler, gelirken ok atarak Aquilonialılara saldırdı. Yamandı bu bakır ağızlı balta ve bakır uçlu mızraklarla silahlanmış karayağız, adaleli adamlar. Kimi Tuscelan Kalesi’nin düşüşünden sonra ölülerden çalınan kaliteli Aquilonia çeliği pusatlar taşıyordu.
“Mitra! Binlerce kişi olmalılar,” diye soludu Flavius.
“Karenin şu köşesine git,” dedi kendisi sağdaki köşeye konuşlanırken. Arno ve Arno’nun teğmeni de dışarıdan hızla kuşatan kalabalıklara bakarak kalan köşeleri tutuyordu.
Birkaç Pict, bitirici Bossonia ok yağmuru önünde düştü. Sonra Pictler tepelerindeydi. Bazıları savaşın öfkesi içinde kendilerini kargıların ucuna geçirdi. Diğerleri savaş naraları atıp silahlarını sallayarak kargıların önünde dans etti. Birkaçı kendini yere attı ve çentikli kargı sırasının altına yuvarlanmaya yeltendi ama anında öldürüldüler.
Karenin kendi köşesini savunan Conan, şurada bir kelle, burada bir kol uçurarak süratle çeviriyordu ağır kılıcını. Okçular, insafsız, mekanik bir ritmle oklarını gezledi, dalgalanan kütleye yolladı. Göğsünden bir oku çekmeye çalışarak veya ölüm sancısıyla çırpınarak çığlık çığlığa, arka arkaya düştü Pictler. Kan, son kış yapraklarına engellenmeden aktı ve orman zemininin kalın humusunca emildi. Kıpırtısız hava kan, ter ve korkunun pis kokusunu içine çekti.
Bir kemik düdük cayırtısı böldü savaşın kükremesini. Pict şefleri onları geri çekip anlaşılmaz emirler bağırarak savaştan çıldırmış vahşiler arasına koştu. Çılgın yerlilere öyle kolay komuta edilemezdi ama sonunda sırtlarını düşmana döndüler. Orman koridorlarında hızla yürüyerek, topallayarak, sekerek ya da yaralı dostlarının ağırlığıyla sendeleyerek tomurcuklu dalların arasına girdiler ve kayboldular.
Silahlı karenin etrafında bazıları inleyen, bazıları da halsizce selamete sürünmeye çabalayan kırktan fazla ölü veya yaralı Pict yatıyordu. Conan yüzünden kan ve teri sildi, birliğin düşen üyelerinin başında umutla duran askerlerine döndü.
“Sen! Ve sen!” diye bağırdı Conan kargıcılardan ikisine işaret ederek. “Dışarı çıkın ve şu köpeklerden hala kıpırdayanları halledin. Eğer bu bir Pict ise mızraklayın; ölü taklidinde iyidirler. Siz diğerleri, yerlerinizi koruyun. Ölülerimizi karenin dışına atın. Yaralılarımızı tedavi edin.”
Conan üç okçuyu kareden çıkararak yerde veya Pictlere saplı duran harcanmış okları toplamaya tayin etti. Arno sordu:
“Bire on sayı üstünlükleri varken Vahşiler niye vazgeçti ki?”
“Sadece Crom bilir. Muhtemelen başka bir halt planlamak üzere çekildiler. Düzeni bozma daha.”
Hafif meltem bir davul sesi ve karayağız bir elin salladığı bir çıngırağın şıngırtısını getirdi. Aquilonialılar rahatlayarak iç geçirdi, yüzlerinden teri sildiler, tulum ve mataralarından kana kana içtiler. Birazı tolga ve zırh yeleklerini çıkarınca Conan kükredi:
“Giyin zırhlarınızı ahmaklar! Kendi kaybettiğimizden fazlasını öldürdük mü zannettiniz?”
Havasız öğle sonrasında sinekler kanlı yaralarda siyah kümeler oluşturarak düşenlerin cesetlerine üşüştü ve vahşilerin davullarıyla saldırıları uğuldayıp durdu. Dört subay, alçak sesle görüşmek için huzursuz, yorgun insanlar karesinden ayrı bir yerde toplandı. Conan:
“Yeni bir büyücüleri var diye işittim. İhtiyar Zogar Sag’ın yeğeni Sagayetha. Bence o velveleci, bence sonraki saldırıyı aralarından yönetmek istiyor.”
“Dikkat Conan!” diye fısıldadı Arno. “Adamlar büyüden şüphelenirse…”
“Pict savaş büyüleriyle savaşanlar için,” dedi Conan “sınırın doğal halidir bu. Kaliteli Aquilonia çeliğine karşı koyamazlar, Pict ellerinden Westermarck’ı çelik kopardı. Bu yüzden sayıca üstünken bile kara iblis büyülerine dönüyorlar.”
“Ne demek ‘kopardı’?” dedi Arno içerleyerek. “Ülke onlardan parça parça, kraliyet mühürleri taşıyan yasal mukavelelerle satın alındı.”
Conan homurdandı: “İşaretini neye bastığını bilmeyecek kadar sarhoş birtakım Pictler tarafından imzalanan o mukaveleleri bilirim. Pictleri sevmem ama şu an onları sevk eden öfkeyi anlayabiliyorum. En iyisi dörtlü sıra halinde kargıcılar dışarıda, okçular içeride olmak üzere çekilmek. Yeniden saldırırlarsa, dikenli kabuğumuzu tekrar oluşturabiliriz.”
Subaylar yerlerine döndü ama daha sıranın önünde yüz adım ilerlemeden çıngırak ve davul sesi aniden kesildi. Yürüyenler ani sessizlikten huzursuzlanarak durdu.
Keskin bir çığlık yırttı uğursuz sessizliğin urbasını. Saftaki bir adam sendeledi ve kıvranarak bükük kökler arasına düştü. Bir diğeri aynı şekilde düştü; sonra saf ürkütücü dehşet çığlıklarıyla titredi.
Yılanlar—takoz kafaları ve elmas desenli kalın pullu bedenleriyle kimi adam boyunda Pict engerekleri—ağaçlardan düşüyordu Aquilonialıların arasına. Orman zemininde kafa sallayarak kangallanıyor, en yakındaki askere atılıyorlardı. Sonra bir sonraki kurbanları için sürünerek bükülüyor ve yeniden vuruyorlardı.
“Kılıçlar!” diye bağırdı Conan. “Öldürün onları! Safları koruyun ama onları halledin!”
Conan’ın kılıcı altı ayaklık bir yılanı kıvranan yarılara böldü ama yılan yağmurunun sonu yok gibiydi. Mantıksız bir dehşetle bağıran bir okçu yayını attı ve bir koşu tutturdu.
“Safında kal be adam!” diye kükredi Conan.
Kılıcının düz tarafı kaçan Aquilonialıyı devirdi. Fakat çok geçti; panik alıp yürümüştü. Yılanın soktuğu Arno yerde kıvranarak yatıyordu.
Sınır muhafızları palas pandıras kaçışları esnasında zırh ve silahlarını atarak bir kaçak seli halinde dağıldı. Pictler ormandan oluk oluk çıktı, yetiştiklerini kesip bıçaklayarak, kafalarına sopayla vurarak peşlerine düştü.
Conan’ın fırıl fırıl dönen kılıcı iki Picti yıktı. “Flavius,” diye bağırdı. “Bu yandan!”
Cimmerialı kaçan Aquilonialılardan koşarak uzaklaşırken, genç teğmen Conan’a katılmak için kalabalıkta boğuştu.
“Delirdin mi?” diye soludu Flavius bir Pict nacağının darbesini kalkanıyla yakalayıp, kullanana şiddetli bir darbe aşk ederek.
“Kendini kolla,” diye homurdandı Conan başka bir Pict’i biçerken. “Bu yerde sağ kalacaksan izle beni.”
İkili kuzeybatı yönüne hızlandı. Aniden önlerinde hiç Pict kalmadı; en yakındaki bile kanlı kılıçlarla iki zırhlı savaşçıya geniş bir manevra alanı bırakıyordu. Conan ve Flavius koşarak yoldan indi ve çok geçmeden muharebe meydanı görüş alanından çıktı.
Vahşiler Velitrium’a doğru kaçan Aquilonialıların ana kütlesinin peşinden koşuyordu. Fakat Pictler Aquilonialıların karelerini kurduğu alandan kaçındı, zira orada cesetler yığın yığın yatıyor; yılanlar ise süzülüyor, kangallanıyor, vuruyordu daha.

3. KANLI PARA
Dere, yansıyan görkemini yakaladığı mavi gök altında sereserpe uzanıyordu o esnada. Conan ve Flavius sahile yaslanan taze yeşilliğe dalarken sert bir şaklama sesi böldü sessizliği. Sıçrayan sular gölcüğün durgun yüzeyini dalgalandırdı, su damlaları öğleden sonra güneşi ışınlarını zümrüt gibi parıldatarak yükseldi.
“Balık mı?” diye fısıldadı Flavius.
“Kunduz. Tehlike yaklaşınca diğerlerini uyarmak için kuyruklarıyla enli kılıçlar gibi suyu döverler. Göletin aşağısında barajı görüyor musun? Evleri orası.”
“Sualtında mı yaşıyorlar yani?”
“Hayır, baraj sınırları içinde, yüzey üstündeki kuru daldan yapılma inlerde. Barajın arkasındaki şu açıklığı görebiliyor musun?”
Güney Deresi’nin sağ sahilinde, kunduz barajının altında bir açıklık gördü Flavius. Eskiden bakımsız ve otlar bürüyen yer, son zamanlarda yeniden temizlenmişti. Bu burnu taçlandıran ağaçlar arasından Kara Nehrin çelik mavisi suları ilişti Flavius’un gözüne.
Açıklığın ortasında bir adamın iki katı yüksekliğinde granit bir heykel yükseliyordu. Bu, dik kaldırılmış iri bir kayadan hallice, insan biçimini anıştırmak için kabaca düzeltilmiş bir kayaydı. Bu kaba put önünde daha ufak, düz yüzeyli bir kaya görünüyordu uzun çimlerde.
“Konsey Kayaları” diye mırıldandı Conan. “Aquilonialıları onları Conajohara’dan sürmeden, Pictlerin burada buluşma töresi vardı. Şimdi meydanı yeniden temizlemişler ve toplantıları için kullanıyorlar. İzleyip dinlemek için kunduz evinin arkasına gizlenelim. Şimdi güçlerimiz dağıldığı için bir meclis kuracaklar.”
“Ama bizi arayacaklar Conan, bizi esir alabilir veya beterini de yapabilirler!”
“Sanmam,” Conan eğreltiotu ve su bitkilerini barajın kenarından çekti ve tolgasının etrafına bağladı. “Tolganın etrafına benimki gibi bitkiler bağla.”
“Bu kafalarımızı tamamen gizler, “dedi Flavius. “Fakat ya zırhlı bedenlerimiz?”
“Siyahımsı suda hepsi görünmezdir evlat.”
“Tüm koşumlarımızla, pullu su yaratıkları gibi bu barajda gizleneceğiz mi diyorsun?”
“Evet, ıslanmak ölmekten iyidir.”
Flavius içini çekti. “Sanırım haklısın.”
“Yanıldığım gün, kellemi mihrap kulübelerinden birine asarlar. Haydi!”
Conan belinden derin olmayan suya girdi ve genç arkadaşını barajdan yetmiş santim yüksekte, geniş bir çomak höyüğü olan kunduz evine götürdü. Onlar yaklaşırken, çubuk örgülü barajda güneşlenen bir kaplumbağa suya süzülerek kayboldu.
Su çenelerine varana dek çömelince sadece hepten fark edilmez olan başları kaldı su yüzeyinin üstünde..
“Bu yapraklı çamurda diz çökmektense bir tapınakta Mitra’ya dua etmeyi tercih ederdim,” dedi Flavius hafif, çarpık bir tebessümle.
“Sessiz ol; canlarımız buna bağlı. Gerekirse bu duruşu saatler boyu koruyabilir misin?”
“Denerim,” dedi teğmen cesaretle
Conan takdirle onayladı ve tıpkı çömelmiş bir leopar gibi kıpırtıyı kesti.
Böcekler etraflarında uğulduyordu, Adamlar peyda olunca sessizliğe gömülen kurbağalar da koro halinde vraklamaya kaldıkları yerden devam etti. Kızıl bir güneş ayakları gül pembe suda oynaşan yeşil bir yelpaze üzerinde alçaldı. Ormanlar ağır ağır kararıyordu.
Flavius umutsuzca fısıldadı. “Bir şey beni ısırıyor.”
“Sülükler,” dedi Conan. “Korkma seni zayıflatacak kadar çalmazlar.”
Flavius bükülen sülüğü bir ürpertiyle çimdikledi ve üstünden attı.
“Hişt, geliyorlar,” diye mırıldandı Conan.
Flavius, Pictler birer ikişer kararan ağaçların arkasından kahkahalar atarak çıkarken nefes almaya bile çekinerek sustu. Gördüğü şeylere bakarak aksi ve sessiz bir halk olarak varsayıyordu Pictleri. Demek ki bu vahşiler de diğer insanlar gibi neşelenebiliyordu.
Açıklık klan sembolleri içinde, sıra sıra çömelen Pictlerle doldu, gevezelik ve böbürlenmeler arasında yerel mamul hafif bira dolu tulumları elden ele dolaştı.
“Kurtlar, Şahinler, Kaplumbağalar, Vahşi Kediler ve Kuzgunlar’ı görüyorum,” diye fısıldadı Flavius, “Hepsi iyi geçiniyor görünüşe göre.”
“Kabile husumetlerini bir kenara bırakmayı öğreniyorlar,” diye mırıldandı Conan. “Eğer tüm kabileler birleşirse, Aquilonia dikkatli olmalı. Hey, şu ikiliye bak!”
Neredeyse çıplak vahşi kalabalığından net olarak ayrılan iki adam girdi görüş alanına. Biri bir renkli devekuşu tüyü yerleştirilmiş deri bir kıyafet giyen bir Pict şamanıydı. Bu tüyler, Flavius’un bildiğine göre, çöl ve güney savanları arasında iplik gibi dolanan ticaret yollarından yaklaşık bin fersah taşınmış olmalıydı.
Diğer adam güderiler içinde ince, solgun bir Aquilonialıydı. Conan fısıldadı:
“Sagayetha ve—Crom adına—Lucian’ın bize yamadığı izci Elric bu!”
Aralarından geçmeleri için buğday tarlaları gibi sallanarak çömelen savaşçılar arasından bir yol açan şaman ve izci, kalabalığı geçerek ufak kayaya çıktı. Aquilonialı, tercüme için Sagayetha’ya zaman tanımak üzere ara sıra durarak kendi ana dilinde hitap etti Pictlere.
“Gördünüz evlatlarım,” diye başladı Edric, “Yüce, sadık dostunuz General Vikont Lucian’ın sözü boş değildir Bir Aquilonia birliğini ellerinize koyacağını söyledi de yapmadı mı? Öyleyse size Schohira’nın tümünü vaat ettiğinde de ümidinizi boşa çıkarmayacak.
“Şimdi sözü edilenin vakti geldi. Onlarca yıl önce sizden çalınan toprağı yeniden geri kazanmanıza yardım karşılığında vaat edilen hazinenin ödenmesini istiyor sadece.”
Sagayetha son cümleyi çevirdi ve kendi lisanında kısa bir nutuk patlattı.
“Ne diyor?” diye fısıldadı Flavius.
“Onlara parayı getirmelerini söyledi, sus artık.”
Pictlerin omuzlarında taşıdığı bir sırıktan sarkan iri bir sandık altında sendeleyen dört Pict göründü. Sandığı yere bırakırlarken Sagayetha ile Edric kayadan atladı ve kapağı kaldırdı. Islak pusu yerlerinden Conan ve Flavius içindekileri göremiyordu ama Edric bir elini daldırdı, bir avuç ışıl ışıl sikke çıkardı ve onları sandığa dökülmeye bıraktı. Flavius şıngırtıyı işitebiliyordu.
“Pictler bunca altın ve gümüşü nereden bulmuş?” diye fısıldadı. “Ara sıra Aquilonialılarla ticaret haricinde para kullanmaz onlar.”
“Valannus’un maaş sandığı,” diye mırıldandı Conan. “Tam Tuscelan Kalesi düşmeden önce dopdolu halde geldi bir tanesi. Pictler de askerlere ödenemeden ona el koydu.”
“Tüm tanrılar adına, Lucian neden halkına ihanet edip topraklarını vahşilere satsın ki?”
“Bilmiyorum, bazı fikirlerim var gerçi.”
“Ya şu hainleri öldürecek ya da denerken öleceğim. Çabuk bir koşu vurulmadan önce onlara ulaşabilir beni—”
“Dene de seni kendi elimle boğazlayayım,” diye homurdandı Conan. “İşittiğimiz bu haber senin yapabileceğin her şeyden mühim. Sağ kalmazsak haber Velitrium’a hiç ulaşmayacaktır. Şimdi başını aşağıda, dilini ağzında tut.”
Kunduz barajndaki iki adam, dört Pict sandığın bağlandığı sırığı omuzlayıp, Edric’le ormana doğru yola koyulurken sessizce seyretti. Sagayetha kayaya yeniden tırmandı ve Pictlere geçmiş yiğitlikler ve gelecek görkemleri anlatan bir nutka başladı. Ateşli el kol hareketlerinden cırtlak tüyleri sallanıp çırpınıyordu.
Sagayetha bitirmeden, güneş başları üstündeki safir gökte kızıl bulutlardan bir karmaşa bırakarak batmıştı. Çöken karanlıkta ötekiler bira tulumlarına başvururken Pictler uzun hatlar halinde hoplayıp zıplayarak, ayak sürüyüp tepinerek zafer dansına başladı.
Yaprak örtü arasında birkaç yıldız göründüğünde dans sıçrayan, bulanık figürlerden vahşi bir şeye dönüşmüştü. Zafer şerbetinden kuduran Pictler, tüm insanların içinde uyuyan hayvana yeniden dönüşerek tüm sınırlamaları attı. Şamata çirkinleşirken Conan keyifsizce homurdandı.
Kurbağa vıraklamaları ve sivrisinek vızıltıları haricinde orman sessizleştiğinde ay tepedeydi. Ateş böcekleri yerdeki Pictlerin üstünde süzülürken ışıkları parıldıyordu. Conan konuştu:
“Hepsi uyuyor. Gidiyoruz.”
Herhangi bir uyanık Pictin görmesini engellemek için iki büklüm ilerlediler kunduz barajında. Sular damlatarak çıkıp ağaçlarda sığınak ararken Flavius akşam göğünün serinliğinden ürperdi. Katılaşan kaslarını gerip bir hapşırma dürtüsüne direnirken bir iniltiyi bastırdı.
Conan onları kunduz barajına getiren yola girdi. Cimmerialı karanlıkta gün ortasında gibi görebilme hünerine sahip gibiydi ve ağaçların arasında kedi gibi rahatça ilerliyordu. Koyu örtüyü öyle az ay ışığı deliyordu ki Flavius, yoldan sapmak veya çalı ve ağaç gövdelerine toslamaktan kaçınmak konusunda epey telaşlanıyordu. Seyahatin en iyi yolunun Conan’ı yakından izlemek ve barbar içgüdülerine körü körüne güvenmek olduğunu anladı sonunda.
Çürüyen cesetlerin şimdiden kötü bir koku yaymaya başladığı bir önceki gün savaştıkları yerden geçerlerken orman, gece kuşlarının cıvıltı, vızıltı ve kıkırtısıyla canlandı. Flavius karanlıkta hızla koşan görünmez bir hayvanın sesinden irkildi.
Flavius’un Conan’ın uzun bacaklarına ayak uydurmaktan soluğu kesilince Cimmerialı genç arkadaşını dinlendirmek için durdu. Soluğu düzelince Flavius sordu:
“Lucian memleketine niye ihanet etti? Bildiğini söylüyordun.”
“Besbelli bu,” dedi Conan göletin suyunu silmek için kılıcını çekerek. “Tuscelan’ın düşüşünden sonra Lucian geçici Conajohara valisi ve bu eyalet kalıntısında askeri birlik sayılan şeyin komutanı oldu.”
“Doğru,” dedi Flavius. “Thunder Nehri boyunca Conawaga, Schohira ve Oriskonie’yle… ve Velitrium kentiyle birleşen bir şerit dışında bir şey değil bu.”
“Evet; bu kalıntı eyalet de bağımsızlığını uzun süre koruyamayacak; zira Schohiralı Thasperas ve Conawagalı Brocas bu sefil kalıntı üstündeki iddialarını kral huzuruna götürmek için Tarantia’ya gitti.
“Lucian, Kral Numedides ülkeyi biri veya öbürüne ihsan ettiğinde ya da bir ihtimal aralarında pay ettiğinde valilik görevinin son bulacağını iyi biliyor. Thasperas ve Lucian’ın birbirinden nefret ettiği söyleniyor. Bu yüzden Pictler lehine Schohira’ya ihanet ederek hem servet kazanacak, hem öç alacak. O maaş sandığı yaklaşık bin adamın altı maaşını içeriyor—külliyatlı bir yekûn sahiden. Lucian’ın bir kumarbaz olduğu, aynı zamanda da gırtlağına dek borçlandığı söyleniyor.”
“Ama Conan, Schohiralı sıradan halkın kaderi ne olacak?”
“Lucian’a vız gelir tırıs gider onlar. Çoğu derebeyi gibi, evvelde de, ahirde de General Vikont Lucian’a çalışır o.”
“Baron Thasperas’ın böyle iğrenç bir şey yapmazdı bence,” dedi Flavius.
“Hiç değilse Thasperas Tuscelan’ın düşüşünden sonra bize yolladığı takviyeleri geri çağırmadı ki bu Brocas için söylenemez. Yine de onlardan hiçbirine güvenmem. Öte yandan Lucian’ın komplosu siz Aquilonialıların Westermarck’ı alırken yaptığından daha uygunsuz değil—en azından vahşilere göre.”
Öfke, Flavius’un komutana sadakatini zorluyordu. “Biz Aquilonialıları bu denli küçümsüyorsan, bizim için Pictlere karşı savaşarak boynunu riske atıyorsun ki?”
Conan aysız ormanda omuz silkti. “Seni küçümsemiyorum Flavius, ne de halkının arasında karşılaştığım diğer iyi adamlardan birini. Fakat iyi adam bulmak her ülkede zor. Bir paralı asker olduğumdan Lordlarla Kralların kavgaları bir şey ifade etmez benim için. Kılıcımı en yüksek fiyat verene satarım. Bana maaş verdikleri sürece güç ve darbe şeklinde uygun bir karşılık öderim. Şimdi kalkın genç bayım. Tüm gece gevezelik ederek burada kalamayız.”


4. ALTIN ÜSTÜNDE AYIŞIĞI
Altın Aslan alayının karargah kalesi Velitrium’da barakalardaki subay bölümünde dört kişi, isli tavanda sallanan pirinç yağ lambasının sarı ışığında oturuyordu. Sayısız sivrisinek ısırığı yüzünden kızıl benekler içindeki Conan ve Flavius’tu ikisi. Kırsalda sağ kaldıkları o meşakkatli bir gün bir geceden pek az etkilenen Conan, hararetle konuşuyordu. Flavius onu içine çeken uyku dalgalarıyla boğuşuyordu. Sıçrayarak uyandığı her seferde, araştıran gözlerle ona bakan iki kişiye odaklamaya zorluyordu dikkatini. Sonra gözkapakları düşüyor, bedeni gevşiyor, kendi kendine bir kez daha sıçrayarak uyanana dek kafası sallanıyordu.
Diğer iki kişi Aquilonia subay üniforma parçaları giyiyordu. Yataktan kaldırılmış olduklarından ikisi de bütünüyle giyinik değildi. Biri kır sakalı ve savaş yaralı yüzüyle ciddi bir adamdı. Omuzlarına dökülen dalgalı sarı saçlarıyla aristokratlar gibi uzun boylu ve yakışıklı olan diğeri daha gençti. Sarışın olan konuştu:
“Anlattığın şey inanılmaz Yüzbaşı Conan! General Lucian gibi kibar soydan biri, görevi ve kendi askerlerine böyle iğrenç bir şekilde ihanet etsin! Buna inanamıyorum. Böyle bir suçlamayı kamu içinde yapmış olsaydın, seni bir hain olarak itham etmeye mecbur hissederdim kendimi.”
Conan hırladı. “Ne istiyorsan ona inan Laodamas; Fakat Flavius’la ben ne gördüysek onu söyledik.”
Laodamas daha yaşlı olan subaya yalvardı. “Muhterem Glyco, anlat bana, bir ihanet mi işittiğim; yoksa ikisi de delirdi mi?”
Glyco’nun cevap vermesi zaman gerektirdi. “Bu ciddi bir suçlama sahiden. Diğer taraftan Flavius bizim en iyi genç subaylarımızdan ve buradaki Cimmerialı dostumuz da son güz savaşında sadakatini gösterdi. Bu Lucian’ı buraya bize komuta etmek için geldiğinden beri görev haricinde tanımam. Delil olmadan ona karşı bir şey diyemem ama lehinde de konuşamam.”
“Ama Lucian bir soylu!” diye ısrar etti Laodamas.
“Öyle mi?” diye homurdandı Conan. “Bir unvanın bir insanı alelade günahların üstüne çıkarttığına inanıyorsan Laodamas, dost bildiklerine dair öğrenecek çok şeyin var.”
“Şey, eğer bu fantastik öykü doğruysa.., bekle!” dedi Laodamas Conan’ın mavi gözleri tehditle parlayıp, gırtlağından derin bir homurtu yükselirken. “Öyküne yalan demedim Yüzbaşı. Sadece eğer dedim. Şimdi, bu doğruysa teklifiniz ne olurdu? Komutana gidip, ‘Hain, kendini komutanlıktan azlet ve dava boyunca nizamiyede kal,’ diyemeyiz.”
Conan kısa bir kahkaha patlattı. “Kimsenin boynunu kanıt olmadan riske atmak istemem. O maaş sandığı generale sunulmak üzere kısa süre sonra görünmeden Thunder Nehri’nden geçecek. Flavius’la ben, ağırlığının onu taşıyanları geciktireceğini hesap ederek daha önce gelmek için gecenin yarısında yürüdük. Eğer ikiniz giyinmenizi bitirirseniz, sahile varmadan yollarını kesebiliriz.”


Üşümeye karşı pelerinlere bürünen ve alçak sesle konuşan dört subay Velitrium rıhtımından uzanan dar iskele etrafında oturuyordu. İskeleye bağlı birkaç küçük kayık nehrin yılankavi akıntısında hafifçe salınıyordu. Neredeyse dolunay şeklini alan ay, parlak gümüşten şekilsiz bir disk halinde asılıydı batıda. Nehir yüzeyinden ruhani bir sis yükseliyor, başları üstünde ak yıldızlar ağır ağır dönüyordu. Sisin üstünden, karşı sahildeki kabarık ağaç silüetleri görülebiliyordu.
Suyun iskelenin direklerini kucaklayışı ve akıntıda birbirlerini dürten ufak kayıkların hafif sürtünüşü haricinde çok az ses vardı. Bir dalgıçkuşu çığlığı geldi uzaktan. Diğer üçü başını sallayan Conan’a sorarcasına baktı.
“Bu gerçek bir ötüş,” dedi, “Pict sinyali filan değil.”
“Flavius,” dedi Laodamas keskince. Teğmen bir direğe sırtını verip yığılmıştı.
“Bırak uyusun,” dedi Conan. “Bunu üç kere hak etti.”
Birazdan Flavius, hafifçe horluyordu. Laodamas doğuya baktı ve sordu. “Gök bir parça solmuş. Şafak bu kadar yakın mı?”
Conan başını iki yana salladı. “Bu sahte şafak denilen. Gerçeği bir saat daha geçmeden sökmez.”
Sessizlik yeniden çöktü ve bekleyen subaylar sessizce ileri geri adımladı. Tam bir dönüş yapmak için dururken Conan aniden irkildi.
“Dinleyin!”
Bir an sonra konuştu: “Kürekler! Yerlerinizi alın.”
Çizmesinin ucuyla Flavius’u dürterek uyandırdı ve dörtlü her biri elden geldiğince siper alıp çömelerek iskelenin dibine çekildi.
“Susun artık!” dedi Conan.
Yeniden sessizlik oldu. Ay batmıştı, yıldızlar onun rekabeti olmaksızın pırıl pırıl parlıyordu. Sonra doğu göğü tanın ağarmasıyla yeniden solarken silindiler.
Hafif, ritmik bir şapırtı ve gıcırtı duyulabilir olana dek yükseldi, siyah bir kütle sisten biçimlendi, uzun bir kayığa dönüştü. Yaklaştıkça beş adamın kafası netleşen kütleden yükselerek seçilebilir bir hale büründü.
Kayık iskelenin ucuna çekilirken bir adam atladı ve halatı bir iskele babasına bağladı. Çok az laf, epey homurtuyla, kayıktaki ağır, hacimli bir nesneyi tartakladı kürekçiler.
Bir taşıma sırığı taşıyan dört adam yükü omuzladı. Beşinci onları sahilden rıhtımın boğazı boyunca sahilden yana götürdü. Artan ışıkta beşinin de Aquilanialı izcilerin güderi giysisini giydiğini seçebilirdi keskin bir göz. Biraz taşıdıktan sonra, diye düşündü Flavius, Pictler yüklerini bu adamlara devretmiş olmalıydı.
Beşli iskelenin dibine yaklaşırken, Conan kılıcını çekerek önlerine atladı.
“Durun, yoksa geberirsiniz!” diye diş gıcırdattı sertçe.
Diğer üç subay yalın kılıç yaklaştı. Bir kalp atışı için sessizlik oldu.
Hamallar sandığı gürültüyle attı. Yekvücut halinde gerisingeri rıhtımın sonuna koştular ve tehlikeli şekilde sallanan kayığa atladılar. Biri bir bıçakla pruva halatını kesti, diğerleri kürekleri kaptı ve açıldı.
Lider de dev Cimmerialı görünür görünmez geri sıçradı ama sandığa takıldı ve üstünden arkaya yuvarlandı. Cılız boynunu yakalayıp, kılıcını adamın gırtlağına dayayan Conan anında tepesindeydi.
“Tek laf edersen, bir daha hiç konuşamazsın,” dedi lime lime şafak sisi içinde gözleri parlayarak.
Diğer subaylar Conan’ı ve rehinesini geçip iskelenin sonuna vardılar ama suyun taşıdığı izciler şimdiden uzaklarda kürek çekiyordu, az sonra da siste gözden kayboldular.
“Bırakın gitsin köpekler,” diye homurdandı Conan. “Dünkü pusuya bizi yönlendiren hain Edric bu. Bize bilmek istediklerimizi anlatacak. Ha Edric?”
Gözcü sessiz kalınca Conan konuştu, “Boşver, çok geçmeden konuştururum onu.”
“Ya şimdi, Conan?” diye sordu Glyco.
“Barakalara dönelim. Senin odanı kullanalım.”
Flavius konuştu: “Conan adamı ve sandığı barakalara nasıl götürebiliriz? Sandığı taşımak için dört kişi gerek. Esirimize muhafız filan kalmıyor.”
“Flavius, şu köpeğin bıçağını al ve ellerini arkadan bağla. Kemeri işe yarar. Artık senin sorumluluğunda.”
Hain izcinin üstündeki kavrayışını gevşeten Conan, iri sırtını düzeltti ve sandığın üstünde doğruldu. “Glyco, Laodamas, şu şeyi kaldırın da omzumu altına sokabileyim.”
İki subay omuzlarını sırığın uçlarının altına soktu ve homurdanarak doğruldular. Conan çömeldi, omzunu sandığın altına koydu ve çatlayan, gergin pazularla ayağa kalktı.
“Tanrılar!” dedi Laodamas, “Bir faninin bu ağırlığı taşıyabileceğini hiç sanmazdım.”
“Flavius’a mahkûmu barakalara götürmeye yardım et. Bu şeyi güneş çıkana dek tutamam.”
Solgun ışıkta çamurlu sokaklarda ilerlediler. Flavius, kılıcının ucuyla adamın gönülsüz adımlarını güderek izcinin peşinden yürürken, iki yanında Glyco ve Laodamas bulunan izci önden gidiyordu. Conan sallanıp sendeleyerek, yine de düğüm düğüm kollarla sandığı omzunda sıkıca tutarak peşlerinden geliyordu.
İlk kuşların şarkısı sabahı selamlarken barakalara vardılar. Nöbetçi subayları tanıyarak baktı, yorum yapmadan selamladı.


5. GENERAL TRAŞ EDİLİYOR
Dakikalar sonra beş adam Glyco’nun dairesinde oturuyordu. Görkemli içeriğini göstermek üzere kapağı kaldırılan sandık, ufak odanın ortasında duruyordu. El ve ayak bilekleri bir araya bağlı haldeki Edric ise kaba kalaslarda oturuyordu.
“İşte kanıtınız,” dedi Conan derin derin nefes alarak. Edric’e döndü. “Şimdi dostum, konuşacak mısın, yoksa bir tür Pict ikna yöntemi mi denemem gerekiyor?”
Somurtkan mahkûm sessiz kaldı.
“Pekâlâ,” dedi Conan. “Flavius ver bana şu adamın bıçağını.”
Flavius gözcünün bıçağını çizmesinin tepesinden çekti ve Cimmerialıya uzattı. Conan maksatlı şekilde yokladı onu.
“Kendi bıçağımı kullanmak istemiyorum,” dedi dalgın dalgın, “Zira kızana dek ısıtmak çeliğin tavını kaçırıyor. Şimdi mangalı şuraya koy.”
“Konuşacağım,” diye inledi tutsak. “Senin gibi bir iblis ölüden bile itiraf koparabilir,” Edric derin bir nefes aldı. “Biz Oriskonieliler,” dedi, “Westermarck’ın kalanından uzakta yaşar, diğer eyaletleri pek az önemseriz. Öte yandan General, Schohira’yı Pictlere verdikten sonra bizi zengin etmeyi vaad etti. Kendi baronumuz veya siz diğer derebeylerinden, hırsızlık ve suiistimal haricinde ne gördük ki zaten?
“Senin görevin doğal efendilerine itaat…” diye başladı Laodamas, fakat Conan ani bir hareketle araya girdi.
“Devam et Edric,” dedi Conan, “Bana ne doğrudan yanlıştan?”
Edric, General Lucian’ın Velitrium’da kendisiyle diğer izcilere Aquilonialıları Pict tuzağına düşürme işini nasıl verdiğini izah etti.
“General Pict müttefiklere iyiniyetini gösterebilsin ve onlardan maaş sandığını alabilsin diye Güney Deresi’nde pusu kurduk.”
“Nasıl bir kişi altın için hemşerilerine ihanet edebilir?” diye sordu Laodamas öfkeyle.
Kaşları çatılan Conan subaya döndü. “Sus Laodamas. Edric, Generalin kurduğu bu pusu neydi?”
“Büyücü Sagayetha, yılanları uzaktan yönetebiliyor. Halkı onun ruhunu bir yılanın bedenine soktuğunu söyler, ama ben… Böyle iğrenç büyü işlerinden anlamam.”
“Ne ben, ne de başka biri de,” dedi Conan. “Sence Lucian Schohira’yı sahiden Pictlere verecek miydi?”
Edric omuz silkti. “Bilmem, o kadar ilerisini düşünmemiştim.”
“Sana da ihanet etmesi muhtemel değil mi? Hiç biri ihanetinin öyküsünü Aquilonia tahtına götürmesin diye seni ve yoldaşlarını öldürtmez miydi?”
“Mitra! Hiç düşünmedim bunu!” Edric, ürkmüş gözlerini gizlemek için başını çevirerek yutkundu.
“Belki bu sefil yalancı, Lucian da sadık bir Aquilonialı neticede,” dedi Laodamas, “O zaman gereksiz…”
“Aptal!” diye patladı Conan. “Sadece bir tuzağa yem olsun diye iyi adamlardan bir birliği kurban eden sadık bir Aquilonialı mı yani? Glyco, bozgundan kaç kişi sağ kaldı?”
“Kırk kişi gece çökmeden darmadağın halde döndü,” dedi Glyco. “Umuyoruz ki, birkaç kişi daha…”
“Ama—” diye başladı Laodamas.
Conan sıktığı yumruğuyla avucuna vurdu.
“Onlar benim adamlarımdı!” diye hırladı. “Onları eğitmiştim, her birini tanıyordum. Arno iyi bir adam ve dostumdu. Generalin aklındaki dolap ne olursa olsun, bu kalleşliğin bedelini kelleler ödeyecek. Glyco, Laodamas; birliklerinize gidin ve güvenebileceğiniz bir düzine adam seçin. Onlara yüksek makamlarda ihanete karşı tehlikeli bir işimiz var deyin; Güney Deresi için öç istiyorlarsa emirleri ifa etmeliler. Benimle yarım saat içinde talim sahasında buluşun. Flavius, esirimizi götürüp kilitle, sonra da yanıma gel.
“Conan,” dedi Laodamas, “Planını doğru kabul etsem de, ben komuta etmeliyim teşebbüse. Asil kandanım ve protokol listesinde üstündeyim. Bu başıbozukluk…”
“Ben de senin üstündeyim genç adam,” diye terslendi Glyco. “Eğer rütbe yarışı yaparsan, komutayı ben alırım. Devam et Conan, ne yaptığını bilir gibisin.”
“Eğer değilse,” dedi Laodamas somurtarak, “Hepimiz itaatsizlikten asılırız. Generalin adamlara ‘Tutun şu hainleri!” diye bağırdığını düşün. Kime itaat ederler?”
“Bu,” dedi Conan. “Zamanın cevaplayacağı bir soru. Gelin!”
Talim alanında üç subay ve teğmenleri kırk askeri sıraya soktu. Conan kısaca Pict tuzağını ve katliamı kimin planladığını izah ettiler. Dört adamın taşıdığı sandığı anlattı ve ekledi:
“Gelin peşimden.”
Conan’ın grubu Conajohara Sınır Muhafız Komutanının yaşadığı şaşaalı eve vardığında, güneş engebeli Bossonia tepelerine tırmanmıştı. Bir yamaca inşa edilen yüksek bir terasa bakan evin önüne sokak seviyesinden bir düzine basamakla ulaşılıyordu. Subaylar yaklaşırken terastaki iki nöbetçi esas duruşa geçti.
Conan ayağını basamaklara sertçe vurarak çıktı. “Generali getirin!” diye havladı.
“Ama sir, general daha kalkmadı,” dedi bir nöbetçi.
“Her halükarda getir onu. Bu mesele hiç tehir kaldırmaz.”
Subayların sert çehrelerine araştıran bir bakışın ardından Nöbetçi döndü ve eve girdi. Generalin atlarından birini çeken bir seyis belirdi çamurlu sokakta.
“Bu hayvan da nesi?” diye sordu Conan kalan nöbetçiye.
“Lordumuz, sık sıkı kahvaltıdan önce dolaşmaya çıkar,” diye cevapladı nöbetçi.
“Muhteşem bir hayvan,” dedi Conan.
İlk nöbetçi tekrar göründü ve konuştu: “General traş ediliyor sir. Beklemenizi rica…”
“Cehenneme kadar yolu var! Eğer o bizimle görüşmeye gelmiyorsa, o zaman biz ona gideriz. Git amirine böyle söyle!”
Hafif bir iç çekişiyle, nöbetçi yeniden eve girdi. Az sonra boynunda bir havluyla General Vikont Lucian göründü. Pantolon ve çizme giyse de gövdesinin üstü çıplaktı. Gelişkin kasları sarkmaya başlamış orta yaşlı, kısa boylu, tıknaz bir adamdı. Genellikle sivriltilmiş uçlu siyah bıyığı—sabah pomadı sürülmediğinden—tarazlanmış ve sarkık görünüyordu.
“Pekâlâ, beyler,” dedi kibirle, “Bu vakitsiz ziyareti borçlu olduğum aciliyet de neymiş?” Bir nöbetçiye seslendi. “Bir tabure getir. Hermius, erkenci konuklarımı dinlerken traşımı tamamlayabilsin. Yüzbaşı Conan, hatırımda doğru kaldıysa, burada lider sen gibisin. Bana söyleyeceğin nedir?”
“Pek az lafımız var sahiden, lordum Vikont,” diye homurdandı Conan. “Fakat size gösterecek bir şeyimiz var.”
Vahşice işaret etti, sokağın aşağısında bekleyen askerler enerjik adımlarla basamakları çıkıp sandığı mozayik teras zeminine koydu. Sonra geri çekildiler.
Glyco ve Laodamas, eski bir parşömeni deşifre eden kâtipler gibi inceliyordu generalin çehresini. Sandığı görür görmez irkildi Lucian; yüzü soldu, alt dudağını ısırdı. Fakat hiçbir şey demeden koca nesneye baktı. Generalin sandığı tanıdığına dair hiç şüphe kalmamıştı bakanların içinde. Zira kaplandığı şarap kırmızısı deri ve üstüne kazınan yaldız kuyruklu ejder desenleri aşikârdı.
Sonra Conan çizmeli ayağıyla tekmeleyerek gıcırtılı menteşeler üstünde duran kapağı açtı. Altın paralar günışığında parıldarken nöbetçilerin gözleri kamaştı, Lucian irkildi.
“Yalanların vakti geçti Vikont,” dedi Conan çelik mavi gözlerini amirininkilere dikerek. “Al sana suçunun kanıtı. Kral Numedides’in bunu vatana ihanet sayacağına şüphe yok; benim bunun için başka bir sözüm var: İğrenç kalleşlik. Sana güvenip, senin için yiğitçe, körü körüne savaşan askerlerini bir ölüm kapanına sokmak en iğrenç kalleşliktir!”
Lucian dudaklarını dilinin ucuyla kedi gibi özenle ıslatması hariç kıpırdamadı. Gözleri parlak ve sabitti.
İçinde çıplak nefret yanan Conan’ın gözleri kısıldı.
“Pictleri şu maaş sandığını adamın Edric’e verirken gördük ve dört başı mamur bir itiraf aldık ondan. Tutuklusun…”
Kaynar su kâsesini generalin çenesinin altında tutan berber bir darbe vurmak için usturasını kaldırdı. Lucian saldıran bir yılan gibi eyleme geçti. Kâseyi şaşkın berberden kaptığı gibi Conan’ın yüzüne fırlattı.
Şaşırtıcı bir süratle kalkar kalkmaz da iki elini sandığın üstüne koyarak kuvvetle itti Lucian. Sandık kapağı açılarak terastan yuvarlandı, düştüğü yerde altüst olarak bir altın para yağmuru kustu. Parlak, değerli disklerden hakiki bir yağmur hem de.
Conan ve asi arkadaşlarını takip eden askerlerden toplu, saf bir sevinç soluğu yükseldi. Sandık daha da fazla sikke sektire sektire sokakta yuvarlanarak yere çarparken askerler para için atılmak üzere safları bozdu.
Lucian, kaynar, sabunlu sudan yarı kör haldeki Conan’a sürtünerek geçti, bir seferde iki basamak atlayarak dağınık erat arasından koştu ve kendini aygırının eyerine attı. Conan yeniden görebildiğinde, at toynaklarından çamur parçaları saçan çılgın bir dörtnalla sokağın aşağısında kayboluyordu.
Laodamas, yaya haldeki süvarilerine barakalara koşup, at binmelerini kaçağı takip etmesini bağırdı.
“Onu asla yakalayamazsınız,” dedi Conan. “Tüm Westermarck’ın en iyi atı o. Bu pek önemli bir mevzu değil; yeminli beyanımız Tarantia’ya vardığında, en azından Lucian’ın buradaki varlığından kurtulacağız. Kral ister kellesini uçursun, isterse başka bir eyalete yamasın—onu ırgalar bu.
“Şu anda mesele, tüm Schohira’yı yakıp yıkacak, kana boyayacak Pictleri durdurma mecburiyetimiz.” Terasın aşağısında bekleyen adamlara seslendi.
“Çamurda kaybolmadan olabildiğince toplayın şu parayı. Sonra barakalara dönüp emrimi bekleyin. Mitra ve Numedides için, ülkeyi kurtarmaya kim benimle geliyor?”
6. KATLİAM ÇAYIRI
“Yılanlar beni korkutmuyor ama o iğrenç yaratıklar tepelerine çöktüğünde kargıcılarıma kefil olamam. Tüm birlikler, dün sağ kalanlardan Pict büyüsünü öğrendi,” dedi Glyco.
Laodamas ürperdi. “Savaşta çoğundan daha korkak değilim ama yılanlar… Bu hiç şövalyece bir savaş tarzı değil. Pictleri yılanların düşeceği ağaç olmayan, süvarilerimin vahşileri parça parça edebileceği açık alana çeksek.”
“Nasıl yaparız bilmem,” diye homurdandı Conan. “Sonraki saldırıları Güney Deresi’nden Schohira içine olacak muhtemelen; zira Lucian’ın onlara sattığı eyalet o; güneybatıya doğru fersahlarca orman hariç bir şey yok. Aquilonialılar oraları açıp iskân etmedi daha.”
“O zaman,” diye ısrar etti Laodamas, “Niye güçlerimizi açık alanları süvari kullanımı isteyen Schondara’da toplamayalım?”
“Pictleri kendi seçtiğimiz alana çıkmaya zorlayamayız,” dedi Conan. “Schohira yerleşimleri dağınık, biz heykel gibi onların saldırısını beklerken Pictler eyaletin kalanını yutabilir. Adamlarımız toplanıp savaş düzeni alana dek çakıl taşları arasından akan su gibi ağaçların arasından akacaklardır.”
“Senin planın ne öyleyse?” diye sordu Glyco.
“Orman deneyimi olan okçu gözcülerimden seçim yaptım. Rapor getirdiklerinde düşmanın dereyi geçmeyi planladığı yeri bulacak ve onları orada vuracağım.”
“Ama yılanlar…” diye başladı Laodamas.
“İblisler yutsun yılanları. Kim askerlik güvenli bir meslek dedi sana? Sagayetha öldüğünde yılanlar bize musallat olmayı kesecektir. Eğer onu öldürebilirsem ki öldüreceğim. O ana dek sahip olduğumuzla elden geleni yapmalıyız. Crom ve Mitra bize gerekeni bahşeder.”

Güney deresi, Konsey Kayaları üstündeki yol boyunca, yılankavi yatağının her iki tarafı bataklık olan düz bir toprak parçasında akıyordu. Dere hem geniş ve sığ, hem de bu noktadan geçmesi kolay olduğundan birkaç yol burada birleşiyordu. Çorak düzlük çim ve çalıları destekliyordu ama ağaç enderdi burada. Yine de Katliam Çayırı diye bilinen yer muazzam Pict kırsalının çoğundan açıktaydı.
Ordusunu kesif ormanın başladığı açık alan gerisine yerleştirdi Conan. Laodamas’ın atı Conan’ın sağ kanadında konuşlanırken, kargıcılarla okçular bir hilal halinde ağaçların altına sıralandı. Süvariler zar atarak yerde oturuyor, bağlı hayvanlar can acıtan sineklerin cesaretini kırmak için tepiniyor, kuyruk sallıyordu.
Conan donanımları inceliyor, kaba şakalarla korkanları cesaretlendirip emirler vererek safların yukarısına aşağısına yürüyordu.
“Glyco,” diye seslendi. “Kargılarına meşale takacak adamlarını görevlendirdin mi ?”
“Şu an onları hazırlıyorlar,” dedi Glyco mızrak başlarına çalı çırpı bağlayan bir düzine Aquilonialıyı göstererek.
“İyi. Işığı Pictler görünene dek yakmayın, yok yere kendimizi açığa çıkarmayalım.”
Conan dolaşmaya devam etti. “Laodamas! Eğer emir vermek için burada değilsem, Pictler derenin ortasındayken saldırı emri ver.”
“Bu adaletsiz bir avantaj olur,” dedi Laodamas. “Şövalyece değil.”
“Crom ve Mitra, bu turnuva filan değil be adam! Sana emredileni yap.”
Piyadeler arasında Flavius’u gördü ve “Yüzbaşı Flavius,” dedi. “Adamların hazır mı?”
Geçici rütbesini işiten Flavius’un gözleri parladı. “Evet, sir, yedek sadaklar hazır.”
“İyi. Bir ordu, Laodamas gibi dürüst bir ahmağın mı, Lucian gibi zeki bir çakalın komutasında mı daha tehlikede olur bilmem. Sana güveniyorum.” Flavius gülümsedi.
Öğle üzeri, vızıldayan sinekler ve homurdanan adamlar arasında geçip gitti. Su testileri elden ele aktarıldı. Yıkık bir kütükte oturan Conan, gözcüler Pict gücünün konumunu bildirmek üzere gelince, bir kabuk tabakasına işaretler çizdi. Sonunda yaklaşan kavgayı planlamak için kabataslak bir haritaya sahipti.
Güneş batarken, meydan okumalar bağırıp silahlarını sallayan ilk Pictler göründü. Güney deresinin ötesindeki düz alan çıplak, boyalı adamlarla tıklım tıkış olana dek giderek daha fazlası ormandan dışarı aktı.
Flavius Conan’a mırıldandı: “Yılan Savaşı’ndakinden büyük sayısal üstünlük karşısındayız.”
Conan omuz silkti ve kalktı. Emirler Aquilonia saflarının yukarısında, aşağısında çınladı. Okçular sadaklarından okları çekip önlerindeki toprağa saplarken, yılan yok edici görevine atanan kargıcılar, uyduruk meşalelerini tutuşturmak için bir ateş yaktı.
Bir davul çarpan bir yürek gibi vurmaya başladı: Savaş naraları atan Pictler derede şapırdadı, çayırın güneybatı tarafındaki bataklık toprakta koştular ve Aquilonialılara yaklaştılar. Oklar vahşi naralar ve emir bağırışları arasında lanetli ruhlar gibi ıslık çaldı.
Boyalı Pict grupları kendilerini kargıcı saflarına attı. Bir vahşi bir kargıyla delinip ağırlığı silahı düşürünce oluşan açıklıktan mızraklarla uzanıp nacaklarla vurarak saldırdı ötekiler. İkinci hattaki kargıcılar onları terleyerek ve söverek püskürttü. Çayırın etrafında yaralananlar sürünüyor, seğiriyor, bağırıyor, ya da öylece yatıyordu.
Daha tıknaz Gunderli ve Aquilonialılar üstünde dev gibi yükselen Conan hattın merkezini tutuyordu. Çelik saplı bir balta kuşanmış, düşmandan kanlı bir hasat biçiyordu. Bir domuzu indirmeye çalışarak havlayan tazılar gibi geldiler üstüne. Fakat söğüt bir değnek gibi yorulmadan kullandığı korkunç balta kafataslarını böldü, kaburgaları ezdi, kelle ve kolları amansız bir isabetle uçurdu. Nağmesiz bir şarkı kükreyerek savaşıyor, ölü yığınları hasat sonrası ekin gibi yükseliyordu etrafında.
Pictler, yığılı cesetler üstünde ele avuca gelmez şekilde durduğu merkezden sakınmaya çok önce başlamıştı. Azgın, kandan kudurmuş savaşçılardı gerçi, yine de demir kuşanmış, tepeden tırnağa kana boyanmış devin hakkından onlar gibilerin gelemeyeceği malum olmuştu vahşi bilinçlerine.
Çatışma kimi zaman savaş ortasındaki molalardan biri halinde bir anlığına çekildi. Conan nefesini düzeltmek için baltasına yaslandı, yeni atanan yüzbaşı ona doğru hızlandı.
“Conan,” diye seslendi Flavius. “Fena sarıldık! Süvari taarruzu ne zaman gelecek?”
“Henüz değil Flavius. Şuraya uzaktaki çayıra bak. Boyalı adamların çeyreği bile dereyi geçmedi daha. Bu zayıflığımızı ölçmek için bir çatışma sadece. Birazdan çekilecekler.”
Çok geçmeden ıslıklar yankılandı. Pictler çayırda tırısa kalktı ve Aquilonia oklarınca takip edilerek derede yüzdüler.
“Okçular!” diye bağırdı Conan. “Her mangadan iki kişi ok toplamaya çıksın.”
Kalanlar donanımlarını silip su tulumlarından kana kana içerlerken, okçular kargıcıların arasından telaşla geçip yere veya kan lekeli düşmüş bedenlere saplanan okları topladı.
“Vay be!” dedi Flavius kan saçılan yüzünü silmek için tolgasını çıkararak. “Bu sadece bir çatışmaysa saldırıyı düşünmekten nefret ediyorum. Bu zebanilerin ne zaman çekileceğini nasıl bildin?”
“Vahşiler bir işi planladığında çoğunlukla körü körüne tekrar eder onu,” diye karşılık verdi Cimmerialı. “Sagayetha’nın daha önceki saldırısı bizi imha etti, muhtemelen aynı planı şimdi de uygulayacak demek ki. Bazı uygar subaylar da aynını yapar.”
“O zaman gelecek saldırı yılanlı mı olacak?”
“Şüphe yok. Dinle!”
Derin ormanlardan önceki savaşın büyülü saldırısından önce gelenin aynısı ritimle dövünen uzak bir davul ve çıngırak sesi geldi.
“Birazdan zifiri karanlık olacak,” dedi Flavius korkuyla. “Ne vurmak için Pictleri görebileceğiz, ne de yakmak için yılanları.”
“Elinden geleni yap,” diye homurdandı Conan. “Ben o iblis Sagayetha’nın peşine düşeceğim. Öbür subaylara haberi ver.”
Conan içinde Glyco’nun durduğu açıklığa kadar, hızla saflardan aşağı yürüdü. Conan bu kaşarlanmış eski kurda yönelik niyetini tekrarladı.
“Ama Conan…”
“Beni caydırmaya çalışmasana be adam! Yalnız ben umabilirim bu sırtlanın inini bulmayı. Geri kalanlarınız emirlerini aldı; ben dönene dek komutayı sana veriyorum.”
“Eğer dönersen,” diye mırıldandı Glyco. Ama kendisini boşluğa hitap ederken buldu. Conan kaybolmuştu.


7. YILAN BÜYÜSÜ
Gece göğü böcek cıvıltılarıyla titriyordu. Aquilonia saflarını aşan Conan, Velitrium yoluna girdi ve savaşanlardan epey uzaklaşana dek tempolu bir koşu tutturdu. Yol Güney Deresi civarına saptığında yoldan ayrıldı ve boynuna kadar yükselen bir deliğe düşünce, içinden söverek sığlıktan geçki. Suda yürüyüp yüzerek karşı tarafa ulaştı, ötesindeki bakir ormanın açık koridorlarına varana dek gür bitki örtüsü arasında su boyundan devam etti.
Güney Deresi’ndeki yenilgiden beri kocaman gümüş bir disk halini alan mehtap gökte yükseliyordu. Onun ışığıyla adımlarını yönlendiren Conan, Pict ordusunun arkasından dolaştıracağını hesap ettiği çember şeklinde bir yol izledi. Zaman zaman dinlemek ve havayı tatmak için durarak usulca yürüdü Büyücüyle karşılaşmak için sabırsızlıktan tutuşsa da acelenin sadece tez bir ecel getireceğini bilecek kadar tecrübeli bir savaşçıydı.
Az sonra davul ve çıngırak sesi işitti ve nefesini tutup geldiği yönü tespit etmek için başını yan çevirerek durdu. Sonra yeniden yola koyuldu.
Vahşilerin ana kütlesi Aquilonia gücü karşısındaki Katliam Çayırı’nın kuzeydoğu köşesinde toplanmayı sürdürürken, Pict ordusunun gürleyişi kulaklarına geliyordu. Conan, Pict devriyeleri onu keşfetmesin diye öncekinden de özenle ilerledi.
Davul ve çıngırak sesi, kaynağının yerini tam olarak tespit etmeye yetecek kadar yükselene dek hiç Pictle karşılaşmadı. Conan gün ışığında büyücünün çadırını uzaktan görebileceğine emin hissediyordu kendini. Fakat birkaç hafif ay ışığı beneğiyle aydınlanan açıklıktaki iki dev meşe arasındaki zifiri karanlıkta karşılaşmadan önce, az kalsın tosluyordu ona. Conan’ın sinirleri, meçhul bir tehlikenin gırtlağındaki bir orman hayvanınki gibi büyü varlığı yüzünden sızladı.
Sonra keskin gözleri bir ağaca yaslanıp toplanan vahşilerden yana bakan bir Pict belirledi. Aşırı bir ihtiyatla ona arkasından yaklaştı Conan. Vahşi, arkasında bir dalın kırıldığını işitti, tam Conan’ın baltası savaş boyalı yüzünün tam ortasına inerken hızla döndü. Kafası bir kavun gibi yarılan vahşi seğirerek düştü.
Conan, darbenin ve düşüşün sesinin Sagayetha’yı uyarmış olabileceğinden korkarak dondu. Ritmik vuruşlarda herhangi bir acil ara olmadı.
Conan çadıra yaklaştı ama elini kapağı kaldırmak için doğrulturken kulak patlatan sesler sustu. Önceki yılan savaşında, ağaçlardan yılan saldırısını haber veriyordu bu sessizlik.
Conan çadır kapağını kaldırdı ve burun delikleri sürüngen kokusundan sızlayarak içeri girdi. Aydınlığı çadırın ortasındaki küçük ateşin kızıl korlarının parıltısı sağlıyordu. Ateşin ötesinde de gül pembe karanlıkta belli belirsiz görülebilen kambur biri oturuyordu.
Conan bu tehdidi bir seferde ve tamamen sona erdirecek çabuk bir darbe hazırlayarak ateşin etrafında yürürken sessiz şahıs kıpırtısız kaldı. Bunun kapalı gözleriyle dimdik oturan, kasık bağı ve mokasenler içinde Sagayetha’nın ta kendisi olduğunu gördü sahiden. Ruhunu yılanları kontrole yolladığı bir transta olmalı diye düşündü. Böylesi daha iyiydi. Conan bir adım daha attı.
Çadır zemininde bir şey kıpırdadı. Conan daha yakından görmek için eğilirken, sol kolunda, örgü zırhının kısa yeni altında keskin bir acı hissetti.
Conan geri sıçradı. Dişlerini ön koluna geçirmiş dev bir engerekti gördüğü. Bu tüm Pict engereklerinin kralı olmalıydı; yaratık dev Cimmerialının boyundan otuz santim daha uzundu. Çekilirken yılanı da toprak zeminden yarı yarıya kaldırdı.
Bir tiksinti soluğuyla baltasını indirdi Conan. Gündüz savaşmaktan yıpranmış, çentik çentik olmasına rağmen, baltanın ağzı sürüngenin boynunu başın otuz santim aşağısından kesti. Yılanın kesik gövdesi kirli zeminde düğümlenip çırpınırken, yaralı kolunun şiddetli bir sarsılışıyla kafa ve boynu fırlatıp attı. Hayvan çırpınırken, kendini korlar saçan ateşin içine attı ve kızarmış et kokusu dar alanı doldurdu.
Conan; soğuk ter kaşında boncuklanarak baktı ön koluna. Dişlerin çıplak teni deldiği yerde iki kızıl nokta görünüyordu ve her delikten bir kan damlası sızıyordu. Deliklerin etrafındaki deri hızla kararıyor, kızgın bir acı omzuna dek yayılıyordu.
Baltasını silahın tepe çivisi toprağa saplanacak şekilde bıraktı. Sonra yaralandığı noktadan derisini yarmak için bıçağını çekti. Bunu yapamadan oturan şahıs kımıldadı. Sagayetha’nın yılanların gözleri kadar soğuk ve ölümcül olan gözleri açıldı.
“Cimmerialı!” dedi şaman. Sözcük, devasa bir yılanın tıslaması gibi çıktı. “Ruhumu içine yolladığım hayvanı öldürdün ama seni…”
Conan bıçağını fırlattı. Büyücü bir tarafa sallanınca alet çadırın derisine çarptı ve oraya saplandı. Sagayetha kalktı ve cılız kollarından biriyle işaret etti.
Büyücü bir lanet okuyamadan Conan baltasını kaptığı gibi, tek bir sıçrayışla ona ulaştı. Islık çalan bir darbe tok bir et doğrama sesiyle nihayet buldu. Sagayetha’nın kellesi uçtu, korlara yuvarlandı ve sertleşmiş zeminde durdu. Yıkılan bedeninden püsküren kan, toprağı ıslattı, çadırın ortasındaki sıcak korlara ulaşınca tısladı. Solgun, gül rengi ışıkta meş’um buharlar yükseldi.
Conan bıçağını yeniden aldı ve ısırılan kolunu kesti. Yaradan kanı emdi ve tükürdü, emdi, tükürdü, böylece de devam etti.. Kara renk bozukluğu ön kolunun çoğuna yayılmıştı ve sancı feciydi. Cesedin peştemalini tutan kemerden bir şerit almak saniyesini aldı, ondan üst koluna yerleştirdiği kaba bir turnike yaptı.
Yaradan zehri emmeye devam ederken, savaşın yükselen kükreyişi ona kadar geliyordu uzaklardan. Anlaşılan yılansı müttefiklerinin gecikmesiyle sabırsızlanan Pictler, kendi saldırılarını başlatmıştı. Conan katliama katılmaya gitmek için kendini yiyip bitiriyordu. Fakat biliyordu ki, zehirli bir yılan tarafından henüz ısırılmış bir adamın koşmaya başlaması tez elden ölüm demekti. İradesinin güçlü bir çabasıyla kendini emip tükürmeye devam etmeye zorladı.
Sonunda morumsu leke artık yayılmıyor gibi geldi. Bir parça gerileyince de kolunu büyücünün eşyaları arasında bulduğu kumaşla sardı. Baltayı sağlam eline alıp, ötekinde de Sagayetha’nın saçlarından tuttuğu kellesini sallayarak çadırdan çıktı.



8. AYDAKİ KAN

Bitip tükenmez bir Pict seli, savaş düzenindeki Aquilonialılarla savaşmak üzere yükselen mehtabın ışığında Güney Deresini geçiyordu. Aquilonia birlikleri, Katliam Çayırı’nda Pictlerle kitleler halinde bir araya geldi.
“Laodamas!” dedi derin, haşin bir ses gölgelerden. Atında oturan süvari komutanı eyerinde döndü.
“Mitra bizi esirgesin!” diye bağırdı. “Conan!”
“Kimi bekliyordun?” diye homurdandı Conan.
Şu anda zirveye varmak üzere olan dolunay, Conan’ın yukarı kalkık yüzüne düşünce Conan’ın sendeleyerek yaklaştığını gördü Laodamas. Yüzünde sanki Conan kendisini dayanma sınırları ötesine dek zorlamış gibi bitkinlik emareleri vardı. Muhtemelen bu gümüş ışığın bir hilesi, diye düşündü ama Conan’ın çehresi de ölü gibi solgundu.
“Ne halt etmeye saldırmadın?” diye sürdürdü Conan. “Pictlerin yarıdan çoğu nehri geçti.”
“Saldırmayacağım!” dedi Laodamas. “Böyle bölünmüşken düşmana karşı avantaj sağlamak şövalyece değil. Şövalye kurallarına alenen aykırı bu.”
“Ahmak!” diye bağırdı Conan. “O zaman bunu başka şekilde yapmamız lazım!”
Korkunç yükünü ve silahlarını bırakarak Laodamas’ın ayak bileğini kavradı, hızla üzengiden çekti ve yukarı itti.
“Ne…” diye bağırdı Laodamas. Sonra atının öbür tarafındaki yumuşak toprağa bir zırh şangırtısıyla düşmek üzere eyerden savruldu.
Hemen boş eyere atladı Conan. Tepe çivisine Sagayetha’nın kellesini sapladığı baltayı kaldırdı.
“İşte Pict büyücünüz!” diye kükredi. “Haydi, dostlarım, bölükler halinde ileri!”
Trompetçi borusunu üfledi. Laodamas’ın uzun oyalanışından huzursuz olan Aquilonia süvarileri bir zırh şangırtısı ve koşum gıcırtısıyla mahmuzladı bineklerini. Conan böğürdü:
“Sagayetha öldü diye bağırın. Saldırı borusunu çal trompetçi!”
Birlik piyadelere yoldan çekilmelerini bağırarak ormandan akarken, dehşet salan sancağı yukarıda tuttu Conan. Piyadeler güç bela yoldan çekildi ve süvariler arada gürledi.
Zırhlı süvari birlikleri Pictlerin gevşek gruplarını zırhlı bir yıldırım gibi böldü. Önlerinde kanlı baltasını sol kolunun ekleminde tutan Conan at sürüyordu. Büyücünün kesik kellesi omzu üstünde kanlı bir sancak gibi yükseliyordu bu sayede. Sağlam sağ eliyle dizginleri tutuyor, el koyduğu savaş atını yönlendiriyordu.
Çevik topuklarında, demir kuşanmış süvariler sağa sola vurup saplayarak sıçradı. Sendeleyen düşman saflarını ezip geçerken, kalın seslerle söylediler savaş şarkısını, “Sagayetha öldürüldü! Sagayetha öldürüldü!” Pictler sözlerin ne olduğunu bilmese de ay ışığı, ölü şamanın Conan’ın baltasının sapına çakılı çehresini ağarttı ve anlamını kavradılar.
Piyade, şarkıyı derin, titreşimli bir çığlık halinde devralıyordu artık. Tıknaz Gunderliler ve kargılarla donatılmış metin Aquilonialı toprak sahipleri süvarilerin peşinden sığlığa saldırdı. Vahşiler inleyerek Conan’ın baltasının ucundaki iğrenç kelleyi birbirlerine gösteriyor, ümitsizlikten ağlayıp şeflerinin bağırışlarını görmezden gelerek dört bir yana dağılıyordu. Savaş bozguna dönüştü. Boyalı, uluyan vahşi safları, uzaktaki ağaçlar arasındaki ayışığı okları içinde göze ilişen kaçan gruplar halinde dağıldı.
Tek bir geniş cephe halinde, kaçan Pict kitlelerini çiğneyerek bataklık ve çayıra vurdu birlik. Aquilonialı kargıcılarla okçular intikam melekleri gibi mızraklayıp bıçaklayarak atların ardından ilerledi; Pict ordusu panik içinde karman çorman bir yığına dönüştü. Dere yüzeyinde yansıyan ayın yüzü, ölülerle can çekişenlerin kanıyla kızıllaştı.
Sonunda Conan atlılarını düzenledi ve trompetçiye emirler bağırdı. Sinyal üzerine atlılar hızla manga düzenine döndü ve geldikleri korunaklı alana doğru eşkine kalktı. Conan atlıların gece vakti yoğun ormanda işe yaramayacağını biliyordu.
“Bastır Glyco!” diye bağırdı. “Toparlanma fırsatı verme onlara!”
Glyco, adamlarıyla birlikte kaçan Pictlerin peşinden ağaçlığa dalarken kabul ettiğini işaret etti. Conan ödünç atını safın başına geçmek için mahmuzladı. Sonra dünya fırıl fırıl dönen bir siyahlığa dönüştü. Kendisini çok fazla—azalan gücünün sınırlarını aşana dek—zorlamıştı.

Glyco ve Flavius, Velitrium’daki barakalarda Conan’ın yatak odasında oturuyordu. Yatağına yaslanan Conan ordu hekiminin bakımını mahcubiyet içinde kabul ediyordu. İhtiyar Sura Conan’ın bileğinden omza dek kızıl, mavi, mor renki bir gökkuşağı deseni taşıyan sol kolundaki sargıları değiştirerek hastasının etrafında dört dönüyordu.
“Şaştım kaldım bu işe,” dedi Glyco. “Böyle bir kolla, üstünde büyücünün kellesiyle o baltayı tutmayı nasıl başardın?”
Conan tükürdü. “Yapmam gerekeni yaptım.” Sonra doktora dönerek sordu: “Beni burada kundaklanmış bebek gibi ne kadar tutacaksın Muhterem Sura? İşim gücüm var.”
“Birkaç günlük bakım, göreve hazırlanmanı sağlar General,” dedi kır saçlı hekim. “Eğer daha önce zorlarsan, yeniden nüksetme tehlikesi var.”
Conan barbarca bir küfür homurdandı. “Savaşın final öyküsünü anlatsanıza.”
Glyco karşılık verdi: “Sen bayılıp atından—Laodamas’ın atı demem gerek—düştükten sonra boyalı iblislerin sonuncusu ormanda duman gibi kaybolana dek bastırdık. Kendimiz birkaç iyi adam kaybettik ama kat be kat fazlasını boğazladık.”
“Yaşlanıyor olmalıyım,” dedi Conan. “Sadece bir yılan ısırığı ve bir parça hareketten bayıldığıma göre. Bana ‘General’ diyen de kimdi?”
Flavius cevapladı: “Sen burada baygın yatarken, krala Schohira eyaletindeki başarılarımızın raporunu götüren bir ulak yolladık ve seni yeni komutan subayımız olarak onaylaması önerisini sunduk. Seçimimiz oybirliğiyle yapıldı—gerçi onu imzalatmak için Laodamas’a hiç ufak olmayan baskı yapmak gerekti. Atı ve otoritesini gaspetmene öyle kızmıştı ki seni bir düelloya davet etmekten söz ediyordu.”
Conan kahkahayı—şafakta üflenen trompetlerin sesi gibi yayılan, çın çın öten bir kahkaha—patlattı. “Aptal horozu şişlemek beni üzer. Çocuk iyiniyetli ama sezgi eksikliği var.”
Bir tıklama kapının açılışını haber verdi ve bir kraliyet ulağının dar, deri kıyafetleri içinde ince bir kişi girdi.
“General Conan?” diye sordu.
“Evet. Ne var?”
“Majestelerinden bu mesajı sunmaktan onur duyarım.” Elçi hürmetkâr bir reveransla bir parşömen uzattı.
Conan mührü kırdı, parşömeni açtı ve üstünde yazılanlara baktı.
“Şu mumu daha yakına getir Sura,” dedi. “Işık okumak için yetersiz.” Dudaklarını oynatarak sessizce otururken, arkadaşları sabırsız bir ilgiyle izledi.
“Şey,” dedi sonunda ağır ağır, “Kral tayinimi onaylıyor. Dahası resmi bir tören ve bir kraliyet şöleni için Tarantia’ya çağırıyor.”
Conan sırıttı ve çarşafların altındaki koca bedenini gerdi.
“Bir yıl yolu izi olmayan ormanlarda hilekâr Pictler ve maskesiz hain komutanlardan sonra Tarantia’nın lüks yaşamı cazip geliyor insanın kulağına. Numedides’in kusurları ne olursa olsun, aşçılarının iyi olduğu söylenir. Ben de burada bulduğumuz bulaşık suyu ve göbekli, rüküş kamp takipçileri yerine biraz kaliteli şarap ve asil bir kız ayarlayabilirdim.”
“Artık hastamın dinlenmesi gerek beyler,” dedi doktor.
Glyco ve Flavius kalktı. İhtiyar asker, “Sonra görüşürüz o zaman Conan,” dedi. “Fakat dikkat et. Sarayda, her ipek minderin altında bir akrep vardır derler.”
“Dikkat ederim, korkma. Fakat ne Zogar Sag, ne Sagayetha, tüm uğursuz güçlerine rağmen beni öldüremedi. Velitrium kahramanı Aquilonua kralının sarayında çok az tehlikede olacak bence!”
SON
 

murtaza5

Yönetici
15 Tem 2009
14,688
426,027
Karşılıksız emek ve fedakarlıgınız için tesekkür ederim,
üstün başarılarınızın devamını dilerim.​
 
Üst