Conan Öyküsü.... MEZARDAKİ YARATIK-L. Sprague de Camp &Lin Carter

hüseyin aksakal

Onursal Üye
Çeviri & Balonlama
7 Eyl 2010
791
5,975
Kdz. Ereğli

Bu öykü Camp-Carter ikilisinin 1967 tarihli Conan kitabında yayınlandı. Bu tarihten sonra, 1978 yılında Conan the Swordsman'daki Ölüler Lejyonu öyküsü yayınlanana kadar, Conan biyografisinin ilk öyküsü olarak kabul edildi bu öykü. Çok daha sonraları ise Turtledove'un Conan of Venarium hayat hikayesinin ilk öyküsü oldu. Yani bu öykünün pastiş tarihinde kayda değer bir önemi var. Schwarzenegger'li ilk Conan Filminde de bu öykü canlandırılmıştır.

MEZARDAKİ YARATIK

Hyboria çağının en büyük kahramanı bir Hyborialı değil, adı etrafında koca bir efsane çemberi dönen Cimmerialı Conan adında bir barbardı. Hyboria ve Atlantis dönemlerinin eski medeniyetlerinden sadece birkaç parçalık yarı efsanevi anlatı durur. Bunlardan biri olan Nemedia Günlükleri, Conan’ın kariyeri hakkında bilinenlerin çoğunu sağlar. Conan’a dair ilgili bölüm şöyle başlar:

“"Bil ki ey prens, okyanusların Atlantis ile ışıltılı şehirlerini yuttuğu ve Aryas oğullarının yükseldiği yıllar arasında, ışıltılı krallıkların—Nemedia, Ophir, Brythunia, Hyperborea, kara saçlı kadınları ve örümcek basmış gizemli kuleleriyle Zamora, şövalyeleriyle Zingara, pastoral Shem topraklarına komşu Koth, gölgelerin koruduğu mezarlarıyla Stygia, süvarileri çelik, ipek ve altın giyen Hyrkania—dünyayı mavi bir harmani gibi sardığı akla hayale gelmez bir dönem yaşandı. Fakat dünyanın en mağrur krallığı, düşsel batıda hüküm süren Aquilonia idi. Bu sıralarda, dev hüzünler ve dev coşkularla, saçı kara, gözleri kasvetli, eli kılıçlı hırsız ve yağmacı Cimmerialı Conan, sandaletli ayağını dünyanın elmaslı tahtlarına basmaya geldi.”

Conan’ın damarlarında, kendi devrinden sekiz bin yıl önce denizin yuttuğu Kadim Atlantis kanı akıyordu. Kuzeybatı Cimmeria’da olduğu iddia edilen bir bölgede doğmuştu. Büyükbabası, bir kan davası yüzünden halkından kaçıp, uzun süre dolaştıktan sonra kuzey halkına sığınan güneyli bir yerliydi. Conan kendi kabilesiyle bir Vanir akıncı ordusu arasındaki bir savaş esnasında savaş alanında doğdu.

Genç Cimmerialının uygarlıkla ilk karşılaşmasının ne zaman olduğuna dair bir kayıt yok ama daha on beş kış görmeden konsey ateşleri etrafında bir savaşçı olarak tanındı. O yıl Cimmeria yerlileri kan davalarını unuttu ve Aquilonia sınırını genişletip Güney Cimmeria sınırlarını sömürgeleştirmeye başlamak üzere Venarium’a bir sınır karakolu inşa eden Gunderlileri geri püskürtmek için birleşti. Conan, kuzey tepelerini aşıp kılıç ve meşaleyle kütük duvardan akın eden ve Aquilonialıları eski sınırlarına süren, uluyan, kana susamış ordudakilerden biriydi.

Venarium yağmasında, henüz tüm gelişimini tamamlamasa da, şimdiden bir doksan boyunda ve doksan kilo ağırlığındaydı. Doğuştan bir orman adamının uyanıklığı ve sessizliği, bir dağ adamının demir sertliği, demirci babasının herkül fiziği ve bıçak, balta ve kılıçta iş bitirici bir aşinalığa sahipti.

Aquilonia karakolunun yağmasından sonra Conan bir süreliğine kabilesine döner. Yeniyetmeliği, gelenekleri ve devrinin çatışan dürtüleri altında huzursuzlanan delikanlı birkaç ay Vanir ve Hyperborealılara karşı meyvesiz akınlar yapan bir Aesir grubuyla oyalanır. Bu son sefer, onaltı yaşındaki Cimmerialının zincire vurulmasıyla neticelenir. Her halükarda uzun süre tutsak olarak kalmaz…


1. KIZIL GÖZLER​
Kurtlar, iki gündür ormanlarda onu izlemiş, yeniden yaklaşıyorlardı şimdi. Omzundan geri bakan delikanlı onları bir an gördü: çöken karanlıkta kızıl kor gibi parlayan gözlerle siyah ağaç gövdeleri arasında sıçrayan bulanık gri, tüylü, hantal mahlûklar. Bu kez onları daha önce yaptığı gibi püskürtemeyeceğini biliyordu.

Milyonlarca siyah alaçam gövdesi, büyülü bir ordunun sessiz askerleri gibi etrafında yükseldiğinden pek öteleri göremiyordu. Kar, tepelerin kuzey yamacına loş, beyaz yamalar gibi yapışıyor ama eriyen kar ve buzun oluşturduğu binlerce dereciğin şırıltısı baharın gelişini müjdeliyordu. Yaz ortasında bile karanlık, sessiz, kasvetli bir âlemdi bu; şimdiyse akşamın çöküşüyle bulutlardan süzülen loş ışık solarken, her zamankinden de kasvetli görünüyordu.

Delikanlı sık ağaçlar kaplı bayırdan yukarı koşmaya devam etti; tıpkı Hyperborea köle ağılından kaçışından bu yana mücadeleyle geçen iki gün boyunca koştuğu gibi. Saf kan bir Cimmerialı olmasına rağmen Hyperborea sınırlarını kasıp kavuran bir akıncı Æsir grubunda bulunmuştu. O zalim ülkenin zayıf, sarışın savaşçıları akıncı grubunu pusuya düşürüp imha etmiş; genç Conan da hayatında ilk kez, kölelerin çoğuna olağan gelen zincirler ve kamçının acısını tatmıştı.

Her halükarda uzun süre köle kalmamıştı. Geceleri diğerleri uyurken çalışarak koparmasına kâfi derecede zayıflayana dek aşındırmıştı zincirin bir halkasını. Sonra bir sağanak yağış esnasında serbest kalmıştı. Dört ayak uzunluğunda ağır, kırık zinciri fırıl fırıl çevirerek ağıl kâhyasıyla yolunu kesmeye atılan bir askeri öldürmüş, sağanağın içinde sırra kadem basmıştı. Onu gözlerden gizleyen yağmur, peşinden gönderilen takipçilerin yanındaki tazıları da yanıltmıştı.

O an için hür olsa da, kendisiyle anayurdu Cimmeria arasında düşman bir krallığın yarısını bulmuştu delikanlı. Böylece Güney Hyperborea düzlüklerini, bereketli Brythunia ovaları ve Turan bozkırlarından ayıran vahşi, dağlık mıntıka bulunan güneye kaçmıştı. Güneyde bir yerlerde masalsı Zamora Krallığı’nın bulunduğunu işitmişti. Kara saçlı kadınları, örümcek basmış gizem kuleleriyle Zamora. Orada meşhur kentler vardı: günahkârlar kenti diye nam salmış başkent Shadizar, hırsızlar kenti Arenjun ve Örümcek Tanrı kenti Yezud.

Geçen yıl, Aquilonia sınır karakolu baskınına katılmış, Venarium surları üstünden oluk oluk akan Cimmeria klanlarına mensup kana susamış sürünün bir mensubu olarak medeniyetin tadını ilk kez almıştı. Bu tat, daha da iştahlandırmıştı onu, Güneyin zengin ülkelerinde müphem, müthiş macera düşleri haricinde, belli hiçbir hırs veya eylem planı yoktu. Yiğitliğinin bedeli olarak, ışıltılı altın ve mücevherler, sınırsız yiyecek-içecekler, doğuştan soylu güzel kadınların sıcak kucaklayışlarının hayali uçuşuyordu genç, toy aklında. Güneyde, diye düşünüyordu, iri kıyım bedeni ve gücünün zayıf şehir kökenliler arasında şan ve şansı kolayca getirmesi gerekirdi nasıl olsa. Böylece hırpani, lime lime bir tunik ve bir boy zincir hariç alet edevatı olmadan kaderini aramaya güneye yöneldi.

Sonra da kurtlar kokusunu almıştı. Normalde, aktif bir erkeğin kurtlardan çok az korkması gerekir. Fakat kış sonuydu şu anda; berbat bir mevsimin ardından açlıktan kırılan kurtlar, umutsuz bir girişime hazırdı.

Zinciri, bir gri kurdu kırık bir belle karda kıvranıp ulurken, bir diğerini ise ezik bir kafatasıyla ölü bırakan bir öfkeyle kullandı ona yetiştikleri ilk seferde. Kızıl kan pıhtısı eriyen karlara döküldü. Açlıktan geberen sürü, girdap gibi dönen korkunç zincirle bu vahşi gözlü çocuk yerine, ölü akrabalarıyla ziyafet çekmek üzere sinsice uzaklaşmış, genç Conan da güneye kaçmıştı. Fakat çok geçmeden yine peşindeydiler.

Dün, gün batımında Brythunia sınırındaki donmuş bir nehirde yetişmişlerdi ona. En cesur kurt demir halkaları sert dişleriyle yakalayıp, uyuşan avucundan koparana dek kaygan buz üstünde kanlı zincirini kırbaç gibi sallayarak savaşmıştı. Sonra da savaşın öfkesi ve atılan sürünün ağırlığı altlarındaki çürük buzu kırmıştı. Kendini buzlu suda soluk soluğa, boğulurken bulmuştu Conan. Birkaç kurt da düşmüştü onunla—yarı gömülmüş, ön pençesiyle buzun kenarını çılgınca tırmalayan bir kurt görmüştü bir an—fakat kaçının tırmanmayı başardığını, kaçının hızlı akıntı yüzünden buzun altına sürüklendiğini hiç öğrenemedi.

Uluyan sürüyü geride bırakıp dişleri takırdayarak, karşı tarafta buzun üstüne çekti kendini. Tüm gece da yarı çıplak, yarı donmuş halde ormanlık tepelerden güneye kaçmıştı tüm bu gün boyunca da. Şimdi yine yetişmişlerdi ona.

Soğuk dağ havası, her nefes bir çeşit cehennemi fırından çekiliyormuş gibi yakıyordu zorlanan ciğerlerini. Hissiz, kurşun bacakları, piston gibi işliyordu. Her adımla, sandaletli ayakları ıslak toprağa gömülüyor, emiş sesleriyle yeniden çıkıyordu.

Çıplak ellerle, bir düzine tüylü katil karşısında pek az şansı vardı. Yine de durmadan yürümeye devam etti. Sert Cimmerialı mirası mutlak ölüm karşısında bile pes etmesine izin vermiyordu.

Kar yeniden yağıyordu—hafif ama işitilebilir bir tıslamayla düşen, kara toprak ve yüksek, siyah alaçamları sayısız beyaz noktalarla benekleyen kocaman, ıslak kar lapaları. Şurada burada koca kayalar, iğne yapraklarıyla kaplı toprağı omuzlayıp çıkıyor, toprak giderek daha kayalık, dağlık bir hal alıyordu. Burada da diye düşündü Conan, yaşam için tek şansı duruyor olabilirdi. Sırtını bir kayaya verip savunma yapabilir ve üstüne geldiklerinde kurtları defedebilirdi. Zayıf bir şanstı bu—o ince, sırım gibi kırk beş kiloluk bedenlerin çelik yay çabukluğunu iyi bilirdi—ama bir şey yapmamaya da yeğdi.

Yamaç dikleştikçe ağaçlar seyreldi. Conan uzun, rahat adımlarla, gömülü bir şato girişi gibi tepenin böğründen çıkıntı yapan kayalardan devasa bir kütleye doğru koştu Bunu yaparken de, kurtlar gür ormanın kıyısında peyda oldu ve lanetli bir ruhu izleyip aşağı çeken kızıl cehennem iblisleri gibi uluyarak peşinden koştular.


2. KAYADAKİ KAPI

Delikanlı, fırıl fırıl dönen karın ak bulanıklığında, iki koca kaya katmanı arasında açılan bir siyahlık gördü ve ona doğru attı kendini. Kurtlar hemen arkasındaydı—önünde açılan siyah yarığa atıldığında onların sıcak, pis kokulu nefeslerini çıplak ayaklarında hissedebildiğini zannetti. En öndeki kurt tam üzerine atılırken araya tıkıştı. Salyalı çeneler boş havada şakladı; Conan güvendeydi.

Fakat ne kadar süre?

Conan eğilerek uluyan sürüyü defedebileceği gevşek herhangi bir nesne ararken, kaba taş zemini eşeleyerek karanlığı yokladı. Dışarıda taze kar içinde yürüdüklerini, pençelerinin taşa sürtündüğünü işitebiliyordu. Kendisi gibi onlar da sık sık soluyordu. Kana aç halde kokluyor, sızlanıyorlardı. Yine de hiç biri siyahlıkta bulanık, gri bir aralık olan eşikten girmiyordu. Tuhaftı bu.

Conan, yarıktan gelen cılız alacakaranlık haricinde zifiri karanlık olan, kayadaki dar bir odada buldu kendini. Hücrenin düzensiz zeminine asırlardır rüzgâr veya kuşlar ve hayvanlarca sürüklenmiş kalıntılar saçılıydı; kuru yapraklar, alaçam iğneleri, dallar, birkaç dağınık kemik, çakıl taşları ve kaya yongaları. Tüm bu süprüntü içinde silah olarak kullanabileceği hiç bir şey yoktu.

Dimdik doğrulan—şimdiden bir doksanın üstündeydi—delikanlı uzanan elle duvarı keşfe koyuldu. Birazdan başka bir kapıya rastladı. Zifiri karanlıkta bu kapıdan el yordamıyla geçerken, araştıran parmakları taşta, bir tür meçhul yazının gizemli kabartmalarını oluşturan keski izleri olduğunu söyledi ona. Ne okuyup ne yazabilen, böyle uygar hünerleri de kadınsı diye hor gören barbar kuzeyden cahil delikanlıya meçhul en azından.

İç kapıya kendini sığdırmak için iki büklüm eğilmeye mecbur kalmıştı ama ötesinde dik durabiliyordu yine. İhtiyatla dinleyerek durdu. Sessizlik mutlak olmasına rağmen bir tür his, odada tek başına olmadığı uyarısı yapar gibiydi. Görebildiği, işitebildiği veya kokusunu alabildiği bir şey değil, bunların hepsinden farklı bir varlık algısıydı bu.

Yankıları dinleyen hassas, ormanda eğitilmiş kulakları iç odanın dıştakinden epey geniş olduğunu söyledi ona. Bu yer eskime tozu ve yarasa tersi kokuyordu. Sürünen ayakları zemine saçılı nesnelerle karşılaştı. Bu nesnelerin ne olduğunu göremiyordu ama giriş odasına serilen orman çerçöpü gibi bir his vermiyordu. Daha ziyade insan üretimi eşyalar gibi geliyordu bunlar.

Duvar boyunca hızlı bir adım atarken karanlıkta böyle nesnelerden biri üstünde tökezledi. Düşerken, nesne ağırlığı altında çatırtıyla parçalandı. Kırık bir ahşap ucu, ladin dallarıyla kurt pençelerinin çiziklerine bir tane daha ekleyerek bacağını kazıdı. Söverek kendini toparladı ve karanlıkta tahrip ettiği nesneyi yokladı. Ahşabı, ağırlığı altında kolayca kırılacak kadar çürümüş bir sandalyeydi bu.

Keşiflerini daha bir temkinle sürdürdü. Yoklayan elleri çok geçmeden bir savaş arabası gövdesi olarak tanıdığı başka, daha büyük bir nesneyle karşılaştı Tekerlekler, parmaklıkların çürümesiyle çökmüş, bu yüzden arabanın gövdesi çember kasnakları ve parmaklık kırıntılarının ortasında yerde duruyordu.

Conan’ın araştıran parmakları soğuk ve metalik bir şeye rastladı. Dokunma duyusu bunun muhtemelen savaş arabasının paslı demirden bir aparatı olduğunu söyledi. Bu ona bir fikir verdi. Dönerek, her yeri saran siyahlıkta güçlükle ayırt edebildiği iç kapının arkasına ilerledi el yordamıyla. Giriş odasında, yerden bir avuç çıra ve birkaç taş yongası topladı. İç odaya dönerek bir çıra öbeği yaptı ve taşları demirde denedi. Birkaç başarısızlığın ardından demire çarpınca parlak kıvılcımlar çıkaran bir taş buldu.

Çok geçmeden kırık sandalye ayakları ve arabanın tekerlek çomak kırıntılarıyla beslediği cızırtılı, ufak, isli bir ateşi vardı. Artık rahatlayabilir, ülkeler aşan korkunç serüvenin yorgunluğunu atabilir, uyuşan bacaklarını ısıtabilirdi. Capcanlı yanan alevler dış girişte hala dolanan, mağara karanlığında onu takip etmeye gönülsüz ama aynı zamanda avlarından vazgeçmeye isteksiz kurtları da caydırırdı.

Ateş, dans eden sıcak, sarı bir ışık yolluyordu kabaca düzeltilmiş taş duvarlara. Conan etrafına baktı. Oda kare şeklinde ve ilk izleniminin ona söylediğinden de genişti. Yüksek tavan koyu gölgelerde kaybolmuş, örümcek ağlarıyla kaplanmıştı. Duvar önlerine açık ağzından içindeki silah ve giysileri gösteren bir çift sandıkla, birkaç sandalye konulmuştu. Muazzam taş oda ölü—uzun zamandır gömülmemiş kadim mahlûkların ölüsü—kokuyordu.

Sonra da saçı ense kökünden dimdik oldu ve delikanlı derisinin doğaüstü bir ürpertiyle kabardığını algıladı. Zira odanın öbür ucundaki muazzam taş sandalyeye, çökük, kurukafa yüzü ateş ışığında ona bakan, dizlerine çıplak bir kılıç uzatılmış çıplak bir adamın dev gövdesi oturuyordu.

Conan, görür görmez anladı çıplak devin ölü olduğunu—asırlardır ölüydü. Cesedin kolu bacağı kuru sopalar gibi kara kuruydu. Dev gövdedeki et kurumuş, büzülmüş ve çıplak kaburgalarına lime lime yapışana dek yarılmıştı.

Bu bilgi nedense dindirmedi delikanlının ani dehşet üşümesini. Savaşta yaşının ötesinde korkusuz, çatışmada insan veya vahşi hayvanla karşılaşmaya istekliydi; ne acıdan korkardı, ne ölümden ne de fani düşmanlardan. Fakat o, geri kalmış kuzey Cimmeria tepelerinden bir barbardı. Tüm barbarlar gibi mezar ve karanlığın doğaüstü dehşetlerinden korkardı. Kamp ateşi çemberi dışındaki karanlığı dolduran ilkel halktan da, İhtiyar Gece ve Kaos’un tüm dehşetleri, iblisleri ve korkunç, paytak varlıklarından da korkardı. Kararsız ateş ışığı kurukafa yüzüne hayat ve hareket katıp karanlık, yakıcı, çökük göz çukurlarını gölgelerde kıpırdatarak kaya tahttan kızgın kızgın bakan ölü mahlûkla burada kalmaktansa, aç kurtlarla bile karşılaşmayı yeğlerdi Conan.


3. TAHTTAKİ MÂHLUK

Kanında bir üşüme ilerlemesine, ense kılları karıncalanmasına rağmen metanetini korudu delikanlı. Kahrolası gece korkularına lanet okuyup hayli zamandır ölü yaratığa daha yakından bakmak için tutulmuş bacaklarla kubbenin karşısına ilerledi.

Taht, bir ayak yüksekliğinde bir kürsüde, sandalye şeklinde kabaca oyulmuş pürüzsüz kara taştan, kare şeklinde bir kayaydı. Çıplak adam ya orada otururken ölmüş, ya da ölümden sonra oturtulmuştu. Giydikleri her neyse uzun zaman önce çürüyerek kırıntı halinde dökülmüştü. Koşumlarının bronz toka ve deri kırıntıları ayağının dibinde duruyordu. Biçimsiz altın külçelerinden bir kolye boynundan sarkıyor, yontulmamış mücevherler hala tah kolçağını tutan pençemsi ellerdeki altın yüzüklerden göz kırpıyordu. Yeşil, yumuşak bakır pasıyla kaplı boynuzlu, bronz bir tolga, kurumuş, esmer dehşetli yüzü üstündeki kafayı taçlandırıyordu şimdi.

Conan demirden sinirlerle, zamanın yiyip bitirdiği o hatlara bakmaya zorladı kendini. Gözler iki kara çukur bırakarak çökmüştü. Deri, neşesiz bir bakış ve sırıtkan sarı dişleri meydanda bırakarak çekilmişti kurumuş dudaklardan.

Kimdi ki bu ölü mahlûk? Kadim zamanlardan bir savaşçı—sağlığında korkulan ve ölümde bile tahtına oturtulan bir tür yüce şef mi? Kimse bilemezdi. Sekiz bin yıl önce Atlantis’in batı okyanusunun zümrüt dalgalarına gömülüşünden bu yana, yüz kavim dolaşmış, hükmetmişti bu dağlık sınır diyarına. Boynuzlu tolgaya bakılırsa, kadavra ilkel bir Vanir veya Æsir şefi yahut uzun zaman önce zamanın gölgelerinde kaybolup çağların tozuna gömülmüş, unutulmuş bir Hyboria kabilesinin ilkel kralı olabilirdi.

Sonra cesedin kemikli uyluğunda duran muhteşem kılıca takıldı Conan’ın bakışı. Müthiş bir silahtı bu: bir metreden uzun, enli ağzıyla büyük bir kılıç. Yaşından beklenmesi gerektiği üzere bakır veya bronzdan değil, kaliteli çelikten yapılmıştı. Bir insan elince taşınmış ilk demir silahlardan biri olabilirdi. Conan’ın halkının efsaneleri, insanın kaba bronzla kesip biçtiği ve demir üretiminin bilinmediği günleri yad ederdi. Bulanık geçmişte sürüyle savaş görmüştü bu kılıç; zira enli ağzı hala keskin olsa da, çatışmanın darbe ve karşı darbeleri esnasında başka kılıç ve balta ağızlarıyla çınlayarak buluşmuş, bir düzine yerden çentilmişti. Eskilikten lekelenmiş, pastan beneklenmişti ama hala korkulası bir silahtı.

Delikanlı şakaklarının zonkladığını hissetti. Savaş için doğan birinin kanı kaynıyordu damarlarında. Crom, bu nasıl bir kılıçtı böyle! Bunun gibi bir kılıçla, dışarıda adımlayan, sızlanan ve bekleyen aç kurtlara karşı koymaktan fazlasını yapabilirdi. Sabırsız eliyle kabzaya uzanırken, ihtiyar savaşçının kuru kafasındaki karanlık göz çukurlarını gölgeleyen ihtar titreşimini görmeyi başaramadı.

Conan kılıcı tarttı. Kurşun kadar ağır gibiydi; Devr-i ezelin bir kılıcı. Belki bir tür efsanevi kahraman kral—Atlantis çalkantılı denizin dibine batmadan önceki çağlarda Valusia Kralı olan Atlantisli Kull gibi bir tür efsanevi yarı tanrı—taşımıştı onu…

Delikanlı pazılarının güçle şiştiğini ve yüreğinin mülkiyet gururuyla daha hızlı attığını hissederek salladı kılıcı. Tanrılar, ne kılıç! Böyle bir kılıçla, bir savaşçının arzulayamayacağı yücelikte bir yazgı yoktu! Bunun gibi bir kılıçla, yarı çıplak genç bir barbar bile çiğ Cimmeria kırsalından dünyaya yol açabilir, ulu yeryüzü kralları arasında bir mevki için kan nehirlerinde yürüyebilirdi!

Bıçakla havayı kesip caka satarak, sert avucunda çağlar boyu yıpranan kabzayı hissederek sırtı taş tahta dönük halde durdu. Keskin eski kılıç, isli havada tısladı ve ateşin titrek ışığı, bıçağın yan yüzeylerinden, duvarları kamçılayan küçük, altın meteorları andıran köpüklü ışınlar yansıttı taş duvarlara. Avucunda bu muhteşem dökümle, sadece dışarıdaki aç kurtlarla değil, bir savaşçılar âlemiyle bile karşılaşabilirdi.

Delikanlı göğsünü şişirdi ve halkının yabanıl savaş çığlığını gürledi. O çığlığın yankıları, kadim gölgeler ve eski tozu kımıldatarak gök gürültüsü gibi çınladı odada. Böyle bir yerde, böyle bir meydan okumanın gölge ve toz haricinde şeyleri—tüm gelecek çağlar boyunca mütemadiyen uyuklaması lazım gelen varlıklar—uyandırabileceğini düşünmek gelmedi Conan’ın aklına.

Kabrin yanındaki tahttan bir ses—tarif edilmez kuru bir çıtırtı—gelince adımı ortasında donakaldı. Hızla dönerek baktı… Ve kafa derisinde saçının dikildiğini, damarlarındaki kanın buz kestiğini hissetti. Tüm batıl dehşetleri ve ilkel gece korkuları beynini delilik ve dehşet gölgeleriyle doldurmak için uğultuyla yükseldi.

Ölü yaratık yaşıyordu çünkü.



4. ÖLÜLER YÜRÜDÜĞÜNDE

Kadavra, büyük taş koltuktan usulca, sarsılarak kalkıyor, adeta canlı gözler alev alev yanıyormuş gibi, kara çukurlardan soğuk, meş’um bir bakışla kızgın kızgın bakıyordu şimdi. Her nasılsa—genç Conan’ın tahmin edemediği ilkel kara büyü yoluyla—çok evvel ölen şefin kuru mumyası hala canlıydı. Sırıtan çeneler korkunç bir konuşma pandomimiyle açılıp kapandı. Fakat tek ses Conan’ın işittiği gıcırtı oldu; sanki buruşuk kas ve kiriş kalıntıları birbirine kuru kuru sürtülür gibi. Bu sessiz konuşma taklidi ölü adamın yaşayıp hareket etmesinden daha korkunçtu Conan için.

Mumya gıcırdayarak kadim taht kürsüsünden indi ve kafatasını Conan’a çevirdi. Gözsüz bakışları kendini Conan’ın elindeki kılıca dikerken boş göz deliklerinde kıpkızıl cadı alevleri yandı. Sakarca, tehditkâr bir edayla odada yürüyen mumya, kuduz bir iblisin kâbusundaki meçhul bir dehşet tasviri gibi ilerliyordu Conan’a doğru. Conan’ın güçlü, genç ellerinden kılıcı kapmak için kemikli pençelerini uzattı.

Batıl dehşetten uyuşan Conan adım adım geriledi. Ateş ışığı mumyanın kara, korkunç gölgesini arkasındaki duvara düşürüyordu. Gölge kaba taşta dalgalandı. Conan’ın ateşi beslediği antik mobilya kırıntılarını ısıran alevlerin çıtırtısı, kadavrayı sarsak adımlarla mezarı karşısına yönelten kösele kasların gıcırtısıyla dehşetin avucunda nefes almak için çabalayan gencin soluk alıp verişi—bu sesler hariç kabir sessizdi.

Ölü yaratık Conan’ı bir duvara dayamıştı artık. Kahverengi bir pençe sarsılarak uzandı. Delikanlının tepkisi gayri iradi oldu; içgüdüsel olarak karşılık verdi. Bıçak ıslık çaldı ve uzanan kola indi. Kol kırılan bir değnek gibi çatırdadı. Hala boş havayı pençeleyen kesik el, kuru bir takırtıyla düştü; kuru ön kol kökünden kan falan fışkırmadı.

Herhangi bir canlı savaşçıyı durduracak olan korkunç yara yürüyen cesedi yavaşlatmadı bile. Sadece sakat kolunun kökünü çekti, diğerini uzattı.

Conan, kılıcı muazzam, ezici darbeler halinde rastgele sallayarak duvardan açığa atıldı. Bir darbe mumyayı böğründen yakaladı. Kaburgalar darbe altında ince dallar gibi koptu ve kadavranın ayakları takırtıyla yerden kesildi. Conan, terli avucunda yıpranmış kabzayı tutarak soluk soluğa durdu odanın ortasında.

Mumya kendisini usulca, gıcırdayarak ayağa çekip kalan pençesini uzatarak mekanik şekilde ona doğru ayak sürürken, Conan fal taşı gibi gözlerle izliyordu.



5. ÖLÜYLE DÜELLO

Usulca çember çizerek fırıl fırıl döndüler. Conan ekseni etrafında sertçe dönüyor, yine de gelmeye devam eden ölü mahlûkun durdurulamaz ilerleyişi önünde adım adım geriliyordu.

Mumya uzvunu hızla kılıcın yolundan çekince, bir darbe kalan kolu ıskaladı; ivme, Conan’ı yarı yarıya savurdu, daha toparlanamadan yaratık neredeyse tepesindeydi. Pençeli eli onu kaptı, tuniğinin bir kıvrımını tuttu, sandaletleri ve peştamalı hariç çıplak bırakarak bedeninden kopardı çürük kumaşı.

Conan geriye sıçradı ve canavarın kafasına vurdu. Mumya eğildi, Conan onun pençesinden korunmak için tekrar sıçramak zorunda kaldı. Sonunda kafanın yan tarafından, miğferin boynuzlarından birini koparan korkunç bir darbeyle yakaladı onu. Bir sonraki darbe tolgayı çınlayarak köşeye yolladı. Bir sonraki ise kuru kahverengi kafatasını deldi. Bıçak bir an—kılıcı kurtarmak için hırsla asılırken, derisinin yaşlı, siyah tırnaklarca kazındığı, gencin işini neredeyse bitiren bir an—saplı kaldı.

Kılıç mumyayı yeniden kaburgalarından yakaladı, neredeyse ölümcül bir an boyunca belkemiğine yerleşti, sonra bir kez daha sarsılarak serbest kaldı. Hiçbir şey onu durduramıyordu anlaşılan. Ölüye zarar verilemezdi. Bedeni bir düzine güçlü savaşçıyı tozda inim inim inletecek yaralar taşıyordu ama bocalamadan, yorulmadan ona doğru sendeliyor, ayak sürüyordu hep.

Zaten ölü olan bir şeyi nasıl öldürebilirsin? Soru Conan’ın beyninde deli gibi yankılandı. Tekrarlamaktan delireceğini zannedene dek kafasında evirip çevirdi onu. Ciğerleri zorlanıyor, kalbi patlamak üzereymiş gibi çarpıyordu. Biçiyor, vuruyordu ama hiçbir şey peşinden ayak sürüyen ölü yaratığı yavaşlatamıyordu bile.

Artık daha büyük bir hünerle vuruyordu. Eğer yürüyemezse peşinden gelemez diyordu muhakemesi; mumyanın dizine şiddetli, ters bir darbe indirdi. Bir kemik çatırdadı, mumya debelenerek mağara zeminindeki toza yuvarlandı. Fakat doğadışı yaşam hala yanıyordu mumyanın kuru göğsünde. Yeniden, usulca ayağa kalktı ve sakat ayağını arkasında sürükleyerek delikanlının peşinde yalpaladı.

Conan yeniden vurdu ve ölü yaratığın yüzünün alt kısmı uçtu; çene kemiği takırdayarak gölgelere yuvarlandı. Fakat kadavra durmadı. Göz çukurundaki habis parıltının altında, sadece kırık, ak kemikten bir boşluk olan alt çenesiyle yorgunluk nedir bilmeyen mekanik hareketlerle hala paytak paytak sendeliyordu hasmının peşinde. Conan bin yıl önce ölmüş olması gerekirken hala dolanıp duran ve öldüren yaratıkların bulunduğu bu lanet kabre sığınacağına, dışarıda kurtlarla kalmış olmayı dilemeye başladı.

Sonra bir şey kaptı ayak bileğini. O kemik pençeden bacağını kurtarmak için rastgele tekmelerken boylu boyunca kaba taş zemine kapaklandı. Aşağıya baktı ve kesik elin ayağını tuttuğunu görünce kanının donduğunu hissetti. Kemikli pençeler tenine batıyordu.

Sonra bir dehşet ve delilik kâbusunun korkunç gövdesi yükseldi üstünde. Cesedin kırık, ezik yüzü onunkine bakıyor, pençeli bir el gırtlağına atılıyordu.

Conan gayrı ihtiyari tepki verdi. Her iki sandaletli ayağını tüm gücüyle üstüne eğilen ölü mahlûkun buruşuk karnına indirdi. Havada uçan yaratık bir çatırtıyla doğruca arkasındaki ateşe düştü.

Sonra Conan hala bileğini kavrayan kesik eli yakaladı. Sallayıp çekerek ayağından kopardı ve kolu da mumyanın kalanının peşinden ateşe attı. Kılıcını kapmak için durdu ve—savaşın finalini görmek için— ateşe döndü.

Sayısız asrın geçişiyle kuruyan mumya, kuru çalıların öfkesiyle yanıyordu. Kuru gövdeden yükselen alevler, uzuvdan uzva atlayıp yaşayan bir meşaleye dönüştürürken, yaratığın içindeki doğadışı yaşam hala titreşiyor, kalkmaya çabalıyordu. Sakat bacağı gevşediğinde ateş yaratığı neredeyse tümüyle sarmıştı; yaratık kükreyen bir alev kütlesi halinde çöktü. Yanan bir el seğiren bir çubuk gibi düştü. Kurukafa korlara yuvarlandı.

Mumya, dakikalar içinde, kararmış kemikten çok az parlak kor haricinde tümüyle tükendi.



6. CONAN’IN KILICI

Conan, soluğunu uzun bir iç çekişle bıraktı ve bir kez daha kana kana soludu. Gerilim her uzvunu bitap düşürerek akıyordu üstünden. Yüzünden soğuk dehşet terini sildi, karışık siyah saçlarını parmaklarıyla geri taradı. Ölü savaşçının mumyası sonunda sahiden ölmüştü ve muhteşem kılıç onundu. Ağırlık ve kudretinin tadını çıkararak yeniden kaldırdı onu.

Geceyi mezarda geçirmeyi düşündü bir an. Ölesiye yorulmuştu. Dışarıda kurtlar ve soğuk onu indirmeyi bekliyordu ve onu kırsal kökenli yabani yön duygusu bile yabancı bir ülkedeki yıldızsız gecede seçtiği yolda tutamazdı onu.

Fakat sonra tiksintiye kapıldı. Dumanla dolu oda pis kokuyordu; sadece çağların tozu değil, aynı zamanda nicedir ölü insan etinin yanık kokusu da—Conan’ın hassas burun deliklerinin hiç bilmediği, tümüyle tiksinç bir koku—vardı şimdi. Boş taht ona kötü kötü bakıyor gibiydi. İç odaya ilk girdiğinde üstüne çöken varlık hissi hala aklındaydı. Bu perili odada uyuyacağını düşününce kafa derisi karıncalandı, teni ürperdi.

Ayrıca, yeni kılıcı güvenle doldurmuştu içini. Göğsü genişledi ve kılıcı ıslık çalan çemberler halinde salladı.

Dakikalar sonra sandıkların birinde bulduğu eski bir kürk pelerine sarınmış, bir elinde meşale, öbür elinde kılıcı tutarak mağaradan çıkıyordu. Kurtlardan eser yoktu. Yukarı bir bakış göğün açık olduğunu gösterdi.

Conan bulut parçaları arasında ışıldayan yıldızları inceledi, sonra bir kez daha güneye çevirdi adımlarını.​
 
Üst