Bir Solomon Kane Macerası/Robert E. Howard

hüseyin aksakal

Onursal Üye
Çeviri & Balonlama
7 Eyl 2010
789
5,920
Kdz. Ereğli
Dostlarımdan bazıları Solomon Kane'i benim üslubumdan istediğini söyleyip duruyordu. Ancak hepsi daha önce çevrildi diye ele almamıştım. Yaz aylarında bir el atmaya vaktim oldu. Teklif ettiğim yayınevlerinden cevap alamadım, fırsatı ganimet bilip diyarda paylaşmak güzel olur diye düşündüm.

Mutlaka sürçi lisan etmişizdir ama kendileri de paylaşmayı bilen aziz dostların ön şart olmadan, canı gönülden verilen bir armağanın kusurlarını mazur göreceklerine inanıyorum. Keyif almanızı ümit ediyorum.

İÇERİDEKİ AYAK SESLERİ (The Footfalls Within)

Solomon Kane, ayaklarının dibinde cansız yatan siyahî kadına kasvetle baktı. Bir kız çocuğundan halliceydi ama tükenmiş uzuvları ve boş bakışları ölüm ona merhametli bir rahatlama getirmeden önce çok fazla acıya katlandığını gösteriyordu. Kane uzuvlarındaki zincir izlerini, sırtındaki derin, çapraz yaraları, boynunda boyunduruk izlerini kayda geçti. Soğuk gözleri bir buzun derinliklerinden geçen bulutlar gibi soğuk ışıltılar ve ışıklar göstererek tuhaf şekilde derinleşti.

“Bu ıssız diyara bile geliyorlar,” diye mırıldandı. “Zannetmezdim ki –”

Başını kaldırdı ve doğuya doğru baktı. Mavilikte siyah lekeler hızla dönüyor, çember çiziyordu.

“Yollarını çaylaklar belli ediyor,” diye mırıldandı uzu boylu İngiliz. “Yıkım önlerinden gidiyor, ölüm peşlerinden. Vay halinize günahın oğulları zira Tanrı’nın gazabı üstünüzde. Nefret tazılarının demir boyunlarındaki ipler çözülsün, intikam yayı gerilsin. Mağrur ve güçlüsünüz, insanlar ayaklarınızın altında feryat ediyor ama ceza gece yarısı karanlığında, şafağın kızıllığında geliyor.”

Ağır tabancalarını ve keskin kamasını taşıyan kemeri düzeltti, içgüdüsel olarak belindeki uzun meçe dokundu ve sessizce, ama hızlı bir şekilde doğuya doğru yürüdü. Zalim bir öfke derin gözlerinde, buzun fersahlarca altında yanan mavi, volkanik yangınlar gibi yanıyor, uzun, kedi kafalı asasını kavrayan eli demir gibi sertleşti.

Birkaç saat sürekli yürüdükten sonra, ormanda mihnetle dolanan köle katarının işitme mesafesine geldi. Kölelerin acıklı feryatları, köle sürücülerin nara ve küfürleri, kamçıların şaklamaları kulaklarına kadar açıkça geliyordu. Bir sonraki saat onu onlarla aynı hizaya getirdi ve kölecilerin tuttuğu patikaya paralel olarak cangılda süzülüp emniyetli bir şekilde onları gözetledi. Kane Darien’de Kızılderililerle savaşmış, onların ormancılık becerilerinden çok şey öğrenmişti.

Genç erkek ve kadınlardan yüzü aşkın siyahî, çırılçıplak ve zalim, boyunduruğu andıran bir ahşap malzemeyle sıkıca bağlanmış halde yol boyunca sendeliyordu. Bu kaba ve ağır boyunduruklar boyunlarına geçirilmiş, ikişerli olarak birbirlerine bağlanmıştı. Birbirine sırayla bukağılanan boyunduruklar tek bir uzun zincir oluşturuyordu. Sürücüler arasında on beş Arap ve silahları ve kılıkları bir tür doğu kabilesinden olduklarını gösteren yaklaşık yetmiş siyahî savaşçı vardı – boyun eğdirilip Müslüman yapılan ve fatih Araplarla ittifak kuran şu kabilelerden biri.

Beş Arap, yaklaşık otuz savaşçıyla birlikte kafilenin ilerisinde yürüyor, beşi de geri kalan siyahî Müslümanlarla birlikte arkadan geliyordu. Diğerleri sendeleyen bağırış ve küfürlerle, her darbede kan fışkırtan uzun, zalim kamçılarla zorladıkları sendeleyen kölelerin yanında yürüyordu. Bu köleciler haydut oldukları kadar aptal da diye düşündü Kane – kölelerin yarısından fazlası sahile doğru yapılan o seyahatin zorluklarından sağ çıkamazdı. Bu akıncıların varlığına hayret etti, zira bu memleket genelde Müslümanların ziyaret ettiği mıntıkaların çok güneyinde kalıyordu. Ancak İngiliz’in bildiği üzere, hırs insanları çok uzaklara sürebilir. Bu tür eşrafla eskiden uğraşmıştı. İzlerken bile sırtında eski yaralar – bir Türk kadırgasındaki Müslüman kırbaçlarının açtığı yaralar – yanıyordu. Kane’in söndürülemez nefreti ise daha derinde yanıyordu.

Düşmanlarının gölgesinde, bir hayalet gibi takip etti ve cangılda sessizce ilerlerken, bir plan için beynini zorladı. O güruha karşı nasıl galebe çalabilirdi? Tüm Araplar ve siyahîlerin çoğu ateşli silahlarla donatılmıştı – uzun, hantal alaybozanlar, doğru, ama yine de onlara karşı çıkabilecek herhangi bir yerli kabilesini hayrete düşürmeye yeterli ateşli silahlardı. Bazıları geniş kuşaklarında daha etkili modelde uzun, gümüş kakmalı tabancalar taşıyordu – Mağribi ve Türk yapımı filintalar.

Kane, kasvetli bir hayalet gibi takip ediyor, öfkesi ve nefreti ruhunu bir pamukçuk yarası gibi yiyip bitiriyordu. Kamçının her şaklaması kendi omuzlarındaki bir darbe gibiydi. Tropiklerin harareti ve acımasızlığı, beyaz adamlara tuhaf oyunlar oynarlar. Sıradan tutkular korkunç şeylere dönüşür; asabiyet çılgın bir öfke halini alır, kızgınlık beklenmedik bir deliliğe dönüşür, insanlar kızıl bir tutku sisi içinde öldürür, sonra da dehşet içinde hayrete düşer.

Solomon Kane’in hissettiği öfke, herhangi bir zamanda ve herhangi bir yerde, bir adamı temelinden sarsmaya yeterliydi; şu anda korkunç boyutlara ulaşmıştı, bu yüzden sanki Kane ürpermiş gibi titriyor, demir pençeler beynini tırmalıyor, kölelerle kölecileri kızıl bir sis arasından görüyordu. Yine de bir terslik olmasa nefretin doğurduğu deliliğini fiiliyata geçirmeyebilirdi.

Narin genç bir kız olan kölelerden biri aniden tökezledi ve boyunduruk yoldaşını da yanında sürükleyerek yere yığıldı. Uzun, kanca burunlu bir Arap vahşice bağırdı ve kızı kinle kamçıladı. Boyunduruk yoldaşı kısmen sendeleyerek doğruldu ama kız kamçının altında zayıfça kıvranarak ancak belli ki kalkamadığından yüzükoyun kaldı. Kavrulan dudaklarının arasından acıklı bir şekilde sızlandı ve etraftan başka köle tacirleri geldi, kamçılar kızın titrek tenine kızıl acı darbeleri halinde indi.

Yarım saatlik bir istirahat ile azıcık su kızı canlandırabilirdi ama Arapların harcayacak vakti yoktu. Kontrol için savaşırken dişleri etini delene dek kolunu ısıran Solomon, kırbaçlamanın son bulmasına müteşekkir oldu ve çocuğu ıstırabın ötesine geçirecek olan hançerin hızlı çakışına kendini hazırladı. Fakat Araplar eğlence havasındaydı. Kız onlara Pazar tezgahında hiç kar getirmeyeceğinden, ondan keyiflerince yararlanacaklardı – kavimlerinin mizah duygusu da insanların kanını buzlu suya çevirecek türdendi.

İlk kırbaççıdan gelen bir nara, diğerlerini etrafta toplanmaya sevk etti, sakallı yüzleri keyifli beklenti sırıtışları halinde bölündü, bu arada siyahî savaşçılar hayvani gözleri ışıldayarak daha yakına sokuldu. Sefil köleler efendilerinin niyetlerini fark etti ve içlerinden acıklı çığlıklardan bir koro yükseldi.

Dehşetten midesi bulanan Kane kızı kolay bir ölümün beklemediğini anladı. Arapların avlarının derisini yüzmekte kullandığı keskin hançerle kızın üstüne eğilirken, uzun boylu Müslüman’ın yapmak istediğini biliyordu. Delilik İngiliz’e galebe çaldı. Kendi hayatına çok az değer veriyordu, bir zenci bebek veya ufak bir hayvan uğruna onu düşünmeden riske atmışlığı vardı. Yine de kafiledeki zavallılara yardım etme umudunu düşüncesizce fırlatıp atmamalıydı. Ama bilinçli bir düşünce olmadan eyleme geçti. Kane, daha ne yaptığını fark etmeden elindeki bir tabancanın dumanı tütüyordu ve uzun boylu kasap beyni akarak tozun içine kapaklanmıştı.

O da neredeyse bir an donup kalan, sonra bir çığlıklar karmaşası patlatan Araplar kadar şaşırmıştı. Birkaçı hantal filintalarını hızla kaldırdı ve iri mermileri ağaçların arasında çatırdamaya yolladı, pusuya düşürüldüklerini zanneden kalanlar da cangılın içine pervasız bir saldırı başlattı. Kane’in işini bitiren o hareketin cesur aniliği oldu. Bir an daha duraklamış olsalardı fark edilmeden ortalıktan kaybolabilirdi ama şu durumda onlarla açıkça karşılaşmaktan hayatını olabildiğince pahalıya satmaktan başka şansı olmadığını görüyordu.

Gerçekten de, uluyan saldırganlarıyla karşılaşması bir miktar vahşi bir memnuniyetle oldu. Uzun, sert İngiliz bir ağacın ardından adım attığında ani bir hayretle bocaladılar, o anda da içlerinden biri kalbinde Kane’in kalan tabancasından bir mermiyle can verdi. Sonra vahşi öfke naralarıyla yalnız meydan okuyucularının üstüne atıldılar. Kane, sırtını devasa bir ağaca dayadı ve uzun meçi etrafında ışıl ışıl bir çark gibi döndü. Kalanlar, kendilerinden birini sakatlamadan bıçak ve mermiyi oyuna sokmaya çalışarak kurtlar gibi hırlayıp etrafta kaynaşırken, üç siyahî ve bir Arap kavisli kılıçlarıyla ona saldırdılar.

Titreyen meç, ıslık çalan palaları savuşturdu ve siyahî bir kılıç ustasını deşmeden sadece bir an önce kalbinde duraksamış gibi görünen kılıcın ucunda can verdi. Kılıcını atıp yakın mesafeden boğuşmak için atılan başka bir abanoz savaşçının bağırsakları Kane’in sol elindeki kama tarafından döküldü ve öbürleri ani bir korkuyla geri çekildi. Ağır bir mermi Kane’in başının yakınındaki ağaca çarptı, o da kendini atılıp en kalabalık oldukları yerde ölmek için gerdi. Sonra şeyhleri uzun kamçısıyla onları kamçıladı ve Kane onun kâfiri canlı yakalamaları için şiddetle bağırdığını işitti. Kane, emre kamasını ani bir atışıyla cevap verdi; kama şeyhin kafasının sarığını kesecek kadar yakınında uğuldadı ve arkasındaki duranın omzuna derinlemesine saplandı.

Şeyh, gümüş kaplamalı tabancalarını çekerek kendi adamlarını beyaz adamı yakalamadıkları için tehdit etti, onlar da umutsuzca yeniden saldırdı. Zencilerden biri dosdoğru Kane’in kılıcının üstüne koştu ve Arkasındaki Arap, kavminin kurnazlığıyla haykıran zavallıyı aniden silahın üstüne doğru itti, kıvranan bedeni kabzaya dek kılıca sapladı ve kılıcı engelledi. Kane onu çekemeden önce bir zafer narasıyla sürü ona doğru hücum etti ve sayılarının saf üstünlüğüyle onu yere serdiler. Her taraftan onu tutarlarken Püriten kamasını boş yere fırlatıp atmamış olmayı diledi. Fakat öyleyken bile onu yakalamak pek kolay olmadı.

Kan sıçradı ve dişleri parçalayan, kemikleri kıran demir sertliğinde yumruklar altında suratlar çöktü. Siyahî bir savaşçı kasığa hain bir diz darbesiyle devre dışı kaldı ve sendeleyerek uzaklaştı. Onu yere serip üstüne insan ağırlığıyla yüklendiklerinde bile, yumruk veya ayaklarıyla artık vuramaz hale gelene dek uzun, ince parmakları üç güçlü adamın kırmak için güç kullandığı ve kurbanı nefes nefese, suratı yemyeşil halde bıraktığı bir kavramayla siyah bir sakalın arasından kirişli bir gırtlağa vahşice kenetlendi.

Sonunda, korkunç mücadeleden soluk soluğa kalarak elini ve ayaklarını bağladılar ve tabancalarını ipek kuşağına geri sokan şeyh, tutsağın başında durup bakmak için uzun adımlarla geldi. Kane, uzun, ince bedene, kara kıvırcık sakallı, küstah kahverengi gözlü, şahini andıran surata dik dik baktı.

“Ben şeyh Haşim ben Said’im,” dedi Arap. “Sen kimsin?”

“Adım Solomon Kane,” diye gürledi Püriten şeyhin kendi lisanında. “Ben bir İngiliz’im, seni kafir çakal.”

Arabın kara gözleri ilgiyle titreşti.

“Süleyman Kahani,” dedi İngiliz isminin Arap muadilini vererek. “Seni duymuşluğum var – Vaktiyle Türklerle savaştın ve Berberi korsanlar senin yüzünden yaralarını yaladılar.”

Kane, cevaplamaya tenezzül etmedi. Haşim omuzlarını silkti.

“İyi bir fiyat getireceksin,” dedi, “Belki seni İstanbul’a götürürüm; orada kölelerinin arasında böyle bir adamı arzulayan şahlar var. Şimdi aklıma yüzünde senin yaptığın derin bir yara bulunan ve İngiliz ismini lanetleyen Kemal Bey diye biri geliyor. Sana yüksek bir fiyat ödeyecektir. Hem baksana ey Frenk, sana ayrı bir muhafız atama onuru bahşediyorum. Boyunduruk zincirinde yürümeyecek, ellerin haricinde serbest olacaksın.”

Kane cevap vermedi ve şeyhin bir işareti üzerine ayağa kaldırıldı ve arkadan bağlı bırakılan elleri haricinde bağları çözüldü. Boynuna sağlam bir ip dolandı ve bunun öbür ucu serbest elinde büyük, kavisli bir pala bulunan dev gibi bir zenci savaşçıya verildi.

“Sana lütfuma dair şimdi ne düşünüyorsun Frenk?” diye sordu şeyh.

“Düşünüyorum ki,” cevabını verdi ağır, derin bir tehdit tonunda. “Seninle ve kılıcınla tek başına ve silahsız olarak karşılaşmak ve çıplak parmaklarımla kalbini göğsünden koparmak için ruhumun hidayetini feda ederdim.”

Derin, yankılı sesinde odaklanan nefret ve korkunç gözlerinde parlayan iptidai, yenilmez öfke öyleydi ki, kaşarlanmış, korkusuz şef beyazladı ve sanki kuduz bir hayvandan çekinircesine gayrı ihtiyari geri çekildi.

Sonra Haşim dengesini yeniden kazandı ve adamlarına kısa bir cümleyle kafilenin başına yürüdü. Kane, esir alınışının sağladığı molanın düşen kıza dinlenip canlanma fırsatı verdiğini şükranla fark etti. Deri yüzme bıçağı ona dokunmaktan başka vakit bulamamıştı; kız sendeleyerek devam edebiliyordu. Gece çok uzakta değildi. Çok geçmeden köle tacirleri durup kamp kurmaya mecbur kalacaktı.

İngiliz mecburen yola koyuldu, koca kılıcı hep hazır tutan siyahi muhafızı birkaç adım gerisindeydi. Kane, aynı zamanda sert bir kibir hissiyle, tüfeklerini hazır, kibritlerini yanık tutan üç zencinin daha hemen arkasında yürüdüğünü, fark etti. Cesaretinin tadına bakmışlar, riske girmiyorlardı. Silahları alınmıştı ve Haşim kedi kafalı ju-ju asası haricinde hepsine anında konmuştu. Asa küçümsenerek bir tarafa atılmış, zencilerden biri tarafından alınmıştı.

İngiliz, az sonra yanında yürümekte olan ince yapılı, kır sakallı bir Arap’ın farkına vardı. Bu Arap, konuşma arzusunda gibi görünüyordu ama tuhaf şekilde çekingendi, çekingenliğinin kaynağı da gayet acayip şekilde onu kaldıran zenciden aldığı ve şimdi kararsızca elinde evirip çevirdiği ju-ju asası gibi görünüyordu.

“Ben Hacı Yusuf’um,” dedi bu Arap aniden. “Sana bir garezim yok. Sana saldırmakla alakam yok ve izin verirsen dostun olmak isterim. Söyle bana Frenk, bu asa nereden geliyor ve ellerine nasıl geçti?”

Kane’in ilk eğilimi, soruyu soranı cehennem bölgelerine havale etmek oldu ama ihtiyar adamın tavrındaki belli bir samimiyet fikrini değiştirmesine yol açtı ve cevapladı: “Bu bana kan kardeşim – Köle Sahili’nden N’Longa adında bir kara büyücü – tarafından verildi.”

İhtiyar Arap başını salladı ve sakalının arasından mırıldandı, birazdan bir zenciyi, Haşim’in geri dönmesini söylemek üzere koşarak öne gönderdi. Uzun boylu şeyh, birazdan yavaşça ilerleyen sütun boyunca, bir hançer ve kılıç çınlamasıyla, geniş kuşağına sokulu Kane’in kama ve tabancalarıyla yürüyerek geri geldi.

“Baksana Haşim,” İhtiyar Arap asayı ileri uzattı. “Ne yaptığını bilmeden onu fırlatıp attın!”

“Peki ne olmuş?” diye gürledi şeyh. “Bir asa dışında bir şey görmüyorum – sivri uçlu ve diğer ucunda bir kedi kafası var – üstünde tuhaf kafir süslemeleri olan bir asa.”

Yaşlı adam heyecanla asayı ona doğru salladı: “Bu asa dünyadan eski! Kudretli bir sihir taşıyor! Bunu eski demir kuşaklı kitaplarda okudum, Muhammed de – selam üstüne olsun! – şahsen ondan teşbihle, kıssa niyetine bahsetti! Üstündeki kedi kafasını gördün mü? Kadim Mısır’ın tanrıçalarından biri bu! Çağlar önce, Muhammed’in öğretisinden, Kudüs’ün kuruluşundan önce, Bast rahipleri eğilen, ilahiler söyleyen müritlerinin önünde bu asayı taşıyordu! Musa Firavun’un önünde bununla harikalar yarattı ve Yahudiler Mısır’dan kaçtığında onu da yanlarında götürdüler. Asırlar boyunca bu İsrail ve Yahuda’nın asasıydı ve bununla Süleyman bin Davut büyücü ve sihirbazları kovarak, ifrit ve kötü cinleri tutsak etti! Bak! Kadim asayı yine bir Süleyman’ın elinde buluyoruz!”

İhtiyar Yusuf neredeyse kendini fanatik bir hararet coşkuya kaptırmıştı ama Haşim sadece omuzlarını silkti.

“Bu ne Yahudileri kölelikten kurtardı, ne de bu Süleyman’ı esir düşmekten,” dedi, “bu yüzden ona en iyi kılıç ustalarımdan üçünün canını tenden ayıran uzun, ince bıçağa verdiğim kadar değer biçmiyorum.”

Yusuf başını iki yana salladı. “Alaycılığının neticesi iyi olmayacak Haşim. Bir gün kılıcın önünde bölünmeyecek, mermilerin önünde düşmeyecek bir güçle karşılaşacaksın. Asayı ben saklayacağım ve seni uyarıyorum – Frenk’i hor görme. O Süleyman, Musa ve firavunların mübarek, korkunç asasını taşımış, kim bilir ondan hangi büyüleri çektiğini? Çünkü bu dünyadan eski ve denizlerin altındaki sessiz şehirlerdeki tuhaf, karanlık Adem öncesi rahiplerin korkunç ellerini tanımış ve Kadim Alem gizemi ve beşeriyet tarafından tahmin edilemez büyüler çekmiş. Şafaklar gençken tuhaf krallar, daha da tuhaf rahipler vardı, kötülük onların zamanında da vardı. Hem bu asayla onların dünyaları gençken kadim olan kötülükle savaştılar, bu öyle çok milyon yıl önce oldu ki insan sayacak olsa titrerdi.”

Haşim sabırsızca cevapladı ve ısrarla onu takip eden ve mızmız bir tonda gevezelik eden ihtiyar Yusuf’la birlikte uzaklaştı. Kane güçlü omuzlarını silkti. O garip asanın güçlerine dair bildiği kadarıyla, ne kadar fantastik görünürlerse görünsünler, ihtiyar adamın iddialarını sorgulayacak biri değildi. Şu kadarını biliyordu – asa bugün dünyada hiçbir yerde var olmayan bir ahşaptan yapılmıştı. Malzemesinin başka bir dünyada yetiştiğini fark etmek için görmek ve dokunmak yeterliydi. Piramitler öncesi bir çağın mükemmel işçiliği olan kafa ve roma gençken unutulmuş bir lisanın sembolleri olan hiyeroglifler -bunların Stonehenge’in taş monolitlerine oyulan İngilizce sözcükler gibi, asanın kendi antik dönemine modern eklemeler olduğunu hissediyordu Kane.

Kedi başına gelince – Kane, bazen ona baktığında acayip bir değişim hissiyatı; bir zamanlar asanın topuzunun farklı bir tasarımda yontulduğuna dair acayip bir his – algılıyordu. Bast’ın kafasını yontan toza toprağa karışmış kadim Mısırlı asıl figürü değiştirmişti ve o figürün ne olabileceğini Kane hiç tahmin etmeye çalışmamıştı. Asanın yakından incelenmesi her zaman rahatsız edici ve neredeyse çağların gayyalarının baş döndüren telkinini uyandırır, daha fazla tahmini teşvik etmezdi.

Gün ilerledikçe ilerledi. Güneş merhametsizce vuruyordu, sonra ufka doğru inerken kendini büyük ağaçların içinde perdeledi. Köleler su için şiddetle acı çekiyor, rastgele sendeleyerek ilerlerken, saflarından sürekli bir sızlanma yükseliyordu. Kimileri düştüler ve yarı süründüler, yarı yarıya sendeleyen boyunduruk yoldaşları tarafından sürüklendiler. Hepsi yorgunluktan iki büklüm olduğunda güneş battı, gece çöktü ve bir mola verildi. Kamp kuruldu, devriyeler çıkarıldı ve kölelere yetersiz miktarda yiyecek ve sadece hayatta tutmaya yetecek kadar –ama tam o yetecek miktarda– su verildi. Bukağıları gevşetilmedi ama olabildiğince uzanmalarına izin verildi. Korkunç susuzluk ve açlıkları bir parça dindirilince, zincirlerin rahatsızlığına karakteristik metanetleriyle katlandılar.

Kane elleri çözülmeden beslendi ve dilediği kadar su verildi. Kölelerin sabırlı gözleri içerken onu sessizce izledi ve diğerleri acı çekerken yudumlamaktan fena halde utandı; susuzluğu tamamen dinmeden içmeyi bıraktı. Her tarafında devasa ağaçlar yükselen geniş bir açıklık seçilmişti. Araplar yemeklerini yedikten sonra, siyahî Müslümanlar hala yemeklerini pişirirken ihtiyar Yusuf Kane’in yanına geldi ve yeniden asa hakkında konuşmaya başladı. Kane, Hacı’nın mensup olduğu tüm kavme karşı taşıdığı nefret göz önünde bulundurulursa, onun sorularına takdire şayan bir sabırla cevap verdi, sohbetleri esnasında da Haşim uzun adımlarla geldi ve aşağılamayla baktı. Haşim, diye düşündü Kane, tam olarak militan İslam’ın sembolüydü – cesur, pervasız, materyalist, hiçbir şeyi bağışlamayan, hiçbir şeyden korkmayan, kendi kaderinden ve en kudretli Batı kralı kadar diğerlerinin haklarını küçümseyen biriydi.

“Yine o değnek hakkında mı gevezelik ediyorsunuz?” diye alay etti. “Hacı, yaşlandıkça çocuklaşıyorsun.”

Yusuf’un sakalı öfkeden titredi. Asayı şeyhe doğru bir kötülük tehdidi gibi salladı .

“Alaycılığın makamına yakışmıyor Haşim,” diye terslendi. “Uzun zaman önce Arabistan’dan iblislerin sürgün edildiği karanlık ve iblisler b asmış bir diyarın kalbindeyiz. Herhangi bir aptalın bile bildiğimiz hiçbir dünyaya ait bir çubuk olmadığını söyleyebileceği bu asa, günümüze kaldıysa, o çağlardan başka hangi şeylerin kalmış olabileceğini kim biliyor? İzlediğimiz bu yol – ne kadar eski olduğunu biliyor musun? Selçuklular Doğu’dan çıkmadan, Romalılar Batı’dan çıkmadan önce insanlar onu takip etmişler. İşte bu yoldan, diyor efsaneler, ulu Süleyman, şeytanları Asya’dan batıya sürdüğü ve tuhaf hapishanelerde hapsettiği zaman gelmiş. İmdi, sen de diyeceksen ki–”

Sözünü vahşi bir feryat böldü. Cangılın gölgelerinden bir siyahî sanki peşinde Ecelin tazıları varmış gibi uçarcasına geliyordu. Kollar rastgele savruluyor, gözler aklarını sergilemek için devriliyor, ağız da tüm ışıltılı dişleri görülebileceği şekilde parlıyor, kolay unutulmaz tam bir dehşet resmi sunuyordu. Müslüman kalabalığı silahlarını kaparak ayağa fırladı ve Haşim sövdü: “Bu et aramaya gönderdiğim Ali –muhtemelen bir aslan–”

Fakat anlaşılmaz bir şeyler söyleyen, sinirleri gergin izleyicilerin bir tür beyin parçalayıcı bir dehşetin peyda olmasını beklediği kara cangılı gösteren kara adamı hiçbir aslan takip etmiyordu.

“Cangılın içinde tuhaf bir türbe bulduğunu söylüyor,” dedi Haşim bir kaş çatışla, “ama onu korkutanın ne olduğunu anlatamıyor. Sadece üstüne büyük bir korku çöktüğünü ve kaçmasına yol açtığını biliyor. Ali sen bir aptal ve düzenbazsın.”

Yaltaklanan siyahîyi kinle tekmeledi ama diğer Araplar biraz kararsız bir şekilde etrafına toplandı. Siyahî savaşçılar arasında panik yayılıyordu.

“Bize rağmen kaçacaklar,” diye mırıldandı sakallı bir Arap, etrafta kaynayan, heyecanla abuk subuk konuşan ve omuzları üstünden korkulu bakışlar atan zencileri huzursuzca izleyerek. “Haşim, birkaç mil daha yürüsek iyi olacak. Neticede burası kötü bir yer ve aptal Ali’nin kendi gölgesinden korkması ihtimali olsa da –yine de–”

“Yine de,” diye alay etti şeyh, “onu geride bıraktığımız zaman hepiniz daha iyi hissedeceksiniz. Tamam öyleyse; korkularınızı dindirmek için kampı taşıyacağım – fakat önce bu şeye bir göz atacağım. Köleleri kamçılayın; ormana girip, o türbenin yanından geçeceğiz; belki orada büyük bir kral yatıyordur. Hepimiz ateşli silahlarla topyekûn gidersek, siyahlar korkmayacaktır.”

Böylece bitkin köleler kamçıyla uyandırıldı ve yine kamçı altında tökezleyerek ilerledi. Siyah savaşçılar sessiz, sinirli, gönülsüz şekilde Haşim’in yılmaz iradesine itaat ediyor, ama beyaz efendilerinin yanına toplanarak yürüyordu. Ay doğmuştu, kocaman, kırmızı ve somurtkandı, Cangıl da kasvetli ağaçları siyah bir gölge halinde belirginleştiren uğursuz, gümüş bir parıltıda yıkanıyordu. Ali, yolu gösterdi, vahşi efendisinin varlığıyla biraz sakinleşmişti.

Ve böylece cangıldan geçtiler, sonunda dev ağaçlar arasındaki tuhaf bir açıklığa ulaştılar – tuhaftı çünkü orada hiçbir şey yetişmiyordu. Ağaçlar, rahatsız edici, simetrik bir tarzda buranın etrafına çevrelenmiş, tuhaf bir şekilde yanıp kavrulmuş gibi görünen toprakta ne liken, ne yosun yetişmiyordu. Açıklığın ortasında da türbe duruyordu. Kadim kötülükle yüklü, kocaman, kasvetli bir taş kütlesiydi bu. Yüzlerce yıllık bir ölümle ölmüş gibi görünüyordu, yine de Kane, etrafındaki havanın adeta devasa, görünmez bir devin yavaş, insanlık dışı nefesiyle zonkladığını fark etti.

Mekanın habis atmosferinin saldırısına uğrayan siyah Müslümanlar mırıldanarak geriledi. Köleler ağaçların altında sabırlı, sessiz bir grup halinde duruyordu. Araplar somurtkan kara kütleye dek ilerledi, Kane’in urganını abanoz muhafızdan alan Yusuf, bilinmeyene karşı korunma olarak asık suratlı bir mastif gibi İngiliz’i yanında götürdü.

“Burada bir tür kudretli sultan yatıyor şüphesiz,” dedi Haşim kınının ucuyla taşa vurarak.

“Bu taşlar nereden geliyor?” Yusuf huzursuzca mırıldandı. “Karanlık ve ürkütücü görünümleri var. Niye büyük bir sultan herhangi bir insan yerleşiminden bu kadar uzak bir mevkide yatsın? Buralarda eski bir şehrin harabeleri varsa vaziyet başka –”

Acayip şekilde mühürlenip kaynatılmış devasa kilitli ağır, metal kapıyı incelemek için eğildi. Kapıya oyulmuş eski İbranice harfleri seçince kem bir sezgiyle başını salladı.

“Onları okuyamıyorum,” dedi sesi çatlayarak, “hem belki okuyamamam benim için daha iyi. Kadim kralların mühürlediğini kurcalamak insanlar için iyi değildir. Haşim, buradan gidelim. Bu yer insanoğulları için kötülüğe gebe.”

Ama Haşim ona aldırış etmedi. “İçeride yatan İslam’ın oğullarından değil,” dedi, “hem şüphesiz onunla birlikte gömülen mücevherler ve zenginlikleri niye ondan çalmayalım. Hadi şu kapıyı kırarak açın.”

Araplardan bazıları başlarını şüpheyle salladı ama Haşim’in sözü kanundu. Ağır bir balyoz taşıyan dev bir zenciye seslenerek, ona kapıyı kırarak açmasını emretti.

Siyahî balyozunu savururken, Kane keskin bir nida koyuverdi. Delirmiş miydi? Bu kasvetli taş kütlenin aşikar eskiliği, binlerce yıldır rahatsız edilmeden durduğunun kanıtıydı. Yine de içerideki ayak seslerini işittiğine yemin edebilirdi. Sanki bir şey o korkunç zindanın dar sınırları arasında bitip tükenmez bir hareket monotonluğuyla volta atıyormuş gibi ileri geri adımlıyordu. Soğuk bir el değdi Solomon Kane’in belkemiğine. Seslerin bilinçli kulağıyla mı yoksa ruhundaki bir tür ölçüsüz derinlik veya alt duyguyla mı algılandığını bilemiyordu ama bilincinin içinde bir yerlerde, o korkunç türbenin içinden gelen korkunç ayakların adımlarının yankılandığını biliyordu.

“Durun!” diye haykırdı. “Haşim, delirmiş olabilirim ama o taş yığınının içinde bir tür zebaninin ayak sesini duyuyorum.”

Haşim elini kaldırdı ve havada sallanan çekici durdurdu. Dikkatle dinledi, diğerleri de aniden gerilmeye başlayan bir sessizlik halinde kulaklarını zorladı.

“Ben bir şey duymuyorum,” diye homurdandı sakallı bir dev.”

“Ben de,” diye geldi hızlı bir koro. “Frenk delirmiş!”

“Bir şey duyuyor musun Yusuf?” diye sordu Haşim alaycı şekilde.

İhtiyar Hacı, gergin şekilde kıpırdandı. Yüzü huzursuzdu.

“Hayır Haşim, hayır, ancak–”

Kane, delirmiş olması gerektiğine karar verdi. Yine kalbinin içinde, hiç daha aklı başında olmadığını biliyordu, bir şekilde Araplardan ayıran bu derin algıların okült keskinliğinin ihtiyar Yusuf’un titrek ellerinde tuttuğu ju-ju asasıyla uzun birlikteliğinden geldiğini de biliyordu.

Haşim sertçe güldü ve siyahîye bir işaret yaptı. Çekiç sağır edici şekilde yankılanan bir gümbürtüyle indi ve garip bir şekilde değişmiş çınlamayla kara cangılda sağır edici şekilde tekrar tekrar yankılanıp titredi. Tekrar – tekrar – ve tekrar balyoz dalgalanan kara kasların tüm gücüyle sevk edilerek indi. Darbeler arasında da Kane o hantal adımları duydu, insanların bildiği türden korkuyu hiç bilmeyen o, korkunun soğuk elinin kalbini sıktığını hissetti.

Bu korku, dünyevi veya fani korkudan farklıydı, tıpkı adımların sesinin fani adımlardan ayrı olduğu gibi. Kane’in korkusu öngörülmez Karanlığın dış bölgelerinden, devri kapanmış bir çağ ve tarifsiz eskilikte bir dönemin kötülük ve çürümesini taşıyarak üstüne esen soğuk bir rüzgar gibiydi. Kane, o ayak seslerini işitiyor muydu, yoksa bir tür bulanık içgüdüyle algılıyor muydu emin değildi. Fakat gerçekliklerinden emindi. Bunlar insan veya hayvanın adımları değildi; ancak o kara, korkunç eskilikte türbenin içinde bir tür meçhul mahluk ruh sarsıcı, devasa adımlarla hareket ediyordu.

Koca zenci, görevinin zorluğundan terlemiş, soluk soluğa kalmıştı. Fakat sonunda sert darbelerin altında antika kilit parçalandı, menteşeler koptu; kapı içeri doğru patladı. Ve Yusuf haykırdı. O kara açık girişten dışarı katı et ve kandan kaplan dişli bir canavar veya iblis fırlamadı. Sadece korkunç, pis bir koku, tek bir beyin parçalayan, açgözlü bir hamle halinde, neredeyse somut dalgalar halinde kan boşalması gibi görünen Dehşet, açık kapıdan üstlerine aktı. Bu Haşim’i sardı, neredeyse elle tutulmaz dehşeti boş yere yontan korkusuz şef, vurduğu palası sadece hava kadar esnek ve zarar verilemez bir maddenin içinde ıslık çalarken, ani, alışılmadık bir dehşetle feryat etti ve kendini ölüm ve yıkım kangalları tarafından sarılmış buldu.

Yusuf kayıp bir ruh gibi haykırdı, ju-ju asasını düşürdü ve uluyan siyah savaşçılar öncülüğünde delice bir kaçış halinde cangılın içine akın eden arkadaşlarına katıldı. Sadece siyahî köleler kaçmadı, dehşetten ağlayarak ecellerine zincirlenmiş halde durdular. Bir hezeyan kabusu halinde, Kane, Haşim’in rüzgarda bir kamış gibi sallandığını ne biçimi ne de dünyevi bir maddesi olan devasa, zonklayan kızıl Mahluk tarafından kucaklandığını gördü. Sonra parçalanan kemiklerin çatırtısı ona kadar gelip, şeyhin bedeni çiğneyen bir toynağın altındaki bir saman çöpü gibi büküldüğünde İngiliz tek bir volkanik çabayla bağlarını kopardı ve ju-ju asasını kaptı.

Haşim ezilmiş, cansız halde yere yığılmış, kırık bir oyuncak gibi yayılmıştı, parçalanmış uzuvları çarpılmıştı, kızıl, zonklayan Mahluk da havadaki koyu bir kan bulutu gibi Kane’e doğru sallanarak geliyordu; sürekli biçim ve formunu değiştiriyor, yine de sanki korkunç ayaklar üstündeymiş gibi hantal bir şekilde yürüyordu!



Kane, korkunun soğuk parmaklarının beynini pençelediğini hissetti ama kendini toparladı ve kadim asayı kaldırarak tüm gücüyle Dehşetin merkezine vurdu. Meçhul, maddi olmayan maddenin inen asanın önünde buluşup çöktüğünü de hissetti. Sonra havayı dolduran mide bulandırıcı, habis koku tarafından neredeyse boğulduğunu, ruhunun bilincinin bulanık görüntülerinin aşağısında bir yerde canavarın ölüm çığlığı olduğunu anladığı iğrenç, biçimsiz bir tufanın katlanılmaz şekilde yankılandığını hissetti. Zira O, düşmüş, ayaklarının dibinde ölüyor, kızıllığı bazı pis kıyılardaki kızıl dalgaların yükselip çekilişi yavaş dalgalar halinde soluyordu. Soldukça da sessiz çığlık, insan kavrayışının ötesinde ayrı ve uzak bir tür küre içinde solmuşçasına, kozmik mesafelere doğru azalıyordu.

Sersemlemiş, inanamaz haldeki Kane, Süleyman’ın asasının tek bir darbesiyle geldiği kara krallıklara savrulan Dehşetin cesedi olduğunu bildiği, ayaklarının dibindeki renksiz, neredeyse görünmez bir kütleye bakıyordu. Evet, Kane biliyordu ki, kudretli bir kral ve büyücünün elindeki aynı asa, çağlar önce canavarı, cahil eller onu yeniden dünyaya salana dek kalması için o tuhaf zindana sürmüştü.

Demek ki eski masallar doğruydu ve Kral Süleyman sahiden iblisleri batıya doğru sürmüş, tuhaf yerlere mühürlemişti. Niye sağ bırakmıştı onları? O bulanık günlerde insan büyüsü, iblislere boyun eğdirmekten fazlası için çok mu zayıftı? Kane hayretle omuzlarını silkti. Büyüye dair bir şey bilmiyordu, yine de öbür Süleyman sadece hapsederken o öldürmüştü.

Sonra Solomon Kane ürperdi, çünkü bildiği türden Hayat olmayan Hayata bakmış, bildiği türden Ölüm olmayan Ölümle uğraşmış ve şahitlik etmişti. Atlantisli Negari’nin toz basmış salonlarında olduğu gibi, iğrenç Ölüler Tepelerinde olduğu gibi, Akaana’da olduğu gibi, insan hayatının sadece sayısız varoluş biçimlerinden biri olduğu, alemler içinde alemlerin var olduğu ve tek varoluş düzleminden fazlası olduğuna dair farkındalık yeniden çöktü üstüne. İnsanların yeryüzü dediği gezegen, sayısız çağlar boyunca dönüp durmuş, diye fark etti Kane, dönerken de Hayat’ı tohumlamış, etrafında kurtçuklar gibi kıvrılan canlı varlıklar da çürüme ve yozlaşmanın içinde tohumlanmıştı. İnsan şu anki baskın kurtçuktu – niye gururla o ve tamamlayıcılarının ilk kurtçuklar– veya öngörülmez hayatla hızlanan bir gezegeni yöneten sonuncular – olduğunu gururla varsayması gereksindi?

N’Longa’nın kadim hediyesine yeni bir merakla bakıp, sonunda onu sadece bir kara büyü aleti değil, aynı zamanda insanlık dışı kötülüğün güçlerine karşı sonsuza dek bir iyilik ve ışık kılıcı görerek başını salladı. Ona yönelik neredeyse korku sayılan bir saygıyla sarsıldı. Sonra ayaklarının dibindeki Mahluka eğildi, tuhaf kütlesinin parmakları arasından koyu sis demetleri gibi kayıp gittiğini hissedince titredi. Asayı altına soktu, bir şekilde kütleyi kaldırıp türbeye geri soktu ve kapıyı kapadı.

Sonra, nasıl da pis bir çamurla kaplandığına ve şimdiden çözülmeye başladığına dikkat ederek Haşim’in tuhaf şekilde sakatlanan bedenine bakarak durdu. Tekrar ürperdi ve aniden alçak, çekingen bir ses onu kasvetli düşüncelerinden çıkardı. Köleler ağaçların dibinde diz çökmüş, büyük, sabırlı gözlerle izliyordu. Birdenbire tuhaf ruh halinden bir irkilişle sıyrıldı. Çürüyen cesetten tabancalarını, hançerini ve meçini aldı, şimdiden çeliği pasla lekeleyen yapışkan pisliği silmek için harekete geçti. Aynı zamanda Arapların çılgın kaçışları esnasında düşürdüğü bir miktar barut ve misketi de aldı. Artık geri dönmeyeceklerini biliyordu. Kaçarken ölebilirler, veya cangılın bitip tükenmez fersahları arasında sahile varabilirlerdi; fakat o korkunç açıklığın dehşetiyle yüzleşmek için dönmeyeceklerdi.

Kane, zenci kölelerin yanına geldi ve biraz uğraştıktan sonra onları serbest bıraktı.

“Savaşçıların telaştan düşürdüğü bu silahları alın,” dedi, “ve evinize dönün. Burası kötü bir yer. Köylerinize dönün ve Araplar yeniden geldiğinde, köle olacağınızda kulübelerinizin enkazı arasında can verin.”

Sonra diz çöküp ayaklarını öpeceklerdi ama o büyük bir şaşkınlık içinde onları kabaca men etti. Sonra gitmek için hazırlık yaparlarken biri şöyle dedi: “Efendi, ya sen? Bizimle dönmeyecek misin? Kralımız olacaksın!”

Ama Kane başını iki yana salladı.

“Ben doğuya gidiyorum,” dedi. Böylece kabile halkı önünde eğilerek anavatanlarına gidin uzun yola döndüler. Kane de Firavunların, Musa’nın, Süleyman’ın, onların ardındaki meçhul Atlantisli kralların asası olan değneği omzuna vurdu ve uzun zaman önce diğer Süleyman’ın garip sanatlarla inşa ettiği, şu anda yıldızlara karşı karanlık, sonsuza dek sessiz halde beliren büyük türbeye doğru sadece tek bakış için durarak yüzünü doğuya çevirdi.
 
Son düzenleme:
Üst