Akbaba Dergisi 1952 Sayı 001

Levent 16

Aktif Üye
22 Kas 2011
365
1,981
Ortaç'ın yazısında bahsettiği İran karikatürünü bulamadım. Hangi karikatürse Ortaç iyi cevap vermiş. Ancak 1952 de çizilmiş bu İran karikatürüne rastladım. O yıllarda Türkiye'nin İran karşıtlığından bahsediyor. İngilizce yazıları Türkçe'ye çevirmek istemedim. Elbette bu karikatürün mizah ile ilgisi olmadığını söylemeye gerek yok. Herkesin mizahçı olamayacağının bir delili.

Alt yazılar:
British Camel and Turkish Donkey Eating Persian Shiite
Tofigh Iran Cartoon 1952
“By showing absurd films and publishing obscene articles, once again Turkey displays his animosity towards Iran.” (Media)
Poem:

“Where camel was priced at a penny,

Donkey has no value!”

- British Camel agitating the Turkic Donkey by sticking a needle up his butt.

- Turkic Donkey Efendi has Pan Turkism hernia of the balls!

- Public is pulling up his pants and walking away with toilet pitcher, after taking a dump!

- Turkic Donkey Efendi is eating Persian Public’s Shiite!

Public: Eh, eh eating too much Shiite (spewing propaganda),

Donkey doesn’t know the value of noql (Persian sugar-coated almond candy) and nabat (Persian rock candy)!
british-camel-and-turkish-donkey-eating-persian-shiite-tofigh-iran-cartoon1952.jpg

sitesinden alıntıdır.
 

Levent 16

Aktif Üye
22 Kas 2011
365
1,981
Semih Balcıoğlunun 5 ci sayfadaki karikatürünün konusu olan kitap Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun Panorama adlı romanının 1952 yılında Cumhuriyet gazetesinde tefrika edilen ikinci cildidir. Romanın ikinci cildinin konusu Türkedebiyatı.org sitesinde şöyle özetleniyor:

"Romanda geçen hadiseler yapılan inkılâp hareketlerinin sonrasını kapsamaktadır, halâ bu devrimlerin yıkılmış Osmanlı’ya yönelik bir hareket olduğunu sananlar vardı, bunlar yeni devleti geçici bir yönetim şekli gibi görüyor ve eski rejime geri dönmek ve hattâ eski rejimi daha da yobazlaştırmak istiyorlardı. Kısacası “inkılâp” sözcüğünün anlamını bilmeyenler vardı.

İnkılâp savunucularının en sağlamlarından olan milletvekili Halil Ramiz kafasında irtica yapısına bir yer bulamadığı için toplum içinde yalnız kalmaktadır. Atikler köyüne gidip orada Fazlı Bey denilen, nice oyunlarla parti başkanlığına gelmiş bir düzenbazın halkı sömürmesinden, haksız yere konutlara el koymasından rahatsız olmuş bunun üzerine avukat olan ve Fazlı Bey’e baş kaldıran tek köyün sözcüsü durumundaki Kenan Bey ile bu işleri sorgulamaya başlamıştır. Bunun üzerine genel sekreter tarafından azarlanacak ve istifasını verecektir ki bu hareketi onu tamamiyle yalnız bırakacaktır.

...

Yüreği vatan sevgisi ile çarpan Osman Nuri Bey namuslu bir memurdur, başarılı olmasına rağmen aksilikleri hiç terk edememişdir. Ailesini üzmek istemez ve kederlerini içine atar, lâkin yol geçecek diye evinin yıkılması ve girdiği işlerden çıkarılması üzerine kendini boğazın serin sularına teslim etmiştir. Bu hareketi eşi Seniye Hanımı çökertmiş, iki çocuğunu da evden soğutmuştur. Semra’nın ağabeyi Fuat kendine kitaplarla çevrili bir dünya yaratmıştır.

...

Memlekette kendini tepeden inme bir inkılâbın köksüz öncüleri sayan Ahmet Nazmi (felsefe öğretmeni) ve Cahit Halid (ticaret ofisi müdürü) gibi insanlardan ziyade Tahincizade Hacı Emin Efendi gibi fes yasağı ile evine kapanmış, irtica hareketinin başlamasını dört gözle bekleyen, farz olan namaz vakitleri arasında ikişer rekat daha kılan, eşini kölesi gibi kullanan yobazların sayısı daha ağır basıyordu.

Bu sıralarda Atatürk ölüm döşeğindedir ve sanki O yanına bu milleti de yatırmış gibiydi. O’nun sağlığını yakından takip edenlerin sayısı bi hayli yüksek olmasına rağmen O’nun yaptıklarının takipçisi yok denecek kadar azdı, yanında bir devrimi de götürüyordu Atatürk. Bu ortamdan rahatsız olanlar da vardı, Emin Efendinin oğlu Tahir CHP mensubuydu ve Ata ölünce hortlayacak olan yobazların tepkisinden oldukça rahatsız oluyor ve korkuyordu. On iki yılı evinde geçiren Hacı Emin’e göre bu yaslı ortam, okunan türkçe ezan, dışarda başı boş gezen kadınlar hep kutsal insan olarak gördüğü araplara karşı çıkışımızdan bize verilen cezalardı. Bu yobaz adam evinde kaldığı müddetde besleme kızı Fatma’ya göz koymuş ve ondan bir çocuk meydana getirmişti.

...

Toplumda bir alman hayranlığı baş göstermekteydi, Fuat’ın yakın dostları Cahit Halid ve Dr. Namık gibilerde görüş açılarını değiştirmişti, bu kişiler yapılan Alman Paktı ile sevince boğulmuştu, onlara göre ekonomi düzelecek hayatları rahat olacaktı. Tam bu sırada Rusya’ya yapılan bir saldırı memleketi perişan etmişti.

...

Memleketin hâli perişan olmuştu, inkılâlap kavramı, yirmi yedi yılllık istidbât devri diye anılıyorduve bu devire millî mücadele devri konulmuyordu. İnkılâp sanki buz üstüne yazılmış bir yazıydı. Bu değerli şey bize altın tepsi içinde sunulmuştu fakat biz ne tepsinin ne de o tepsideki varlığın değerinden bîhaberdik.

....

1946 seçimleri ile CHP Hükûmeti kurulmuştur, din dersleri okullara konmuş, Türkçe okunan ezan kaldırılmış ve imam hâtip liseleri açılmıştır. Emin Tahincioğlu (soyadı kanunu ile gelen bu soyadı da kabul etmemektedir) bunları bir aldatmaca olarak değerlendirmektedir. Bu sırada hacılara verilen inadiye isimli başlık Hacı Emin’i on iki yıl aradan sonra dışarı çıkartacaktır.

Semra zengin bir adamın metresi durumuna düşmüştür ve bu üzüntü annesini daha fazla ayakta bırakamaz, Fuat bu olaylarla iyice bunalmıştır ve kavga ettiği dostu Ahmet Namzi’nin evine gider, evde yaşadıkları tartışma sonucu dışarıda bir gezintiye çıkarlar ve içlerindeki nefreti bir tarikatın ayin yaptıkları türbeye girip boşaltınca tepeden inme inkılâbın bu köksüz öncüleri de hayata gözlerini yumarlar."

Romanın yazıldığı tarihten bu yana çok fazla birşey değişmemiş gibi görünüyor. Türkçe ezanın kaldırılmasına bir tek Celal Bayar'ın "Atatürk'ün ruhunu muazzep etmez miyiz?" diyerek karşı çıktığını tarih yazar. Halbuki o yılların Türkçe ezanı ne kadar da güzel ve ahenklidir.
 

dedo11

Onursal Üye
8 Nis 2013
1,892
5,365
Sayın ritvan ;

AKBABA okuma günlüğü : AKBABA OKU(YORUM) :



"Sene 1923... İstanbula Kuvayı Milliye girerken Akbaba çıkıyor.
Şimdi 1952 deyiz. O zaman yirmi yaşın içinde hayata çocuk gözlerle bakıyorduk. Artık o güzel mazi, otuz yılın gerisinde sislendi."

Başmakelede bir tür 1952 yılına dek akbaba'nın tarihini ve muhasebesini yapıyor. Serbest Fırka'yı eleştirdiğinde satışları 25 binden 2 bine düşüyor. Sonra 208 sayı çıktıktan sonra 1931 de kapanıyor ( bu dönemi pek bilemiyorum ) . 1934 te tekrar çıkmaya başlıyor. 1946 da tüm Türkiye DP'li kesilirken akbaba muhalefet edince bir kez daha bu kez 1949 da kapanıyor. 1952'nin 20 Mart'ında 1. Sayı olarak tekrar yayın hayatına başlıyor. Sahipleri : Yusuf Ziya Ortaç ve Orhan Seyfi Orhon) aralıklarla 1977'ye dek yayın hayatında devam ediyor...


"Bir İran gazetesinde çıkan karikatürü gördünüz mü? Kelimelerin anırdığı, çizgilerin çifte attığı bu resimde, Türkiye, Thames nehrinden su içen, Ay-Yıldız damgalı bir eşektir.
..........
Bence eşek, eşeklik eden insandan çok muhteremdir."
Bu satırlar da başmakalenin bulunduğu sayfada Orhan Seyfi Orhun imzası ile "Eşeklik!" başlığı altında çıkan yazısından...




4. Sayfada : "Öbür Dünya Röportajları /
Fatih ile mülakat..."


"Fatih hazretleri gülümsedi. Kensine hayatta olsaydı ve bu günkü teknik vasıtalar elinde bulunsaydı ne yapacağını sordum, şu cevabı aldım :
-- İki saatte bütün dünyayı fethedip barışı kurardım."
Dedo11 Yorumu : Çook gençken... Hep düşüncemde hayal ederdim. Bir dergi çıkarmak isterdim. Adı bile hazırdı. Adı "SÖYLEŞİ" olacaktı. Hatta yakınlarıma tiyo bile vermiştim. "Sadece yaşayanlarla değil , ölmüş olanlarla , hiç yaşamamış olanlarla bile söyleşi yapacağım..." Sanırım yukarıdaki alıntıyı neden aldığımı anlamışsınızdır.




".... İşte o geçen perşembelerin birinde elime Nurullah Ataç'ın bir makalesi geçti. Her cümlede altı yabancı , üç öztürkçe , dört tane de Arapça kelime olduğundan tekini bile anlıyamadım. Bizim Ali Nihat Tarlan'a Tahlil etmesini rica ettim. Zavallı Profesör yirmi dakika sonra Picasso'nun kübik resimlerine dönüverdi!."

Bu satırlar 9. Sayfadaki Verel ( Oktay Verel olmalı ) imzalı "Dil üzerine!" başlıklı yazıdan.

Dedo11 Yorumu : Bu satırları ben yeni tartışma başlatmak için değil ; betimlemenin ( tasvir ) güzelliği nedeniyle aldım...
Dil konusuna düşüncelerimden bazılarını daha önce de bir "OKU(YORUM)" da belirtmiştim.
1- Öztürkçeyi kötülemek için "uydurukça" denir.
a) Dil zaten uydurmadır. İnsan tarafından uzun zaman içinde toplumsal yaşamın bir gereği olarak sesleri yeni şekiller vererek ( uydurarak ) yaratmıştır.
b) Öztürkçe sanıldığı gibi rastgele , sallayarak türetilmiyor. Kullanılan sözcük önce köken bakımından çözümleniyor ( Arapça , Farsça , İngilizce , Fransızca, Urduca vb. ) sonra da Türkçe dilinde bunlara karşılık aranıyor. Türkçe biraz dilbilimden anlayanlar tarafından harika bir dil olduğu , ek alarak çoğalma gücünün sınırsız olmasının onu üstün kıldığını , söyler. Siz bakmayın Türkçe ile felsefe yapılmaz diyenlere , siz bakmayın Türkçe ile bilim yapılmayacağını söyleyen yönetici kademesinin zirvedekilerine..
c) Türk Dil Kurumundaki çalışmalar sonucu elde edilen sözcük topluma sunulur ; bu bir emir değil "öneridir" toplumda tutarsa kalır yoksa silinir gider.. Şöyle geçmişi incelerseniz tutan sözcüklerin de olduğunu , silinip gidenleri de olduğunu göreceksiniz.
d) Atatürk'ın geometri için ürettiği sözcükler var. Onları incelerseniz yukarıdaki tezlerimi göreceksiniz.
2- Günlük 150-200 kelime konuşanla 2000-2500 sözcükle konuşan insanın düşünme yeteneği bir değildir.
3- "İnsanın nasıl ki günlük kullandığı sözcük sayısı arttıkça düşünce gücü artıyor" ama bu saptama yeterli değil. Şöyle olmalı :
İnsanın günlük kullandığı anlamını bildiği ( köken anlamını ) sözcük sayısı arttıkça papağan olmaktan insan olmaya evrilir...
4- Arapçadan , Farçadan vb. dillerden dilimize geçirmeye çalıştığımız ve Osmanlıca ( sanki bu uydurma değilmiş gibi ) yazı ile Türkçe dil yapısı arasındaki çelişki ve uyuşmazlık nedeniyle bir garip şekil alarak geçip garabet sözcükler oluşmuş.
Türkçe sesleri yansıtamayan Arapça harfler ile uyuşması olanaksız. Düşünün Arapça alfabete 28 harften oluşuyor ve sadece iki adet sesli harf var. Oysa Türkçe sözcükler ancak bir sesli ile sesizin okunmasıyla hayata geçebiliyor. Olmuyor. Üç harf te Farçadan alınıyor. Etti mi 31 harfli uyduruk Osmanlıca ..... Arapça yazının sorunlarına bile değinmeyeceğim...
Şimdilik bu kadar...


Emeğine ve paylaşım isteğine teşekkür ederim...
 
Son düzenleme:

Pertev

Çeviri & Balonlama
1 Ara 2017
525
6,549

OSMANLICA MI? TÜRKÇE Mİ?​

Osmanlıca, Türkçe’dir. Bu coğrafyada yaşayan Türklerin ata lisanıdır. Bugünki lisandan farkı harfleridir. Bir de uydurukça kelimelerin bulunmamasıdır.

Osmanlıca, Türkçe’dir. Bu coğrafyada yaşayan Türklerin ata lisanıdır. Bugünki lisandan farkı harfleridir. Bir de uydurukça kelimelerin bulunmaması...
Türklerin, Müslümanlığı kabul etmeden evvel, iki çeşit alfabe kullandığı malumdur. Birisi, 38 harfli Göktürk alfabesidir. Sağdan sola yazılır. Runik harflerden müteşekkildir. 8.asırdan kalma Orhun Kitâbeleri bu harflerle yazılıdır. Bu Soğd asıllı alfabe, sadece elitler tarafından kullanılmış değildir. Nitekim Talas vadisinde, bir Türk köylüsünün taş üzerine yazdığı bir kitâbe bugüne kadar gelmiştir. Diğer Türk boylarına göre daha fazla yerleşik hayat yaşayan Uygurlar, 16 harflik bir alfabe kullanmışlardır. İranlı Mani’nin (215-256) tertip ettiği bu alfabe, Uygurlarca geliştirilerek kullanılmıştır. Bugün Uygur alfabesi olarak bilinen 16 harflik bu yazı, Göktürk alfabesi kadar gelişmiş değildir. Ancak kâğıt ve matbaayı bildikleri için, bu alfabe ile günümüze çok sayıda eser intikal etmiştir.

Kargacık burgacık
Sâmi/Arab yazısı, dünyanın en eski yazılarındandır. Bu hâliyle ilk kez Hazret-i İsmail’in kullandığı rivayet edilir. Hiyeroglif ve çivi yazısı dışındaki bütün yazıların menşei, bu alfabeye dayanır. Türkler, Müslüman olduktan sonra, Arab/İslâm yazısını kullandılar. İranlılar gibi, bunu lisanlarına adapte ettiler.
Arapça’da bulunmayan pe, çe ve je harfleri, bu iki kavmin alfabesinde mevcuttur. Asırlarca Arabî ve Fârisî kelimelerin de tabiî bir şekilde girişi sebebiyle, Arap yazısı, Türkçe’nin doğru bir şekilde yazılmasına imkân veren millî bir alfabe hâlini almıştır.
1 Teşrinisani (Kasım) 1928 tarihli ve 1353 sayılı Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun, Arap alfabesi denilen bin yıllık Türk harflerinin kullanılmasını yasaklamış; bu yasağa aykırı hareket edenlere cezâ getirilmiştir. Eski harflerle kitap, gazete, dergi, ilan, tabela yasaklanmıştır. Kraldan çok kralcılar, kütüphanelerden, şahısların ellerinden eski Türkçe eserleri toplayıp imha etmek suretiyle coşkularını göstermiştir. Milyonlarca kitap ve vesika, Peyami Safa’nın tabiriyle “inkılâp yobazları”nın gaddar ellerinde yok edilmiştir.
Kuleli Askeri Lisesi hocalarından merhum Şefik Can, talebeliğinde askeri lise kumandanı albay Cemal Bey’in, mektep kütüphanesindeki bütün eski yazılı kitapları harf inkılabı heyecanıyla bahçede kazdırdığı bir kuyuya doldurup yaktırdığını, kumandan ayrıldıktan sonra kendisinin ateşe atılıp iki tane kitabı kurtarabildiğini anlatır. (Hatıralar, s. 198)
“Kargacık burgacık” diye alay edilen Arap yazısının aksine, Latin alfabesi, Türkçe’deki pek çok sesi, meselâ sağır nun diye bilinen nğ harfini vermez; kaf ve kef ile ha, hı, he harfleri, yalnızca birer harf ile yazılır. Böylece zengin Türkçe hayli gerilemiş; yazıldığı gibi konuşulan fakir ve basit bir lisan olmuştur.

Kanunda bahsedilen Türk harfleri, Göktürk veya Uygur değil, düpedüz Latin harfleridir. Türk milletinin gönül rızasıyla benimsediği bin yıllık Arap alfabesi, Türk harfleri sayılmamış; ama halkın “kilise harfleri” diye andığı, hatta “Lâdin harfleri” diyerek aşağıladığı Latin harfleri, bir gecede Türk harfleri sayılmıştır.
Osmanlı Devleti bir imparatorluktur; çeşitli halklar kendi lisanlarını konuşur. Ama devletin yazışma lisanı, Türkçedir: Lisân-ı Türkî. 19. asırda doğan Osmanlıcılık cereyanı mensupları, buna Lisân-ı Osmânî adını vererek dil birliğini müdafaa etmişlerdir. İnkılâpçıların, Osmanlıca adını vererek, güya eski rejimin diğer unsurları gibi aşağılamak istediği Arap/İslâm yazısına yaşlılarımız, Eski Türkçe derlerdi.
Osmanlıcanın, Latin harflerine göre zorlukları vardır, avantajları da vardır. Bazı harfler yazılır, ama okunmaz; bazıları yazılmaz, ama okunur. Fransızca gibi Avrupa lisanları da yazıldığı gibi okunmadığı için, alfabeyi bilenler için bile doğru okunması çok zordur. Osmanlıca, bu dili bilen ve alışan bir kimse için matematik gibidir. Bazı formüller kafaya yerleştirildiği zaman iş kolaylaşır.
Harfler birbirine bağlı olduğu için stenografiktir; hızlı not tutmaya uygundur. Aziz Nesin’den Kenan Evren’e, umulmayacak kimseleri bu harflerle not tutarken gördük. Harfler yuvarlaktır, gözleri yormaz. Bu sebeple eskilerde gözlük takan sayısı azdı. Çeşitli yazı türleri çıkarılabilir, sanata elverişlidir. Şifreli yazı yapılabilir.
Sağdan sola yazıldığı için insan dengesine uygundur. İbrani, Süryani, Hind, Göktürk, Uygur, Japon ve Çin alfabeleri de sağdan sola yazılır. Bir tek Latin alfabesi soldan sağadır. Yemen’de, okuma ve yazmanın beraber öğretildiği bir usul sayesinde, okur-yazar olmayan yok gibiydi. 1862’den sonra kurulan ilkmekteplerde bu usul tatbik olundu.

Okur-yazar nisbeti
Cumhuriyet istatistikleri 1927’de okur-yazar nisbetini % 8,1 verir. Fakat 1903 Maarif Salnamesi’ne (yıllığına) göre, nüfusun %5’i ilkmektebe devam etmektedir. Şu halde yeni rejimin verdiği nisbet, sadece ilkmektebe devam edenler kadardır. Geriye kalan nüfusun yarısının daha evvel mektebe gittiği düşünülecek olursa, okur-yazar nisbeti %50’den aşağı olamaz. 1890’da okur-yazar nisbeti, Rusya’da % 17’dir. İspanya, %39; İtalya, %45; Belçika, %74; Fransa, %78; Amerika’da %89,3; İngiltere, %92 okuryazara sahiptir. Bizde okumuşların, 1911-1922 arası cephelerde eritilmesi bir yana; harf inkılâbı sayesinde “okur-yazar” kitle, bir günde “okumaz-yazmaz” hâle gelmiştir.
Türkiye’de okur-yazarların nüfusa nisbeti, 1935’de %15; 1960’ta %32; 1970’te %46’dır. Bu da yeni harflerin okur-yazar nisbetini arttırmakta yetersiz kaldığını gösterir. Nisbetin düşük olmasının sebebi, Arap alfabesinin zorluğu ve imkânsızlıklar değil; okuma-yazma istek ve ihtiyacının bulunmamasıdır. Zira normal zekâlı bir insan 3 ayda okuma ve yazmayı öğrenir. Arap alfabesinde bu müddet, Latin alfabesindekinden daha uzun değildir.
Nitekim İsmet İnönü hatıralarında (II/223) hülasaten der ki: Harf inkılâbının tek maksadı okuma yazmanın yaygınlaştırılmasını temin değildir. Kültür değişmesini kolaylaştırmaktır. Türk dilini ve milli kültürü kurtarmaktır. Halk ister istemez Arap kültüründen [yani Kur’an-ı kerim ve İslâmiyetten] kopacaktır. Yeni nesiller Arap kültürü ve dilinin tesirinden kurtulacaklardır. Zeki Velidi (Togan), Tarihte Usul kitabında der ki: “Latin alfabesinin kabul eylemeleri, Şarklıların, maneviyat sahasında dahi Batının rehberliği altında kalmalarını sağlayacaktır.”
Osmanlılar zamanında câmi olan her köy ve mahallede bir hoca, dolayısıyla bir ilkmektep vardır. Erkek ve kız çocukların buraya gönderilmesi mecburidir. Osmanlı yâdigârı binlerce yaşlı insan ile görüştüm; okur-yazar olmayana rastlamadım. Osmanlı coğrafyasında okur-yazarlık nisbetinin düşük olduğu iddiası, inkılâbı haklı göstermek için yapılmış normal bir propagandadır. Ama böyle diyen tarihçinin, devletçe neşredilen ve kendisinin de editörlerinden olduğu resmî istatistik kurumu verilerine bir daha göz atması tavsiye edilir.

Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci
 

Levent 16

Aktif Üye
22 Kas 2011
365
1,981
Sayın Pertev, Osmanlıca elbette Türkçeydi. Yalnız yazımı zordu. Ahmet Rasim bir yazısında muamelatı karıştırması nedeniyle Adana'nın imlasının değiştirildiğini yazar. Edirne ile karışıyor diye. Bu gibi örnekler çoktur. Kitapların yakılması vâki ise bu elbette iyi birşey değil. Harf İnkılabının en önemli nedeni modern bilimlerin ileri derecede uygulandığı bir dünyaya uyum sağlamaktı. Kaldı ki Arap kültürü yalnızca İslamiyetten ibaret te değildir. Kur'an'ı Türkçe'ye çeviren bir yönetime de İslamiyetten koparmak şeklinde bir isnad yanlıştır. Saygılar.
 

cagan73

Onursal Üye
17 Kas 2013
528
9,779
Bu tartışma da öncelikle harf devriminin ne olduğunu, neyi amaçladığını öğrenmemiz gerekiyor:

Bugün Arap alfabesini kullanan ve herhangi bir emperyalist ülkenin kulu, kölesi olmamış bir ülke göstermek mümkün değildir. Hatta soykırıma uğruyorlar.
Arap alfabesini kullanan ulusların tamamını toplayın küçücük ada ülkesi Japonya’nın ekonomisinin yarısına bile yaklaşamaz (Japon alfabesinin ne kadar zor olduğu görülürse asıl sorunun farklı olduğu daha net görünür)
Arap alfabesini kullanan ulusların endüstri devriminden sonra icat edip geliştirdiği tek bir şey bile yok.
Zengin olan Araplar paralarını emperyalist ülkelerin sattıklarına harcıyorlar, emperyalizmin kulu, kölesi olmuşlar.

Harf inkılabı olmasaydı ne olurdu? nun çok güzel bir cevabı var: Bugün hangi Türk acaba Arapça konuşulan bir ülkede daimi olarak yaşamak ister? Yaşantınızı bu şekilde hayal edebilirsiniz.

Harf devrimi işte bu geri kalmışlık öngörülerek yapılmıştır. Devrim, toplumun kültürünü geliştirmek, bilimsel ilerlemeleri, iktisadi bağımsızlığı sağlamak için yapılmıştır.
Elbette yüzlerce yıl boyunca, geri kalmışlık yüzünden kul olmaktan başka gayesi oluşmamış bir milletin, akla, bilime ve insan olmaya birkaç on yılda odaklanması beklenemez.
Hiçbir ulus kendi geçmişinden elbette utanmamalı fakat gelişmek ve köle olmamak amaçlanıyorsa tarihten ders almalı ve ona göre değişime açık olmalı.

Tarihten ders almak için yüzlerce kitap okunması gerekiyor. Okumak için çok fazla vakit yoksa kendi tarihimiz için elimizde müthiş bir derya var: “Halil İNALCIK”
Son olarak; geçmiş romantizmi iyi hissettirir ama çoğu zaman rasyonel olamayabilir.
 
Son düzenleme:

cagan73

Onursal Üye
17 Kas 2013
528
9,779

OSMANLICA MI? TÜRKÇE Mİ?​

Osmanlıca, Türkçe’dir. Bu coğrafyada yaşayan Türklerin ata lisanıdır. Bugünki lisandan farkı harfleridir. Bir de uydurukça kelimelerin bulunmamasıdır.

Osmanlıca, Türkçe’dir. Bu coğrafyada yaşayan Türklerin ata lisanıdır. Bugünki lisandan farkı harfleridir. Bir de uydurukça kelimelerin bulunmaması...
Türklerin, Müslümanlığı kabul etmeden evvel, iki çeşit alfabe kullandığı malumdur. Birisi, 38 harfli Göktürk alfabesidir. Sağdan sola yazılır. Runik harflerden müteşekkildir. 8.asırdan kalma Orhun Kitâbeleri bu harflerle yazılıdır. Bu Soğd asıllı alfabe, sadece elitler tarafından kullanılmış değildir. Nitekim Talas vadisinde, bir Türk köylüsünün taş üzerine yazdığı bir kitâbe bugüne kadar gelmiştir. Diğer Türk boylarına göre daha fazla yerleşik hayat yaşayan Uygurlar, 16 harflik bir alfabe kullanmışlardır. İranlı Mani’nin (215-256) tertip ettiği bu alfabe, Uygurlarca geliştirilerek kullanılmıştır. Bugün Uygur alfabesi olarak bilinen 16 harflik bu yazı, Göktürk alfabesi kadar gelişmiş değildir. Ancak kâğıt ve matbaayı bildikleri için, bu alfabe ile günümüze çok sayıda eser intikal etmiştir.

Kargacık burgacık
Sâmi/Arab yazısı, dünyanın en eski yazılarındandır. Bu hâliyle ilk kez Hazret-i İsmail’in kullandığı rivayet edilir. Hiyeroglif ve çivi yazısı dışındaki bütün yazıların menşei, bu alfabeye dayanır. Türkler, Müslüman olduktan sonra, Arab/İslâm yazısını kullandılar. İranlılar gibi, bunu lisanlarına adapte ettiler.
Arapça’da bulunmayan pe, çe ve je harfleri, bu iki kavmin alfabesinde mevcuttur. Asırlarca Arabî ve Fârisî kelimelerin de tabiî bir şekilde girişi sebebiyle, Arap yazısı, Türkçe’nin doğru bir şekilde yazılmasına imkân veren millî bir alfabe hâlini almıştır.
1 Teşrinisani (Kasım) 1928 tarihli ve 1353 sayılı Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun, Arap alfabesi denilen bin yıllık Türk harflerinin kullanılmasını yasaklamış; bu yasağa aykırı hareket edenlere cezâ getirilmiştir. Eski harflerle kitap, gazete, dergi, ilan, tabela yasaklanmıştır. Kraldan çok kralcılar, kütüphanelerden, şahısların ellerinden eski Türkçe eserleri toplayıp imha etmek suretiyle coşkularını göstermiştir. Milyonlarca kitap ve vesika, Peyami Safa’nın tabiriyle “inkılâp yobazları”nın gaddar ellerinde yok edilmiştir.
Kuleli Askeri Lisesi hocalarından merhum Şefik Can, talebeliğinde askeri lise kumandanı albay Cemal Bey’in, mektep kütüphanesindeki bütün eski yazılı kitapları harf inkılabı heyecanıyla bahçede kazdırdığı bir kuyuya doldurup yaktırdığını, kumandan ayrıldıktan sonra kendisinin ateşe atılıp iki tane kitabı kurtarabildiğini anlatır. (Hatıralar, s. 198)
“Kargacık burgacık” diye alay edilen Arap yazısının aksine, Latin alfabesi, Türkçe’deki pek çok sesi, meselâ sağır nun diye bilinen nğ harfini vermez; kaf ve kef ile ha, hı, he harfleri, yalnızca birer harf ile yazılır. Böylece zengin Türkçe hayli gerilemiş; yazıldığı gibi konuşulan fakir ve basit bir lisan olmuştur.

Kanunda bahsedilen Türk harfleri, Göktürk veya Uygur değil, düpedüz Latin harfleridir. Türk milletinin gönül rızasıyla benimsediği bin yıllık Arap alfabesi, Türk harfleri sayılmamış; ama halkın “kilise harfleri” diye andığı, hatta “Lâdin harfleri” diyerek aşağıladığı Latin harfleri, bir gecede Türk harfleri sayılmıştır.
Osmanlı Devleti bir imparatorluktur; çeşitli halklar kendi lisanlarını konuşur. Ama devletin yazışma lisanı, Türkçedir: Lisân-ı Türkî. 19. asırda doğan Osmanlıcılık cereyanı mensupları, buna Lisân-ı Osmânî adını vererek dil birliğini müdafaa etmişlerdir. İnkılâpçıların, Osmanlıca adını vererek, güya eski rejimin diğer unsurları gibi aşağılamak istediği Arap/İslâm yazısına yaşlılarımız, Eski Türkçe derlerdi.
Osmanlıcanın, Latin harflerine göre zorlukları vardır, avantajları da vardır. Bazı harfler yazılır, ama okunmaz; bazıları yazılmaz, ama okunur. Fransızca gibi Avrupa lisanları da yazıldığı gibi okunmadığı için, alfabeyi bilenler için bile doğru okunması çok zordur. Osmanlıca, bu dili bilen ve alışan bir kimse için matematik gibidir. Bazı formüller kafaya yerleştirildiği zaman iş kolaylaşır.
Harfler birbirine bağlı olduğu için stenografiktir; hızlı not tutmaya uygundur. Aziz Nesin’den Kenan Evren’e, umulmayacak kimseleri bu harflerle not tutarken gördük. Harfler yuvarlaktır, gözleri yormaz. Bu sebeple eskilerde gözlük takan sayısı azdı. Çeşitli yazı türleri çıkarılabilir, sanata elverişlidir. Şifreli yazı yapılabilir.
Sağdan sola yazıldığı için insan dengesine uygundur. İbrani, Süryani, Hind, Göktürk, Uygur, Japon ve Çin alfabeleri de sağdan sola yazılır. Bir tek Latin alfabesi soldan sağadır. Yemen’de, okuma ve yazmanın beraber öğretildiği bir usul sayesinde, okur-yazar olmayan yok gibiydi. 1862’den sonra kurulan ilkmekteplerde bu usul tatbik olundu.

Okur-yazar nisbeti
Cumhuriyet istatistikleri 1927’de okur-yazar nisbetini % 8,1 verir. Fakat 1903 Maarif Salnamesi’ne (yıllığına) göre, nüfusun %5’i ilkmektebe devam etmektedir. Şu halde yeni rejimin verdiği nisbet, sadece ilkmektebe devam edenler kadardır. Geriye kalan nüfusun yarısının daha evvel mektebe gittiği düşünülecek olursa, okur-yazar nisbeti %50’den aşağı olamaz. 1890’da okur-yazar nisbeti, Rusya’da % 17’dir. İspanya, %39; İtalya, %45; Belçika, %74; Fransa, %78; Amerika’da %89,3; İngiltere, %92 okuryazara sahiptir. Bizde okumuşların, 1911-1922 arası cephelerde eritilmesi bir yana; harf inkılâbı sayesinde “okur-yazar” kitle, bir günde “okumaz-yazmaz” hâle gelmiştir.
Türkiye’de okur-yazarların nüfusa nisbeti, 1935’de %15; 1960’ta %32; 1970’te %46’dır. Bu da yeni harflerin okur-yazar nisbetini arttırmakta yetersiz kaldığını gösterir. Nisbetin düşük olmasının sebebi, Arap alfabesinin zorluğu ve imkânsızlıklar değil; okuma-yazma istek ve ihtiyacının bulunmamasıdır. Zira normal zekâlı bir insan 3 ayda okuma ve yazmayı öğrenir. Arap alfabesinde bu müddet, Latin alfabesindekinden daha uzun değildir.
Nitekim İsmet İnönü hatıralarında (II/223) hülasaten der ki: Harf inkılâbının tek maksadı okuma yazmanın yaygınlaştırılmasını temin değildir. Kültür değişmesini kolaylaştırmaktır. Türk dilini ve milli kültürü kurtarmaktır. Halk ister istemez Arap kültüründen [yani Kur’an-ı kerim ve İslâmiyetten] kopacaktır. Yeni nesiller Arap kültürü ve dilinin tesirinden kurtulacaklardır. Zeki Velidi (Togan), Tarihte Usul kitabında der ki: “Latin alfabesinin kabul eylemeleri, Şarklıların, maneviyat sahasında dahi Batının rehberliği altında kalmalarını sağlayacaktır.”
Osmanlılar zamanında câmi olan her köy ve mahallede bir hoca, dolayısıyla bir ilkmektep vardır. Erkek ve kız çocukların buraya gönderilmesi mecburidir. Osmanlı yâdigârı binlerce yaşlı insan ile görüştüm; okur-yazar olmayana rastlamadım. Osmanlı coğrafyasında okur-yazarlık nisbetinin düşük olduğu iddiası, inkılâbı haklı göstermek için yapılmış normal bir propagandadır. Ama böyle diyen tarihçinin, devletçe neşredilen ve kendisinin de editörlerinden olduğu resmî istatistik kurumu verilerine bir daha göz atması tavsiye edilir.

Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci
 
Üst