CONAN ÖYKÜSÜ--SİYAH GÖZYAŞLARI 7, 8, 9. bölümler /Sprague De Camp, Lin Carter

hüseyin aksakal

Onursal Üye
Çeviri & Balonlama
7 Eyl 2010
773
5,727
Kdz. Ereğli
Dostlar, araya seçim girince son üç bölümü geciktirdik. Bekleyen olduysa affola. Şartsız şurtsuz, kayıtsız kuyutsuz, bir dost yüreğin armağanı olarak kabul ediniz.

İlk altı bölüm şu linklerde...


http://www.cizgidiyari.com/forum/hu...-2-3-bolumler-sprague-de-camp-lin-carter.html

http://www.cizgidiyari.com/forum/hu...-5-6-bolumler-sprague-de-camp-lin-carter.html

VE ÖYKÜNÜN SONUNA GELELİM:

7. YAŞAYAN ÖLÜLER SALONU​

Günler, geceler boyu, Siyah Akhlat Mabedi altındaki nemli bir zindanda yattı Vardanes.. Bağırdı, yalvardı, ağladı, sövdü ve dua etti ama donuk gözlü soğuk yüzlü bronz tolgalı muhafızlar bedensel ihtiyaçlarını gidermek haricinde onu kaale almadı. Sorularını da cevaplamadılar. Ne de rüşvet kabul ediyorlardı ki hayli şaşırtıyordu bu onu. Tipik bir Zamoralı olan Vardanes, zenginlik arzulamayan insanları güç tasavvur edebilirdi; yine de antik dilleri ve eski moda zırhlarıyla bu tuhaf adamlar, ihanet ödemesi olarak Turanlılardan aldığı gümüşe öyle az tamah ediyorlardı ki sikkelerle dolu eyer çantalarını bile hücresinin bir köşesine dokunmadan yatmaya bırakmışlardı.

Ancak ona iyi bakıyorlardı; yorgun bedenini yıkadılar, iltihaplı kabarcıklarını merhemlerle iyileştirdiler. Baykuş kızartması, pahalı meyveler ve tatlı etlerle muhteşem şekilde beslediler onu. Şarap bile verdiler. Vaktiyle başka hapishaneleri de gören Vardanes bunun ne kadar sıra dışı olduğunun algılıyordu. Onu, diye düşündü huzursuzca, boğazlamak için şişmanlatıyor olabilirler miydi?

Sonra, bir gün muhafızlar hücresine geldi ve onu çıkardı. Nihayet kim bilir müddeilerin hangi saçma ithamlarına cevap vermek üzere bir tür hâkim önüne çıkarılmakta olduğunu varsaydı. Özgüven yükseldi içinde. Merhameti o şişman eyer çantalarındaki gümüşle satın alınamayacak bir hâkimi hiç tanımamıştı!

Fakat bir hâkim veya nezaret yerine, kara ve dolambaçlı yollardan, önünde Cehennem kapısının ta kendisi gibi yükselen yeşilleşmiş bronzdan muazzam bir kapı önüne götürüldü. Bu kapı üç kat kilitli ve parmaklıklıydı ve bir orduya karşı koymaya yetecek kadar sağlamdı. Sinirli eller ve gergin yüzlerle, askerler büyük kapıyı açtı ve Vardanes’i içeri itti.

Kapı çınlayarak arkasından kapanırken, Zamoralı kendisini cilalı mermerden muhteşem bir salonda buldu. Derin, morumsu bir karanlığa boğulmuştu ve toz kaplıydı. Her tarafta tamir edilemez bir çürümenin, tedavi edilmez bir ihmalin kanıtları duruyordu. Merakla ilerledi.

Bu büyük bir taht odası mıydı, yoksa bir tür devasa mabet kanadı mı? Söylemesi zordu. Engin, karanlık salonda, uzun zamandır maruz kaldığı anlaşılan ihmal haricinde en acayip şey, yerde küme küme duran heykellerdi. Vardanes’in sıkıntılı beyninde şaşırtıcı bir soru ordusu yükseldi.

İlk gizem, heykellerin yapıldığı maddeydi. Salonun kendisi pürüzsüz mermerden yapılmışken, heykeller ne olduğunu çıkaramadığı bir tür donuk, cansız, gözenekli gri taştan yontulmuştu. Dokusu her neyse, kendi başına bile tiksinçti. Dokununca taş kadar sert olsa da sönmüş ahşap külüne benziyordu.

İkinci gizem, bu sanat harikalarını üreten ellerin bahşedildiği meçhul heykeltıraşın şaşırtıcı sanat yeteneğiydi. Canlı gibiydiler ve inanılmaz mertebede detaylıydılar. Giysi ve kumaşın her büklümü ve her kıvrımı gerçek kumaş gibi sarkıyordu; incecik saç telleri bile görülebiliyordu. Bu şaşırtıcı sadakat duruşlarına bile taşınmıştı. Ne kahramanca topluluklar, ne anıtsal ihtişam görülebiliyordu bu donuk gri, alçımsı malzemeden yontulan heykellerde. Düzinelercesi, yüzlercesi hayattaki pozlarında duruyordu. Şuraya buraya dağılmışlardı ve düzen filan yoktu. Savaşçılar, soylular, gençler, genç kızlar, eli ayağı tutmayan ihtiyarlar, iki büklüm acuzeler, al yanaklı çocuklar ve kucaklardaki bebelerin kopyaları halinde yontulmuşlardı.

Yüzlerin hepsinde ortak olan rahatsızlık verici şey, her heykelin kendi taş yüzünde katlanılmaz bir dehşet ifadesi barındırmasıydı.

Çok geçmeden, Vardanes, bu kara mekânın derinliklerinden hafif bir ses işitti. Birçok sesin karışımı gibiydi ama öyle hafifti ki hiçbir sözcüğü çıkaramadı. Bu heykel ormanında fısıldayan acayip bir diyapazon. Vardanes daha yakına sokuldukça, bütünü oluşturan seslerin özelliklerini ayırt etmeye başladı: yavaş, yürek burkan hıçkırıklar, alçak acı inlemeleri, dua edenlerin bulanık mırıltıları, kahkahalar, monoton küfürler. Bu sesler elli boğazdan çıkıyor gibi geliyordu ama Zamoralı hiç birinin kaynağını bulamadı. Etrafa dikkatle bakmasına rağmen, kendi ve binlerce heykel hariç hiçbir şey göremedi bu yerde.

Alnı ve sıska yanaklarından ter süzüldü. İçinde meçhul bir korku yükseldi. Sadakatsiz yüreğinin derinliklerinde, görünmez mahlûkların inlediği, hıçkırdığı, mırıldandığı ve iğrenç şekilde güldüğü bu yerden bin fersah mesafede olmayı diledi.

Sonra altın tahtı gördü. Salonun ortasında heykel kafalarının üstünde yükseliyordu. Vardanes tamahla altın parıltısına baktı. Taş ormandan ona doğru ağır ağır ilerledi.

O pahalı tahtta bir şey oturuyordu—uzun zaman önce ölmüş bir tür kralın kurumuş mumyası mı? Kurumuş eller çökmüş bir göğsün üstüne kenetlenmişti. Boğazından topuğuna dek, ince bedeni tozlu kefenlere bürülüydü. Dünya dışı güzellikte bir kadın çehresi işlenmiş ince, dövme altın levhadan yapılmış bir maske vardı yüzünde.

Bir tamah sızısı Vardanes’in kısık nefesini hızlandırdı. Korkularını unuttu, zira o altın maskenin kaşları arasında, muazzam bir kara safir, üçüncü bir göz gibi parlıyordu. Bir prensin fidyesi ederinde muazzam bir mücevherdi bu.

Tahtın dibinde altın maskeye tamahkâr gözlerle baktı Vardanes. Gözler sanki uykuda gibi kapalı yontulmuştu. O sevimli altın yüzdeki uyuşuk dolgun dudaklı ağız, tatlı tatlı uyuyordu. Ona doğru uzanırken, kocaman kara safir, ihtiraslı ateşlerle ışıldıyordu.

Zamoralı titrek parmaklarla maskeyi kaptı. Altında kahverengi, kuru bir surat vardı. Yanaklar çökmüştü; eti sert, kuru ve kayış gibiydi. O ölü kafadaki çehrenin habis ifadesinden ürperdi.

Sonra mumya gözlerini açtı ve ona baktı.

Bir çığlıkla, duyarsızlaşan parmaklarından maskeyi tangır tungur mermer döşemeye düşürerek gerisingeri sendeledi. Kurukafa yüzdeki ölü gözler habis bir edayla onunkilere dikildi.

Yaratık, o anda üçüncü gözünü açtı…


8. GORGON’UN YÜZÜ

Conan koca bir orman kedisi gibi, tozlu, gölgeler basmış geçitlerde sinsice ilerleyerek gri heykeller salonunu adımladı. Loş ışık, kocaman, becerikli avcundaki güçlü kılıcının keskin ağzından yansıyordu. Gözleri bir taraftan öbür tarafa dönüyordu ve ense tüyleri diken dikendi. Bu yer ölüm kokuyordu; korkunun pis kokusu durgun havayı ağırlaştırıyordu.

İhtiyar Enosh’un, ona bu aptalca macerayı telkin etmesine nasıl izin vermişti? Kendini ne mukadder kurtarıcı olarak sayıyordu ne de dişi iblisin ölümsüz lanetinden Akhlat’ı kurtarmak için tanrıların yolladığı mübarek bir kişi. Tek niyeti kızıl intikama dairdi.

Fakat bilge ihtiyar şeyh, birçok şey söylemiş, belagati de bu tehlikeli görevi üstlenmeye ikna etmişti onu. Enosh belalı barbarı bile ikna eden iki olguya işaret etmişti. Bunlardan birincisi, bir kez bu ülkeye girdikten sonra Conan oraya kara büyüyle bağlanmıştı ve tanrıça öldürülene dek ayrılamazdı. Diğeri ise Zamoralı hain eğer önlenmezse yakında hepsini öldürecek tanrıçanın Siyah Mabedi altına ölümle yüzleşmek üzere mahpustu.

Böylece Enosh’un ona gösterdiği gizli yer altı yolları vasıtasıyla gelmişti Conan. Bu engin, kasvetli salonun duvarındaki gizli bir kapıdan girmişti, zira Enosh Vardanes’in tanrıçanın önüne ne zaman gittiğini biliyordu.

Zamoralı gibi Conan da gri heykellerin hayret verici gerçekçiliğine dikkat etti; ama Vardanes’ten farklı olarak o bulmacanın cevabını biliyordu. Gözlerini etrafındaki taş yüzlerdeki dehşet ifadesinden başka tarafa çevirdi.

O da işitti kederli inleme ve ağlamaları. Sağlam, çok sütunlu salonun merkezine yaklaştıkça, hıçkırıklar netleşmeye başladı. Altın tahtı ve üstündeki kuru yaratığı gördü ve sessiz adımlar üstünde parlak tahta sokuldu.

Yaklaşırken bir heykel ona seslendi. Şok neredeyse elini ayağını boşandırdı. Teni karıncalandı, kaşından ter boşandı.

Sonra çığlıkların kaynağını gördü ve yüreği tiksintiyle vurdu. Çünkü tahtın etrafındakiler daha ölmemişti. Boyna dek taşlaşmışlardı ama kafalar hala yaşıyordu. Meyus yüzlerdeki kederli yüzler sağa sola dönüyor, kuru dudaklar kılıcının bu neredeyse —ama tamamen değil—taşlaşmış yaratıkların canlı beyinlerine gömülmesi için dua ediyordu.

Sonra Vardanes’in iyi tanıdığı sesinden bir çığlık işitti. O öcünü alamadan tanrıça düşmanını öldürmüş müydü? Tahtın yan tarafına doğru atıldı.

Orada korkunç bir manzarayla karşılaştı gözleri. Vardanes gözleri dışarı uğramış, dudakları telaşla kıpırdayarak duruyordu tahtın önünde. Conan’ın kulağına taş gıcırtısı geldi ve Vardanes’in bacaklarına baktı. Zamoralının ayaklarının zemine değdiği yerde, gri bir solgunluk usulca bacaklarına doğru yükseliyordu. Conan’ın bakışları önünde ılık et ağarıyordu. Gri dalga Vardanes’in dizlerine varmıştı; fakat daha Conan bakarken Zamoralının baldırları kül grisi taşa dönüştü. Vardanes yürümeye çabaladı ama yürüyemedi. Gözleri tuzağa düşmüş bir hayvanın yalın korkusuyla Conan’a bakarken, sesi bir feryat halinde yükseldi.

Tahttaki yaratık alçak, kuru bir gaklamayla güldü. Conan izlerken, iskelet kollarındaki ve buruşuk boynundaki ölü, kurumuş et kabardı, pürüzsüzleşmeye başladı; ölü, kayış gibi bir esmerlikten, yaşamın taze tonlarına doğru kızıllaştı. Vardanes’in bedeninden çektiği yaşam enerjisinin her yudumuyla, Gorgon’un bedeni yaşam dolmaya başlıyordu.

“Crom ve Mitra!” diye soludu Conan.

Beyninin her zerresi yarı taşlaşmış Zamoralıya odaklanan Gorgon, Conan’ı kaale almadı. Şimdi bedeni dolgunlaşıyordu. Kızıllaştı; kalça ve belindeki hafif yuvarlaklık donuk kefeni gerdi. Kadın memeleri ince kumaşı gererek kabardı. Güçlü, körpe kollarını uzattı. Nemli kızıl ağzı başka bir kahkaha ciyaklamasıyla—bu kez dolgun bedenli bir kadının melodik, şehvetli kahkahası—açıldı.

Taşlaşma dalgası Vardanes’in kalçalarına dek sürünmüştü. Tanrıça Vardanes’i tahtın yakınında yarı taşlaşmış halde mi tutardı, yoksa posasına dek suyunu çeker miydi bilmiyordu Conan. Zamoralı genç ve diriydi; yaşam gücü vampir tanrıça için nefis bir mahsul olsa gerekti.

Taşlaşma dalgası soluk soluğa göğsüne yükselirken, Zamoralı başka bir çığlık—Conan’ın insan dudaklarından işittiği en ürkütücü ses—attı. Conan’ın tepkisi içgüdüsel oldu. Saldıran bir panter gibi tahtın arkasında gizlendiği yerden atıldı. Vururken ışık kılıcının ağzından yansıdı.

Vardanes’in kellesi gövdesinden sıçradı ve bir et şapırtısıyla mermer zemine düştü.

Darbeyle sarsılan beden sallandı ve düştü. Yere gürültüyle çarptı, taşlaşmış bacakların çatladığını, parçalandığını gördü Conan. Taş parçaları dağıldı, taşlaşan etteki çatlaklardan kan boşandı.

Böyle öldü hain Vardanes. Öç arzusuyla mı vurduğunu, yoksa biçare bir yaratığın acısına son vermek için bir acıma dürtüsünün mü darbeyi sevk ettiğini bilemedi Conan.

Conan tanrıçaya döndü. Belli bir maksadı olmaksızın, gayri ihtiyari onunkilere kaldırdı gözlerini.


9. ÜÇÜNCÜ GÖZ

Yüzü insanüstü bir güzellik maskesiydi; yumuşak, nemli dudakları olgun bir meyve gibi dolgun ve kızıldı. Parlak, abanoz saçı, arasına yuvarlak meme ayları sokulmuş ipekten gece dalgaları halinde dökülüyordu parlak, inci omuzlara. Güzelliğin ta kendisiydi—kaşları arasındaki iri, kara küre olmasa.

Üçüncü göz Conan’ın bakışıyla buluştu ve onu olduğu yere mıhladı. Bu oval küre herhangi bir insan görme organından büyüktü. İnsan gözündeki gibi gözbebeği, iris ve ak halinde bölünmemişti; hepten siyahtı. Conan’ın bakışı onun içine batmaya, karanlığın sonsuz deryasında kaybolmaya başlar gibi oldu. Vecd içinde, kılıcını elinde unutarak baktı. Yıldızlar arasındaki uzayın ışıksız deryası kadar siyahtı bu göz.

İçine yuvarlanıp düştüğü siyah, dipsiz bir kuyu kenarında duruyor gibi geliyordu şimdi. Aşağıya, bronz sisler arasında aşağıya; mutlak bir karanlığın engin, soğuk gayya kuyusuna düşüyordu. Anladı ki derhal gözlerini çevirmezse, arz üzerinden ebediyen yitip gidecekti.

Korkunç bir irade çabası sarf etti. Kaşından ter boşandı; kaşları bronz teni altında yılan gibi kıvrıldı; derin göğsü kabardı.

Gorgon güldü—içinde soğuk, zalim bir alayla alçak, melodik bir ses. Conan canlandı ve öfke içinde yükseldi.

Bir irade kabarışıyla gözlerini o siyah küreden kopardı ve kendini yere bakarken buldu. Zayıf, başı dönerek ayakta sallandı. Dik duracak güç için savaşırken ayaklarına baktı. Crom’a şükür soğuk kül rengi taştan değil hala sıcak ettendi! Gorgon’un bakışıyla büyülenerek durduğu uzun an, sadece kısa bir süreydi; taş dalgasının tenine sürünmesi için fazla kısa.

Gorgon yeniden güldü. Taranmamış saçlı başını eğişiyle birlikte Conan onun iradesinin düğümleyen çekimini algıladı. Kirişli boyun adaleleri başını bükük tutma gayretinden kabardı.

Hala yere bakıyordu. Önünde, mermer kaldırımda, üçüncü göz olarak tasvir etmek üzere yerleştirilen dev safir mücevheriyle ince altın maske duruyordu. Ve birden anladı Conan.

Bu kez bakışını kaldırırken kılıcını da onunla savurdu. Şimşek gibi çakan bıçak tozlu havayı yardı ve tanrıçanın alaycı yüzünü— üçüncü gözü ikiye bölerek—buldu.

Tanrıça kıpırdamadı. Üstün güzellikle iki normal gözüyle zalim savaşçıya sessizce baktı; yüzü boş ve beyazdı. Bir değişim çöküyordu üstüne.

Gorgon’un üçüncü gözünün enkazından, insanüstü mükemmellikte çehreye koyu renkli bir mayi aktı. Kara gözyaşları gibi, yavaş bir buğu damlası düştü bölünen organdan.

Sonra yaşlanmaya başladı. Kara sıvı yarık küreden döküldükçe, çağların çalınmış yaşam gücü de bedeninden çekiliyordu. Teni karardı, bin kırışıklıkla katılaştı. Kurumuş gerdanlar peyda oldu çene altında. Parlak gözler feri ve uysallığını yitirdi. Muhteşem memeler sarktı, buruştu, pürüzsüz uzuvlar cılızlaştı. Uzun bir an boyunca, ufak tefek, inanılmaz bir acuzenin cüceleşmiş, kurumuş bedeni yalpaladı tahtın üstünde. Sonra et kâğıt kırıntıları ve çürümüş kemikler halinde çürüdü. Conan izlerken, renksiz bir kül tozu halinde ufalanan gövde, döşemeye deri kırıntılarından bir tabaka saçarak çöktü.

Uzun bir iç çekişi dolaştı salonu. Sanki karanlık ışığı solduran yarı şeffaf kanatlar geçiyormuş gibi kısa süre karardı. Sonra kayboldu; onunla birlikte çağlar yaşındaki kasvetli tehdit havası da kayboldu. Oda, doğaüstü dehşetten mahrum, sadece ihmal edilmiş, tozlu, eski bir odaya dönüşüyordu.

Heykeller ebedi taş mezarlarında sonsuza dek uyuyordu artık. Gorgon bu boyuttan giderken, yaşayan ölüleri korkunç bir yaşam taklidi halinde tutan da dâhil olmak üzere büyüleri bozulmuştu. Conan tahtı, toz tabakası ve bir vakitler cesur, hayat dolu bir Zamoralı savaşçı olan kellesiz heykelin parçalarıyla kaplı bırakarak dönüp gitti.


“Bizimle kal Conan!” Zillah alçak, yumuşak bir sesle yalvardı. “Artık lanetten kurtulduğumuza göre Akhlat’ta senin gibi biri için yüksek mevkide görevler olacak.”

Kızın sesinde saygın bir muhaciri sivil bir yeniden inşa davasına kaydetmekten daha şahsi bir şey algılayarak güçlükle sırıttı. Sıcak, erkeksi gözlerinin araştıran bakışlarından utanan kızın yanakları al al oldu.

Lord Enosh da kızının yalvarışlarına kibar sesini ekledi. Conan’ın zaferi yaşlı adama yeni bir gençlik ve zindelik katmıştı. Adımındaki yeni sağlamlık, sesinde yeni bir buyurganlıkla dimdik, boylu boyunca duruyordu. Cimmerialıya zenginlik, onur, mevki ve yeni doğan kente bir iktidar makamı teklif etti. Enosh, Conan’a bir damat gözüyle bakacağını bile ima etmişti.

Fakat sundukları sakin, yavan, saygıdeğer yaşamın ona yaramayacağını bilen Conan, tüm teklifleri reddetti. Seneleri savaş alanında, dünyadaki kentlerin meyhane ve kerhanelerinde geçirmiş birinin dudakları, kibar cümleleri öyle kolay edemezdi. Fakat kaba barbar doğasının elverdiğince kibar bir üslupla ev sahiplerinin ricalarını reddetti.

“Hayır, dostlar,” dedi. “Barış görevleri Cimmerialı Conan’a göre değil. Yakında sıkılmaya başlarım ve can sıkıntısı başladığında birkaç tedavisini bilirim; içmek, savaşmak yahut bir kız kaçırmak. Artık gücünü yeniden toplamak için barış ve huzur arayan bir şehir için iyi bir yurttaş doğrusu!”

“Demek gideceksin Ey Conan, artık büyü bariyerleri de çözüldüğüne göre?” diye sordu Enosh.

Conan omuz silkti, bir elini kara yelesinde gezdirerek güldü. “Crom adına, muhterem bayım, bilmiyorum! Tanrıçanın uşaklarının Vardanes’in atını besleyip sulaması benim şansıma. Gördüğüm kadarıyla Akhlat’ta at yok—sadece eşekler—benim gibi iri bir adam da tozda sürüklenen topuklarıyla, uykulu küçük bir sıpa üstünde aptal gibi görünürdü!

“Sanırım yolumu güneydoğuya çevireceğim. Orada bir yerlerde hiç bulunmadığım Zamboula kenti var. İnsanlar onun lüks hayat ve şarabın özgürce aktığı zengin bir eğlence ve cümbüş kenti olduğunu söylüyor. Zamboula’nın hazlarını tatmak, hangi heyecanları sunduğunu görmektir niyetim.”

“Ama bizden dilenci kadar yoksul ayrılmana gerek yok!” Enosh itiraz etti. “Sana çok şey borçluyuz. Bırak da çabaların için sahip olduğumuz altın ve gümüşten biraz verelim.”

Conan başını salladı. “Hazineni kendine sakla Şeyh. Akhlat hiç zengin bir metropol değil. Tacir kervanları Kızıl Diyar’dan yeniden gelmeye başladığında paranıza ihtiyacınız olacak. Artık su tulumlarım dolu ve bol bol erzakım var, şimdi ayrılmalıyım. Bu kez Shan-e-Sorkh’ta rahat rahat seyahat edeceğim.”

Son, enerjik bir vedayla eyere atladı ve vadiden tırısla çıktı. Arkasından bakarak durdular. Enosh mağrurca ama Zillah yanaklarında gözyaşlarıyla. Çok geçmeden gözden kayboldu.

Kumulların tepesine varırken Akhlat’a son bir bakış için siyah kısrağı durdurdu Conan. Sonra Boşluk’a sürdü. Küçük hazinelerini kabul etmediği için bir aptaldı muhtemelen. Fakat tokatladığı Vardanes’in eyer çantalarında bundan bol bol vardı. Sırıttı. Niye kaypak bir tacir gibi birkaç shekel uğruna ağız dalaşı etsindi ki? Bu insanı bir süreliğine iyi, erdemli yapmaya kâfiydi. Bir Cimmerialıyı bile!

SON...​

Not: Bu öykünün devamında, Robert E. Howard'ın yazdığı, benim çevirdiğim Conan kitabında da bulunan "Zamboula'da Gölgeler" öyküsü bulunuyor.
 

Dedecan 61

Süper Üye
25 Şub 2019
1,781
4,506
Sağol üstat çok güzel öyküler ve çok güzel seriler..Filmide güzeldir ayrıca eline sağlık +
 

yeryüzü

Yönetici
3 Eki 2011
17,039
75,338
hiçbiryerde :)
Bence fantastik edebiyatın en güzel
ve şiirsel hikayelerini yazmış Robert
E. Howard... Eline sağlık Hüseyin
Aksakal üstadım. Harika çevirilerle
bu maceraları okumak ayrı bir zevk.
Teşekkürler, sevgi ve saygılarımla.
 

Shoryuken

Yönetici
9 Nis 2013
4,043
20,204
Kamlançu
Worde kopyaladım, ne olur ne olmaz :)
Teşekkür ederim Hüseyin abi, Türkçeyi çok güzel kullanıyorsunuz, çevirileriniz adeta şiir gibi, maşallah diyeyim de göz değmeyeyim :)
2. kitabı da bekliyoruz artık...
 

abolardis

Onursal Üye
12 Şub 2011
6,630
24,325
Yeni kitabın çıkmasını bende sabırsızlıkla bekliyorum.
Bu değerli çalışmalarınız için çok teşekkür ederim.
---------------------------------------
Yeşilçamdan :
Hoşgeldin yabancı !...
 

hüseyin aksakal

Onursal Üye
Çeviri & Balonlama
7 Eyl 2010
773
5,727
Kdz. Ereğli
Bu hikaye Robert E. Howard öyküsü değil. Lyon Sprague de Camp ve Lin Carter işbirliğiyle yazılmış. Anlayacağınız hazırladığımız seçkide yeri yok. Yayın haklarını Gece Kitaplığı'na beş yıllığına devrettiğimden REH Conan'larını paylaşamıyorum. Fakat geçenlerde bir Turlogh Dubh O'Brien öyküsü paylaştım. Conan'daki özlemi de böyle gidermeye çalışıyorum.

Conan 2. cilt için sürecin uzamayacağını umuyorum. Bu sıralarda prova PDF'sinin tarafıma ulaşmasını bekliyorum. Editörümüz kendi düzeltmelerini yapıp geri yollayınca, ben de bir hafta kadar üzerinde yeniden çalışıp klavye hatalarını minimize etmeye çalışacağım. Ondan sonrası çok hızlı oluyor. Conan severleri beklettiğimiz için üzgünüm ama inşallah beklediğinize değecek bir sonuç elde etmek istiyoruz. Baskı süreci netleştiğinde muhakkak bir başlık açarak bilgi vereceğim. Sevgilerle...
 
Üst