CONAN ÖYKÜSÜ--SİYAH GÖZYAŞLARI 1, 2, 3. bölümler /Sprague De Camp, Lin Carter

hüseyin aksakal

Onursal Üye
Çeviri & Balonlama
7 Eyl 2010
773
5,728
Kdz. Ereğli
SİYAH GÖZYAŞLARI

L. Sprague de Camp/Lin Carter

İlk olarak Conan the Wanderer 1968 baskısında yayınlandı​

Çevirenin notu: Robert E. Howard'ın Bir Cadı Doğuyor ve Zamboula Yamyamları öyküleri bu öyküyle birbirine bağlanıyor. Dokuz bölümlük bir öykü. Üç fasılda okuyacaksınız. Beğenmek, yorumlamak şart değil. İlgilenen tüm dostlara armağan olsun...


“Bir Cadı Doğuyor”da (Conan the Freebooter) aktarılan olaylardan sonra Conan Zuagir grubunu Turan kentleri ve kervanlarına saldırmak üzere doğuya götürür. Bu sıralarda otuz bir yaşındadır ve fiziksel gücünün zirvesindedir. Önce Olgerd’in yardımcısı, sonra da onların tek şefi olarak neredeyse iki yıl çöl Shemitleriyle kalır. Fakat azgın, enerjik Kral Yezdigerd, Conan’ın dürtmelerine süratle tepki verir; onu kıstırmak için güçlü bir birlik gönderir.




1. KAPANIN DİŞLERİ​

Öğle güneşi, kızgın gök kubbeden serpiyordu ışınlarını. Shan-e-Sorkh’un—Kızıl Boşluk—hoyrat, kuru kumları, dev bir fırının amansız ateşi içindeymiş gibi pişiyordu. Hiçbir şey hareket etmiyordu durgun havada; Boşluk’un kıyısından bir sur halinde yükselen alçak, çakıl kaplı tepeleri taçlandıran birkaç dikenli fundalık kıpırtısızdı.

Arkalarında yolu gözleyerek çömelen askerler de öyle.

Anasır-ı erbaanın bir tür ilkel çatışması, sarp yamaçta bir yarık açmıştı burada. Erozyon devirleri bu yarığı genişletmişti ama dik yamaçlar arasındaki dar bir geçit—pusu için mükemmel bir yer—oluşturuyordu yine de.

Tüm sıcak sabah saatleri boyunca, tepelerde gizlice uzanmıştı Turan askeri birliği. Zincir gömlek ve pullu zırh içinde terleyerek, ağrıyan kaba etleri ve sancıyan dizler üstünde çömeliyorlardı. İçinden söven komutanları Amir Boghra Han da uzun, rahatsız gece nöbetine katlanmıştı onlarla birlikte. Boğazı güneşte kavrulmuş deri kadar kuruydu; zırhın içinde bedeni pişiyordu. Bu melun ölüm ve yakıcı güneş diyarında, insan rahat rahat terleyemiyordu bile; kupkuru çöl havası, insanı bir Stygia mumyasının kurumuş dili gibi kupkuru bırakarak her nem damlasını hırsla içiyordu.

Şu anda Amir, gözlerini kırpıştırıyor, o ufak yansımayı yeniden görmek için ışığa karşı yan dönerek gözlerini ovuyordu. Kızıl bir kum tepesinin ardında gizlenen bir ileri devriye, aynasıyla güneşi yansıtıyor, tepelerde gizlenen şefine bir sinyal çakıyordu.

Bir toz bulutu görülebiliyordu şimdi. Tıknaz, kara sakallı Turanlı soylu sırıttı ve rahatsızlığını unuttu. Kalleş muhbiri onu satın alan rüşveti hakkıyla kazanmıştı anlaşılan!

Birazdan, uçuşan ak hilatlere bürünmüş, narin çöl atlarına binen uzun Zuagir savaşçı sıralarını seçebiliyordu Boghra Han. Çöl yağmacıları, atlarının nallarının yükselttiği toz bulutundan çıkarken, Turan Beyi uçuşan başlıklarının kuşattığı esmer, ince şahin yüzlü çehreleri dahi çıkarabildi—çöl göğü öyle berrak, güneş o kadar parlaktı. Memnuniyet genç Kral Yezdigerd’in özel mahzenlerinden kırmızı Aghrapur şarabı gibi köpürüyordu damarlarında.

Yıllar yılı Turan sınır boylarındaki kasabaları, ticaret merkezlerini ve kervansarayları—önce o kara yürekli Zaporoskalı haydut Olgerd Vladislav’ın komutası altında, sonra bir yıldan fazla süredir de halefi Conan liderliğinde—kasıp kavurmuş, soymuştu bu eşkıya çetesi. Nihayet köylerdeki o eşkıya çetesiyle dostluk kuran Turan casusları, bu grubun ayartılabilir bir üyesini—Zuagir değil, Vardanes diye bir Zamoralı—bulmuştu. Vardanes, Conan’ın devirdiği Olgerd’in kan kardeşiydi ve şefliği gasp eden yabancıdan intikam için yanıp tutuşuyordu.

Boghra dalgın dalgın sakalını çekiştirdi. Zamoralı hain, gülümseyen, gülen bir caniydi, bir Turanlı gönlüne göre de muhteremdi. Ufak tefek, ince, kıvrak, afili, yakışıklı ve genç bir tanrı kadar pervasız Vardanes, eğlenceli bir içki arkadaşı, müthiş bir savaşçı ama bir engerek kadar soğuk yürekli ve güvenilmezdi.

Zuagirler geçitten geçiyordu şu anda. Orada, öncülerin başında sıçrayan bir kara kısrak üstünde ilerliyordu Vardanes. Boghra Han hazır olmaları için adamlarını uyarmak üzere elini kaldırdı. Kapan kapanmadan, mümkün olduğunca çok Zuagirin geçide girmesini sağlamak istiyordu. Sadece Vardanes bırakılacaktı geçmeye. O kumtaşı duvarların ardına geçince, Boghra elini bir kesme hareketiyle indirdi.

“Gebertin itleri!” kalkarak gürledi.

Tıslayan oklardan bir selam günışığında ölümcül bir yağmur gibi eğik açıda yağdı. Bir saniye içinde bağıran adamlar ve sıçrayan atlardan bir karmaşaydı Zuagirler. Ok yaylımları arka arkaya taradı. Adamlar bedenlerinden büyüyle fışkırır gibi görünen tüylü okları tutarak düştü. Keskin dikenler tozlu böğürlerini keserken atlar kişnedi.

Toz, aşağıdaki geçidi gizleyen boğucu bir bulut halinde yükseldi. Bulut öyle yoğundu ki Boghra Han’ın pus içinde oklarını heba etmesinler diye okçularını bir an durdurmasına sebep oldu. O anlık tasarruf kaygısı da mahvı oldu. Zira hengâmeden, kargaşayı bastıran derin, böğüren bir ses yükseldi.

“Yamaçlardan yukarı; saldırın onlara!”

Bu Conan’ın sesiydi. Bir an sonra Cimmerialının dev bedeni, kocaman, azgın aygırı üstünde dik yamaçtan yukarı saldırtarak bizzat geliyordu. Başkası olsa, sadece bir aptal veya çılgın kayan kumlar ve ufalanmış kayadan dik bir yamaçtan doğruca düşmanının dişlerine saldırır diye düşünebilirdi ama Conan ikisi de değildi. Doğru, azılı intikam arzusu zapt edilmezdi ama zalim, esmer yüzü ve çatık siyah kaşları altında mavi alevler gibi içten içe yanan gözleri ardında, deneyimli bir savaşçının keskin zekâsı işliyordu. Çoğu zaman bir pusudan çıkışın tek yolun beklenmedik olanda yattığını biliyordu.

Turanlı askerler, bakarken şaşkınlıktan yaylarının gevşemesine izin verdi. Geçidin yan taraflarındaki sarp yamaçlardan tırmalayıp sıçrayan, zemini tozla kaplı kanyondan uluyarak çıkan çılgın bir Zuagir topluluğu, yaya ve atlı olarak dosdoğru üstlerine geliyordu. Bir an içinde çöl savaşçıları—Amir’in beklediğinden de fazlaydılar—palaları parlayarak, söverek, kana susamış savaş naraları atarak kükreyerek çıkıyordu zirveye.

Hepsinin önünde Conan’ın dev bedeni geliyordu. Oklar aslan adaleli gövdesine giydiği ışıl ışıl kara zırhı açığa çıkararak yırtmıştı ak hilatını. Karışık, kesilmemiş yelesi, çelik başlık altında hırpani bir sancak gibi dalgalanıyordu. Bir kaza oku uçuşan kefiyesini uçurmuştu. Gözü dönmüş bir aygır üstünde bir efsane iblisi gibi oturuyordu. Çöl halkının yatağanı değil, kocaman, çapraz kabzalı, enli bir batı kılıcı—ustası olduğu birçok silah arasında favorisi—kuşanmıştı. Yaralı yumruğunda bu fırıl fırıl dönerek ayna gibi parlayan çelik, Turanlılar arasında kızıl bir yol yardı. Kılıç çöl havasına kızıl damlacıklar saçarak inip kalktı. Her darbe şurada bir kafatasını ezip, burada bir kolu kopararak, üçüncü bir kurbanı yere serilmiş halde yüzükoyun savurarak zırh, et ve kemiği böldü.

Kısa, hızlı bir yarım saat sonunda her şey bitmişti. Erkenden kaçan birkaçı—ve liderleri—haricinde hiçbir Turanlı katledilmekten kurtulamadı. Yırtık giysisi, kanlı yüzüyle, topallayan, allak bullak olan Amir, ölü bir adamın hilatiyle çeliğindeki pıhtıyı silerek, soluk soluğa atında oturan Conan’ın önüne götürüldü.

Conan, düşmüş lorda, küçümser, acı bir alay karışmayan bir bakışla dikti gözlerini.

“İşte yeniden karşılaştık Boghra!” diye gürledi.

Amir inanmazca kırpıştırdı gözlerini. “Sen!” diye yutkundu.

Conan kıkırdadı. On yıl önce, genç, gezgin bir serseri olan Cimmerialı, Turan Paralı askerleri arasında görev yapmıştı. Bir subayın metresiyle ilgili küçük bir sorun yüzünden alelacele Kral Yıldız’ın sancağından ayrılmıştı—o kadar acele ki şimdi önünde şaşkın şaşkın duran Amir’e bir kumar borcunu ödeyememişti. O zaman, bir soylu evinin neşeli, genç bir evladı olan Boghra Han ve Conan, kumar masalarından, meyhanelere ve kerhanelere kadar birçok serüvende yoldaşlık etmişti. Şimdi, yıllarca yaşlandıktan sonra ise aynı Boghra, adını her nasılsa çöl bedevilerinin müthiş lideriyle hiç ilişkilendirmediği eski bir yoldaşı tarafından savaşta yenilmiş, şaşkın şaşkın bakıyordu.

Conan kısık gözlerle onu inceledi “Burada bizi bekliyordun değil mi?” diye homurdandı.

Amir’in omuzları sarktı. Eski bir içki arkadaşı olsa da, kanunsuz liderine bilgi vermek istemiyordu. Fakat Zuagirlerin tutsaklarından kanlı bilgi koparma metotlarına dair sürüyle zalim öykü işitmişti. Prenslere özgü yaşam yıllarında şişmanlayıp yumuşayan Turanlı subay, böyle bir baskı altında uzun süre sessiz kalamayacağından korkuyordu.

Şaşırtıcı şekilde işbirliği umursanmadı. Conan o sabah, Vardanes’in acayip şekilde öncü görevi talep ettiğini, tuzak kapanmadan hemen önce geçidin karşı ucunda atını ileriye doğru mahmuzladığını görmüştü.

“Vardanes’e ne kadar ödedin?” diye sordu Conan birden.

“İki yüz gümüş shekel...” Turanlı mırıldandı. Sonra kendi boşboğazlığına şaşırarak durdu. Conan güldü.

“Muhteşem bir rüşvet ha? Her Zamoralı gibi çürümüş kara kalbinin dibinde kalleşlik olan şu güler yüzlü hırsız. Olgerd’i yerinden etmemi hiç bağışlamadı.” Conan amirin eğik başına meraklı bir bakış yönelterek sustu. Tebessüm etti ama kabaca değil. “Hayır, kendine kızma Boghra. Askeri sırlarını ele vermedin; onları hileyle aldım senden. Askerlik şerefin el değmemiş halde dönebilirsin Aghrapur’a.”

Boghra hayretle başını kaldırdı. “Yaşamama izin mi vereceksin?” diye gakladı.

Conan kafa salladı. “Neden olmasın? Şu eski bahisten hala bir kese altın borçluyum sana. Bu yüzden bırak da borcumu böyle kapatayım. Fakat gelecek sefer Boghra, kurtlara nasıl tuzak kurduğuna dikkat et. Kimi zaman bir kaplan yakalayabilirsin!”


2. HAYALETLER DİYARI​

Shan-e-Sorkh’un kızıl kumlarında at sırtında iki günlük zorlu yolculuk ve çöl akıncıları hala haini yakalamamıştı. Vardanes’in kanını görmek için tutuşan Conan adamlarını iyice zorladı. Zalim çöl yasası, dostlarını ele veren kişilere Beş Kazıkta Ölüm öngörüyordu; Conan da Zamoralının o bedeli ödediğini görmeye kararlıydı.

İkinci günün akşamında, pas rengi kumlardan, bir tür harap, kadim bir kule kökü gibi yükselen çatlamış kumtaşı bir tepenin gölgesinde kamp kurdular. Conan’ın çöl güneşinden neredeyse simsiyah yanmış sert yüzü yorgunluktan çizgi çizgiydi. Tulumunu hayvanın burnuna koyarken, köpüklü dudaklarından salyalar akıtan atı tükenmişliğin eşiğinde kesik kesik soluyordu. Arkasında adamlar yorgun bacaklarını ve ağrıyan kollarını gerdiler. Atları suladılar ve vahşi çöl köpeklerini uzak tutmak için bir kamp ateşi yaktılar. Eyer çantaları çadır ve yemek pişirme edevatını kusarken, iplerin gıcırtısını işitti.

Kum, arkasındaki sandaletli bir ayak altında gıcırdadı. Dönünce, muavinlerinden birinin kırışık, sakallı yüzünü gördü. Başlığının katmanlarından kaçan yağlı, mavi kara zülüfleriyle, çakaleriği gözlü, kanca burunlu Shemli Gomer’di bu.

“Ne var?” diye homurdandı Conan, yorgun aygırı sert bir fırçanın uzun, ağır darbeleriyle tımar ederken.

Shemli omuz silkti. “Hala güneybatıya dümdüz bir yol izliyor,” dedi. “Kara kalpli iblis demirden yapılmış olmalı.”

Conan sertçe güldü. “Kısrağı demirden olabilir ama Vardanes değil. Kazıklara gerip bağırsaklarını akbabalar için yardığımızda göreceğin gibi et ve kandan o!”

Gomer’in üzgün gözleri bulanık bir korkuyla gölgelendi. “Conan bu takibe son versen olmaz mı? Her geçen gün, bizi sırf engereklerle akreplerin yaşayabildiği bu güneş ve kum diyarının daha derinine götürüyor. Dagon’un kuyruğu adına, eğer geri dönmezsek, kemiklerimizi sonsuza dek ağarmaları için burada bırakacağız!”

“Öyle değil,” diye homurdandı Cimmerialı. “Eğer birisinin kemikleri burada ağarmaya kalacaksa, bu Zamoralınınki olacak. Korkma Gomer; haini yakında yakalayacağız. Belki yarın. Bu sürati ebediyen koruyamaz.”

“Biz de öyle!” Gomer itiraz etti. Conan’ın için için parıldayan mavi bakışının yüzünü araştırdığını hissederek durdu.

“Fakat kalbini kurt gibi yiyen şey bu kadar da değil, öyle mi?” diye sordu Conan. “Konuş be adam, çıkarsana ağzındaki baklayı!”

Kapı gibi Shemli açıkça omuz silkti: “Şey, yok. Ben—adamlar algılıyor—” Sesi alçalarak kesildi.

“Konuşsana be adam, yoksa tekmeleye tekmeleye konuşturacağım!”

“Bu—Makan-e-Mordan bu!” Gomer patladı.

“Biliyorum. Şu “Hayaletler Mekanı”nı daha önce de duydum. Ne olmuş? Eski kocakarı masallarından korkuyor musun?”

Gomer mutsuz görünüyordu. “Onlar sadece masal değil Conan. Sen Zuagir değilsin; bu diyar ve dehşetlerini, uzun zamandır kırsalda yaşayan bizler kadar bilmezsin. Binlerce yıldır bu ülke lanetli, habis bir yer olageldi, ilerlediğimiz her saatte bu menfur diyarın daha da içlerine giriyoruz. Adamlar sana söylemeye korkuyor ama dehşetten yarı deli haldeler.”

“Çocukça batıl inançlarla demek istiyorsun,” diye hırladı Conan. “Hayalet ve goblin masallarından tir tir titrediklerini bilirim. Bu ülkenin öykülerini de duydum Gomer. Ama onlar yalnızca bebekleri korkutacak masallar; savaşçıları değil! Arkadaşlarına dikkatli olmalarını söyle. Gazabım, gelmiş geçmiş tüm hayaletlerden beterdir!”

“Ama Conan!”

Conan kaba bir sözcükle sözünü kesti. “Çocukça gece korkuların yeter Shemli! O Zamoralı hainin kanını alacağıma veya denerken öleceğime Crom ve Mitra adına yemin ettim! Eğer yol boyunca biraz Zuagir kanı saçmaya mecbur kalırsam bunu yapmakta tereddüt etmem. Şimdi kes gevelemeyi de, benimle bir şişeyi paylaşmaya gel. Boğazım bu lanet olası çöl kadar kuru ve tüm bu konuşma onu daha da kurutuyor.”

Gomer’in omzunu tokatlayan Conan, adamların dumanı tüten et, kuru incir, hurma, keçi peyniri ve deri şarap tulumu çuvallarını çıkardığı kamp ateşine ilerledi.

Fakat Shemli Cimmerialıya hemen eşlik etmedi. Conan’ı Khauran’ın surlarının dışında çarmıha gerilmiş bulduklarından beri, neredeyse iki yıldır, takip ettiği kabadayı şefinin arkasından bakarak uzun süre durdu. Conan, Özgür Yoldaşlar’ın Kothlu Voyvodası Şahin Constantius’la birleşen Cadı Salome tarafından tahtı gasp edilene dek, Khauran Kraliçesi Taramis’in hizmetinde bir muhafız yüzbaşısı olmuştu.

Conan, değişikliğin farkına vararak Taramis’in tarafını tutup yenildiğinde, Constantius onu kent dışında çarmıha germişti. Şans eseri Zuagir haydutlarının yerel çetesinin şefi Olgerd Vladislav yakınlardan geçiyordu ve yaralarından sağ kalırsa çetesine katılabileceğini söyleyerek Conan’ı çarmıhtan indirmişti. Conan sadece sağ kalmamış, aynı zamanda Olgerd’i de o günden beri yönettiği çeteden çıkaracak yetenekte bir lider olduğunu ispatlamıştı.

Fakat liderliğinin sonuydu bu. Akkharialı Gomer derin derin iç çekti. Conan son iki gün önlerinde at sürmüş, kendi zalim intikam arzusuna gömülmüştü. Zuagirlerin yüreklerindeki öfkeyi fark etmiyordu. Gomer biliyordu ki, Conan’ı sevmelerine rağmen, batıl korkuları onları isyan ve cinayetin kıyısına dek getirmişti. Cehennemin Kızıl Kapıları’na dek izleyebilirlerdi Cimmerialıyı—ama Hayaletler Diyarı’nın daha içlerine değil.

Shemli şefine tapıyordu. Fakat hiçbir tehdidin Cimmerialıyı intikam yolundan çeviremeyeceğini bildiğinden Conan’ı kendi adamlarının bıçaklarından korumak için tek yol düşünebiliyordu sadece. Ak hilatinin cebinden, yeşil toz dolu ufak, tıkaçlı, yeşil bir ilaç şişesi çıkardı. Onu avucunda gizleyerek, bir şarap şişesini paylaşmak üzere kamp ateşi yanındaki Conan’a katıldı.


3. GÖRÜNMEZ ÖLÜM​

Conan uyandığında güneş yükselmişti. Isı dalgaları çıplak kumlarda parıldıyordu. Gökler akkor olana dek ısıtılarak ters kapaklanmış bir pirinç kâseymiş gibi sıcak, durgun ve kuruydu hava.

Conan sendeleyerek dizüstü doğruldu ve zonklayan alnını tuttu. Ağrıyan kafatasına sanki odunla vurulmuş gibi hissediyordu.

Sersem sersem kalktı ve sallanarak durdu. Sulu gözlerini parıltıya karşı kısarak usulca etrafına bakındı. Bu melun, susuz diyarda yalnızdı.

Batıl inançlı Zuagirlere boğuk bir sesle sövdü. Birlik, tüm koşumları, atları ve malzemeleri de yanlarında götürerek kampı kaldırmıştı. İki keçi derisi su tulumu yanında duruyordu. Sabık dostlarının ona tüm bıraktığı zırh gömleği, hilati ve enli kılıcıydı.

Yeniden dizlerinin üstüne çöktü ve su tulumlarından birinin tıpasını çekti. Ilık sıvıyı etrafında döndürerek, iğrenç tadı ağzından temizledi ve şiddetli susuzluğu yarı yarıya yatışmadan tıpayı yerleştirerek idareli şekilde içti. Su tulumunu ağrıyan başına dikmeyi arzulasa da mantığı galebe çaldı. Eğer bu kumlu çölde kaybolduysa sağ kalmak için her damlaya ihtiyacı olacaktı.

Kör edici baş ağrısı ve melekelerinin mahmur halinde bile anlayabiliyordu ne olup bittiğini. Gomer’in uyarılarına rağmen varsaydığından da fazla korkuyordu Zuagirleri bu adı çıkmış ülkeden. Ciddi—belki de ölümcül—bir hata yapmıştı. Çöl savaşçılarının batıl inancının gücünü küçümsemiş, üstlerindeki kontrol ve hâkimiyetinin gücünü abartmıştı. Bulanık bir iniltiyle kendi küstah, öküz kafalı gururuna sövdü Conan. Daha alasını öğrenmeyecek olursa, günün birinde bu onun ölümü olabilirdi.

Belki o gün bu gündü. Uzun, duygusuz bir bakışla seçeneklerini tarttı. Zayıf görünüyordu. Kısa tayınlarla iki günlük su tedariki vardı—sınırları daha da zorlayıp, delirme riskine girerse üç. Yiyeceği ve atı yoktu ki tabana kuvvet demek oluyordu bu.

Eh, o da devam ederdi öyleyse. Ama nereye? Geldiği yoldan geriye oldu aşikâr cevap. Fakat o yöne karşı savlar da vardı. Bunlardan en anlamlısı mesafeydi. Son göletten ayrıldıktan sonra iki gün at sürmüşlerdi. Bir yaya en iyi ihtimalle bir atın ancak yarı hızında yol alabilirdi. Ona göre, geldikleri yoldan dönmek, hiç suyu olmadan en az iki tam gün yolculuk etmesi gerektiği demekti oluyordu…

Conan kafatasındaki zonklamayı unutmaya ve sarhoş yetilerinden bazılarını canlandırmaya çalışarak dalgın dalgın çenesini ovuşturdu. Gerisingeri gitmek en iyi fikir değildi, zira orada dört günlük yaya mesafesinden yakında su olmadığını biliyordu.

Kaçak Vardanes’in izinin, buradan ufka dek uzandığı ilerilere baktı.

Belki Zamoralıyı izlemeye devam etmesi gerekiyordu. Yol meçhul bir diyara gitse bile, ülkenin bilinmezliği olgusu lehte bir olguydu. En yakın kumulların hemen ardında bir vaha bulunuyor olabilirdi. Bunun gibi koşullar altında mantıklı bir karara varmak zordu ama Conan daha akıllıca görünende karar kıldı. Hilatini zırhlı bedenine kuşanıp, kılıcını omzuna çaprazlayarak su tulumları sırtına vura vura Vardanes’in izinden ilerledi.


Güneş, kızgın pirinçten bir göğe asılıydı hep. Pişmiş kızıl kum yüzeyi de yorgun argın yürüyen ufak, yavaş hareketli kişinin üstüne bakan kocabir tepegözün kaşı altındaki kızgın bir göz gibi parlıyordu. Güneşin batının alev alev cenaze ateşi üstünde ölmek üzere engin, boş gök kubbede süzüldüğü öğle sonralarını tercih etti. Sonra erguvan akşam, gölgeli kanatlarla gök kubbeye sokuldu ve uysal gölgeler ve hafif bir meltemle kutsanmış bir serinlik izi kumulların karşısına süründü.

O zamana dek, Conan’ın bacak kasları ağrı sınırını geçiyordu. Yorgunluk onların içindeki ağrıyı uyuşturmuştu, o da büyüyle canlandırılan taş sütunları andıran bacaklarla tökezleyerek ilerledi.

İri kafası güçlü göğsüne eğikti, Dinlenmeye ihtiyaç duyan ama en az sıkıntıyla en fazla mesafeyi şu akşam serinliğinde alabileceği bilgisiyle sevk edilerek uyuşmuş gibi ilerlemeyi sürdürdü.

Boğazı tozdan kabuk bağlamıştı; karayağız çehresi çöl kumundan bir maskeyle, kiremit rengine çalıyordu. Bir saat önce bir ağız dolusu içmişti ve Vardanes’in izini takip edemeyeceği kadar karanlık olana dek bir daha içmemesi gerekiyordu.

O gece düşleri abartılı ve karışıktı; kızıl kor zincirden kamçılarla üryan bedenine vuran hayvani kaşlar altındaki tek bir kızgın göz ve tüylü kâbus mahlûkatı doluydu.

Gözlerini kırpıştırarak uyandığında güneşin şimdiden yükseldiğini ve başka bir sıcak günün eşiğinde olduğunu keşfetti. Ayağa kalkmak acıydı. Sanki dokularına ufak iğneler saplanır gibi her kası zonkluyordu. Fakat azıcık içmek ve ilerlemek için kalktı.

Çok geçmeden zaman duygusunu kaybetti, fakat iradesinin yorulmaz araçları hala birbiri ardınca bocalayan adımlar atmaya sevk etti onu. Aklı hayali kuruntu yollarında dolaşıyordu. Fakat hala önündeki üç düşünceye tutunuyordu: nal izlerini takip etmek; suyu idareli kullanmak ve de ayakta kalmak. Eğer bir düşerse, yeniden kalkamayacağını biliyordu. Ve kavurucu gün esnasında bir düştü mü, kemikleri gelecek çağlar boyu bu kızıl boşlukların ortasında kuruyup ağaracaktı.
 

savok

Admin
30 Eki 2009
19,991
83,645
Kasımpaşa
Üstadım yine müthiş bir çalışma, ancak okumaya başlamadan önce konu başlığı "Kızıl Gözyaşları" ancak metin başlığı "Siyah Gözyaşları", belki de metnin içinde cevabı ama merak ettim şimdiden, sebebi nedir?
 

hüseyin aksakal

Onursal Üye
Çeviri & Balonlama
7 Eyl 2010
773
5,728
Kdz. Ereğli
Üstadım yine müthiş bir çalışma, ancak okumaya başlamadan önce konu başlığı "Kızıl Gözyaşları" ancak metin başlığı "Siyah Gözyaşları", belki de metnin içinde cevabı ama merak ettim şimdiden, sebebi nedir?

Eyvah eyvah... Hikayeni adı Siyah Gözyaşları'dır. Dalgınlıkla öyle yazmışım. Kendim düzeltemiyorum da...
 
Üst