YAĞMUR SEVENLER DERNEĞİ
Hava sabahtan bulutluydu. Daha öğleyin Kabataşa inerken gökyüzünde mısır patlağı bulutlar vardı. İskeleye inmiş, Kabataş iskelesinin tahta banklarından birine oturup, mısır patlağı bulutların ortasından mantar gibi büyüyüp yükselen bulutları seyretmişti. Akşama doğru Kadıköye geçip birkaç sahafa uğramış; tozlu, eskimiş kitap raflarının arasında dolanmış, eski bir kitabın ilk baskısını aramıştı. İnsan bir şeyi arar arar bulamaz da, günün birinde o aradığı şey birden karşısına çıkar. Çocuk gibi sevinir. Kitabı bulamamış, çocuk sevinci ileri bir tarihe kalmıştı. Alınmaya değecek başka bir kitap bulamayınca da, akşam vakti iskeleden tekrar vapura bindi. Kabataşa dönüp, iskelede bir saat kadar işsiz güçsüz oturdu. Gelen gideni seyretti, başbakan olup ülkeyi meselelerinden kurtardı, aradığı kitabın ilk baskısını düşündü. Hava kararırken kalkıp, bakkala manava uğramadan evin yolunu tuttu.
Çifte Vav yokuşunu yavaş yavaş çıkıp caddeye varıyor. Oturduğu apartmanın altında boş bir dükkan var, kiralık. Daha önce bir fotoğrafçı vardı, vitrininde gelin damat fotoğrafları. Bir daha kimsenin hiç bakmayacağı, bir kenara atılıp duracak fotoğraflar... Apartmana girerken her nedense istemeye istemeye bu fotoğraflara bakardı. Kadıköydeki bir sahafta bir karton kutu içinde bir çok fotoğraf görmüştü. Hepsi aile fotoğrafları... hepsi siyah beyaz. Toplantılar, anı fotoğrafları. Kimlerdi... Bu fotoğrafları kim neden satmıştı? Yoksa terekeden mi almışlardı? İnsanlar güle oynaya bu fotoğrafları çektirirken, günün birinde bir sahafta, gelen geçenin boş gözlerle baktığı bir karton kutuda satılacağını tahmin bile etmediler. Günün birinde bir fotoğrafı bir kutu içinde bir sahafta satılacak... Korkunç bir şey, dedi.
Apartmanın kapısı zor açılır, ağır, demir, süslü. Merdivenleri o yaştakiler için yorucu. Eve geldiğinde ilk radyoyu açardı. Evde bir ses olsun diye. Günlerdir televizyonu açmıyor; birtakım gürültülü, telaşlı müzikle birlikte "Aman beni seyret n'olur" diyen programlar, dertleri onu ilgilendirmeyen birbirine bağırıp çağıran öfkeli insanlar. Onları seyreden, belki de "Hamdolsun benden beteri var" diye avunan seyirciler...
Pencereden tıpır tıpır ses geldiğini duydu. Yağmur rüzgar başlamış. Yağmur damlaları camlarda zikzaklı yollar bulup, kesik kesik bir hareketle süzülüyor. Balkona çıkıyor. Geceyarısını geçiyor. Gökyüzü koyu gri. Balkondaki ufak masa ıslanmış. Siliyor. Katlanır sandalyeyi çıkarıyor. Mutfağa gidiyor. Dil peyniri bir tabakta. Litrelik şarap. Kırmızı. Gıcır gıcır yıkanmış bir bardak. Yağmur, soğuk rüzgar kendini gösteriyor. İçeriden bir battaniye alıyor. Karşısında upuzun cadde. Kimsesiz, karanlık, ıslak. Caddenin iki yanında sıralanmış sokak ışıklarını arkadaş gibi görüyor. Caddede ışıkların yansıması. Karşıdan biri geliyor. Kimbilir ne derdi var diyor. Belki nöbetçi eczane arıyor, diye düşünüyor. Bir araba ıslak caddeden 'cısss' diye ses çıkararak geçip gidiyor. İleride bir yerde havada mavi bir çizgi yanıp sönüyor. Buluttan buluta elektrik akıyor. Şimşeğin sesi bulunduğu yere gelmiyor.... Karşı apartmandan tabak çanak şakırtısı geliyor, bir odanın ışığı yanıyor.. mutfak olmalı. Işık az sonra sönüyor... Şarap bir bardaktan sonra ısıtıyordu.
Saim bey adında yaşlı bir tanıdığı vardı. Bir yerden emekliydi ama nereden? Saim bey şakır şakır nisan yağmurları altında şemsiyesiz dolaşırdı. Gökyüzü boşanır, Saim bey o yağmurun altında, üstünde bir gömlek, yavaş adımlarla yürür, sırılsıklam ıslanırdı. Saçak altına sığınmış insanlar şaşkın şaşkın bakardı. "Saim bey, derlerdi, neden şemsiye almadan dolaşıyorsunuz?" O da; "Nisan yağmurları şifadır, derdi, sizler de dolaşın, şifadır."
Bir ara Yağmur Sevenler Derneği diye bir dernek kurmak istediğinden bahsetmişti:
- Kurulsa da, derdi, üyeleri yağmur altında güle oynaya ıslansa. Hem üyelere "Şemsiye ve yağmurluk sahibi olmak yasaktır. Yağmur altında ıslanılacak, insanın paçalarından su akacak" şeklinde şart koşulacak, derdi.
Sonra da sorardı;
- Adını Şifalı Yağmurlar Derneği koysam mı? Bu ad daha mı iyi?
Saim bey yıldız falı bakardı. Eski Türkçe bir taş baskı kitabı vardı. Yıldızname. Sayfalarının kenarları yıpranmış, sayfalarında birtakım astronomik şekiller, çeşitli rakamlar, yazılar, şekillerin üzerinde ya kurşun kalemle ya da sabit kalemle çizilmiş çizgiler... Bir gün "Saim bey demişti, benim falıma bakar mısın?" Kitabı açmış, doğum tarihini sormuş, bir cetvelle bir şeklin üzerine açılar çizgiler çizmişti. "Bir lastik var mı?" demişti. Saim bey silgiye lastik derdi. Bir çizgiyi silip yeniden çizmiş, bakmış etmiş, kararını vermiş: "Yanında beş gram gümüş taşı" demişti.
Ertesi günü tanıdık bir antikacıya gidip, bir Sultan Aziz mecidiye, bir de 1963 Franklin Amerikan yarım doları almıştı. Saim bey uzun zamandır ortalıkta görünmüyor. Yıldıznamede ne gördü bilinmez. Ama iki gümüş para yıllarca cebinde şıkırdadı durdu.
Uykusu geliyor. Donuyor muyum diye düşünüyor. İnsanlar donarken uyku basarmış. Ama donmak için havanın sıfır derecenin altında olması gerekir diye kendince karar veriyor. Şarap şişesi yarılanmış. Gözleri kapanıyor. Gözlerini açık tutmak için kendini zorluyor. Gene kapanıyor. Bir ara gözlerini zorlukla açıyor. Karşısında babası. Elinde bir cam kase. Ortalık sirke kokuyor. Elindeki bir pamukla göğsüne sırtına sirkeyle zeytinyağı karışımı sürüyor. Bir kadın, "havale geçiriyor" diyor. Annesi. Yarı açık gözleri tekrar kapanıyor. Alevler görüyor. Minareler görüyor, âlemlerinde kıpkırmızı kuşlar. Yatağın toplanmış pamukları çocuk bedenine batıyor. Sağdan sola dönemiyor. Bir erkek sesi "kırkiki derece" diyor... korku... sonra birden yağmur başlıyor, alevler sönüyor... Bir ara yüzüne bir soğuk rüzgar çarpıyor. Gözlerini yavaşça açıyor. Rüya... Çocukluk hastalıkları dün gibi hep aklında...Ondan bu rüyayı gene gördüm, diyor. Bu rüya boyunca ne kadar uyudu?. Ufuk ağarmış; sarı ince bir çizgi. Sabahın ilk saatleri. Saate bakıyor. Altı otuz. Yağmur azalmış. Tüm tabiat, caddeler, sokaklar, binalar, ağaçlar, bahçeler gece boyunca yıkanmış, günlerin kirini, tozunu, pasını atmış. Bulut, yağmur, deniz... Hepsi su. Tüm insanlar topraktan yaratılmış olabilir... Ben sudan yaratılmışım, diyor.
Acaba Saim beyin bahsettiği Yağmur Sevenler Derneği daha sonra kuruldu mu?. Cebindeki gümüş mecidiyeyi yokluyor. Franklin yarım doları ne zaman kime sattığını düşünüyor.
Levent Suberk
Hava sabahtan bulutluydu. Daha öğleyin Kabataşa inerken gökyüzünde mısır patlağı bulutlar vardı. İskeleye inmiş, Kabataş iskelesinin tahta banklarından birine oturup, mısır patlağı bulutların ortasından mantar gibi büyüyüp yükselen bulutları seyretmişti. Akşama doğru Kadıköye geçip birkaç sahafa uğramış; tozlu, eskimiş kitap raflarının arasında dolanmış, eski bir kitabın ilk baskısını aramıştı. İnsan bir şeyi arar arar bulamaz da, günün birinde o aradığı şey birden karşısına çıkar. Çocuk gibi sevinir. Kitabı bulamamış, çocuk sevinci ileri bir tarihe kalmıştı. Alınmaya değecek başka bir kitap bulamayınca da, akşam vakti iskeleden tekrar vapura bindi. Kabataşa dönüp, iskelede bir saat kadar işsiz güçsüz oturdu. Gelen gideni seyretti, başbakan olup ülkeyi meselelerinden kurtardı, aradığı kitabın ilk baskısını düşündü. Hava kararırken kalkıp, bakkala manava uğramadan evin yolunu tuttu.
Çifte Vav yokuşunu yavaş yavaş çıkıp caddeye varıyor. Oturduğu apartmanın altında boş bir dükkan var, kiralık. Daha önce bir fotoğrafçı vardı, vitrininde gelin damat fotoğrafları. Bir daha kimsenin hiç bakmayacağı, bir kenara atılıp duracak fotoğraflar... Apartmana girerken her nedense istemeye istemeye bu fotoğraflara bakardı. Kadıköydeki bir sahafta bir karton kutu içinde bir çok fotoğraf görmüştü. Hepsi aile fotoğrafları... hepsi siyah beyaz. Toplantılar, anı fotoğrafları. Kimlerdi... Bu fotoğrafları kim neden satmıştı? Yoksa terekeden mi almışlardı? İnsanlar güle oynaya bu fotoğrafları çektirirken, günün birinde bir sahafta, gelen geçenin boş gözlerle baktığı bir karton kutuda satılacağını tahmin bile etmediler. Günün birinde bir fotoğrafı bir kutu içinde bir sahafta satılacak... Korkunç bir şey, dedi.
Apartmanın kapısı zor açılır, ağır, demir, süslü. Merdivenleri o yaştakiler için yorucu. Eve geldiğinde ilk radyoyu açardı. Evde bir ses olsun diye. Günlerdir televizyonu açmıyor; birtakım gürültülü, telaşlı müzikle birlikte "Aman beni seyret n'olur" diyen programlar, dertleri onu ilgilendirmeyen birbirine bağırıp çağıran öfkeli insanlar. Onları seyreden, belki de "Hamdolsun benden beteri var" diye avunan seyirciler...
Pencereden tıpır tıpır ses geldiğini duydu. Yağmur rüzgar başlamış. Yağmur damlaları camlarda zikzaklı yollar bulup, kesik kesik bir hareketle süzülüyor. Balkona çıkıyor. Geceyarısını geçiyor. Gökyüzü koyu gri. Balkondaki ufak masa ıslanmış. Siliyor. Katlanır sandalyeyi çıkarıyor. Mutfağa gidiyor. Dil peyniri bir tabakta. Litrelik şarap. Kırmızı. Gıcır gıcır yıkanmış bir bardak. Yağmur, soğuk rüzgar kendini gösteriyor. İçeriden bir battaniye alıyor. Karşısında upuzun cadde. Kimsesiz, karanlık, ıslak. Caddenin iki yanında sıralanmış sokak ışıklarını arkadaş gibi görüyor. Caddede ışıkların yansıması. Karşıdan biri geliyor. Kimbilir ne derdi var diyor. Belki nöbetçi eczane arıyor, diye düşünüyor. Bir araba ıslak caddeden 'cısss' diye ses çıkararak geçip gidiyor. İleride bir yerde havada mavi bir çizgi yanıp sönüyor. Buluttan buluta elektrik akıyor. Şimşeğin sesi bulunduğu yere gelmiyor.... Karşı apartmandan tabak çanak şakırtısı geliyor, bir odanın ışığı yanıyor.. mutfak olmalı. Işık az sonra sönüyor... Şarap bir bardaktan sonra ısıtıyordu.
Saim bey adında yaşlı bir tanıdığı vardı. Bir yerden emekliydi ama nereden? Saim bey şakır şakır nisan yağmurları altında şemsiyesiz dolaşırdı. Gökyüzü boşanır, Saim bey o yağmurun altında, üstünde bir gömlek, yavaş adımlarla yürür, sırılsıklam ıslanırdı. Saçak altına sığınmış insanlar şaşkın şaşkın bakardı. "Saim bey, derlerdi, neden şemsiye almadan dolaşıyorsunuz?" O da; "Nisan yağmurları şifadır, derdi, sizler de dolaşın, şifadır."
Bir ara Yağmur Sevenler Derneği diye bir dernek kurmak istediğinden bahsetmişti:
- Kurulsa da, derdi, üyeleri yağmur altında güle oynaya ıslansa. Hem üyelere "Şemsiye ve yağmurluk sahibi olmak yasaktır. Yağmur altında ıslanılacak, insanın paçalarından su akacak" şeklinde şart koşulacak, derdi.
Sonra da sorardı;
- Adını Şifalı Yağmurlar Derneği koysam mı? Bu ad daha mı iyi?
Saim bey yıldız falı bakardı. Eski Türkçe bir taş baskı kitabı vardı. Yıldızname. Sayfalarının kenarları yıpranmış, sayfalarında birtakım astronomik şekiller, çeşitli rakamlar, yazılar, şekillerin üzerinde ya kurşun kalemle ya da sabit kalemle çizilmiş çizgiler... Bir gün "Saim bey demişti, benim falıma bakar mısın?" Kitabı açmış, doğum tarihini sormuş, bir cetvelle bir şeklin üzerine açılar çizgiler çizmişti. "Bir lastik var mı?" demişti. Saim bey silgiye lastik derdi. Bir çizgiyi silip yeniden çizmiş, bakmış etmiş, kararını vermiş: "Yanında beş gram gümüş taşı" demişti.
Ertesi günü tanıdık bir antikacıya gidip, bir Sultan Aziz mecidiye, bir de 1963 Franklin Amerikan yarım doları almıştı. Saim bey uzun zamandır ortalıkta görünmüyor. Yıldıznamede ne gördü bilinmez. Ama iki gümüş para yıllarca cebinde şıkırdadı durdu.
Uykusu geliyor. Donuyor muyum diye düşünüyor. İnsanlar donarken uyku basarmış. Ama donmak için havanın sıfır derecenin altında olması gerekir diye kendince karar veriyor. Şarap şişesi yarılanmış. Gözleri kapanıyor. Gözlerini açık tutmak için kendini zorluyor. Gene kapanıyor. Bir ara gözlerini zorlukla açıyor. Karşısında babası. Elinde bir cam kase. Ortalık sirke kokuyor. Elindeki bir pamukla göğsüne sırtına sirkeyle zeytinyağı karışımı sürüyor. Bir kadın, "havale geçiriyor" diyor. Annesi. Yarı açık gözleri tekrar kapanıyor. Alevler görüyor. Minareler görüyor, âlemlerinde kıpkırmızı kuşlar. Yatağın toplanmış pamukları çocuk bedenine batıyor. Sağdan sola dönemiyor. Bir erkek sesi "kırkiki derece" diyor... korku... sonra birden yağmur başlıyor, alevler sönüyor... Bir ara yüzüne bir soğuk rüzgar çarpıyor. Gözlerini yavaşça açıyor. Rüya... Çocukluk hastalıkları dün gibi hep aklında...Ondan bu rüyayı gene gördüm, diyor. Bu rüya boyunca ne kadar uyudu?. Ufuk ağarmış; sarı ince bir çizgi. Sabahın ilk saatleri. Saate bakıyor. Altı otuz. Yağmur azalmış. Tüm tabiat, caddeler, sokaklar, binalar, ağaçlar, bahçeler gece boyunca yıkanmış, günlerin kirini, tozunu, pasını atmış. Bulut, yağmur, deniz... Hepsi su. Tüm insanlar topraktan yaratılmış olabilir... Ben sudan yaratılmışım, diyor.
Acaba Saim beyin bahsettiği Yağmur Sevenler Derneği daha sonra kuruldu mu?. Cebindeki gümüş mecidiyeyi yokluyor. Franklin yarım doları ne zaman kime sattığını düşünüyor.
Levent Suberk