Antalya Müzesine Bağlı Antik Kentler

Colinmccay

Yönetici
27 Haz 2009
6,997
11,631
Antalya Müzesine Bağlı Antik Kentler

Karain Mağarası: Karain Mağarası, Antalya’nın yaklaşık olarak 30 km.kuzeybatısında bulunmaktadır. Eski Antalya-Burdur karayoluna 5-6 km uzaklıkta bulunan Yağca Köyü sınırları içindeki Şam (Çam) Dağı’nın Akdeniz’e bakan kalkerli sarpça yamaçlarında yer alan çadır tepesi içine oyulmuş doğal bir mağaradır. Karain Mağarası Antalya Ovasından yaklaşık 150 m, denizden ise 650 m. yükseklikte bulunmaktadır.
Mağarada yapılan arkeolojik kazılarda Paleolitik, Mezolitik, Neolitik, Kalkolitik, Bronz Çağı ve daha sonraki devirlere ait eserler bulunmuştur. Mağara geç devirlerde tapınak olarak da kullanılmıştır.

Termesos: Orman içinde korunan ören yerlerinin en çarpıcılarından biri olup, aynı adı taşıyan Milli Park içinde yer alır. Beydağları-Termessos Milli Parkı; bitki örtüsü ile bölgenin botanik, yaban keçisi sürüleri ile de açık hayvanat bahçesi görünümündedir. Antalya-Korkuteli karayolunun 24. km.den sola tırmanan özel yolla 1050 m. yükseklikte, Güllük Dağı'ndaki kalıntılara ulaşılabilir. Şehrin kalıntıları, Antalya-Korkuteli karayolu üzerindeki Yenicekahve yakınında bulunan Hellenistik Devir suru ile başlar ve Güllük Dağının zirvesine kadar devam eder. Otoparktan sonra şehre tırmanan patika takip edildiğinde, sağ yanda İmparator Hadrian devrinde yapılmış İon düzenindeki tapınağın basamak ve anıtsal girişine rastlanır. Aşağı şehir surları ve su koyağının bulunduğu alanda güneye doğru tırmanmaya devam edilirse, solda yer yer birinci katı ayakta kalmış Gymnasiuma ulaşılır. Birçok oda ve salondan oluşan yapının güneybatısında, arkalarında dükkânlar bulunan sütunlu cadde yer alır. Hemen yakınında kanalizasyon şebekesinin mükemmelliğini gösteren kanallar hala görülebilir.

Düzlüğe çıkıldığında, orman gözetleme noktasına giden patikanın solunda şehrin birçok resmi yapısının bulunduğu alana ulaşılmış olur. Düzlükteki ilk kalıntı agoraya aittir. Batısındaki portiko veya stoa, II. Attalos zamanında (İ.Ö. 159–138) inşa edilmiş olup Dor düzenindedir. Agoranın doğusunda, yamaca yaslanmış olan ve Antalya Körfezi'ni görebilen konumdaki tiyatro yer alır. Hellenistik Devirde yapılmış olup, Roma Devrinde onarılıp sahne binası eklenmiştir. Tiyatronun yaklaşık 100 m. güneybatısında çatı yüksekliğine kadar ayakta duran meclis binası bulunmaktadır. Agoranın doğusundaki düzlükte ise birbirine geçişli 5 adet sarnıç, derinlik ve genişlik açısından benzersizdir. Şehrin güneybatısında, "Kurucunun Evi" olarak adlandırılan Roma tipinde fevkalade güzel bir villanın kalıntıları yer almaktadır. Cephe duvarı Dor düzeninde olan ve 6 m. yüksekliğe erişen yapı, kapısının sol tarafındaki kitabeden dolayı 'Kurucunun Evi" adını almıştır. Termessos, çok sayıda tapınağa ve çok geniş mezarlık alanlarına sahiptir. Mezarlarının çeşitliliği ve bezemeleri oldukça zengindir. Bunlardan Büyük İskender döneminin önemli komutanlarından Alketas'ın mezarı (İ.Ö. 319) ve diğerleri şehir tarihine ışık tutmaları açısından da önemlidirler.

Trebenna: Kentin, Antalya'nın batısında yer alan Beydağları'nın denizden 700 m. yükseklikte orman içerisinde bir Akropol kent tarzında inşa edildiği görülmektedir. Antik kentin kalıntıları bugünkü GEYİKBAYIRI / ÇAĞLARCA yerleşiminin 2 km. kadar güneyinde bulunmaktadır. Bir çıkıntı şeklinde tepe üzerine inşa edilmiş olan antik kentin etrafı kayalıklarla çevrilmiş durumdadır. Batı Antalya Ovasında yer alan kıyı kentlerin son müdafaa yeri şeklinde düşünülen Trebenna'nın Luwi dilindeki orijinal adının "TREBEWANA" yani "TREBE ÜLKESİ" olduğu anlaşılmaktadır.

Ariassos: Antalya kıyısını kuzeydeki Anadolu platosuna bağlayan boğaz olan 924 m. yükseklikteki Çubuk Belinin batısında, Akkoç Köyüne l km. mesafede Ariassos Antik Kentinin kalıntıları bulunmaktadır. Kentin Antalya'ya uzaklığı 45 km.dir. Kent, diğer Pisidya kentleri gibi M.Ö. 3000'li yıllarda kuzeyden göçen İskitler içerisindeki Etrüsk Boyları tarafından kurulmuştur. Diğer Pisidya kentleri ile birlik içerisinde olan Ariassos, konumu itibariyle Antalya Ovasını Anadolu Platosuna bağlayan yol üzerinde bulunması nedeniyle geçiş ücreti ve haraç ile yaşamıştır. Kentte antik dönemde; bağcılık, şarapçılık ve zeytinyağı üretiminin yapıldığı anlaşılmaktadır. Kentin Geç Roma Döneminde yaşadığı deprem neticesi yıkıldığı ve bu nedenle terk edildiği sanılmaktadır. Kentte bugün, Roma Döneminde yapılmış üç kemerli bir giriş kapısından başka hiçbir yapı ayakta olmayıp tamamen yıkılmış durumdadır. 5 m. yüksekliğinde olan kemerli kapının hemen arkasında, doğudaki yamaçta bir gymnasion ile bir yazıtlı taş görülmektedir.

Onobara: Kentin Merkez, Çakırlar Mahallesinin güneybatısındaki Hisarçandırı yöresinde olduğu ve kalıntıların bulunduğu alana yöre halkınca "ASARLIK" denildiğini biliyoruz. Onobara Kenti, antik dönemde TREBENNA'ya bağlı bir kale kent özelliğinde idi. Trebenna'nın karşılaşacağı düşman saldırılarına karşı bir ön karakol şeklinde inşa edilmiştir. Anlaşılacağı üzere düşman saldırılarına karşı konulamayacak durumlarda askerler daha yukarıda bir akropol kent şeklindeki son müdafaa yeri Trebenna'ya geri çekilmekteydiler. Kentin adı Luwi orjinalinde "ANAVVAURA" olup "Büyük Yamaç" anlamındadır.

Perge: Antalya şehir merkezinin 17 km. doğusundaki, Aksu Bucağı sınırları içinde yer alan Perge, sadece bölgenin değil, tüm Anadolu'nun en düzenli Roma dönemi kentlerinden biridir. Mimarisi yanında mermer heykeltıraşlığıyla da ünlüdür. 1947 yılından beri İstanbul Üniversitesince yürütülen kazılar sonucu şehir merkezinin önemli anıtsal yapıları gün ışığına çıkarılmış, ele geçen heykel buluntuları sayesinde Antalya Müzesi dünyanın en zengin Roma heykel müzelerinden birisi olma özelliğini kazanmıştır.

Perge, şehir planının ana hatlarını biri kuzey-güney, diğeri doğu-batı doğrultusunda iki ana cadde oluşturur. Kuzey-güney caddesinin ortasındaki su kanalı sıcak yaz günlerinde serinleme ve temizlik için antik şehircilik açısından bulunmuş en sağlıklı çözümdür. Aynı cadde üzerindeki dört adet mermer sütun ise üzerlerindeki kabartmalardan dolayı özel önem taşır. Yaklaşık 12.000 kişi kapasitesindeki yapı, sahne binasının zengin mermer dekorasyonu ile ünlüdür. Prof. Dr. Jale İnan ve ekibi tarafından 1985 – 1993 yılları arasında kazılmış olup, sürdürülen restorasyon çalışmaları nedeni ile bugün ziyaretçilere kapalıdır. Yapıya ait İ.S. 2. yy.ın ortalarına tarihlenen mimari bloklar, tiyatronun karşısındaki açık hava müzesi görünümündeki alanda, heykel buluntuları ise Antalya Müzesi'ndeki, "Perge Tiyatrosu Salonunda" sergilenmektedir.

Gerek mimari, gerekse heykel buluntularının mükemmelliği, Perge'nin heykeltıraşlık konusunda kendine özgü çizgilere sahip ekol kent olduğunu vurgular. Tiyatronun kuzeyinde Anadolu'nun en iyi koruna gelmiş stadyumlarından biri yer alır. Diğer Roma dönemi yapıları ise, ortasında yuvarlak bir tapınağın yer aldığı dikdörtgen planlı (alışveriş merkezi) agora, birçok değişik planlı mekânlarıyla şehrin diğer sosyal merkezi hamam ile anıtsal çeşmelerdir.

Şehrin baş tanrıçası, kökleri Anadolu ana tanrıçasından gelen Artemis'tir. Adına inşa edilen ve birçok tarihçinin sözünü ettiği tapınak, hala bulunamadığından tüm gizlerini de korumaktadır. Şehir İ.S. 5. ve 6. yy.larda da önemli bir dini merkez olarak varlığını sürdürmüş, kalıntılar arasında yer yer görülebilen kilise ve bazilikalar bu dönemde inşa edilmişlerdir. Ayrıca kutsal kitap İncil'de Aziz Paulus'un Aksu Nehrini kullanarak Perge'ye ulaştığının yazılı olması, nehrin ve Perge'nin Hıristiyanlığın kutsal nehir ve kentlerinden biri sayılmalarını sağlamıştır. Şehir, İ.S. 7. yy.dan sonra depremler ve savaşlar nedeni ile tarih sahnesinden çekilmek zorunda kalmıştır.

Aspendos (Belkıs): Antalya - Alanya karayolunun 44. km.sinden kuzeye dönen yolun 2. km.sinde yer alan Aspendos, sadece Anadolu'nun değil tüm Akdeniz dünyasının en iyi koruna gelmiş Roma Dönemi tiyatrosuna sahip olmasıyla ünlüdür. Şehir, bölgenin en büyük nehirlerinden Köprüçay (Antik Eurymedon) yakınlarındaki tepe düzlüğünde kurulmuştur. İ.Ö. 5. yy.da basılmış sikkelerinde adı Estvediys olarak geçer. Anadolu kökenli bu ad, şehrin çok eski dönemlerde yerleşim gördüğünün kanıtıdır. Akdeniz ile ulaşımını ve gelişmesini yakınındaki nehre ve dolayısıyla çevresindeki bereketli topraklara borçlu olan Aspendos'ta bugün çoğunlukla tiyatro ve suyolları ziyaret edilir. Şehre ait diğer yapıların kalıntıları ise tiyatronun yaslandığı tepenin düzlüğünde yer alır ki, son yıllarda düzenlenen patika ile ulaşım sağlanabilmiştir.

Aspendos Tiyatrosu, gerek mimari özellikleri gerekse iyi koruna gelmişliği ile Roma Devri tiyatrolarının günümüzdeki en seçkin temsilcilerinden biridir. Tanrılara ve devrin imparatorlarına adanan yapı, Roma tiyatro mimarisinin ve yapım tekniğinin son çizgilerini sergiler. Her ne kadar oturma sıralarının (auditorium) alt bölümünün şehrin kurulduğu tepenin doğu yamacına yaslanması daha eski mimari gelenekleri yansıtsa da, üst bölümün kemerler üzerinde serbest yükselmesi, sahne binası ile auditorium arasındaki mimari uyum, yarım daire planlı auditorium yan girişler (parados) üstünün kapalı olması ve yan duvarların auditoriuma paralel konumda bulunması salt Roma tiyatro mimari özellikleridir. Altlı üstlü iki bölümden oluşan oturma sıraları diazoma adlı yatay geçişle birbirinden ayrılır. Tüm auditorium altta 21, üstte 20 olmak üzere toplam 41 oturma sırasına sahiptir.

Yan ana girişlerin (parados) üzerinde, şehir seçkinlerinin oturduğu localar yer alır. Auditoriumun en üst sırası 58 sütun ve kemerden oluşan bir galeri ile çevrelenmiştir. Devrinin en görkemli yapılarından biri olan Aspendos Tiyatrosu 7–8 bin kişi alabilmekteydi. İmparator Marcus Aurelius devrinde (İ.S. 161–180) yazıtlardan Curtius Crispinus ve Curtius Auspicatus adlı şehrin zengini iki kardeş tarafından yaptırıldığı anlaşılmaktadır. Üst galerilerdeki, girişteki ve sahne binasındaki onarım izlerinden Selçuklular devrinde de onarıldığı anlaşılan tiyatro günümüzde de kullanılır haldedir. Ulu Önder Atatürk'ün 1930 yılında ziyaret edip "onarılıp yeniden kullanılması" için direktifler verdiği Aspendos Tiyatrosu, Kültür ve Turizm Bakanlığımız organizatörlüğünde, kendi adıyla anılan "Opera ve Bale Festivali"ne her yılın yaz aylarında ev sahipliği yapmaktadır. Tiyatronun yanında şehrin ziyaret edilebilir en önemli kalıntıları suyollarıdır. Aspendos suyolu sistemi antik suyollarının günümüze dek koruna gelmiş en iyi örneklerinden biridir. Genel görünümü yaklaşık 1 km. uzunluğundaki kuzey-güney konumlu kemerli köprünün her iki ucundaki su basınç kuleleri oluşturur. Kuleler, bulundukları aks üzerinde kuzeyde 5, güneyde 50 derece sapma gösterirler.

Tiyatronun yaslandığı, yer yer sur duvarları ile çevrili tepenin üzerinde ise şehir merkezinin yapıları olan agora, bazilika, anıtsal çeşme, meclis binası ile Antalya Müzesi'nce yürütülen kazılarla gün ışığına çıkarılan anıtsal tak, cadde ve Hellenistik tapınak, görülmesi gerekli kalıntılardır. Böylesine ufak ölçekte bir kentin tüm Akdeniz dünyasının en geçerli parasını basmasını ve anıtsal yapılarla donanmasını, tabiidir ki ekonomisindeki rahatlığa borçludur. Şehir ekonomisini ayakta tutan en önemli ihraç ürünü yakınlarındaki, bugün kurutularak pamuk tarımında kullanılan Kapria Gölünden elde edilen tuzdur. Diğer ihraç ürünleri ile beraber ulaşıma elverişli nehir vasıtasıyla diğer Akdeniz pazarlarına gönderilen tuz, şehrin en büyük kaynağıdır. Ayrıca bağcılık ve buna bağlı olarak şarapçılık, zeytin, zeytinyağı ile diğer tahıl ürünleri ve yaş meyve şehrin tarıma dayalı önemli ihraç ürünleriydi.

Tarihçiler Aspendos'ta yetiştirilen atların tüm Yakındoğu ve Akdeniz dünyasının en aranır atları olduğunu yazarlar. Ayrıca kilim ve benzeri tekstil ürünleri ile limon ağacından yapılmış çok özel mobilyaların başta Roma olmak üzere diğer Akdeniz merkezlerinin de en aranılır hediyelik eşyası oldukları kaydedilmektedir. Şehir tarihinin en renkli siması; çıplak ayak, uzun saç ve kirli giysileriyle şehirde dolaştığı ve Pythogoras felsefesinin temsilciliğini yaptığı söylenen Filozof Diodoros'tur. Aspendos, Bizans ve Selçuk dönemlerinde varlığını sürdüren şehirlerden biridir. Ünlü tiyatroda Selçuklu dönemi onarım izlerini özellikle dış cephe ortasındaki anıtsal kapı eklentisinde ve cephesindeki koyu kırmızı zigzag desenli sıva kaplamada görmek mümkündür. Selçuklu sultanlarının konakladıkları, kervansaray olarak düzenlendiği düşünülen sahne binasının günümüze dek sağlam kalabilmesinin en önemli nedeninin de bu Selçuklu onarım ve korumacılığına bağlanır.

Phaselis: Antalya - Kemer Karayolunun 44. km.nden sola dönen yol, geniş ölçüde orman alanı içinde bulunan Phaselis Antik Kentine ulaşır. Phaselis, gerek plaj ve piknik alanları gerekse tarihi dokusuyla bölgenin en ilgi çeken ören yerlerinden biridir. Ankara Üniversitesi D.T.C. Fakültesi ve Antalya Müzesi'nin işbirliğinde yapılan kazı ve çevre düzenleme çalışmaları ile gezinim oldukça rahat hale getirilmiştir. Kentin, Akdeniz'e uzanan küçük bir yarımada üzerinde İ.Ö. 6. yy.da Rodoslu kolonistlerce kurulduğu söylenir. Kuruluş efsanesinde kolonistlerin yöre halkına mısır veya kurutulmuş balık önerilerine balık isteği ile cevap verildiği anlatılır. Coğrafi konumu önemli bir liman kenti olduğunu gösterir. Biri yarımadanın kuzeyinde, diğeri kuzeydoğuda, üçüncüsü ise güneybatı kıyısında yer alan üç limana sahiptir. Romalı coğrafyacı Strabon, orta limanın hemen gerisinde küçük bir gölün yer aldığından söz eder ki, bu alan bugün sazlık durumdadır. Limanları, agoraları ve şehir sikkeleri üzerindeki antik gemi betimlemeleri Phaselis'in ticari liman hüviyetini vurgular. Antik kent, özellikle gerisindeki ormanlarla kaplı Toros Dağlarının kerestesini Akdeniz limanlarına sevk etmek için kurulmuş olmalıdır.

Ana hatları ile bölgenin tarihi kaderini paylaşan Phaselis, bazen Likya bazen de Pamfilya Bölgesi şehri olarak gösterilir. Gerçekten her iki bölgenin sınırında yer almaktadır. Şehirde sırasıyla İ.Ö. 5. yy.da Pers, 4. yy.da Karya Satrabı Mausolos ve nihayet komşu şehir Lmyra'nın Kralı Perikles'in egemenlikleri görülür. İ.Ö. 333'de Büyük İskender'in Makedonya'dan Hindistan'a uzanan seferinde bir süre Phaselis'te konaklaması, Phaselislilerin İskender'i altın taçla karşılamaları, şehir tarihinin en renkli sayfalarındandır. Şehrin, bu devirde zambak yağı ve gülleri ile ünlü olduğu anlatılmaktadır. İskender'den sonra birçok kez el değiştiren Phaselis, İ.Ö. 167'de Likya Birliğine üye olup, birlik tipi sikkeler basar. Bir süre komşu kent Olympos ile korsanların talanlarına maruz kalmasının ardından İ.Ö. 433'te Roma egemenliğine girer. Bu dönem şehirde yeniden yapılanma ve en az 300 yıl sürecek refahın başlangıcıdır. Şehir 129'da İmparator Hadrian tarafından ziyaret edilir. Güney limanından başlayan ana cadde girişinde tek kemerli anıtsal tak, bu ziyaretin anısına dikilmiştir. Tarihçiler bu zengin dönemde, şehrin, zaman zaman Rodos'lu gemicilerin getirmiş olabileceği sıtma salgını, zaman zaman da yaban arısı baskını nedeni ile sıkıntılı günler yaşadığından bahsederler. 5. ve 6. yy.larda şehir Bizans egemenliğindedir. Phaselis 451'deki Kadıköy Konsülüne katılan şehirlerarasında yer alır. 7. yy.daki Arap akınlarından sonra 8. yy.da şehirde yeni bir refah dönemi başlar. Son devir sur kalıntıları ve yapılar, bu dönemin inşa faaliyetleridir. Phaselis, 1158'deki Selçuklu kuşatmasından sonra gerek depremler ve gerekse Antalya ve Alanya limanlarının işlevlerinin artması ile önem kaybedip, 13 yy. başlarında tamamen terk edilir. Günümüze, çoğunlukla Roma ve Bizans döneminin kalıntıları ulaşabilmiştir ki, bunlar şehrin ana aksını oluşturan ve Kuzey-Güney limanlarını birleştiren ana caddenin her iki yanında sıralanırlar. Cadde, agora ile tiyatro arasında genişleyerek küçük bir meydan oluşturur. Meydanın güneydoğu köşesindeki basamaklar, tiyatro ve akropolise ulaşımı sağlarlar. Phaselis Tiyatrosu, akropolisin yamacına inşa edilmiş küçük boyutlu tipik bir Hellenistik Devir tiyatrosudur. Roma döneminde sahne binasının eklendiği, Bizans'ta ise sahne binası duvarının kısmen şehri koruyan yeni surların bir parçası olduğu kalıntılardan anlaşılmaktadır.

Örenyerinin girişinden sonraki virajın sağında, şehrin en eski surlarıyla (İ.Ö. 3.yy), tapınak veya anıtsal bir mezara ait olabilecek temel kalıntılarına rastlanır. Kuzey limanının arkasındaki yamaçsa şehrin mezarlık alanıdır. Günümüzün en anıtsal kalıntıları ise otoparkın önündeki su kemerleridir. Şehrin ihtiyacı olan su, kuzeydeki tepede yer alan kaynaktan getirilmekteydi. Biri tiyatronun karşısında, diğer ikisi güney limana giden ana caddenin sağında olmak üzere şehirde üç agora bulunmaktadır. Tiyatronun karşısındaki agoranın içinde, bugün Bizans dönemine ait küçük bir bazilikanın kalıntıları yer alır. Şehrin diğer önemli iki kalıntısı ise yine şehir meydanındaki biri küçük diğeri büyük iki hamam kalıntısıdır.

Olympos - Chimaira: Antalya'nın güney sahillerinde Phaselis'ten sonra ikinci önemli liman kenti Olympos'tur. Şehir adını, 16. km. kuzeyindeki Torosların batı uzantılarından biri olan 2375 m. yüksekliğe sahip Tahtalı Dağı'ndan alır. Özellikle küçük hamam, mevcut kalıntıları ile Roma hamamının ısıtma sistemini mükemmel açıklamaktadır. Tarihçiler, şehrin baş tanrıçasının savaşın ve bilgeliğin tanrıçası Athena olduğunu yazarlar. Henüz yeri bulunmamış Athena Tapınağı ve diğer önemli yapıların, bugün ormanla kaplı akropol tepesinde yer aldıkları düşünülmektedir. Beydağları-Olympos Milli Parkı sınırları içinde yer alan şehre ulaşım, Antalya - Kumluca karayolundan güneye ayrılan iki sapaktan da mümkün olup, gerek plajı gerekse ormanlık alanları ile Antalya'nın beğenilen günübirlik tatil alanlarından biridir. Şehir, her ne kadar, Likya Birlik Meclisinde üç oyla temsil edilmişse de günümüze dek Likya Uygarlığına ait herhangi bir ize rastlanmamıştır. Antalya Müzesince yürütülen küçük çapta kazı, onarım ve çevre düzenleme çalışmaları dışında günümüz kalıntıları, çoğunlukla orman arazisi içinde ağaç ve çalılarla örtülü olup, Hellenistik, Roma ve Bizans dönemlerine aittir.

Olympos Limanı tarihte korsan yatağı olarak bilinir. Kilikyalı korsanların başı Zeniketes şehri üs olarak kullanmış, bu sayede "Mitras Kültü" de şehre yerleşmiştir ki bu doğu kökenli yaratıcı Işık Tanrısı Kültüdür. Şehirdeki korsan egemenliği İ.Ö. 67'ye dek sürmüş., İ.S. 43'te kesin Roma egemenliği, yeni parlak bir dönemin de başlangıcı olmuştur. Onarılan veya yeniden inşa edilen birçok yapı, demirci Tanrı Hephaistos (Vulcano) adına yapılan kutlamalar, İmparator Hadrianus'un (İ.S. 130) ziyareti, şehir tarihininin Roma dönemine ait renkli sayfalarıdır. Erken Hıristiyanlık döneminde önemini koruyan şehrin, Piskoposu Methodius adından en çok bahsedilen kişidir. Olympos, 4. yy.dan itibaren yeniden korsan hücumlarına uğramışsa da 5. yy.da Efes ve İstanbul konsüllerine katıldığı yazılı kayıtlardan anlaşılmaktadır.

Geç Hıristiyanlık döneminde önemini yitirmeye başlayan Olympos, 11. ve 12. yy.da Venedikli ve Cenevizli tüccarların ticari merkezi olmuş, ancak bu aktivite 15. yy.daki Osmanlı deniz üstünlüğüyle son bulmuştur. Olympos'un günümüze kadar ulaşmış kalıntıları genellikle doğudan batıya, doğru hızla denize akan bir ırmağın ağzında ve her iki yakasında yer alır. Antik dönemde kenti ikiye bölen nehir yatağı bir kanal içine alınarak her iki yakası da iskele olarak kullanılmış ve köprü ile birbirine bağlanmıştır. Bugün köprünün bir ayağı yerinde durmaktadır. Güney kıyıda, Hellenistik dönemin çokgen örgülü duvarı ile yanındaki Roma ve Bizans onarımlara işaret eden bölümü görülmektedir. Nehir ağzına yakın bir yerde küçük ve dik akropolde geç dönemlerden kalan ve özellikleri anlaşılamayan yapı kalıntıları yer alır. Irmağın güney kıyısındaki Hellenistik temelli ve Roma onarımlı küçük tiyatro oldukça harap olup, girişin bir yanı iyi korunmuş durumdadır. Şehrin görülebilir diğer önemli yapısı ise ırmak ağzının 150. m.sinde yer alan tapınak kapısıdır. İon düzeninde küçük bir tapınağa ait olduğu mimari parçalardan, Roma İmparatoru Markus Aurellius (İ.S. 161–160) adına yapıldığı da kapı önündeki heykel kaidesinden anlaşılmaktadır.

Hiç şüphe yok ki kalıntılar arasında en ilginci Antalya Müzesince yürütülen kazılarla gün ışığına çıkarılmış olan "Kaptan Eudomus'un lahdidir". Nehir ağzının hemen yakınındaki kayalığın oyuğunda yer alan lahdin uzun kenarındaki gemi kabartması, kaptanın adının yanında gemisinin şeklini vermesi açısından da büyük önem göstermektedir. Olympos'un birkaç kilometre güneybatısındaki Çakaltepe olarak anılan yükseltinin güney yamacından devamlı olarak alev çıkar. Özellikle geceleri çok etkileyici olan bu doğa olayı metan gazının asırlardır aynı noktadan yeryüzüne ulaşmasından başka bir şey değildir. Bu doğa olayı Likya'da yaşayan ve soluğundan ateş püskürdüğüne inanılan Khimaira canavarı ile özdeşleşmiş ve bu sayede Olympos, Bellerophontes efsanesine ev sahipliği yapmıştır. Zamanla demirci Tanrı Hepaistos'un kült merkezi, Roma ve Bizans dönemlerinde de dini merkez olarak kullanılan alanda yer yer orijinal blokları görülebilen kutsal yol ile alevlerin etrafındaki bir takım yapıların temellerini görmek mümkündür. İç duvarları yer yer freskolarla süslü Bizans Kilisesi ise alandaki en anıtsal kalıntıdır.

Limyra: Finike İlçesi, Turunçova Beldesi, Yuvalılar Köyü sınırları içinde yer alan Limyra'nın adı, Likçe yazıtlarda "Zemuri" olarak geçer. Bu da şehrin en azından İ.Ö. 5. yy.dan itibaren yerleşim gördüğünün kanıtıdır. Ancak şehrin en aktif dönemi, İ.Ö. 4. yy.ın ilk yarısında Likya Kralı Perikles zamanıdır ki, bu dönemde Limyra, Likya'nın başkenti durumundadır. Bölge ile ilgili tarihi kayıtlardan; Perikles'in Likya Birliğini oluşturmak ve egemenlik sahasını genişletmek için uğraştığı yıllarda Pers hâkimiyetinin söz konusu olduğu, ancak bu hâkimiyetin sadece sözde kalarak diğer şehirler gibi Limyra'nın da büyük bir serbesti içinde kaldığı anlaşılmaktadır. Perikles Döneminden sonraki parlak devrini İ.S. 2. ve 3. yy.larda yeniden yaşayan Limyra, zaman zaman depremler yüzünden zarar görse de yeniden inşa edilmiştir. Bizans egemenliği sırasında psikoposluk merkezi olan şehir, 8. ve 9. yy.larda Arap akınları sonrasında terk edilmiştir.

Limyra Antik Kenti, 1970 yılından beri Avusturyalı arkeologlarca kazılmaktadır. Değişik dönemlere ait buluntular, hem bölge tarihini aydınlatmış hem de Antalya Müzesine çok önemli buluntular kazandırmıştır. Limyra, Likya Bölgesinin en çok kaya mezarına sahip kentlerinden biridir. Özellikle şehrin kuzeyindeki Toçak Dağında gün ışığına çıkarılan İ.Ö. 4. yy.a ait Kral Perikles'in anıt mezarı mimarisinin Xanthos'taki Nereidler Anıtına benzemesi ve önemli parçalarının Antalya Müzesinde sergilenmesi ile ayrı bir önem arz eder. Günümüz köy yerleşimi ve kalıntılara ulaşan asfaltın hemen kenarında, İ.S. 141 yılında büyük bir onarım geçiren tiyatro binası yer alır. Tiyatronun karşısındaki alanda ise İmparator Augustus'un manevi oğlu Gaius Sezar'ın İ.S. 4 yılında yapılmış anıtsal mezar yapısı bulunur. Bu anıt, Gaius Sezar'ın Kudüs'ten Roma'ya dönerken Limyra'da ölmesi nedeni ile inşa edilmiştir. Mimarisinin yanında, anıtı çevreleyen mermer kabartmaları ile ünlüdür ki, bunlardan Antalya Müzesinde sergilenen yüksek kabartma, Augutus Dönemi realizmini sahnelemesi açısından mükemmel niteliktedir. Bunun dışında Ptelemaion adlı Hellenistik Dönem anıtsal mezarı ve ona ait Antalya Müzesinde sergilenen plastik eserler, Limyra kazılarının son yıllarda ele geçmiş önemli buluntularıdır.

Arykanda: Elmalı- Finike Karayolunun tam yarısında, Arif Köyü yakınında, Aykırıçay'ın (antik Arykandos Nehri) batı yamacında yer alır. 1971 yılından beri Ankara Üniversitesinden Prof. Dr. Cevdet Bayburtluoğlu ve ekibi tarafından kazı çalışmaları yürütülmektedir. Arykanda adının filolojik açıdan yerli Anadolu dilini yansıtması, bölgenin en eski şehirlerinden biri olduğunu gösterir. Ancak buluntulara dayanarak şehir tarihini İ.Ö. 4. yy.dan önceye götürmek güçtür. Limyra Kralı Perikles dönemine ait sikkeler, ele geçen en eski belgedir. Bu duruma göre Arykanda'nın bir süre Limyra egemenliğinde kalmış ve İskender ile birlikte el değiştirmiş olması gerekir. İskender'den sonra bölgenin diğer şehirleri gibi Ptolemaiosların, ardından Seleukosıların eline geçtiği, Apemea (Dinar) Barışından sonra ise Rodos'un kontrolüne girdiği bilinmektedir. İ.Ö. 2. yy.da Arykanda'nın Likya Birliğine dahil bir şehir olarak sikke bastığını görüyoruz. İ.S. 43'te İmparator Klaudius'un Likya Birliğine son vermesi ile Roma'ya bağlanmıştır. İ.S. 2. yy.da Arykanda isminin çeşitli kaynaklarca çokça anıldığı bir dönemdir. İ.S. 240 yılında büyük depremden sonra kısmen onarılan şehrin, Bizans egemenliği sırasında "Akalanda" adıyla anıldığı bilinmektedir. Kalıntı ve Bizans kaynaklarına dayanarak 11. yy.a kadar varlığını bildiğimiz Arykanda'nın bu tarihten sonra yer değiştirmiş ve bugünkü karayolunun güneyine taşınmış olması mümkündür.

Teraslar halinde bir yerleşim gösteren şehrin, en üst terasında stadyum yer almaktadır. Tek uzun kenarlarında oturma sıraları yer almakta, diğer uzun kenar yamaca açılmaktadır. Bu alttaki terasta, bölgenin ufak fakat en iyi korunmuş tiyatrosu, en alttaki terasta ise agora ve meclis binası yer alır. Şehrin özellikle "doğu nekropolü" olarak isimlendirilen mezar alanı, birçoğu ayakta kalmış anıt mezarlarla dikkati çeker. Birbirine teras görevi gören anıt mezarların tümü İ.S. 2 yy.a ait olup bunların altındaki terasta çatı hizasına kadar ayakta kalmış hamam, şehrin iyi koruna gelmiş yapılarından biridir. Şehrin su ihtiyacı, büyük bir beceri ve su mühendisliği örneği gösteren tesislerle sağlanmaktadır. Aykırıçay'ın çıktığı yerde sarp kaya yüzeylerine oyulmuş dört ayrı seviyedeki kanal, şehre su getiren sistemin ana hatlarını oluşturur.

Myra: Bugünkü Demre İlçe merkezinde ve civarında yer alan Myra Antik Kenti, özellikle Likya Dönemi kaya mezarları, Roma Dönemi tiyatrosu ve Bizans Dönemi Aziz Nikolaos Müzesi (Noel Baba) ile ünlüdür. Kaya mezarları, Likce yazıtları ve sikkeler, Myra'nın en azından İ.Ö. 5. yy.dan itibaren varlığını sürdürdüğünü gösterirler. Strabon'un verdiği bilgiye göre Likya Birliğinin altı büyük kentinden biri olan Myra, Likçe yazıtlarda Myrı adıyla anılır. İ.S. 2. yy. Myra'nın büyük bir gelişmeye sahne olduğu dönemdir. Likya Birliğinin Metropolisi olan şehirde, Likyalı zengin kişilerin yardımları ile birçok yapı inşa edilmiş ve onarılmıştır. Bizans Döneminde ise Myra, Likçe yazıtlarda Myrı adıyla anılır. İ.S. 2. yy. Myra'nın büyük bir gelişmeye sahne olduğu dönemdir.

Likya Birliğinin Metropolisi olan şehirde, Likyalı zengin kişilerin yardımları ile birçok yapı inşa edilmiş ve onarılmıştır. Bizans Döneminde ise Myra, dini yönden olduğu kadar idari yönden de önde gelen şehirlerden biri olmuştur. Günümüze dek ulaşan ününü, Aziz Nikolaos'un (Noel Baba) İ.S. 4. yy.da şehrin piskoposu olmasına ve ölümünden sonra aziz mertebesine ulaşıp adına kilise yapılmasına borçludur. Myra, 7. yy.dan itibaren gerek deprem, su baskını ve Myros Çayının getirdiği alüvyonlar, gerekse Arap akınları sebebiyle önemini yitirip 12. yy.da köy hüviyetine dönüşmüştür. Günümüz kalıntılarını, akropolün güney eteğinde yer alan tiyatro ile her iki yanında yer alan kaya mezarları oluşturur.

Yapılan araştırmalara göre bugün oldukça sağlam durumda olan Roma Dönemi surlarının dışında, Hellenistik hatta İ.Ö. 5. yy.a tarihlenen sur kalıntılarına akropol tepesi ve çevresinde rastlamak mümkündür. Akropolün güney eteğinde yer alan tiyatro, gerek oturma sıraları gerekse sahne binası ile iyi korunmuş bir Roma Dönemi tiyatrosunun özelliklerini yansıtır. Sahne binası ikinci katın yarısına kadar ayaktadır ve seyircilere bakan yüzü bir mimari fasad oluşturacak şekilde sütun ve nişlerle süslenmiştir. Tiyatronun hemen iki yanında, kabartmalı veya düz kaya mezarları yer alır. Likyalıların ahşap ev mimarisinin kaya mezarlarına en iyi uyarlanmış örnekleri olan Myra mezarlarının içinde, ölüyü ve yakınlarını betimleyen kabartmalı mezar, en ilginç örneklerden biridir. Ayrıca yine kabartmalı veya kitabeli birçok kaya mezarı, kayalığın güneye bakan yüzünde üst üste veya yan yana sıralanmaktadır. Tiyatro yakınındaki şehir merkezine giderken yolun solundaki hamam kalıntıları ise Roma Dönemi tuğla mimarisinin erken ve ilginç örneklerini oluştururlar. Şehrin su ihtiyacı, Demre Çayının aktığı vadi kenarındaki kayaya oyulmuş kanallarla karşılanmaktaydı. Şüphesiz şehrin ilginç anıtsal kalıntı temelleri 5. yy.da yapılmış şekliyle günümüze ulaşmış olan Noel Baba Müzesi adıyla da bilinen Aziz Nikolaos Müzesi'dir. Kazı ve onarım çalışmaları Hacettepe Üniversitesince yürütülen kilisenin, iyi korunmuş mimarisi, duvar resimleri ve mozaikli mekânları her yılın 6 Aralık günü birçok ülke temsilcisinin katıldığı Noel Baba Festivali'ne ev sahipliği yapmaktadır.

Andriake (Çayağzı): Demre kent merkezinden nehir boyunca uzanan asfalt yol 5 km. sonra deniz kenarındaki Çayağzı Mevkiine ulaşır. Çayağzı, yörenin en güzel plajı ve Kekova turu yapacak teknelerin barınak yeri olmasının yanında, Myra'nın Akdeniz'e açılan kapısı Andriake'ye de ev sahipliği yapar. Likya'nın en önemli limanlarından biri olan Andriake'deki kalıntılar, bugün bataklık ve sazlık olan antik limanın iki yanında yer alır. Genellikle Roma ve Bizans dönemi kalıntıları arasında Hadrian Döneminde (İ.S.117–138) yapılmış tahıl ambarı (Granarium), bölgenin ayakta kalmış en anıtsal yapısıdır.

Kekova: Kekova; Uçağız (Teimiusa) ve Kale (Simena) köylerinin karşısında uzanan 7.4 km. uzunluk ve yaklaşık 500 m genişliğinde ince uzun bir adadır. En yüksek tepesi 188 m. karşısındaki anakara ile arasındaki kanal görünümündeki denizin derinliği ise 105 m.dir. Kekova adı son yıllardaki güncelliğinden dolayı turizm ve korumacılık alanlarında da sıkça kullanılır olmuştur. Çayağzı'ndan (Andriake) yapılan tekne turları "Kekova turu" olarak anılmaya başlamış, daha da önemlisi ada ve çevresindeki arkeolojik, doğal koruma alanları "Kekova Sit Alanı" olarak adlandırılmıştır.

Sadece Antalya'nın değil, tüm Akdeniz dünyasının en temiz denizine sahip olan Kekova ve çevresi bu temizliğini tartışmasız koruma altına alınmış olmasına borçludur. Bu konuda yabancı ziyaretçilerden büyük takdir kazanmış olması Türkiye Cumhuriyeti'nin uluslararası korumacılıktaki gurur kaynağı olmuştur. Ada, hiçbir zaman karşısındaki iki küçük liman gibi kent özellikleri taşımamış, daha çok iki kenti perde gibi Akdeniz'e karşı koruyan; denizcilerin sığınak yeri, gemi inşaa ve onarım üssü olarak kullanılmıştır. Bu çevrede bugün "Batık Kent" olarak adlandırılan adanın kuzeybatı kıyılarındaki kalıntılar en az İ.Ö. 5. yy.dan beri ticari ve askeri üs olarak kullanılmış olan Kekova'nın en renkli köşesidir. Tersane koyu ise hem yüzülebilecek bir yer, hem de Bizans Dönemine ait bazilika apsisi ile arkeolojik kalıntıların en yoğun olduğu alandır. Yakınındaki batık kent olarak anılan köşede genellikle ana karaya oyulmuş yerleşim kalıntıları ve su içindeki temeller yer alırlar. Sadece bu köşedeki yapıların su altında kalmış olması, büyük bir ihtimalle deprem sonucunda adanın bu köşesinden anakaraya doğru yatmasıyla açıklanabilir.

Simena (Kaleköy): Karayoluyla bağlantısı olmayıp genellikle Çayağzı'ndan deniz yoluyla ulaşım sağlanabilmektedir. Kekova, koruma kapsamındaki yerleşimlerden biridir. Ada ile yerleşim arasında taş ocağı olarak kullanılan ve birçok lahdin yapıldığı adacıklar görülmektedir. Sağlam kalesiyle eşsiz bir görünüme sahip olan Simena adından, ilk kez İ.S. 2. yy.da antik kaynaklarda bahsedilmektedir. Kalenin kuzeyinde kaya mezarlarında görülen Likya dilindeki yazıtlar, şehrin eskiliğini gösterirler. Likya Birlik kentlerinden biri olduğu ve bağımsızlığı bastığı sikkelerden anlaşılmaktadır. Kıyıdaki Likya tipi lahitler, mendirek ve yapı kalıntıları ile İmparator Vespasian'a ithaf edilmiş olan hamam, kaleden rahatlıkla izlenebilir. Kale içinde kayaya oyulmuş küçük bir tiyatro bölgenin en ilginç kalıntısıdır. Kalenin kuzeyinde ise oldukça geniş bir alana yayılmış olan mezarlık alanı uzanmaktadır.

Sura: Demre’den Kaş’a giderken 5 km.de, batıya doğru 5 dakikalık mesafededir. Sura’nın önemi bir kehanet merkezi olmasındandır. Bugün, Apollon Surias mabedi, kehanetin yapıldığı su kaynağı, Bizans Kilisesi, Akropol, Sur, rahip evi ve gözetleme kulesi kalıntıları görülebilecek durumdadır.

Teimiussa (Üçağız): Antalya yönünden Kaş'a 18 km. kala güneye ayrılan yaklaşık yarım saatlik yoldan Üçağız Köyüne ulaşılır. Günümüz köy yerleşimi, Teimiussa olarak adlandırılan küçük bir Likya liman kenti üzerine oturmaktadır. Köye, Kaş veya Finike yönünden teknelerle ulaşılabilir. Yerleşim yeri, Kekova doğal ve arkeolojik sit kapsamında korunan yörelerden biridir. Likya yazıtlı mezarların bulunması en az İ.Ö. 4. yy. öncesi yerleşimine işaret eder. Teimiussa'da görülebilecek antik kalıntı olarak çok sayıda mezar ile kıyıdaki yol ve rıhtım sayılabilir.

Antiphellos (Kaş): Gerek sivil mimarlık örneklerini yansıtan kent dokusu, gerekse arkeolojik kalıntıları ile Antalya'nın eski ile yeninin iç içe yaşadığı turistik ilçelerinden biridir. Karşısındaki Meis adası, Türkiye ile Yunanistan'ı en çok yakınlaştıran köşelerden birini oluşturur. Son yıllarda düzenlenen eski liman küçük kapasitede de olsa, Akdeniz yatçılarının güvenli bir uğrağıdır. Antalya'dan karayolu ile ulaşımı oldukça rahattır. Şehir adı Likya dilinde yazılmış kitabelerde ve sikkeler üzerinde Habesos olarak geçer. Likya Birliğine üye kentlerden biri olup, kuzeyindeki Phellos kentinin limanı olduğu ve İ.Ö. 6. yy.dan beri yaşamını sürdürdüğü bilinmektedir. Şehir, Hellenistik Dönemde oldukça gelişmiş, Roma Döneminde ise önemli bir liman kenti olmuştur. Antik şehir, kısmen bugünkü şehrin altında, kısmen de doğu-batı doğrultusunda uzanan yarımada üzerinde bulunmaktadır. Hellenistik sur kalıntıları, yarımadanın başladığı kesimde ve Meis Adasına bakan yüzde görülür. Surların limana yaklaştığı yerde, bugün camiye dönüştürülmüş kilisenin güneybatısında, hangi tanrıya adandığı bilinmeyen tapınak kalıntıları yer alır. Kaş'ın en iyi korunmuş antik kalıntıları olarak tiyatro ile mezarlar sayılabilir.

Yarımadanın yüksekçe yerinde 26 oturma sırasıyla denize bakan ve çok güzel taş işçiliğine sahip olan tiyatro, tipik Hellenistik tiyatro özelliklerine sahip olup sahne binası yoktur. Tiyatronun kuzeydoğusunda anakayaya oyularak yapılmış, 24 kadın kabartmasının bulunduğu mezar odası yer alır. Kadınların ve cephe süslemelerinin şekli İ.Ö. 4. yy.a tarihlenmektedir. Çarşı içinde iki basamaklı kaidesi, aslan başı şeklinde taşıma çıkıntıları ve Likya dilinde yazılmış kitabesi bulunan İ.Ö. 4. yy.a ait diğer bir anıt mezar bulunmaktadır. Şehrin gerisinde yamaçta yer alan kayaya oyulmuş mezarlar ise gerek cephe işçilikleri gerekse yazıtlarıyla Likya kaya mezarlarının güzel örneklerini oluştururlar. Bunlardan başka limanın çevresinde ve su içindeki Likya tipi lahitler, şehrin günümüze kalabilmiş diğer anıtlarıdır. Tatilini Kaş'ta geçirenler için Kaş limanındaki irili ufaklı teknelerle Kekova adasına yapılacak günübirlik tur, hiç şüphesiz tüm Akdeniz'in en temiz sularında yüzme fırsatını yaratacaktır.

Patara: Akdeniz Üniversitesinden Prof. Dr. Fahri Işık ve ekibi tarafından 1988 yılından beri kazıları sürdürülen Patara Antik Kenti, arkeolojik ve tarihsel değerlerinin yanında Akdeniz kaplumbağaları Caretta-Carettaların milyonlarca yıldır yumurtalarını bırakıp yavruladıkları ender sahillerden biri olması ile de ayrı bir öneme sahiptir.

İ.Ö. 13. yy.a ait Hitit metinlerinde şehir adının Patara olarak geçmesi Xanthos'un yanında Likya Bölgesindeki en eski şehirlerinden biri olduğunu gösterir. Bölgenin en büyük ve en işlek limanı olarak önemini hiçbir devirde yitirmeyen Patara'nın yazıt ve sikkelerde Likçe adı, PTTARA olarak geçer. Hellenistik ve daha sonraki dönemlerde Patara, Arap kaynaklarında ise Batara olarak anılır. Hellenistik dönemlerde Tanrı Apollon'un kışlık kehanet merkezi, Likya Birliğinin üç oy hakkına sahip şehirlerinden biri, Bizans Döneminde ise Aziz Nikholaos'un doğum yeri olarak ün yapmıştır. Kent, kutsal topraklara giden hacıların uğradıkları bir liman olmuştur. Yaşamını 16. yy.da Osmanlı Sultanı II. Beyazıt'a kadar sürdüren Patara bu önemini hiç şüphesiz Akdeniz ticaret yollarının üzerinde korumalı bir limana sahip olmasına borçludur. Genel olarak antik liman çevresinde odaklaşan kent merkezi, zamanla körfez ile doğudaki liman arasında kalan teraslara yayılmıştır.

Şehrin önemini yitirip terk edilmeye başlanması, limanın kum ve çamurla dolmasıyla ve 7. yy.dan itibaren güney kıyılarına yapılan Arap akınlarına karşı kentin yukarılara kaymış olmasıyla açıklanabilir. Patara, 1811-1812 yıllarında İngiliz deniz kuvvetlerine ait geminin kaptanı Beaufort tarafından yeniden bulunmasıyla tarih sahnesinde bir kez daha ortaya çıkmıştır. 1842 yılında ise C. Fellows ve arkadaşlarının bugün British Museum'da sergilenen Xanthos'un ünlü anıtlarını yükledikleri liman yine Patara olmuştur. Xanthos Vadisinin son şehri ve Likya'nın en büyük liman kapısı olan Patara, bugün Akdeniz'in en temiz sahillerinin kenarında kum ve çalılarla kaplı durumdadır. Deniz kumlarının doldurmasıyla denizle ilişkisi kesilen antik liman bataklık ve göl halini almış, bataklıkta oluşan "ılgınlar" (Tamarix sp.) zamanla bölgenin kendine has bitkisi olmuştur. Ayrıca tiyatronun büyük bir bölümünü kaplayan kumların tüm örenyerini örtme tehlikesi karşısında kalıntıların önündeki kumsal Kıbrıs akasyası ve Okaliptüs ile ağaçlandırılmaktadır. Bu sayede durdurulacak kum istilasından sonra ilerletilecek kazılarla örenyeri daha çok gün ışığına çıkma şansına sahip olacaktır. Patara'nın genel görünümü, diğer Likya kentlerinin özelliklerini göstermez. Her ne kadar erken dönemlere ait kalıntılar varsa da yapılar ve kent planı zamanla çok değişmiştir.

Bugün ayakta kalan yapıların çoğu Roma-Bizans ve hatta Ortaçağ'a aittir. Şehre ve günümüz kalıntılarına giriş görkemli ve çok iyi korunmuş bir Roma zafer takından yapılmaktadır. İ.S. 100 yıllarında bölge valisi adına inşa edildiği, kitabelerinden anlaşılmaktadır. Takın batısındaki tepenin yamaçlarında, Likya tipi lahitlerin bulunduğu mezarlık alanı uzanır. Kentin en güney ucundaki Kurşunlu Tepeye yaslanmış olan Tiyatro, Hellenistik Dönem (İ.Ö. 2. yy.) özellikleri gösterir. Ancak İ.S. 1. yy.ın ortalarında birçok Likya kentinde etkisini gösteren depremle yıkılmış ve yeniden inşa edilmiş olup, bugün büyük ölçüde sahilden gelen kumla doludur. Doğu girişindeki mükemmel kitabe İ.S. 147'deki onarım ve ekleri anlatmaktadır. Tiyatronun yaslandığı Kurşunlu Tepe şehrin genel görünümünün ve yörenin seyredildiği en güzel köşedir. Buradan şehrin diğer kalıntıları; Vespasian Hamamları, Korinth Tapınağı, ana cadde, liman ve Hadrian Dönemi Ambarı rahatlıkla izlenebilir. Tepenin kuzeybatısındaki bataklığın arkasındaki tahıl ambarı (Granarium), 65x32 m boyutlarıyla Patara'nın günümüzde kalmış anıtsal yapılarından biri olup, İmparator Hadrian (117–138) dönemine tarihlenmektedir. Ambarın kentle direk ilişkisinin olmaması kente hizmet etmediğini, gemilerle gelen belki de kentte kışlayan buğdayın depolanmasında kullanıldığını göstermektedir. Şehrin suyu yaklaşık 20 km. kuzeydoğusundaki İslamlar Köyü yakınlarında, Kızıltepe yamacındaki kayalıktan getirilmiştir. Kaynakla şehir arasında, FIRNAZ iskelesinin kuzeyindeki; mahallen "Delik Kemer" olarak adlandırılan bölüm ise suyollarının en anıtsal bölümüdür.

Xanthos: Fethiye-Kaş karayolu üzerinde, Fethiye'ye 46 km. uzaklıktaki Kınık Köyü'nde yer alır. Şehir Xanthos Nehri (bugün Eşen Çayı) kenarındaki ovaya hakim iki tepe üzerinde kurulmuştur. İlki Eşen Çayı'nın kenarından sarpça bir kayalık şeklinde yükselen surla çevrili Likya akropolü; ikincisi ise kuzeydeki daha yüksek ve geniş olan Roma akropolüdür. Xanthos kenti, birçok önemli özelliklerinin yanında tarihi en çok acılarla dolu kent olarak bilinir. Tarihçiler, kentin birçok kez yerle bir olduğunu veya yandığını fakat yeni şehrin küller arasından yeniden yeşerdiğini yazarlar. Likya'nın başkenti olan Xanthos'un adı, Likçe kitabelerde ARNNA olarak geçer. Homeros, Sarpedon yönetimindeki Xanthosluların Troya Savaşına katıldıklarını yazar ki, bu olay şehrin en eski yazılı tarihine işaret eder.

Şehir, İ.Ö. 546'da Pers kumandanı Harpagos tarafından kuşatılır. Xanthoslular, kahramanca karşı koyup direnmelerine rağmen çaresiz duruma düştüklerinde, kadın ve çocuklarını öldürüp şehri ateşe vererek insansız ve harap bir şehri Harpagos'a bırakırlar. Bu toplu intihardan o sırada şehirde bulunmayan 80 aile kurtulur. Kurtulanlar şehirlerini yeni gelen göçmenlerle yeniden kurarlar. İ.Ö. 475–450 arasında Xanthos, bu kez yangın felaketi ile karşılaşır. Kazılarla da belirlenen bu yangın katından sonra şehir büyük bir gelişme göstererek batı dünyası ile özellikle de Atina ile sıcak ilişkiler kurar. Büyük İskender'in seferi sırasında Xanthoslular, Pers kumandanı Harpagos'a olduğu gibi direnme göstermişler. İ.Ö. 309'dan itibaren Mısır hanedanı Ptolemaios'ların, ardından birçok Likya şehri gibi Suriye Kralı III. Antiokhos'un egemenliğini kabul etmek zorunda kalmışlardır. İ.Ö. 2. yy.da Likya Birliğinin başkenti olan Xanthos, İ.Ö 42 yılında bu kez Romalı Brutus tarafından yerle bir edilmiş, ancak ardından Marcus Antonius'un gayretleriyle yeniden imar görmüştür. İ.S. 1. yy.da Roma egemenliği altındaki Xanthos'ta İmp. Vespasianus adına tak yaptırılmış, günümüze kalmış Roma yapılarının çoğu bu dönemde inşa edilmiştir.

Bizans egemenliği sırasında piskoposluk merkezi olan Xanthos, bu dönemde birçok yeni yapıya kavuşmuştur. Ancak 7.yy'dan sonra Arap akınları şehrin terk edilmesine sebep olmuştur. 1838'de yeniden keşfedilip talan edilmesine kadar yanı başındaki Kınık'ta ufak bir köy olarak yaşamını sürdürmüştür. Şehirdeki kazı çalışmaları, 1950 yılından beri Fransız arkeologlar tarafından yürütülmektedir. Xanthos'un her iki akropolü de değişik örgü sistemlerinin görüldüğü sur duvarları ile çevrili olup, Likya akropolünü doğudan çevreleyen poligonal teknikteki sur İ.Ö. 4. yy.a aittir. Güney yönündeki sur ile Eşen çayı tarafındaki surların bir kısmı, Hellenistik devirde yapılmış, düzgün bloklardan oluşur. Geri kalan surlar harçlı duvarları ile Bizans dönemine aittir. Bizans sur kalıntısının kuzeyindeki sahayı Roma devri tiyatrosu kaplar. Xanthos'un en ilginç kalıntıları, tiyatronun batısında yer alır. bunlardan ilki, yüksek dikdörtgen yekpare kaide üzerindeki ölü ailesi ile yanındaki kadın gövdeli, kuş kanatlı yaratıklar olan ve ölülerin ruhlarını gökyüzüne taşıdıklarına inanılan "Harpy" kabartmalarına sahiptir. Bugün orijinal blokları, Biritish Museum'da sergilenen Harpy Anıtı, İ.Ö. 5. yy.a tarihlenmektedir. Bu anıt mezarın yanında 4. yy.a ait diğer bir kaideli Likya lahdi yer almaktadır. Tiyatronun kuzeyindeki kare şekilli alan ise Roma devri agorasıdır. Agoranın kuzeydoğu köşesinde, yekpare dikdörtgen gövdesinde Likya dilinde yazılmış kitabeye sahip anıt mezar yükselir. Harpy Anıtına benzer kabartmalı mezar odasına sahip olduğu düşünülen anıtın gövdesindeki kitabe, günümüze dek bulunmuş Likya dilindeki en uzun kitabe olup, Kherei adlı Xanthoslu prensin serüvenlerini anlatmaktadır. Roma akropolünde de birçok kaya mezarı ve kaideli mezarı yan yana görmek mümkündür. Bunlardan kaidesi dışında tümü British Museum'a taşınmış olan İ.Ö. 4. yy.a ait Payava lahdi en ünlü olanıdır. Xanthos'un diğer ünlü anıtı ise yine British Museum'da sergilenen Nereidler Anıtıdır. Günümüz kalıntılarına çıkan rampanın sağ kenarında sadece temelleri kalmış olan tapınak planlı anıt, sütunları arasındaki su perileri Nereidlerin heykellerinden dolayı bu adla anılmakta olup, İ.Ö. 4. yy.a aittir.


Alıntıdır. savataged tarafından düzenlenmiştir.
 

Colinmccay

Yönetici
27 Haz 2009
6,997
11,631
Arykanda (Arycanda)

Arykanda, Antalya, Finike-Elmalı yolu üzerinde Yaşgöz çayının (Başgöz çayı) doğusundaki Bey Dağı’nın güney-batı yamacındadır.

3861.jpg


Arykanda sözcüğü Luwi dilinde “Sunak yeri” anlamına gelmektedir. Plinius ilk yerleşenlerin Thrak kökenli olduğunu söylemekte ise de bu şüpheli bir iddiadır. M.Ö. 2000’de bu kentin olduğu yerde Anna isimli bir yerleşimden bahsedilmektedir. Ama bu yerleşim ile Arykanda arasında kesin bir bağ kurulamamıştır. M.Ö. 2000’lere ait burada iki adet taş balta bulunmuştur. Bu baltaların bir benzerlerinin de Limyra ,Patara ve Kynaenai’de bulunması bu bölgede iskanın Bronz çağında varlığını gösterir.

M.Ö. VI.yy.dan itibaren kentin tarihini bilmekteyiz. Kent önce Pers egemenliğinin altına girmiş ve M.Ö.V.yy.da Perslerin sağladığı olanaklarla zenginleşmeye başlamıştır. Bu dönemde yaşamış olan Pindaros burada bir Helios kutsal alanından bahsederse de kazıları yürüten Prof.Dr. Cevdet Bayburtluoğlu bu döneme ait buluntuların çok seyrek olduğunu ifade etmektedir. Daha sonrada M.Ö. 333’ de Büyük İskender kenti özgürlüğe kavuşturmuştur. Onun ölümünden sonra önce Ptolemaiosların onu takiben de Seleukosların eline geçmiş. Apameia Antlaşması ile Rodos Perea’sına bağlanan kent, M.Ö. II.yy.da Likya Birliği'nin üyesi olmuş ve kendi adına sikke bastırmıştır. M.S. 43’de Roma İmparatoru Claudius zamanında Romaya bağlanmış ve bu devrinde kent son derece gelişmiştir. Volkanik bir bölgede olan bu kent tarihte bildiğimiz M.S.141 depreminden büyük zarar görmüştür. Devrin zenginlerinden Opramoas’ın depremden zarar gören kente 10.000 denar yardım yaptığı bulunan bir kitabede yazmaktadır. Daha sonra Ağustos 240 depreminde yine bir yıkıma uğramıştır. Bu depremden sonra kent yaralarını kolay saramamış ve fakirleşmeye başlamıştır. Hatta İmparator Maximianus ve Diocletianus Arykanda için bazı vergi indirimlerinde bile bulunmuşlardır. Bizans döneminde ise kent Orykanda, Akalanda adı ile anılmaya başlamış ve Myra Metropolitliği'ne bağlı bir piskoposluk merkezi olmuştur. Bu devirde yerleşim Bazilika çevresi ile Nal tepesinde ve Büyük Hamam’ın olduğu sahada yoğunluk kazanmıştır. Hatta hâlâ Pagan inancını taşıyanlar ile Hıristiyanlar kenti kendi aralarında böldüklerini, kiliselerin tamamının bir bölgede toplandığından anlamaktayız.

3863.jpg


VIII. yy.a gelindiğinde ise eskinin o görkemli kenti artık bir köy durumundadır. Arkeoloji çalışmaları ilk kez XIX yy.da Th.Mommsen kitabeleri incelemesi ile başlamıştır. Kentin tam yerini daha sonra Ch.Fellows Mommsen’in kitabelerine dayanarak bulmuştur. Kazı çalışmalarına 1978 de Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesi adına Prof.Dr. Cevdet Bayburtluoğlu başlamış ve günümüze kadar bu kazılar devam etmektedir.

Dik teraslar üzerine kurulmuş olan bu kentin en önemli kalıntıları arasında alt teras üzerindeki Gymnasium ve hamam ile yukarı terastaki Tiyatro,Odeon, Stadion,Agora ve küçük hamam gelmektedir. Ayrıca Akropol’de Traian ve Helios tapınakları ile Sebasteion (kutsal ev), Nal tepedeki Bazilika, doğu nekropolündeki Nekropol kilisesi de önemli kalıntılardır. Bunlar oldukça geniş bir araziye yayılmışlardır. Bu kentte karşılaşılan bir özellikte kenti çevreleyen koruma amaçlı surların yerine bu görevi bir bakıma teras duvarlarının üstlenmiş oluşudur. Akropol’de Şahinkaya denilen yerde ve terasların en üstünde tek taraflı oturma sıraları olan Stadium bulunmaktadır. Kazı çalışmaları sonunda oturma kademelerinin yanı sıra arkadaki nişler de ortaya çıkarılmıştır. Stadium’’n ortasındaki bir merdivenle de oldukça iyi korunmuş tiyatro’ya inilmektedir. Hellenistik tiyatroların tipik bir örneği olan tiyatro yarım daireden biraz daha geniş ve kemerlerle desteklenen oturma sıraları arazinin meyilli konumuna uydurulmuştur. Kazılarda çıkan buluntulara göre tiyatro geç Hellenistik döneminde yapılmış daha sonra Roma döneminde ise birçok ilaveler eklenmiştir. Tiyatronun 20 oturma kademesinin yanı sıra en üstteki iki sıranın kenarlarındaki silmelere Grekçe kitabeler yazılmıştır. Burası Arykandalı zengin ailelere ayrılmış localar durumundadır. Zira bu kitabelerden birinde M.S.II. yy.da yaşamış zengin Killortes ve ailesine, Apollon kabilesine ait olduğu yazılıdır. Scene ve Proskenenin 1982 de onarımı yapılırken sütun, architrav, triglif ve metoplar birleştirilerek etkileyici bir görünüş sağlanmıştır. Skene dışarıya ortadan bir kapı orkestraya ise proskenion’un altından beş kapı ile bağlanmıştır.141 depreminden büyük zarar gördüğünü oturma kademelerinin doğuya doğru kaymasından anlaşılmaktadır. Agustos 240 depreminin tahribatından sonra sahne binasının orkestraya bakan cephesine payeler eklenerek sağlamlaştırılmaya çalışılmıştır. Tiyatronun akustiği mükemmeldir. Sekiz adet, oturma sırasının yarı yüksekliğine eşit merdivenlerle yedi Cunei’ye ayrılmıştır. At nalı biçimindeki tiyatro sanki sahne binası ile iki ayrı yapı gibi bir görünümdedir. Kentin en büyük idari amirinin oturduğu prohedria bu tiyatroda yoktur. Soylulara ön sıranın ayrıldığı anlaşılmaktadır. M.S.VI. yy.daki depremden sonra halkın pagan inançlarının terk etmesinin yanı sıra tiyatronun kullanılmadığını C.Bayburtluoğlu ifade etmektedir.

3866.jpg


Tiyatro’nun altındaki terasta Odeon vardır. Güneyden üç ayrı kapı ile girilen Odeon’un ortasındaki orkestra kare plaklarla kaplanmıştır. Orijinal konumunda duvarlarının da renkli mermerle kaplanmış olduğu sanılmaktadır. Ayrıca cephedeki kapıların 1 m. üzerinde kasetlerin oluşturduğu bir frizin de olduğu izlerden anlaşılmıştır. Buradaki her kasetin ortasına İmparator Hadrianus’un portresi yerleştirilmiştir. Odeon’un arkasındaki iki kapı, teras duvarlarının önünden gelen rampalı yola açılır. Böylece batı caddesi ve Agoranın kenarını sınırlayan merdivenli cadde ile bağlantı sağlanmıştır. Kazılarda Odeon’un önündeki 75 m. uzunluğunda, 8 m. genişliğinde mozaik tabanlı bir portik ortaya çıkarılmıştır. U şeklindeki Agorayı çeviren bu portik dışında kalan yapıların arasında dükkanlar ve mabet olduğu sanılan bir yapı vardır. Agora’nın ortasındaki bu mabedin hangi tanrıya ait olduğu kesinleşememekle beraber Tykhe Mabedi diye isimlendirilmiştir. Bizans döneminde bu mabedin üzerine 16 x 6.35 m. ölçüsünde bazilika plânlı bir kilise yapılmıştır. Bunun çevresinde de Geç Roma dönemine tarihlenen kalıntılarla karşılaşılmıştır.

Tiyatro ile Agora’nın batısındaki terasa Bouleterion (Meclis binası) yapılmıştır. Bu yapının oturma sıraları doğal kayaya oyulmuştur. Hatta bu doğal duvar ile Stoadan ayrılmaktadır. İçerisinde boşluklar bulunan bu kaya bloğu muhtemelen depremlerden dolayı çökmüştür. Oturma sıralarında gördüğümüz çarpıklıklar da bunun sonucu olmalıdır. İç mekan hemen -hemen kareye yakındır. Girişler,kuzey duvarındaki kapılar ile sağlanmaktadır. Her iki yönde de aynı genişliği olan bu kapılardan üçer merdivenle koridor gibi bir kısma inilmektedir. Oturma sıraları ise son derece bozulmuştur. Kazılardan çıkan buluntulara göre çatının sedir ağacından yapılmış olduğu kesinlik kazanmaktadır.

3868.jpg


Bouleterion ile Agora arasında yine Roma dönemine ait bir hamam ve çeşme yerleştirilmiştir. Hamamın hemen yanı başındaki Glmnasium Palestrası da 1981 yılındaki kazılarda ortaya çıkarılmıştır. Hamam ve Gymnasium tek yapı kompleksinde birleştirilmiştir. M.S.II nci yy.a tarihlendirilir.Hamam 77 x 37 m. ebadındadır. Arka tarafı doğu nekropolünün bulunduğu terasa dayanmaktadır. Geniş cephesi güneydedir. Yapı malzemesi olarak duvarlarda kireç taşı, tonoz ve kubbelerde ise konglomera (doğal olarak sıkışmış çakıl ve kumdan oluşan tortul kayaç) kullanılmıştır. Taban ve bazı iç duvar kaplamalarında ise yöreye özgü bir çeşit kireç taşı görülür. Üst örtü olarak frigidarium’un kuzey ucu ile caldariumun güney ucunda yarım kubbe geri kalan tüm mekânlarda ise beşik tonoz kullanıldığını kalan izlerden anlamaktayız.

Hamama bitişik olan Gymnasion 25 x 20 m. ebadındadır. Paleestra ile aşağı yukarı birbirine eşit üç odadan meydana gelmiştir. Aynı duvar üzerine açılmış üç kapıdan herhangi biri kullanılarak hamama çok kolay bir giriş sağlanabilmektedir. Gymnasion-hamam kompleksinin en uzun kısmı Frigidarium ile apodyterium’dur. Burasının uzun tutulmasının nedeni çok işlevli kullanılmayı amaçladığı içindir. Batı duvarındaki dokuz kemerli bir bölmesi olan bu yerin zemini düzgün dikdörtgen kireç taşı plakalarla kaplanmıştır. Batı duvarı boyunca sıralanmış olan kapı ve nişlerin önünde ise havuzun suyunu boşaltmaya yarayan bir kanal vardır. Aykırı çay yakınındaki kayalardan yararlanılarak yapılmış olan su yolları Gymnasion’un batısındaki büyük sarnıca bağlanmaktadır. Havuzun tabanı da kireçtaşı plaklarla kaplıdır.

3872.jpg


Akropolde, Agora’nın üstündeki terasta bulunan Helios Tapınağı son kazılarda ortaya çıkarılmıştır. Kaya zemin üzerine yapılan temel bloklar üzerinde inşa edilmiştir. 6.40 x 9.40 ebadında, dikdörtgen plânlıdır. Zemin düzgün köşeli taş plaklarla kaplı olan bu tapınağın doğusuna .büyük hasar gördüğü anlaşılan 141 depreminden sonra tahminen 1. yy.da tonozlu bir mezar odası ilave edilmiştir. Tapınağa Helios adının verilmesinin sebebi ise antik yazarlarca bu güneş tanrısının yerinin Arykanda oluşudur. Bu civarda bulunan Helios’a ithaf edilmiş birçok adak steli bunu doğrulamaktadır. Akropolün kuzey-batısında Bouleuterion’un yakınında bulunan iki odalı, kült evi olarak kullanıldığı anlaşılan Sebasteion (Kutsal ev ) bulunmaktadır. Burası da in antis plânlı ve üçgen alınlıklı tapınak cepheli olduğu bulunan parçalardan anlaşılmaktadır. Üst örtüsü ise beşik tonozdur. Arykanda’nın nekropolü doğu ve batı olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Batı nekropolü kentin batısından başlayarak Aykırı çayın ana kaynağına kadar uzanmaktadır. Büyük Hamamın yanındaki doğu nekropolünde mabede benzeyen, yüksek podyumlu bir mezar anıt ile karşılaşılmıştır. Önceleri In antıs ( Naos’un bir ucundaki kenar duvarları uzatılarak aralarında sütunlar olan bir portik şekli) plânlı korinth üslubundaki mezar anıtının mabet olduğu sanılmışsa da üzerindeki kitabesinden mezar sahibinin isminin okunuşu bu düşünceyi değiştirmiştir. Arykanda da oda mezarlar dışında, kitabeli lahitlere, kaya mezarlarına da rastlanılır.

3875.jpg


Naltepe denilen yerdeki kalıntının Hereon olduğu 1984-85 yılı kazılarında anlaşılmıştır. Bu anıt-mezar M.S.I. yy.da Hermaios isimli, Arykandalıların dışında bütün Lykia halkı tarafından da onurlandırılmış bir yöneticiye aittir. Daha sonraki yüzyıllarda bu yapı önce bir hamam, sonra demirci atölyesi ve sonunda da kilise olarak kullanılmıştır. Özgünlüğü bozulmamış olan bir blok’un üzerinde kalkan ve mızraklı bir kabartma vardır. Anıt-mezar’ın 141 depreminde yerle bir olduğunu kazıları yürüten C.Bayburtluoğlu ifade etmektedir. Bunu takip eden 240 depremi ise burayı bir taş yığınına çevirmiş olmalıdır. Şehirin giriş-çıkış yolu üzerinde oluşundan dolayı buraya yeni bir işlev verilmek istenmiş, Hereon’a ait bloklar bir köşede istiflenmiş geri kalan taşların bir kısmı da kullanılarak hamam inşa edilmiştir. Hamam işlevini bitirdikten sonra muhtemelen 385 depreminin verdiği tahribatla olsa gerek, yarım daire plânlı mekanın demirci atölyesi ve erzak mekanı olarak kullanıldığını kazılarda burada çıkan demirci aletleri ve karbonlaşmış tahıllardan anlamaktayız. Bu arada kuzey-batı dış duvarına bitişik olan mekânda küçük bir kilise olarak kullanılmıştır.

Son dönem çalışmalarda M.S.III. yy.a tarihlenen ve III. Gordianus’un kullandığı Roma villası,küçük hamam, çok sayıda mezar anıtı, geniş cephesi güneye bakan, doğu-batı doğrultusunda uzanan ve Cevdet Bayburtluoğlu’nun şaraphane olarak nitelediği yapı, yamaç evleri, Asklepios Mabedi, Asklepios’un başı ve heykeli, Aphrodite ile Eros heykelleri bazilika bulunmuştur. M.Ö. II.yy.dan M.S.IV. yy.a kadar tarihlenen çok sayıdaki sikkeler de yapıların tarihlenmesinde büyük etken olmuşlardır.
 

Colinmccay

Yönetici
27 Haz 2009
6,997
11,631
Phaselis (Tekirova)

Phaselis , Antalya’ya 35 km. uzaklıkta, Tekirova’nın hemen yanı başındaki antik bir kenttir. Phaselis, Hellen dilinde “Tanrı esirger” anlamında bir sözcüktür. Bilge Umar’a göre Luwi kökenli olup “deniz kentçiği” anlamındaki “ Passala” dan gelir.

3878.jpg


Efsanelere göre, kent M.Ö. II.bin’in sonunda Mopsos ve Lakious tarafından kurulmuştur. Tarihçi Athenaios’un anlattığı efsaneye göre Lakious kendine bağlı bazı kabilelerle buraya gelmiş araziyi beğenmiş ve şehrin burada kurmaya karar vermiş. Fakat o sırada burada Kylabras isimli bir çoban yaşıyor ve sürülerini de burada otlatıyormuş. Lakious , o sıralarda para mefhumu olmadığı için çobandan araziye karşılık hububat veya balık teklif etmiş. Çoban kurutulmuş balığı tercih etmiş ve topraklardan sürüsünü alarak çekip gitmiş. Bu yüzden kuru balığı burada adak olarak kullanmak bir gelenek olmuş.

Sonraki yüzyıllarda bu o kadar benimsenmiş ki ucuz bir adak için “Phaselis adağı” bir deyim olarak kalmış.

Strabon, Phaselis’in üç limanı olduğunu, en büyüğünün ise yarımadanın güneyindeki olduğunu yazmaktadır. Kentin kuruluşu kesinlik kazanamamakla beraber tarihte ismi en erken Fenike ile Yunanistan arasında ticaret gemilerinin uğrak yeri olarak geçmektedir.

3884.jpg


Kent M.Ö.690 ‘da zengin ormanlık bölgeye yakın oluşundan ötürü Rodosluların bir kolonisi olarak kurulmuştur. M.Ö.VII - VI.yyüzyıllarda geçimini denizden sağlamış ve ticaretle gelişmiştir. Batı Anadolu’ya Persler egemen olduğunda Phselis de bundan nasibini almıştır. Kent ilk sikkelerini M.Ö. V nci yüzyılda Pers standartlarına göre basmıştır.M.Ö. V.yüzyıla ait, bilinen en eski gümüş sikkelerinin üzerinde bir tarafında gemi diğer tarafında da bir yıldız bulunur.M.S. 3.yüzyıla kadar da sikke basımı devam eder. Büyük İskender’in Anadolu’ya gelişinde kent kapılarını ona açmıştır. İskender’in bu kentten nasıl faydalandığını Strabon şöyle anlatır:

“... bundan sonra, önemli üç limanlı bir kent olan Phaselis’e ve bir göle gelinir. Bunun yukarısında, bir dağ olan Solyma ve dağlar arasındaki uzun geçitlerin yanında kurulmuş Termessos uzanır. Bu uzun geçidin içinden Milyas’a dağı aşan bir boğaz vardır. Aleksandros (İskender) geçidi açmak istediği için Milyas’ı yakıp yıktı. Phaselis yakınında deniz kenarında dağlar boyunca Aleksandros’un ordusunu geçirdiği uzun geçitler bulunur...”

3886.jpg


İskender Phaselis’lilere son derece iyi muamele etmiş,hatta Pamphlia kentlerinin elçilerini bile burada kabul etmiştir. İstender’in ölümünden sonra, diğer Lykia kentleri gibi M.Ö.309-197 arasında Ptoleimaios’luların yönetimine girmiştir. Apameia barışından sonra kentin idaresi Rhodos’lulara verilmiştir. M.Ö. 160’da kent özgürlüğüne kavuşur ve Lykia Birliğine katılır Bu arada kent bir müddet Olympos ile birlikte korsanlara yataklık etmiştir. Roma’nın bölgeye hakim olmasıyla, M.Ö. 42’de Brutus kente gelmiş, bölgeyi korsanlardan temizlemiş ve böylece Roma hakimiyeti başlamıştır. Bundan sonra kentte büyük bir gelişim olmuştur. İmparator Hadrianus M.S.129’da Phaselis’e gelmiş,kentliler de kendi olanaklarıyla yaptıkları imparatorun heykelleriyle her tarafı donatmışlardır. Ayrıca İmparatorun gemisinin yanaşacağı limanın yoluna da anıtsal bir kapı inşa etmişlerdir.

Bizans döneminde kent önemli bir piskoposluk merkezi olmuşsa da M.S. III.yy.da elverişli limanlarından ötürü korsan baskınları yeniden başlamıştır. Bunun yanı sıra Arap akınlarında da zarar gören kent M.S.IX.yy.da terkedilmiştir. Bu Lykia kentinde ticaret her şeye egemendir. Antik dünyada burada yetişen yaban gülleri ve ondan yapılan parfüm çok beğenilirdi. Tüccar olan halkı sırf işleri bozulmasın diye Pers istilasında bile onlara yataklık etmişlerdir. Zaten sikkelerindeki gemi ticareti,balık ise kuruluş efsanesini simgeler. Kent insanlarının devrinde pek makbul sayılmadığını Athenaus anlatmaktadır. Hatta devrin tanınmış müzisyenlerinden Statonikos bir içki meclisinde, kendisine yöneltilen dünyadaki aşağılık insanların kimler olduğu sorusunu şöyle yanıtlamış:

“Pamphylialılar’ın en aşağılık insanları Phaselisliler, tüm dünyanın en aşağılık insanları ise Side’lilerdir.”

Phaselis’in Kalıntıları

Phaselis’in kazı çalışmaları Kültür Bakanlığı ile İl Özel İdare Müdürlüğü arasında yapılan protokolle Antalya Müzesince yürütülmektedir.

Burası limanları ile ünlü bir kent olup, bunların en büyüğü yarımadanın güney-batısındakidir ve bu limanın girişinde 200 m. uzunluğunda bir de mendirek vardır. Bugün bu mendireğin büyük bir bölümü sular altında kalmıştır. İkinci limanı tiyatronun kuzey-doğusundadır, bunun da bir mendireği vardır ve günümüze çok iyi bir durumda gelmiştir. Üçüncü liman kuzeydeki geniş kumsaldadır. Limanın güneyindeki rıhtımın kalıntıları göze çarparsa da buraya mendirek yapılmamıştır.

3889.jpg


Phaselis’i kuşatan surların kalıntıları yarımadanın güney-batısında görülmektedir. Bizans devrinde de onarılan surlar eski özelliklerini hemen hemen bütünüyle yitirmiştir.

Phaselis’in devlet yönetim ve diğer önemli yapıları kuzey ve güneydeki limanları birbirine bağlayan ana caddenin her iki yanına sıralanmışlardır. Uzunluğu 125 m.,genişliği de 20-25 m. olan caddenin iki yanına üçer basamakla çıkılmaktadır. Ortasında bir de meydan oluşturan cadde düzgün taşlarla döşenmiş,altına da mükemmel bir kanalizasyon sistemi yapılmıştır. İmparator Hadrianus’un kapısının kalıntıları da caddenin batısında,cadde boyunca sıralanmış dükkânlar, onların arkasındaki karmaşık plânlı yapı ile hamam ve Gymnasium oldukça iyi durumdadır. Gymnasium’un arkasındaki spor eğitimi için yapılan odalar geç devirlerde yapılan eklerden ötürü özelliğini büyük ölçüde yitirmiştir. Bununla beraber mozaik döşeli tabanı, iki kapı ile güneydeki soyunma ve soğukluk, ılıklık kısımlarına girilen bölümleri yine de iyi durumdadır. M.S. III.yy.da yapılmış Hamam’ın sonraki dönemlerde de kullanıldığı açıktır.

Agora Hamam’ın güneyinde olup meydana büyük bir kapı ile açılır. İmparator Hadrianus döneminde (M.S.117-138) yapıldığından ötürü de Agora’ya İmparatorun ismi verilmiş olup caddeye bakan duvarlarına heykeller yerleştirilmiştir. Bunların arasında Lykia kentlerine yardım eden ve özellikle en büyük desteğini buraya veren Rhodiapolisli Opramoas ile Saxa Amyntianus’un heykellerinin farklı bir konumu olmuştur M.S.V-VI. yy.larda Hadrianus Agorası’nın kuzey-batısına, bugün yalnızca apsis’i görülen, dikdörtgen plânlı bir bazilika eklenmiştir.

3891.jpg


Phaselis ana caddesinin meydanla birleştiği yerin güneyine ikinci bir Agora daha eklenmiştir. Domitianus Agorası diye adlandırılan bu Agora da İmparator Domitianus’un (M.S.81-96) kente yaptığı yardımların bir nişanesidir. Geç dönem mimarisini yansıtan bu Agora caddeye iki kapı ile açılır. Kapılardan birisinin üzerinde,İmparator Domitianus’un yazıtı vardır. Avlulu büyük yapı kompleksi şeklindeki agoranın portiklerle çevrili bir iç avlusu vardır. Bunların arkasındaki dükkanlar günümüze oldukça iyi bir durumda gelebilmiştir.

Tiyatro yarımadanın üzerindeki tepeciğin en üst noktasında olup batıya doğrudur. M.S. II.yy. tarihlenen tiyatronun, Hellenistik bir yapı üzerine kurulup kurulmadığını anlamak için elimizde yeterli bilgi ve belge yoktur. Yaklaşık 1500-2000 kişilik bir kapasiteye sahiptir. Hem kente hem de denize hakim olan tiyatroya ana caddeden taş merdivenlerle çıkılmaktadır. Giriş ve çıkışlar yan tarafta olup Cavea yarım daire şeklindedir ve dörder merdivenle beş bölüme ayrılmış 20 oturma sırası vardır. Scene’ye beş ayrı kapıdan girildiği kalıntılardan anlaşılmaktadır. İki kattan oluşan tiyatronun üst kısmı günümüze ulaşamamıştır. Phaselis Tiyatrosu’nun üzerindeki Akropol’de Athena Mabedi bulunuyordu. Ayrıca Herakles, Hestia ve Hermes’e adanmış tapınakların olduğu kaynaklardan öğrenilmektedir.

Kentin birkaç yerinde Nekropol varsa da bunlar büyük ölçüde defineciler tarafından tahrip edilmiştir. En iyi durumda olanı ise deniz kenarında, kuzey limanı tarafında olandır.
 

Colinmccay

Yönetici
27 Haz 2009
6,997
11,631
Phellos (Felen)


Phell, Kaş’ın 5 km.kuzeyindeki Felen dağı yamacında, Çukurbağ Köyü’ne 2 km. uzaklıkta, Antiphellos ile (Kaş) karşı karşıya bir antik kenttir.

3897.jpg

Phellos sözcüğü Hellen dilinde “ayakkabı ökçesi yapılan ağaç kabuğuna” verilen isimdir. Aynı zamanda taşlık alanlara da bu isim verilir. Plinius ile Strabon’un sözünü ettiği bu kentin kuruluş tarihi kesinleşememiştir.

Günümüze ulaşan kalıntılar M.Ö.IV.Yüzyıla kadar inmektedir. Tarihi olaylarda ismi geçmeyen kent Bizans İmparatorluğu'nun çöküşünden sonra önemini yitirerek terk edilmiştir. Günümüze Pınarbaşı köyünde daire plânlı, taştan örme anıtsal bir mezar ile bazı burç ve polygonal sur duvarları gelebilmiştir. Buradaki mezarlar da yine Lykia tipindedir.

Akalissos (Asar Önü)

Antalya Körfezi’nin batısında, Kumluca’ya 23 km. uzaklıktadır. Idebessos antik kentinin 2 km. güney-doğusundaki İncir ağacı köyünde, yedi pencere denilen yerdedir.

Eski Likya birliğinden gelişmiş olan Koinon’a dahil olan bir kent idi. Akalissos Luwi kökenli bir sözcük olup anlamı bilinmemektedir.
Kentin kuruluşu ile ilgili bilgilerimizin yetersizliğine rağmen Hellenistik dönem örcesi var olduğu sanılmaktadır.

Tarihte isminin ilk geçişi Roma dönemindedir. Ve bu dönemde komşuları olan İdebessos (Yenikışla-Bademağacı) ve Kormos (Karabük) ile üç kent birliğini (Sympoliteia) kurmuşlardır. İmparator III. Gordianus döneminde (M.S.238-244) sikke basmıştır. Bu sikkelerin üzerinde kentin ismi yazılıdır. Bizans devrinde ise Myra metropolitliğine bağlı bir piskoposluk merkezi olmuştur.

Akalissos’dan günümüze yeterli bir kalıntı gelememiştir. Sadece sur parçaları, Bizans devrine ait iki kilise kalıntısı, İmparator Commodos’un (M.S.180-192) heykelinin kaidesi ve otuza yakın lahit bugün görünürdedir. Yalnız bu lahitler klasik Likya lâhitlerinden biraz farklı bir görünümdedir. Üçgen alınlıklar ve cephe girişleri oldukça sadeleşmiştir.


Gagai

Gagai, Finike körfezinin doğusunda, Khelidonia Burnu’nun (Gelidonya burnu) batısındaki Karagöz limanının kuzeybatısında idi. Bugünkü konumu ile Kumluca’nın 10 km. güney-doğusundaki Yenice Köyü’nün 4 km. güneyinde küçük bir tepenin üzerinde idi.
Gagai Hellen dilinde “Gaga’nın halkı” anlamına gelmektedir. “Ga” kelimesi toprak anlamına gelmektedir.

Kentin adı ile ilgili iki mitolojik öykü vardır. Birinci hikayeye göre yerleşecek toprak arayan Rhodoslular buraya geldiklerinde yerli halka toprak istediklerini “ga,ga” (toprak,toprak) diye bağırarak anlatmışlardır. Bu istekleri karşılandığında yeni kenti bu isimle tanımlamışlardır.

Diğer hikayeye gelince, Nemius isimli Rhodos’lu bir komutan Lykia ve Kilikyalı korsanlara karşı bir savaş kazandıktan sonra, bir fırtınaya yakalanır ve gemisi batma tehlikesi geçirir, tam bu esnada tayfalardan biri uzaktan karayı görünce “ga, ga” diye bağırır ve karaya çıkarak kurtulurlar. Bu iki hikayenin birleştiği ana nokta kenti Rhodosluların kurduğuna atfetmektir. Gerçekte ise antik tarihçilerin sözünü etmediği bu kentin ne zaman ve nasıl kurulduğu bilinmemektedir.

Yörede yeterince araştırma yapılmamıştır. Bu günkü konumuyla kent iki tepe üzerine yayılmış olup hangisinin akropol olduğu anlaşılamamıştır. Bunlardan daha yüksek tepe üzerinde İlk çağ surlarından arta kalmış küçük parçalar görülmektedir. Diğer tepede ise Bizans devri sur parçaları dikkati çekerse de bunların dışında bir kalıntıya rastlanmamıştır. Ancak 1960’lı yıllarda başta tiyatro olmak üzere bir takım kalıntıların varlığı saptanmış, ancak bunların taşları yeni yapılanmalar nedeniyle yerlerinden sökülmüştür.


Isında

Isında, Kaş’ın merkez köylerinden Belendi’nin 3 km. güneyindeki tepenin yamaçlarında kurulmuştur. Isında Luwi dilinde kutsal anlamına gelen Sinda’dan gelmiş bir sözcüktür.Prof. Bilge Umar,Anadolu’da bu isimde başka kentler de olduğunu yazmaktadır.

4019.jpg

Isında’nın ne zaman kurulduğu ve tarihi konusundaki bilgi hemen hemen hiç yoktur. Belki de burası bir yöneticinin yaşadığı küçük bir Lykia köyü konumundaydı. Isında M.S. III.yy.da İmparator Gordianus zamanında Aperlai, Simena ve Apollonia ile birlikte bir birliğin başıda idi ve bu dört kent Lykia Birliğinde tek bir oya sahip olarak temsil edilmişlerdir. Elimize geçen kitabelerden bu kentten resmi olarak “Isında’dan Aperlai’liler” diye söz edilmekte olup etnik isimlerinden bahsedilmemektedir.

Günümüze kenti kuşatan surların çok az da olsa kalıntıları kuzey ve kuzeydoğuda görülmektedir. Düşük kalitede bir duvar işçiliği olan bu surların geçen yıllar boyu tamir gördüğü taş dizilerinden anlaşılmaktadır. Surların ortasına yakın bir yerdeki uzun bir yapının temel izleri seçilirse de ne oldukları anlaşılamamıştır. G.Bean bunun stoa’ya benzediğini söylerse de kesin bir karar getirmemektedir. Akropolde üzerinde Likçe yazıların bulunduğu iki ev tipi anıtsal mezar, yamaçlardaki Helenistik ve Roma lahitleri ve çok sayıdaki sarnıçlar dışında Isında’dan günümüze pek bir şey gelmemiştir.


Kandyba

Kandyba, Kaş’ın 13 km. kuzeyinde, Gendeve (Çataloluk) köyünün yanındadır. Kandyba sözünün Luwi veya Likçe’den geldiği sanılmaktadır. “Ana Tanrıçanın erkeği” veya “Baş Tanrı’ya ait” bir isim olarak düşünülmelidir.

Kandyba’dan antik tarihçiler söz etmemektedirler. Yörede arkeolojik kazı ve yüzey araştırması da yapılmadığından tarihi geçmişi ile ilgili bilgi hemen hemen hiç yoktur. Tahminen akropol ve onun eteklerinde kurulmuş olan kentten ziyade önemsiz bir yerleşim yeri olmalıdır. İsminden yola çıkarsak belki de sadece bir kült merkezi idi.

Günümüzde Bizans devrinden kalma bir sur duvarı parçası ile birkaç Lykia tipi mezardan başka bir şey yoktur.


Khoma (Hacı Musalar)


Antalya’nın kazası Elmalı’ya 13 km. uzaklıktaki Hacı Musalar ve Sarılar köylerinin yakınındadır . Khoma kelimesi Hellenceden gelmekte olup “tepe,yığın,tümsek” anlamındadır.

Antik tarihçilerin bahsetmediği bu yerleşmeden sadece Plinius bahseder ve eski Lykia birliğinden gelişmiş olan Koinon’un (eyalet birliği) yer aldığı otuz altı kent ve kentçikten biri olduğunu söyler.

Bölgede yüzey araştırması ve arkeolojik kazı yapılmadığından civarda dağınık halde görülen Lykia tipi lahitlerden ve duvar parçalarından başka bir şey görülmemektedir. Burada bulunmuş olan birkaç kitabeden birisinin Lykçe yazılı olması enteresandır.

George Bean’e göre burada dağınık halde bulunan mezarlar Khoma kentçiği kurulmadan önce var olduğudur. M.S. II.Yüzyılda Rhodiapolisli zengin Opramoas’ın büyük yardımlarını görmüş ve Myra metropolitliğine bağlı bir piskoposluk olmuştur.



Korydalla

Korydalla, Antalya’nın ilçesi Kumluca’nın 2 km. güneyindedir. Korydalla sözcüğünün Luwi dilinden geldiği sanılırsa da anlamı bilinmemektedir. Peutinger haritasında Coridallo, Piskoposlar listesinde de Korydallos olarak ismi geçmektedir. Plinius ve Herodotos’un yalnızca isminden söz ettiği Korydalla’nın tarihi ile ilgili bilgilerimiz çok yetersizdir.

Günümüze ulaşan yazıtlardan çoğu Roma döneminden kalmışsa da Lykia ve Hellen dillerinde yazılmış olmaları bu insanların kültürlerinden kopmadıklarını göstermektedir.

Tarihte ismi ilk kez M.Ö. 480’de Thermopylai Geçidinde Perslere yol göstermesi ve bu yüzden Hellenler tarafından suçlanmasından ötürü geçmiştir. Lykia Eyalet Birliğine (Koinon) dahil olan 36 kentten biridir. Günümüze kentle ilgili bir kalıntı gelmemiştir. Yalnızca Hacı Veliler köyü yakınındaki tepede su kemeri ile ne oldukları anlaşılamayan mimari parçalar bulunmaktadır. Ayrıca köy mezarlığında da birkaç parça sütun bulunmaktadır.
 

Colinmccay

Yönetici
27 Haz 2009
6,997
11,631
İdebessos

İdebessos , Antalya Körfezi’nin batısında, Kumluca’ya 21 km. uzaklıkta Yenikışla köyündedir. İdebessos Luwi dilinden gelen bir sözcük olup Prof.Bilge Umar’a göre bu isim “Dawassa” olup Ormanlı kent anlamındadır.

4040.jpg

Kentin kuruluşu ve tarihi geçmişi konusundaki bilgilerimiz çok yetersizdir. Burada arkeolojik araştırmalar yapılmamış yalnızca isminden söz edilmiştir.
Idebessos, diğer Likya antik kentlerinden farklı bir yerleşim gösterir. Antik çağda yörede çok az nüfusun barınmış olması şehrin düzlükte gelişmesine ve hemen yanı başındaki ufak yükseltinin etrafının surla çevrilerek bir bakıma emniyetli bir akropol elde edilmesine neden olmuştur.

Surun dışında, orman yolunun kenarında, sura göre kuzeybatı kısmında Likya bölgesinde küçük bir tiyatro bulunmaktadır. Orkestrası toprakla dolmuş, 5-6 oturma sırasına sahip olabilecekği düşünülen tiyatronun kuzeyinde, planlı olduğu kadar Aquaduct'un ucunun yapıya bağlanması yüzünden hamam olması ihtimal dahilindeki bir yapı kalıntısı bulunmaktadır.

Idebessos'u kuzey-güney doğrultusunda kesen orman yolunun kenarında şehire su sağlayan Aquaduct'un kalıntılarını da kuzeye doğru bakıldığında görmek mümkündür. Idebessos'un en ilginç yönü çoğunluğu kitabeli ve köşeli "U" plan oluşturacak şekilde kertiklenmiş üç lahitten oluşan aile mezarlarıdır. Çok az sayıda kabartmalı lahit bulunmaktadır. Bunlardan birinde kalkan ve mızrak tasvirini, diğer bir mezarda ise lahitin kaidesini oluşturan bloklarda yüksek kabartma olarak yapılmış boğaya saldıran aslan tasvirlerini görebiliriz. Kalıntıların büyük çoğunluğu Roma devrine aittir.
İdebessos’un kalıntıları Yenikışla Köyü’nün Karaağaç mahallesindedir. Helenistik ve Roma dönemi izlerini taşıyan bu kalıntılar arasında sur duvarları,oldukça küçük bir tiyatro ile Bizans döneminden kalma bir bazilika dikkati çekmektedir. Köyün yanı başındaki nekropol alanında da bazıları yazılı,bazıları ise kabartmalı mezarlar bulunmaktadır.



Nisa, Neisa, Nysa

(Meryemlik-Sütleğen)

Nisa, Kaş’ın 35 km. kuzeyinde, Sinekçi Beli denilen geçidi yanında,Meryemlik denilen yerdedir. Nisa, Luwi veya Lykçe dilinde gelmiş ibir sözcük olup anlamı anlaşılamamıştır. Hellence de de bir anlamı yoktur.

Nisa’dan Antik Çağ tarihçileri söz etmemişlerdir. Bundan da antik çağ’da önemli bir kent olmadığı anlaşılmaktadır. Hellenistik çağda sikke basmasından ötürü ilk kez adını duyurmuştur.

Kentin surları kaba bir işçilikle yapılmış olup çok iri taşlardan örülmüştür. Güney bölümünde kemerli bir temenos kapısı görülmektedir. Nisa’dan günümüze ulaşan diğer yapılar arasında bir yamaca yaslanmış olan 700-800 kişilik Roma döneminde yapılmış olan cavea’sı oldukça iyi durumda olan bir tiyatro vardır. Agora’nın stoası tiyatronun üst sırasının ucuna bitişik olup Hellenistik çağ işçiliğini yansıtmaktadır. Stadion’a gelince, birkaç oturma sırasından başka bir şey kalmamıştır. Sağda solda ise lâhitler görülmektedir.
Toprak üstünde görülebilen kalıntılar oldukça geniş bir alana yayılmıştır. Burada Arkeolojik bir kazı yapılmadığından bu kent hakkında sadece gördüklerimizle yetinmek durumundayız. Hıristiyanlık döneminde kent Myra metropolitliğine bağlı piskoposluk merkeziydi.


Podalia (Podala)

Podalia,Elmalı’ya 25 km. uzaklıkta eski Avlan Gölünden arta kalan ovada,Keramik köyü yakınındadır. Podalia sözcüğü Luwi dilinden türetilmiş olup ”Göllücek” anlamındadır.

Podalia’nın tarihi çağlarına ait bilgilerimiz çok yetersizdir. Lykia eyalet birliğine dahil olan kentler arasında burasının da ismi geçmektedir. Ayrıca yörede bilimsel araştırma da yapılmamıştır. Yalnızca Romalıların buraya egemen oldukları yıllarda kendi adına sikke bastığı bilinmektedir. Bizans döneminde ise Myra metropolitliğine bağlı bir piskoposluk merkezi olmuştur.

Günümüzde, Karemık köyü yakınındaki tepede bazı kalıntılarla karşılaşılmıştır. Bunlar rektogonal tekniğinde yapılmış duvarlara ait parçalardır. Ayrıca Hellenistik çağ ve sonrasına tarihlenen keramik parçaları da yüzeyde çok sayıda bulunmuştur. Bunlar arasında erken Tunç çağına ait keramik parçalarının oluşu Podalia’daki yerleşimin oldukça eskiye indiğini bizlere göstermektedir.


Soura (Sourai-Sura)

Antalya, Kale ilçesine (Demre) 6 km. uzaklıktaki Sura Köyü’nün yakınındadır. Andriake’den Kaş’a giden yolda buradan geçmektedir. Soura Hellen dilinde “Soura halkı” anlamında bir sözcüktür.

Soura’nın tarihi ile yeterli bilgimiz yoktur. Bununla beraber antik tarihçiler burasının Apollon’un kehanet merkezlerinden biri olduğunu ileri sürmüşlerdir. Lykia’nın diğer kentleri gibi M.Ö.IV.yüzyılda varlığını sürdürmüştür.

Kentin akropolü oldukça küçük bir alan kapsamış ve kalın bir surla çevrelenmiştir. Sur duvarları kuzeyde dikdörtgen şeklinde bir kaleyi oluşturur. Güney yönündeki kulenin hiçbir iz bırakmadan yıkıldığı sanılır. Surlara bitişik odalar ve bunların açıldığı koridorlara diğer kentlerde rastlanamamıştır.
Akropolün güney-doğu köşesinde,kayalara oyulmuş, Lykçe yazılı bir heykel kaidesi ile Apollon Sorias kültünü yansıtan rahip listelerini içeren bir stel dikkati çekmektedir. Akropolün batısındaki Apollon mabedine kayalara oyulmuş merdivenlerle çıkılmaktadır. Yan duvarların öne doğru çıkarılıp uzantıları arasına iki sütunun yerleştirildiği İn antis plânlı, dor üslûbundaki mabedin hemen yanı başında da kehanetin yapıldığı kaynak suyu vardır. Mabedin arkasındaki alanda ise yıkılmış bir Bizans kilisesinin kalıntıları bulunmaktadır.


Tyberissos (Tyrmisson)

Tyberissos ,Kaş ile Demre arasındaki Çevreli Köyü’nün (Tirmisi) 2 km. doğusundadır. Tyberissos adının Luwi dilinden gelen ve yerleşimle ilgili bir sözcük olduğu sanılmaktadır.

Kentin tarihi ile ilgili yeterli bilgi bulunmamaktadır. Yörede gezginlerin notları dışında yeterli bir yüzey araştırması ve arkeolojik kazı da yapılmamıştır. Bununla beraber çevrede görülen bazı mezar anıtlarının üzerindeki yazıtlara dayanılarak M.Ö. 400 ‘lerde kentin var olduğu düşünülebilir. Bu kent tepe üzerine yayılmıştır. Tepenin kuzeydeki doruğu daha yüksek olduğundan burasının akropol olduğu sanılmaktadır. Ayrıca burada Rektogonal tekniğinde taşları olan, büyük olasılıkla iç kaleye ait oldukları sanılan kalıntılarla karşılaşılmıştır.

Yerleşim alanı olduğu sanılan çevrede yazıtlar ve mezar anıtları da bulunmaktadır. Bu mezarlar daha çok lahit formunda olmasına karşılık Lykia dilinde yazıtlı ve ev tipinde iki kaya mezarı dikkati çekmektedir. Bunlardan biri tepeye yakın bir yerde, diğeri ise Tirmisin Ovasına yakın bir dağ eteğinde MÖ.400'e ait olup, üzerinde erkek ve kadın figürü bulunmaktadır. Akropol yamacında güvercin yuvasını andıran kayalara oyulmuş mezarlar dikkati çekmektedir. Bunların üzerinde yapılan yüzeysel bir araştırmada kentin Hellenistik ve Roma çağlarında yapıldığı ,yaşandığı anlaşılmaktadır.
Tepenin iki doruğu arasında kalan yerde oldukça iyi durumda blok taşlardan oluşmuş bir kalıntı ile karşılaşılmıştır. Bu kalıntının Dor üslubunda bir mabet olduğu ve burada ele geçen yazılı bir taşa dayanarak da Apollon’a ait olduğu anlaşılmaktadır.

Lissa (Lissai)

Lissa, Lykia ile Karia bölgeleri arasında sınırda olup Kapıkargın koyunun 3 km. güney-doğusunda, Kargın gölünün ucundadır.
Lissa ,Luwi dilinde “kayalık” anlamına gelen bir sözcüktür. Sadece Plinius ‘da adı geçen Lissa ile ilgili antik yazarların hiçbiri bilgi vermedikleri gibi yörede de herhangi bir araştırma yapılmamıştır. Bu nedenle kent hakkında hiçbir bilimiz yoktur.

Günümüze yalnızca Akropol tepesindeki şehir surundan kalan duvar parçaları ve bunların üzerinde Hellence yazılı birkaç yazıt ve çevreye dağılmış haldeki mimari parçalar gelebilmiştir. Sur duvarının üzerindeki onurlandırma yazıtları M.Ö. III.yüzyıla aittir ve Ptolemaios II ve Ptolemaios III’ün idaresinde olduğu yıllara tarihlenmektedir. Kentin bulunduğu yer ile deniz arasında basit ,sarnıç tipi birkaç mezar görülmektedir.



Dağlık

Gazipaşa İlçesi’ne 18 km. uzaklığındaki Güneyköyü sınırları içerisindedir. Antik Çağda Dağlık, Kilikya olarak bilinen bölge sınırları içinde kalmaktadır.
Kentin adı Kommagene kralı 4. Antiochus’tan gelmektedir. Kalıntılar üç yükselti üzerinde toplanmıştır. Birinci bölüm sütunlu cadde, agora, hamam, zafer takı ve kilisenin bulunduğu kesimdir. İkinci bölüm Kilikya Bölgesine özgü mezar yapılarının bulunduğu nekropol alanı; üçüncü bölüm ise batıda denize uzanan, sarp kayalıklar üzerine yapılmış kale kalıntılarıdır.

Kentin kuzeyinde, halen mimarî elemanları görülebilen bir tapınak kalıntısı mevcuttur. Kentin merkezine trikonkhos adı verilen üç duvarı apsis şeklinde dini işlevi olan bir yapı yer alır. Kalıntılar Roma, Bizans ve Ortaçağ Dönemine tarihlendirilmektedir.
 

Colinmccay

Yönetici
27 Haz 2009
6,997
11,631
Antiphellos (Kaş)

Antiphellos, Antalya’nın Kaş ilçesinin olduğu yerde idi. Likçe yazıtlarda ve Pilinius’da “Habesos” diye adlandırılan bu kentin ismi Hellen dilinde “Taşlık Ülke” anlamındadır. XX.yy.ın başlarında da buraya “Andifli” denilmiştir.

4082.jpg

Antiphellos’un M.Ö.VI.Yüzyılda var olduğunu biliyoruz, ancak bu döneme ait bilgilerimiz oldukça sınırlıdır. IV.Yüzyıla ait mezar anıtlarından da kentin gelişmeye başladığını görürüz. Hellenistik dönemde Antiphellos’un kuzeyindeki, bir liman ve savunma yeri olan Phellos’un önemini yitirmesi üzerine kent gelişir ve büyük bir önem kazanır. Bu durum Roma çağında da devam eder, sedir ağacı ticareti ve sünger ihracından ötürü zenginleşir.

M.Ö. II. Yüzyılda Likya Birliğine katılan kentler arasındadır ve bu birliğin bastığı sikkelerin arasında Antiphellos’un da ismi vardır. Bizans devrinde ise diğer Likya kentleriyle birlikte Myra Metropolitliği'ne bağlı bir piskoposluk merkezi idi. Bugünkü Kaş ise bu antik şehrin üzerine kurulmuştur.

Bugün Akropoldeki düzgün sur kalıntıları iyi bir durumda gelmiştir. Yalnızca kuzey ve batı surlarından hiçbir iz görülememektedir. Surlarda, Helenistik dönemde uygulanan rektagonal tekniği, yani taşların dış yüzlerinin hafif şişkin olarak işlendiği görülür. Ayrıca sur kapısı ile iç kalıntıları da ayakta olup onlara dayanılarak kentin tamamen surlarla çevrili olduğu anlaşılmaktadır.

Kentin batısında, Çukurbağ yarımadasına giden yolun üzerinde tiyatro yer almaktadır. Helenistik dönemde yapılan ve güzel bir taş işçiliği gösteren tiyatronun 26 oturma sıralı olduğu ve rahatça 4000 kişiye hizmet verdiği sanılmaktadır. Cavea sağlam durumdadır M.S.III.yüzyılda bazı ilâveler yapılmıştır.

4084.jpg

Tiyatronun üstünde M.Ö. IV.yüzyıla ait doğal kayadan oyularak yapılmış ev tipi bir mezar anıtı vardır ki bu “Dansözler Mezarı “diye adlandırılır. Kare biçimindeki bu mezar 4.5 m2’dir.

Mezarın içinde ,kapının karşısına gelen duvarda el-ele tutuşarak dans eden küçük figürler ile sedirin üzerinde yine dans eden 21 adet figür işlenmiştir. Cephenin köşeleri ve kapı sağır payelerle hareketlendirilmiştir.

Kaş’ın bugün adeta bir simgesi durumundaki mezar anıtı Uzun Çarşı caddesinde, Postahane sokağındadır.

Günümüze iyi bir konumda gelen ve tek bir bloktan yapılmış olan bu lahdin 1,5 m. uzunluğundaki alt kısmında boncuk motifleri ve sekiz satırlık Likçe bir kitabe vardır. M.Ö. IV.Yüzyıla tarihlenen bu mezarın kitabesi okunamadığından kime ait olduğu anlaşılamamıştır .Bu kaidenin üzerine dikdörtgen prizma şeklindeki anıtın sandukası oturtulmuştur. Kapağın kuzey-batı alınlığında sopasına dayanmış,sağ bacağını sol bacağının üzerine atmış, üzgün görünümlü bir erkek ile bir kadın figürü işlenmiştir.

Güney-doğu alınlığında ise ayakta duran ve uzun bir manto giymiş bir kadın figürü görülmektedir. Ayrıca lahit kapağının her iki yanına da aslan kabartmaları işlenmiştir. Kapağın batı tarafı pencere şeklindedir.

4087.jpg

Antiphellos’taki mezarların çoğu kentin kuzeyindeki yamaçta, evlerin hemen arkasındadır. Bunlar ev tipi mezarlardır. 1842 de Kaş’a gelen Spratt isimli bir İngiliz subayı burada yüzün üzerinde mezar olduğundan bahsederse de bugün bunların çoğu inşaatlarda kullanıldığı için yoktur.



Aperlai (Aprilla)

Aperlai, Kekova’nın güneyinde Asar koyundaki Sıcak Köyü’nün (Kılınçlı Köyü) 5 km. güneyindeki yarımadanın kuzey-doğusundadır.

4093.jpg

Aperlai sözcüğü Hellen diline göre “Aprillai’lerin kenti” anlamındadır. Ayrıca “akar” veya “boğaz geçidi” anlamına da gelmektedir. Plinius’da adı Aperiai, Lykçe yazıtlarda ise Aprll olarak geçer.

Kentin kuruluşu ve tarihi kesinlik kazanamamıştır. Apollonia’nın (Kılınçlı), Isinda ve Simena (Kale) kasabalarıyla birlikte bir tetrapolis (üçlü yönetim) oluşturduklarını biliyoruz. Ele geçen sikkelerden M.Ö.V-IV. yy.larda varlığı bilinmektedir. Lykia Birliği (Koinon) içerisindeki kentlerden biri olduğunu Plinius yazmaktadır. M.Ö.168-67 tarihinde basılan ilk birlik sikkelerinde de adı geçmektedir.

4097.jpg

Günümüze Roma dönemine tarihlenen kalıntıları az da olsa gelebilmiştir. Kent, deniz kenarından başlayarak akropole doğru uzanan rektogonal ve Poligonal tekniğinde yapılmış surlarla çevrilmiştir. Bu surlar yer yer kulelerle takviye edilmiştir. Roma dönemine ait batı bölümü oldukça iyi konumdadır. Kent surunun doğu tarafında hemen hepsi yuvarlak kavisli kapağa sahip çok sayıda lahit bulunmaktadır. İlk Çağdan bu yana denizin yükselmesinden ötürü rıhtımı sular altında kalmıştır. Bazı lahitleri de bu yüzden denizin içinde görüyoruz.
Aperlai’de yüzey araştırması ve kazı çalışmaları yeterince yapılmadığından yapıları ile ilgili bilgi bulunmamaktadır. Bununla beraber çevresinde Lykia tipi, Roma dönemine ait mezarların iyi korunduğunu söylenebilir. Bizans ve sonrası dönemlere ait birkaç şapel ve şehir surunun kuzey-batı köşesinde bir kilise vardır.


Apollonia (Kaş)

Apollonia Kaş-Finike yolu üzerinde, Teke Yarımadası ile Sıcak yarımadası arasındaki Kılınçı Köyü yakınındadır. Bu kentin yeri konusunda bazı araştırmacılar farklı iddialarda bulunmuşlarsa da Augustus ve Tiberius devirlerindeki adak stellerinin yardımıyla yeri saptanabilmiştir.

4101.jpg

Apollonia, Hellen dilinde “Apollon’un Yurdu” anlamındadır. Çok yaygın olan bu isimle Anadolu’da Psidia, Mysia, Karia ve Kefken de kentler bulunmaktadır. Lykia’daki Apolonia’nın yakınında Simena, Aperlai ve Isında antik kentleri bulunmaktadır. Apollonia bu kentlerle birlikte Tetrapolis isimli Dört kent Birliğine katılmıştır. Bunun dışında kentle ilgili yeterli tarihi bilgimiz çok azdır.
Apollonia “L” harfine benzetilen bir kayalık üzerine kurulmuştur. Ne zaman ve kimin tarafından kurulduğu da bilinmemektedir.

Günümüze ulaşan kentin kalıntıları akropoldedir. Akropolü kuşatan surlar kuzeyde ve batıda oldukça iyi durumdadır. Surların taşlarının bazıları rektogonal olup, dış yüzleri tümüyle düzeltilmeyerek kabaca bırakılmıştır. Surların içerisindeki kale Bizans dönemine aittir. Ayrıca yine bu döneme ait bir de kilise kalıntısı vardır. Kilisenin kuzey-batısındaki yamaçta küçük bir tiyatrodan arta kalan izler dikkati çekmektedir. Tiyatronun kuzey-doğusunda büyük olasılıkla Rum döneminde yapılmış bir hamam kalıntısı vardır.

Apollonia’dan günümüze gelen en belirgin örnekler nekropol alanı ile kentin çevresindeki mezar anıtlarıdır. Anıtsal mezarlar tiyatronun doğusu ile İç Kale’nin kuzey-doğusundadır. Burada benzerlerine Likya’da pek az rastlanan altı tane sütunlu veya direkli mezarlarla karşılaşılmıştır. Aynı şekilde Ksanthos’da da direkli mezarlar varsa da onlar lahitlerin üzerine işlenmiştir. Buradaki sütunlar ise kayalara oyulmuştur. Nitekim diğerlerinden çok daha görkemli bir mezarın bir Hereeon (kahramana ait mezar) olduğu düşünülebilir. Akropolün eteklerinde ise ovaya doğru Roma mezarları ile karşılaşılmıştır.
 

Colinmccay

Yönetici
27 Haz 2009
6,997
11,631
Istlada

Istlada, Demre ile Tirmisin (Çevreli) arasında Hoyran köyünün 1 km. güneyindedir. Akropolün bulunduğu tepeden aşağıya inildiğinde Kapaklı köyü görülür. Tepeden bakıldığında Gökkaya körfezi, Aşıryı ve Kişneli adaları ile Kaleköy ve Üçağız köyünün görüntüsü ile en güzel manzarası olan Likya kentidir. Istlada, Luwi dilinde vadi dibinde derecik anlamına gelen bir sözcüktür.

4114.jpg

Tarihçesi ile ilgili bilgilerin olmadığı bu kentin yerinde de yüzey araştırması ve arkeolojik kazı yapılmamıştır. Bununla beraber Lykia bölgesinin bu küçük kentinden bazı kalıntılar günümüze gelebilmiştir. Akropolün kuzey ve doğusundaki kaya mezarları,tamamen birbirinin eşi gibi tek bir elden çıkmışçasına yapılmış lâhitler, steller ve sarnıçlar bulunmaktadır. Bunların arasında güvercinli mezarın üzerinde horoz, sfenks ve güvercin tasvirlerine yer verilmiştir. Bunun kuzeyinde M.Ö. IV.yy.a tarihlenen bir diğer mezarda da mezar sahibi yakınlarıyla birlikte görülmektedir.

4116.jpg

M.Ö. IV.Yüzyıla ait Hoyran anıtı, kayadan oyularak ev tipi mezara dönüştürülmüştür. Bu mezarın alınlığında da ayakta duran üç kişi ve onun altında da klineye uzanmış mezar sahibi görülmektedir. Roma devrine ait olan sarkofaj tipindekiler Likya mezarlarından daha iyi durumdadır .
Kentin bulunduğu yerde akarsu olmadığından çevrede birçok sarnıçlar ve toplama kuyuları vardır. Istlada da bunların dışında gözle görünen bir kalıntıya rastlanmamaktadır.



Kyaneai (Yavı)

Kyaneai, Kaş’ın 30 km. doğusunda, Demre’ye 20 km. uzaklıkta, Yavu köyünün bulunduğu yerdeki kayalıklar üzerine kurulmuştur.

4119.jpg

Kyaneai, Hellen dilinde “koyu mavi” anlamında bir sözcüktür. Antik kaynaklara göre de bu isim,kehanet yönünden önemli bir kaynağın orada oluşundan ötürü verilmiştir. Nitekim Kyanei’nin hemen yanıbaşında da Apollon Thryxeaus’un kehanet yeri bulunuyordu. Pausanias’ın verdiği bilgilere göre bu suyun doğal havuzuna bakanlar dilediği herhangi bir şeyi görebiliyorlardı. Pausanias buradaki pınardan şöyle bahsetmektedir:

“.. Lykia’daki Kyaneai’nin hemen bitişiğinde Apollon Thryxeos’un bilicilik yeri vardır ve Kyneai’deki su,pınarın doğal havuzuna bakan her kişiye, dilediği herhangi bir şeyi yâni örneğin ,uzaktaki sevdiğinin o sırada ne yaptığını görme olanağını sağlar..”

Kyaneai’nin ne zaman ve kimler tarafından kurulduğu konusunda yeterli bilgi yoktur. Sadece geç devir tarihçilerden Plinius’da ismi geçen bu kentin geçmişini Stellerden ve kitabelerden öğrenebilmekteyiz. Kentin geçmişi M.Ö. IV.yy. a kadar inmektedir. Sürekli yerleşim görmüş olan bu kent Lykia’nın en zengin kentlerinden biri olup Eyalet Birliği olan Koinion’a dahil 34 yerleşimden biri idi. Kitabelerden öğrendiğimize göre bu şehrin zenginleri civardaki şehirlere bile mali yardımda bulunuyorlarmış. Diğer bir kitabe de Rhodiapolisli Opramoas ile çağdaş olup birçok kente yardım eden, Nikostratos’un oğlu İason isminde bir vatandaşa yaptığı yardımlardan ötürü şerefine yazılan bir onurlandırma kitabesidir. İason aynı zamanda “Lykiarkh” (Lykia’nın en büyük hâkimi) unvanını taşıyan bir devlet görevlisidir .

Kyaneai kenti, güney yönü oldukça sarp bir kayalık olan yüksek bir platform üzerinde kurulmuştur. Kenti üç yönden kuşatan surlar 450 metre uzunluğunda olup, ana giriş kapısı batıdadır. Güney tarafı uçurum olduğu için o tarafta sur yoktur. Surların büyük bölümünün Bizans devrinden kalmış olmasına karşın yer yer Roma döneminden izlerle de karşılaşılmaktadır. Özellikle Roma dönemi surlarının dış yüzleri dikdörtgene yakın taşlardan olup dış yüzleri biraz şişkin bırakılmıştır. Ayrıca bu surlarda antik çağ yapılarının taşları bol miktarda kullanılmıştır. Bizanslıların da kullandığı açıkça anlaşılan bu surların üç yönünden de içeriye girildiğini kalıntılardan anlamaktayız.

Akropolün batı eteklerindeki alçak bir tepedeki çift diazomalı ve 25 oturma sıralı tiyatrosu M.S. II.yy.a ait olup bir Roma eseridir. Üst ve yanları yıkılmış, orta kısmı ise oldukça sağlam kalmıştır. Diazomanın en üst sırası ise koltuk şeklindedir. Oturma kademelerinin zeminine 3 ‘er m. ara ile açılmış delikler, muhtemelen seyircileri güneş ve yağmur gibi etkenlerden korumak için gerilecek olan tenteyi taşıyacak ahşap ayaklar için olmalıdır. Cavea duvarı poligonal bloklardan yapılmıştır. Sahne binasından ise çok az bir parça kalmıştır.

4120.jpg

Roma döneminde çok daha gelişen kentte akropol ile tiyatro arasında çok sayıda lahitle karşılaşılmıştır. Bunların bazıları sade bazıları da kabartmalı olup hemen hepsi Roma dönemine tarihlendirilmiştir. Ancak kentin güneyindeki nekropol çok daha eski tarihli mezarları kapsamaktadır. Anıtsal mezarların yanı sıra kayalara işlenmiş olanları da bulunmaktadır. Bunlar eskiden antik yolun bir parçası olan geçidin iki yanındadır. Kaya yer-yer seviyelendirilmiş ve merdiven haline getirilmiştir. Bu kayalığın güney kısmında enteresan bir mezar vardır. Burada dik kayalık lahit şeklinde biçimlendirilmiş olup kapağı da Gotik kavislidir. Mu mezarların çoğunun üzerinde de Lykçe yazılar vardır. Tepenin sarp olan güney tarafında M.Ö. III.yy.a ait İon düzeninde tapınak tipi bir mezar çok ilginçtir. Üçgen alınlık ve arşitravın son derece itinalı bir işçiliği vardır. Kapısının üzerinde ise Grekçe bir kitabe yer alır. Bu iki katlı bir mezar odasına sahiptir. Üst katta Perpenenis ve karısının alt kat ise akrabaları içindir. Kitabesinde ayrıca “Mindis” onayı olmadan mezarın açılamayacağı yazılıdır.

Akropolün batı kapısı yanında ise M.Ö.IV.yy.a tarihlenen, ancak kime ait olduğu kesinleşmemiş bir Heroon’un olduğu da dikkati çekmektedir.

Kyaneai’nin yapıları arasında Kütüphane, Hamam ve Su sarnıçlarının izleri tespit edilmesine karşın bunlardan çevredeki dağınık mimari parçalardan başka bir şey yoktur. Bizans devrinde akropolün içine altı adet kilise yapılmıştır. Bunların da depremde yıkılmış olmaları ihtimal dahilindedir.


Rhodiapolis (Eskihisar, Sarıcasu)

Rhodiapolis, Antalya’nın Kumluca ilçesinin 3 km. kuzey-batısında, çamlarla örtülü bir tepenin yamacında kurulmuştur. Halk arasında buraya Eskihisar ismi yakıştırılmıştır. Hemen yanı başında Sarıcasu Köyü bulunmaktadır.

4123.jpg

Prof.Bilge Umar Rhodiapolis’in Hellen dilindeki Rhodon (gül) sözcüğünden türetilmiş olup, “gül şehri” anlamına geldiğini söylemektedir. George Bean ise bu “Rodosluların kenti” anlamına gelen bir kelime olduğunu iddia eder.

M.Ö. 500 yıllarında Hekataios kentin adından dolayı Rodoslular tarafından kurulduğunu söylemektedir. İlk Çağ yazarlarından Theopompas Rhodiapolis’i Troia savaşından sonra Akhaların önderi Amaphilokhos tarafından kurulduğunu ileri sürmüştür. Amphilokhos aynı zamanda bir kâhin olup kızı Rhodia’nın ismini bu kente vermiştir.

Rhodiapolis üzerinde yeterli bir inceleme yapılmadığından bazı noktalar karanlıkta kalmıştır. M.Ö. 168/67 ‘de kurulan 23 kentten oluşan Lykia Birliğine Rhoodiapolis de katılmış ve basılan ilk birlik sikkelerinde bu kentin de adı vardır. Daha sohra Koinon (Lykia eyalet birliği) ‘a da katılmıştır. Kalıntılara dayanarak kentin Roma çağında önem kazandığı söylenebilir.
Kentin ortasındaki tiyatronun kalıntıları günümüze gelebilmiştir. Bu tiyatroda diazoma bulunmayıp 16 oturma sırası mevcuttur.Cavea yarım daireden biraz daha kapalı olup paradosların daima açık olduğu anlaşılmaktadır.

4125.jpg

Ayrıca İmparator Antoninus Pius zamanında yaşamış ve Lykia kentlerinin yapılanması için bağışlarda bulunan zengin Opramoas’un mezar anıtı da tiyatronun önündedir. Buradaki kitabe bütün Lykia bölgesinde karşımıza çıkan en uzun yazıttır. Bu yazıtlarda İmparator ve bölge valisinden gelen mektuplar, Opramoas’a sunulan onur ödülleri, kendi şehrine ve diğer Lykia kentlerine yaptığı yardımlar ve günümüze hiçbir izi gelmeyen, Rhodiapolis’de yaptırdığı Fortuna ve Nemesis’e atanak tapınaklardan bahsedilmektedir. Bu mezar anıtı 7,6 x 6,7 m. ebadında olup iyi işlenmiş kare mermer bloklardan yapılmıştır. Ancak günümüzde bu anıtın bütün taşları etrafa dağılmış durumdadır.

Tiyatronun güney-doğusunda Agora ile Stadium’un kalıntıları dağınık durumdadır. Burada bir de Hellenistik dönemde yapılmış bir kule ile karşılaşılmaktadır. Kentin oldukça yayılmış nekropol alanları kuzey,kuzey-doğu ve güneydedir. Kentin ormanlık alanda bulunuşundan ötürü de kalıntıların incelemek s-bugün için kolay değildir.

Kentin bulunduğu ormanlık alan 2000 yılında büyük bir orman yangını geçirmiştir. Bunun neticesinde kalan eserlerin büyük bir kısmı tahrip olmuş,bazı kaide ve temel kalıntıları ise gün yüzüne çıkabilmiştir. Bu arada bölgede büyük ölçüde defineciler tarafından kaçak kazı yapıldığı da açıkça belli olmaktadır.


Simena, Samaona (Kale)

Simena, Kaş-Finike arasında, Kekova (Dolikhiste) adasının karşısındaki burunun ucunda, Kale köyünün bulunduğu yerdedir. Simena Luwi dilinde “Ana Tanrıça” anlamında bir sözcüktür.

4130.jpg

Kentin tarihi ile ilgili bilgiler oldukça yetersizdir. Bununla beraber yöredeki bazı yazıtlara dayanarak tarihinin M.Ö. IV. yüzyıla indiği söylenebilir. Pilinius’un dışındaki antik tarihçiler buradan söz etmemişlerdir.
Bir tetrapolis oluşturan Aperlai Birliğinin dört üyesinden biri de Simenadır. Kent Roma döneminde önemli bir yerleşim yeridir. Lykia Birliği'nin bir üyesi olan Simena'da da Theimiussa gibi hem karada hem su altında kalıntılar bulunmaktadır.

Simena’nın surları polygonal olarak son derece düzgün işlenmiştir. Mazgallı rampaları ile antik yapı temellerinin üzerine oturan kalenin ne zaman yapıldığı bilinmemekle beraber üzerinde Bizans devrine ait yapı izleri ve tamirler vardır.Deniz kıyısında, iskeleye yakın bir yerde, kitabesinde İmparator Titus Flavius Vespasianus’a (79-81) ithaf edildiği yazılı olan bir hamam yer alır.

4132.jpg

Simena’da iç kaleye yakın iki lahit dikkati çekmektedir. Bunlardan birisinin üzerindeki yazıttan “İdagros’un oğlu Mentor” ait olduğu anlaşılmaktadır.Akropol’ün kayalıklarına açılmış çok sayıda kaya mezarından başka etrafa dağılmış bir halde lahit ve lahit parçaları çoktur. Akropolün kuzeyindeki bu nekropol sahasında kayalara oyulmuş ev tipi mezarlar da bulunmakta olup bazılarının üzerinde kitabeleri vardır. Akropolde 300 kişilik , yedi oturma sıralı minik bir tiyatro kayaların içine oyularak yapılmıştır.
XIX.yüzyılın sonlarına doğru buraya gelen gezginler stoa ve mabet kalıntılarından söz etmişlerse de günümüze bunlardan hiçbir iz gelmemiştir. Simena'da Kıyıda harap durumdaki hamam, Lykia tipi kaya mezarları ve lahitleri, Roma dönemi duvar kalıntılar da günümüze gelebilen kalıntılardır.
 

Colinmccay

Yönetici
27 Haz 2009
6,997
11,631
Limyra (Zemuri ,Turunçova, Zengerler)


Limyra, Finike’nin 4 km. kuzey-doğusundaki Toçak Dağı’nın güney eteğindeki ovada kurulmuş bir liman kentiydi. Günümüzde bu liman bereketli bir ovaya dönüşmüştür. Limyra antik kenti de denizden 5 km. içeride kalmıştır.

4135.jpg

Strabon Coğrafya'sında kentin yerini şöyle tarif eder:

“...denizden yirmi stadia yukarda, yüksek bir tepe üzerinde olan Myra’ya gelinir. Sonra Limyros (Alakır Çayı)nehrinin ağzına ve sonra içeriye doğru yaya olarak yirmi stadia giderek küçük bir kasaba olan Limyra’ya ulaşılır...”

Plinius ise “Limyra, içine Arykandos’un (Aykırı Çay) döküldüğü nehrin olduğu şehir..” diye yer belirtmektedir.
Konum itibariyle, antik çağdan günümüze kadar gelen süreçte Limyra her zaman bereketli toprakları ile önemli bir yerleşim alanı olmuştur. Limyra’nın varlığı M.Ö. V.Yüzyıldan beri bilinmektedir. Kentin tarihini ise kitabelerinden öğrenmekteyiz. M.Ö. IV.Yüzyılda Limyra’lıların basmış olduğu bir sikkede Lydia’lı Perikles’in adı geçmektedir. Yerel bir kral olan Perikles, o dönemde daha çok dini karakteri ağır basan bir birlik kurmaya çalışmış ve kentin çevresine egemen olarak başkenti Limyra yapmıştır. Perslere bağlı bir satrap olan Perikles aynı zamanda Lykia’nın sönmeyen ateşini de bu kentte yakmıştır.

4138.jpg

Büyük İskender’in bölgedeki Pers hakimiyetine son vermesinden sonra onun atadığı vali Nearkhos tarafından yönetilmiştir. İskender’in ölümünden sonra önce Antigonos’un, M.Ö.310’da Ptolemaiosların, sonra da M.Ö. 301’de Lysimakhos’un yönetimine geçmiştir . M.Ö.197’de Suriye krallığına bağlanan kent Magnesia savaşında III.Antiokhos’un yenilmesi üzerine yapılan Apameia antlaşmasıyla Rhodos Pereasına bağlanmıştır. Sonunda Romalılar M.Ö. 167’de Limyra’yı Rodoslulardan alarak kendi yönetimlerine bağlamışlardır.
Roma egemenliği sırasında Limyra sikke basmıştır. Roma İmparatoru Augustos’un torunu ve evlat edindiği Gaius Caesar, Ermenistan’da aldığı bir yaradan ağır derecede hastalanmış ve İmparatorun talimatı üzerine deniz yoluyla Roma’ya dönerken almış olduğu bu yaradan ötürü 21 Şubat 4’de Limyra’da ölmüştür. Cesedi Roma’ya götürülmüş ve Augustus’un Mausoleion’una konulmuştur. Limyra ise, onun anısına deniz kıyısında içi boş bir mezar (Knotaphion) yapmıştır.

M.S. I.- II.Yüzyıllar Limyra’nın en parlak dönemi olmuştur. 1982’de yapılan kazıda bulunan bir yazıttan Roma senatosunun Limyra’ya metropolis (Metropolis tou Lykion ethnous) unvanını verdiğini öğreniyoruz. Yine aynı kazıda bulunan bir sütunun üzerindeki başka bir yazıtta da bu unvanın İmparator Commodus (180-192) zamanında da devam ettiğini anlıyoruz. Hıristiyanlığın ilk yayıldığı yıllarda Limyra Aziz Paulus’un ziyaret ettiği kentlerden biridir. Bizans döneminde ise kent bir piskoposluk merkezidir. IV.Yüzyıl. ile IX.Yüzyıl arasındaki bu merkezliğini, burada mezarları olan 6 piskoposun ölüm tarihleri yazılı mezarlarından anlamaktayız. (Diatimos (375), Lupicinus (381), Stephanos (451), Theodoros (553) , Leon (787) ve Nikephoros (879). Kent IX.yy.da Arap akınlarından etkilenmiş, buna depremler ve diğer doğal felaketler de eklenince şehir terk edilmiştir.

M.S. 141 yılı depreminde kent bütünüyle yıkılmıştır. Rhodiapolisli (Sarıcasu) zengin Opramoas, kentin yeniden imarına çalışmıştır. Tiyatro ile bunun hemen güneyindeki surlar onarılmıştır.

4139.jpg

Kentin baş tanrısı Zeus Olympia’dır. Her sene onun şerefine spor festivallerin düzenlendiğini kentteki yazıtlardan öğrenmekteyiz. Zeus’un yıldırımı Limyra sikkelerinde işlenmiştir. Ayrıca kaynaktan su içen hörgüçlü boğalar ve köpekler de resmedilmiştir.
Kent kehanetleriyle de devrinde ünlüdür. Plinius, Limyra’da balık aracılığı ile işaretlerin verildiği bir kehanet çeşmesinden bahseder. Balıklar kendilerine atılan yiyecekleri yerlerse bu iyi bir kehanettir, şayet kuyrukları ile uzağa fırlatırlarsa bu da kötü bir kehanettir. Kentin İmparatorluk dönemi sikkelerinin üzerindeki “kehanet” sözcüğü bu geleneği doğrulamaktadır. 1838’de Charles Fellows buraya ilk gelen araştırmacıdır. Limyra’nın kalıntılarını bu ziyaretinde tesadüfen görmüş, bunu üzerine araştırma yapmak için iki yıl sonra tekrar gelmiştir. Daha sonra 1842’de Julius August Schönborn buraya gelmiş onun en çok ilgisini nekropoldeki yazıtlar çekmiştir. Onun ardından İngiliz Spratte ve Forbes, Limyros çayından yukarıya doğru ilerleyerek kalıntılarla karşılaşmışlardır. Spratt ve Forbes’den sonra uzun bir süre Limyra ile ilgilenilmemiştir.

İstanbul Alman Arkeoloji Enstitüsü uzmanı Jürgen Borchart 1965’de Myra’da yüzey araştırması yaparken Limyra ile de ilgilenmiş, nekropolleri, üçgen kale tepesi ile Heroon’u bulmuştur. Bunun üzerine 1969-1974’de kazılara başlamıştır. Çalışmalarının başında Kral Perikles’in Heroon’unu ve Gaius Caesar’ın boş mezarını kazmış, ardından yamaç teraslarına, Bizans Piskoposluk kilisesi üzerine çalışmalarını yoğunlaştırmıştır. Limyra kazılarına beş yıllık bir aradan sonra Frankfurt Üniversitesi 1985’de yeni bir kazı çalışmasına başlamıştır. Kentin batısında başlatılan sondajları, aşağı kentin planının çıkarılması ve Bizans surları içerisinde kalan yerler onun bu dönemine aittir. Limyra’nın bu şekilde düzenli ortaya çıkarılışından sonra Otto Benndorf’un Viyana Klasik Arkeoloji Bölümü başkanlığına atanmasıyla kazılar daha da hız kazandı. Nekropoldeki ilk sistematik kazı gerçekleşti,saray çevresindeki çalışmalar yoğunlaştırıldı ve kentteki en erken yerleşim katları ortaya çıkarıldı. Prof. Dr. J.Borchardt’ın çalışmaları ile kentin birçok anıtı ortaya çıkarılmıştır.

4141.jpg

Limyra’nın savunmasını kuzeydeki bir iç kale ile güneyde üçgen şeklinde genişleyen ayağı kale sağlıyordu. Aşağı kalede surlar,sarnıçlar ve bir de Bizans kilisesi ortaya çıkarılmıştır. Perikles’in Toçak Dağı’nın uzantıları üzerine kurdurduğu kale yüksek bir burç ile desteklenmiş, alt kesimleri eğimli bir yüzeyle güçlendirilmişti. Kaleye, kayalara oyulmuş basamaklar ve platformlarla ulaşılmaktadır. Kalenin içindeki su gereksinimin sarnıçlarla sağlandığını buluntulardan anlamaktayız.

Limyra’nın aşağı kentinde yapılan kazılarda 4 m. yüksekliğinde, yaklaşık 9 ton ağırlığında bir üst eşik ortaya çıkarılmıştır. Buna dayanılarak kalenin batı yamacında Perikles’in sarayının olduğu düşünülmüştür. Burada yoğunlaşan kazılarda kırmızı figürlü Yunan keramiklerinin yanı sıra M.Ö.VII ve M.Ö. X.Yüzyıllara kadar inen keramiklerle karşılaşılmıştır. Bu keramikler Hitit kaynaklarında adı geçen Zumarri kentinin burada olduğu düşüncesini kuvvetlendiren delillerden bir tanesidir.Akropolün güneyinde surları yanında yapılan çalışmalarda 10.40 x 6.80 m. ebadında bir anıt mezarın kalıntıları ile karşılaşılmıştır. J.Burckhardt bunun bir Heroon olduğu düşüncesindedir. Bunu da şöyle açıklamıştır:

“ Heroon biçimine uygun olarak egemen unsurlar şunlardır: Kahraman mezarının bulunduğu veya öyle sanıldığı zemin kat sağlam,yontma taş bir yapı. Yanda küçük bir kapısı var ve bu da yalnız kültle (kurban kanı ve şarap dökerek) ilgili kişilerin içeri girebilmeleri için. Bunun üzerinde bir küçük tapınak veya tapınağa benzer açık bir galeri,dinsel törenler için değil,sadece insan üstü bir varlığın huzuruna sunulmak amacıyla...”

4146.jpg

Böylece IV.Tüzyılın Liykia krallarından Perikles’in mezar anıtı ile sarayı ortaya çıkarılmıştır. Heroon’un yeri özenle seçilmiş ve Amphiprostylos (Ön ve arkada iki portikosu olan, ama yanlarda sütunları olmayan tapınak şekli) tipinde yapılmıştır. Bu anıtsal mezarla sanki daha da yüceltilmiştir. J. Borchhardt’ın ekibi burada yaptıkları çalışmalarda taşların bazılarını yerlerine koyarak rekonstrüksiyonunu yapmışlardır. Alınlık bölümünü süsleyen kabartmalardan bazıları bugün Antalya Müzesindedir. Ancak anıtın bazı kabartma ve mimari parçaları evvelce Viyana’ya götürülmüş, bugün Viyana Müzesindedir.

Heroon’un üzerinde durulacak bir özelliği de çatısının ön ve arkasında yer alan ölü sorumluları Hora’lar ve Kharitlerden teşekkül eden karyatidlerdir. Bunlar adeta Periklesin Heroon’unun bekçileridir. Ayrıca yan duvarlar üzerinde, 6 m. uzunluğunda frizler bulunmaktadır. Bu frizlerde dört atın çektiği bir savaş arabası,arkasında kral ve yanındakiler,at üzerinde süvariler,kalkan ve mızraklarıyla piyadeler görülmektedir. Askerlerin kıyafetlerinden bunların Pers ve Lykia’lı oldukları kolayca anlaşılmaktadır. Kuzey alınlıkta Perseus’un Medusa’nın başını kesişi sahnesi işlenmiştir. Akroter’in ortasında ise Perseus.başını kestiği Gorgo-Medusa’dan hızla uzaklaşmaktadır. Köşe akroterlerde ise Medusa&nın kaçışan kardeşleri vardır. Perseus’un işlenişi enteresandır, bu tip konularda Perseus daima Hades başlığı giyer. Burada ise başında Pers krallarının giydiği dik Tiara vardır. Bu Heroon, Perikles’in ölümünden sonra M.Ö. 370 senesinde yapılmıştır.

4147.jpg

Toçak Dağı eteklerindeki Tiyatro Turunç ovadan Kumluca’ya giden yol üzerindedir. Tek diazomalı caveası,yarım daire şeklindeki oturma kademeleri denize yöneliktir. Alt kısmında 16 yukarıda ise daha fazla oturma sıraları vardır. Diazomanın arkasındaki 1,5 m. yüksekliğindeki duvarın arkasında cavea’nın çevresini dolaşan ve üstünde diazomaya doğru açıklıkları bulunan üstü kapalı bir geçit yer alır. Ancak erozyon ve deprem nedeniyle tiyatronun büyük bir kısmı yıkılmıştır. Limyra’nın ilk araştırılması sırasında D.de Bernardi Ferrero, Batı Anadolu’daki tiyatroları tanıtırken önceliği bu tiyatroya vermiştir. Limyra’daki 1974 yılı kazı çalışmalarında Scene’nin çevresi temizlenmiş,etrafa dağılan taşları galeriler içerisinde düzenlenen depolarda koruma altına alınmıştır. Orkestra bölümünde 1984-85 yıllarında yapılan kazı çalışmalarında mimari bloklar, scenenin bezemeleri ve oturma kademelerinin bir bölümü ortaya çıkarılmıştır. Her iki yanında büyük, tonozlu birer girişi olan Orkestra tiyatronun ana planına göre orantısız bir büyüklüğe sahiptir. Tiyatronun bazı kesimlerinde dikkati çeken düzensizlikler onun çeşitli evreler geçirdiğine işaret etmektedir. Nitekim M.S. 141-142 yıllarında bu bölgeyi şiddetle sarsan deprem tiyatronun da bir bölümünü yıkmıştır.

4148.jpg

Lykialı Opramoas, depremden zarar gören yapıların yeniden onarılması için Lykia birliğine özel servetinden 20.000 dinar yardım yapmış ve bu arada tiyatro da yenilenmiştir. Tiyatronun üstünde Nekropol sahası uzanmaktadır. Çoğunluğu M.Ö. IV.Yüzyılda yapılmış olan ortalama 400 mezar bu kentin Nekropolünün büyüklüğünü , yerleşiminin önemini ve nüfusunun yoğunluğunu göstermektedir. Nekropol alanı batı,doğu ve kuzey olmak üzere üçe ayrılmıştır. Batı bölümündeki en önemli mezar anıtı M.Ö. IV.Yüzyıla ait, hükümdar adına savaşmayı görev sayan sınıfın temsilcisi ve hazinedarı Tebursseli’nin kayaya oyulmuş tapınak cepheli mezarıdır. Mezar kitabesinde şunlar yazılıdır: “ Bu mezarı Tebursseli yaptırdı. Zzaja’nın babası, Perikle’nin krallığında, Lysandros’un kız kardeşini ve Xntabura’nınkini gömdü” Diger bir köşede ise: “ Tebursseli Lysander’in ve kralın onuruna bunu vakfetti. Zafer kazanan Tebursseli,Perikle ile birlikte Arttumpara’yı ve Mpara ordusunu yok ettiğinde, bunu yaptırdı” ibareleri yazılıdır.

Buradaki diğer önemli anıt mezar ise Limyra kralı Perikles’in kardeşi olan Katabura’ya ait olanıdır. M.Ö. 350 tarihine ait olan bu mezarın kaidesi kabartmalarla süslü kaidesinin üzerinde semerdamlı çatısı olan lahid yükselir. Doğu nekropolünde ise IV.Yüzyıla tarihlenen İon sütunlu, kabartmalı mezar da dikkat çekicidir. Bunların yanı sıra Xuwata’nın süt ninesi için yaptıdığı mezar, Kaineus’un mezarları ve bunların üzerindeki Lykçe yazılar ile çifte balta stel buradaki diğer eselerdir.
Kentin doğusunda sütunlu cadde ve Hamam kompleksi son kazılarda ortaya çıkarılmıştır.
 

Colinmccay

Yönetici
27 Haz 2009
6,997
11,631
Olympos (Çıralı)


Olympos, Antalya körfezinin güney-batı kıyısında, il merkezinin 80 km. güneyindedir. Günümüzde Çıralı, Yanartaş ve Diliklitaş isimleriyle de anılan Olympos’un yerini Strabon şöyle anlatır:

“..Hiera burnundan (Kırlangıç burnu) Olbia’ya (Antalya yakınında) üç yüz altmış yedi stadiadır; ve bu uzantı üzerinde yalnız Krambusa değil, fakat sonraları Phoinikos olarak da adlandırılan Olympos Kenti ve aynı adı taşıyan bir dağ bulunur.”

4152.jpg

Kentin güneyinden Sepet dağı ile başlayan ve oldukça dik yükselme Musa dağında 568 m.ye ulaşır, kuzeydeki dik yamaç ise Omurga dağının güneyini oluşturur,batısında da Gölbükü tepesi yer alır.
Kent,Tahtalı dağından çıkarak denize doğru akan bir ırmağın iki yanında kurulmuştur. Antik çağlarda bu ırmağın yatağı düzgün taşlarla örülerek bir kanala dönüştürülmüştür.

Olympos, Luwi kökenli bir sözcük olup Batı Anadolu’nun Hellenleştirilmesi sırasında Hellenceye uydurulmuştur. Olympos’un kuruluşu ile ilgili kesin bir tarih verilememektedir. Bununla beraber M.Ö. 168-178 yıllarında Lykia Birliği içerisinde sikke bastığı da bilinmektedir. Strabon bu birliği meydana getiren 23 kent arasında Birlikte üç oyu olan Olympos’un ayrı bir önemi olduğunu vurgulamıştır.

4153.jpg

Hellenistik dönemde kent uzun süre Akdeniz korsanlarının barınağı olmuştur. Strabon bu işlevi şöyle anlatır:

“Tauros (Toros) dağları yamaçlarında Zeniketos’un korsan kalesi bulunur. Olympos’u kastediyorum.”
Başta Olympos olmak üzere çevreyi korsanlardan temizleme görevi Romalı kumandan Servilius İsauricis’e verilmiştir. M.Ö.78’de Tarentum’dan yola çıkan Romalı kumandan dört yıl boyunca onlarla uğraşmış ve sonunda korsanların reisi Zeniketes’i Olympos’da yenmeyi başarmıştır. Kenti de korsanlara yardım ettikleri gerekçesiyle cezalandırarak buradaki heykelleri Roma’ya götürmüştür. M.S. 200’de yeniden imar edilen Olympos, bunu izleyen yıllarda en parlak dönemini yaşamıştır. Ancak M.S.300’de yöreye sürekli yapılan korsan saldırılarından epeyce zarar görmüş, çoğu kez de yağmalanmıştır. Bu yüzden güç günler geçirmiş,zamanla önemini yitirmiş ve küçük, önemsiz bir yerleşime dönüşmüştür.

4155.jpg

Çiçeron’un Phaselis ile birlikte eski mamur şehirler diye sözünü ettiği Olympos’daki doğal gaz püskürtmelerinden ötürü kent ateş ve demirciler tanrısı Hephaistos kültüyle ün yapmıştır.

Bazilikası ve hamam kalıntıları da kentin günümüze ulaşabilmiş belli başlı yapılarıdır. Tiyatronun bir kenarı oldukça iyi korunmuş olmasına karşılık Cavea’nın oturma kademeleri oldukça haraptır.
Kemerlerin,tonozların taşıdığı tiyatronun skenesi (sahne binası) ise çok kötü bir durumdadır.

Olympos’un ortasında ve akarsuyun 150 m. batısındaki mabet, 2.90 x 7.85 m. ölçüsünde, İon üslubunda bir templum in antis (önünde iki küçük sütun bulunan megaron tipi tapınak) dir. Çevreye taşları yayılmış olup sadece cella ile pronaos arasındaki anıtsal kapısı iyi durumdadır.
Hangi tanrıya atandığı bilinmeyen bu mabedin kapı yanındaki bir heykel kaidesi üzerindeki yazıttan Roma İmparatoru Marcus Aurelius’un (161-180) heykelinin olduğunu okumaktayız. Bu da mabedin büyük bir olasılıkla onun zamanında yapıldığını göstermektedir.

4157.jpg

Olympos’un güneyinde, büyük çoğunluğu tonoz örtülü, kapı lentoları ile yazıtlarının günümüze geldiği mezarların yanında az da olsa lahit mezarlar dikkati çekmektedir. Deniz kenarından kente girildiğinde akropolün altında M.S. II.Yüzyıla ait olup sonra tekrar M.S. V.Yüzyılda ikinci defa kullanılmış olan ,1992’de Antalya Müzesi’nin yaptığı kazı sonucu ortaya çıkarılan bir mezar odası görülmektedir. Tabandaki asker ve aslan figürlerinin bulunduğu mozaikler M.S. V.Yüzyıla aittir. Odanın içerisinde iki adet lahit vardır. Bunlardan biri Marcus Aurelius Zosiumas isimli bir Olympos’luya diğeri ise kaptan Eudomos için yapılmıştır. Bu lahitin üzerinde bir gemi kabartması işlenmiş olup yanındaki yazıtta da Zosimas’ın dayısı kaptan Eudomos adı yazılıdır. Yazıtın metni şöyledir:

“ Son limana girdi demirledi çıkmamak üzere
Çünkü ne rüzgardan,ne de gün ışığından medet var artık
Işık taşıyan şafağı terkettikten sonra Kaptan Eudomos
Oraya gömüldü gün misali kısa demirli gemisi
Kırılmış bir dalga gibi.”

Muhtemelen bu Zosimas kentin önemli kişilerinden biri olmalıdır. Eudomos’un da bir korsan olup olmadığı ise tartışmalıdır. Bu mezar odasının biraz yukarısında ve batı tarafta “Piskopos Evi “olarak adlandırılan M.S. V.Yüzyıla ait yapı bulunmaktadır. Burası XV.Yüzyıldaki büyük depremde tabanı 1 m. su altında kalmıştır. Kalıntı parçalarından iki katlı olduğu anlaşılan bu yapının hem tabanının hem de üst katının mozaiklerle süslü olduğu anlaşılmaktadır.

4160.jpg

Olympos’un ana caddesi nehire paralel olarak uzanmaktadır. Evvelce bu nehrin karşısına Roma devrinde yapıldığı bilinen bir köprü ile geçiliyordu.
Bugün köprünün sadece ayaklarından kalan izler görülebilmektedir. Tiyatro ile deniz arasındaki Bizans bazilikasının yanındaki, sütunların çevrelediği anlaşılan tonozlu kalıntıların Agora ve Gymnasion’a ait olması büyük bir olasılıktır. Kentin içerisindeki tonozlar, ev yıkıntıları ve mezarların büyük bir çoğunluğu ne yazık ki defineciler tarafından tahrip edilip soyulmuşlardır.



Tlos (Tlava)


Lykia bölgesinin en eski kentlerinden olan Tlos, Kemer’e 12 km. uzaklıktadır. Ksantos (Eşen) vadisinin doğusunda, Massikytos (Akdağ) sırasının batısında, bugünkü Yaka (Döğer) köyünün yanı başındaki tepededir.

4163.jpg

Hitit belgelerinde “Talawa” Lykçe’de“Tlawa”olarak adı geçen kentin Luwi dilinde kullanılan“Tla” veya “Talla” sözcüğü “çömlek” anlamına gelmektedir. Tlava’nın çömlek yapım yeri olduğu bu sözcükten tahmin edilebilirse de bu civarda bir keramik çöplüğüne rastlanmayışı bu teoriyi çürütmektedir.

Tlos’un tarihi geçmişiyle ilgili bilgiler oldukça sınırlıdır. Yalnız kentin ismi Troia savaşına katılanlar arasında geçmektedir. Ayrıca rastlantı sonucu bulunan bir baltanın M.Ö. 2000’e tarihlendirilmesi göz önüne alınırsa yerleşimi bu döneme kadar indirebiliriz. Strabon’un Lykia’daki altı büyük kentten biri olarak değindiği Tlos’daki kabartmalı bir mezar anıtı da M.Ö. V.yüzyıla tarihlendirilmiştir. Bu mezar kentin en eski tarihli yapıtıdır. Ayrıca M.Ö.IV. yüzyılın başlarında ilk sikkesini basmış olan kente bu tarihte Kral Piksodaros yardım etmiştir.

M.Ö. II.yüzyılda Lykia Birliğinin altı Metropolis’inden biriydi.Yine bu yy.da büyük bir ihtimalle Rhodos’un yardımıyla Eudomos’un tiranlık girişimi de kayıtlara geçmiştir. Yazıtlarda vatandaşların demoslara bölündüğü bildirilir bunlardan üçünün adı Lykialı kahramanlar olan Bellerophon, Iobates ve Serpedondur. Ayrıca burada bir de Musevi topluluğundan söz edilir M.Ö. 141’deki depremden zarar gören kente, Rhodiapolisli zenginlerden Opramoas’ın diğer kentlere olduğu gibi buraya da maddi yardımda bulunduğu bilinir. Onun yanı sıra Oinonondalı bir başka zengin olan Licinnius isimli bir soylu zengin de Tlos’a 50.000 Denarlık yardımda bulunmuştur. Böylece bu zenginlerin yardımıyla Tlos’da tiyatro, mabet ve su yolu gibi yapılar yapılmıştır. Lykia’lı zenginlerin yaşadıkları kentler dışındaki kentlere de yardım etmiş olmaları sıkı bir işbirliğinin açık bir örneğidir.Önemini Roma devrinde de koruyan kent Bizans döneminde Myra metropolitliğine bağlı bir piskoposluk merkezi olmuştur.

4164.jpg

Tlos antik kenti, 1838’de buralardaki birçok kentin plân ve çizimlerini yapan Sir Charles Fellows tarafından ziyaret edilmiştir. Fellows kent için “muhteşem ve özgün” ifadesini kullanmıştır. Daha sonra buraya gelen Spratt’da “Lykia’da büyük bir şehrin kurulması için bundan daha mükemmel bir yerin seçilemeyeceğini” söylemektedir.

Tlos, kuzey-doğusunda son derece dik uçurumların bulunduğu oldukça yüksek, kayalık bir tepenin üzerinde kurulmuştur. Aynı zamanda akropol olan bu tepenin üzerinde sağlam kalmış sur duvarlarından yararlanılarak XIX.yüzyılda bölgeye hakim olan Derebeyi Kanlı Ali Ağa bir de Osmanlı kalesi yaptırmıştır.
Bu kalenin biraz atında, özellikle doğu yamaçlarında Lykia’lılardan kalan duvar kalıntıları, güneyde ise Roma dönemine tarihlenen son derece güzel duvarlarla karşılaşılmaktadır. Akropolü çevreleyen sur duvarlarında yapı malzemesi olarak kullanılmış devşirme malzemelerin içinde Lykçe yazılı kitabe parçaları dikkati çekmektedir. Agora’nın orta alanı ve dükkanlar arasındaki ana duvarlar oldukça iyi durumdadır.

Akropolün eteklerine kadar uzanan Agora’nın doğu yönündeki portiklerin arka duvarlarının hemen hemen bütünü ayakta durmaktadır. Aynı zamanda Aquadük görevini de üstlenen bu duvar, Agora’nın güneyindeki Gymnasion ile onun yanındaki Hamam olduğu sanılan yapıya kadar uzanmaktadır.

4165.jpg

Agora’nın doğu yönünde ve oldukça uzakta,tepe üzerinde gruplar halinde kaya mezarları bulunmaktadır. Bu kaya mezarlarının en önemlisi, Olympos kentinde sözü geçen kanatlı at Pegasus’un üzerinde Chimaira canavarı ile savaşan Bellerophontes’in kabartmalı mezar anıtıdır. Girişinde iki dikdörtgen kolonon bulunduğu bu mezar anıtı üç bölümlüdür. Ortada oldukça güzel bezeli bir kapı motifi ile onun her iki yanında asıl mezar odasına girilen gerçek kapı bulunur. Kapılar yerden 1 m. kadar eşik blokları ile yükseltilmişlerdir. Bu blokların üzerinde ise at kabartmaları görülür . Soldaki kapının üzerinde yüzü sol tarafa dönük bir aslan figürü vardır.
Revağın üzerinde ise Pegasos’un üzerine binmiş olan Bellerophon sağ kolu havada sanki Khimera’ya saldıran bir pozda işlenmiştir. Soldaki kapının iç tarafında duvar kenarında dört taş sedirli mezar odası bulunur. Ayrıca burada İon Mabedi veya Lykia evleri görünümünde kaya mezarları da bulunmaktadır.

4167.jpg

Opramoas’ın 60.000 Denarlık yardımı ile yeniden yapılan 5500 kişilik tiyatronun 35 oturma sırası vardır ve bunlar günümüze çok iyi bir durumda gelmiştir.
Tiyatronun inşası için hayırsever vatandaşlar da yardımlarda bulunmuşlardır. Yazıtlarda Dionysos rahibi’nin 3000, Kabiri rahibinin de 100 drahmilik çok mütevazı bağışı bile yazılıdır.

Tiyatro düz bir zemin üzerinde yarım daire şeklindedir, Caveası tamamiyle Roma tarzındadır. Kemerli bir girişle güney tarafından ulaşılabilen tek bir diazoması vardır. Bu koridor Cavea’yı dışdan dolaşır. Son derece güzel bir taş işçiliği vardır. Scene’nin etrafına yayılmış olan taşların hemen hepsinin üzeri bezemelidir.
 

Colinmccay

Yönetici
27 Haz 2009
6,997
11,631
Trysa

Trysa, Kaş-Finike yolu üzerindeki kayalara oyulmuş mabet şeklindeki mezarlardan sonra ulaşılan Devazlar köyüne 1 km. uzaklıktaki Gölbaşı’ndadır. Trysa Hellen dilinde bir anlam taşımamaktadır. Luwi dilinden gelip gelmediği de anlaşılamamıştır.

4178.jpg

Kaya mezarları ile tanınmış kentin tarihi konusundaki bilgiler çok yetersizdir. Trysa’nın kaya mezarları 550 m. uzunluğunda bir alana yayılmıştır. Tepeden denize doğru teraslar halinde uzanan bu alanın surlarla çevrili olduğu kalıntılardan anlaşılmaktadır.
Trysa’nın günümüze ulaşan en ünlü anıtı “Gölbaşı Heroonu”olarak isimlendirilen, yaklaşık 20 metrekarelik bir alanın ortasındaki kayalara oyulmuş lahit ile onun çevresindeki rektagonal tekniğindeki duvardır. Duvarların iç ve dış yüzeylerine iki şerit halinde Lydialıların Amazonlarla mücadelelerini, Odysseus’un yolculuğu sırasında karşılaştığı olayları, Yedilerin Thebai’ye yapmış oldukları savaşlar işlenmiştir.
1881’de buraya gelen Avusturyalılar M.Ö. 400 yıllarına tarihlenen bu kabartmaların bazıları ile lahitlerden birkaçını Viyana’ya götürmüşlerdir. Ayrıca burada bulunmuş Ylkia tipi bir lahit de İstanbul Arkeoloji Müzesi’ndedir.

Trysa’nın en ünlü yapıtlarından birisi de Heroon’a doğudan ulaşılan bezemeli kapıdır. Kapı lentosunun dış yüzlerinde kanatlı dört boğa ile gergedan figürleri işlenmiştir. Ayrıca burada koltuklara oturmuş erkekler ile yüzleri onlara dönük kadınlar görülmektedir. Büyük olasılıkla bu insanlar mezarların sahipleridir. Kapı lentosunun iç yüzünde musiki aletleri çalan,dans eden figürlere yer verilmiştir.
Heroon alanını çevreleyen duvarın iç yüzüne yine mitolojik konulu sahneler işlenmiştir. Amazonlarla yapılan savaşların yanı sıra Kentaurlar ,mitolojik kahramanlardan Meleagros’un yaban domuzu avı, Bellerophontos tasviri dikkati çekmektedir. Bunların yanı sıra Heroon’un doğu duvarında Theseus ile ilgili kabartmalara iki friz halinde yer verilmiştir.

4179.jpg

Bu kabartmalarda Atina kralının oğlu Theseus, babasının yanına gelirken karşısına çıkan devleri ve yabani hayvanları öldürüşü anlatılmıştır. Theseus ,mitolojiye göre Girit adasındaki korkunç Minotauros’u da öldürmüş ve bu yüzden ünlü bir kahraman olmuştur. Frizlerde mitolojinin değindiği diğer olaylara da yer verilmiştir. Örneğin Zeus ile Danae’nin oğlu Perseus’un kahramanlıkları, Medusa’nın başının kesilişi ,Lapitlerin kaçırılışı bunların başında gelmektedir.

Buradaki mabetten birkaç sütun dışında önemli bir kalıntı günümüze gelememiştir. Ancak bu mabedin kime ait olduğu da kesinlik kazanamamıştır. Burada bulunan bir yazıtta isimleri geçen Zeus veya Helios’a ait oldukları düşünülmüşse de bu konu kesinlik kazanmamıştır.


Syllion


Antalya-Alanya karayolunun yaklaşık olarak 35.km’sinden kuzeye dönülür ve 8 Km. sonra Sillyon’a ulaşılır. Kent düz bir ovada, ovadan bir masa gibi yüksekte duran elips şeklinde bir plato üzerine kurulmuştur. Çevreye tamamen egemen bir konumu vardır. Görüş alanı Akdeniz’e kadar uzanır. Kuruluşu İ.Ö. IV. yüzyıldır. Helen, Roma ve Bizans dönemlerini yaşadığı gibi Selçuklular zamanında da kullanılmış ve yapılan yeni binalarla daha da zenginleştirilmiştir.

4185.jpg

Syllion şehri Romalılar zamanında da egemenliğini korumuştur. Şehrin üzerinde bulunduğu yassı tepenin batı yönü, biraz meyillice olmasının sağladığı olanakla yukarıya çıkış yolu, şehrin yayılma bölgesi olarak seçilmiştir. Aşağıda, bugün çok harap bir durumda bulunan güneybatı yönünden doğuya uzanmış, açık tarafı güneye bakan, kavisli tarafı kuzeybatıda bir stadyum ve bunun doğusunda büyücek bir hamam kalıntısı vardır. Stadyum, Gymnasium, kuleler, Selçuklu Mescidi, sahne kısmı kayaların çökmesiyle tamamen kaybolmuş Tiyatro ve spor tesisleri ilginç yapılardan bazılarıdır.Stadyumun batısında halk tarafından “sıtma pınarı” denilen suyu soğuk ve lezettli bir pınar vardır. Aşağıda Osmanlının son senelerine kadar ibadete açık kalan bir cami ve bunun yanında bir pınar vardır.

4189.jpg

Stadyumun güneyinde surlar başlar. Bu surun ortasındaki burç çok büyük ve korunaklıdır. Bunların içinde nereye gittikleri belli olmayan gizli yollar, dehlizler vardır. Surun sona erdiği yerde bulunan platform açıklarında bir de cami vardır.
Tiyatro çevresindeki Hellenistik döneme ait taştan yapılmış binalarla büyük su sarnıçları dikkat çekmektedir.


Attaleia (Antalya)

M.Ö. 188’de Syria Kralı III Antiochos, Pergamum ittifakı tarafından Magnesia’da bozguna uğratılmasından sonra Apamea Barışı’nı imzaladıysa da sınırlar konusundaki anlaşmazlık sona ermedi. Pergamon ve onun güçlü filosu için Pamphylia sadece çok önemli değil, aynı zamanda Side’yi ele geçirmeye çalışırken uğradığı başarısızlıktan sonra donanmasının sığınması için acil bir ihtiyaçtı. Bu sebepten Pergamon Kralı II. Attalos (M.Ö. 159 – 138) donanmaya ait bir üs kurma amacıyla kendi adını verdiği Attaleia’yı kurdu. Şehrin eski bir yerleşimin uzantısı olması ya da önceden var olan bir yerleşimin üzerine yapılanmış olması muhtemeldir.

4193.jpg

Antalya’nın 5 kilometre batısında bugünkü Gurma Köyü topraklarında kurulan antik Olbia şehri, madeni parasına göre tarihi beşinci yüzyıla kadar uzanan antik bir merkezdi. Attaleia’nın kurulmasıyla, Olbia önemini kaybetti. Olbia sakinlerinin Attaleia’nın halkını oluşturduğu varsayılır.
Eski çağlarda Attaleia olarak bilinen şehir Türkçe çoğu eser de dahil olmak üzere doğulu kaynaklarda Adalya olarak, batı kaynaklarda ise Adalia ve bazen de Satalia olarak ve günümüzde ise Antalya olarak geçer. M.Ö. 133’de Pergamon Kralı’nın topraklarını Roma’ya devretmesinden sonra Attaleia bir süreliğine bağımsız kaldıysa da daha sonra Cilicia devletine bağlandı. M.S. 46’da St. Paul’ün Perge üzerinden Attaleia’yı ziyareti şehrin tarihinde önemli bir olaydır.
Şehrin ticaret merkezi olarak refah seviyesinin en yüksek noktaya ulaştığı dönemin M.S.II. yüzyıl olduğu bilinir ve M.S. 130’da İmparator Hadrian’ın ziyareti anısına yapılan yeni anıtlarla daha da değer kazanmıştır.

4196.jpg

Keşfedildiği günden beri donanmaya ait bir üs olmasının yanı sıra orta Anadolu’daki yüksek platolara giden yolların başlangıç noktasında bulunan Attaleia, Bizans devrinde de yoğun bir ticari liman olmaya devam etmiştir. M.S.VI.yüzyıldan sonra Attaleia metropol olarak bu sıfatı yitiren Perge’nin yerini almıştır; bu, şehrin dini merkez olarak önem taşıdığı için daha üstün gelmiş olabileceğini gösterir. Bununla birlikte yedinci yüzyılın ortalarından itibaren Arap deniz egemenliğinin yayılması, Akdeniz’de Bizanslılara ağır bir darbe vurmuştur ve Attaleia’nın arada sırada ellerinden çıkmasına yol açmıştır.

Antalya, 12O7’de Selçuk Sultanı Gıyaseddin Keyhüsrev tarafından Türk topraklarına katıldıktan sonra bölge başka bir büyük gelişme dönemine tanıklık etmiştir ve bugün hala bir kısmı görülebilen Selçuk mimarisi eserleriyle bezenmiştir.


Antalya’daki kalıntılar:

Antalya’da hala duran kalıntıların başında şehrin surları gelir. Bu at nalı şeklindeki surlar, limanı ve etrafındaki antik şehri çevreler. Bu surlar, M.S.II. yüzyılda inşa edilmiştir. Surlardaki Helenistik temellerden Selçukluların, surların büyük bir bölümünü yenileyerek ve kendi askeri strateji kavramlarına uygun biçimde kuleler ekleyerek dikkate değer önemli değişiklikler yaptığını biliyoruz.

4198.jpg

Ünlü Seyyah Evliya Çelebi, 1671’de Antalya’yı ziyaret ettiğinde surlar boyunca 80 kule bulunduğunu, surların çevresinin 4400 adım olduğunu ve dar sokaklı yaklaşık 3,000 evi çevrelediğini yazmıştır. Fakat ne yazık ki günümüzdeki hızlı kentleşme sonucu surların ve kulelerin büyük bir kısmı yıkılmıştır.

Günümüzde sur giriş kapılarının sadece bir tanesi durmaktadır. Hadrian’ın Antalya’yı ziyareti anısına dikilen bu şeref kapısı, iki sütunlu cephesi ve dört pilon (kapı kulesi) üzerinde yükselen üç kemeriyle tipik Roma zafer takı görünümündedir. Zafer takı Roma mimarları tarafından geliştirilen ve imparatorlar şerefine inşa edilen yeni bir yapı formu idi. İmparator ve ailesinin heykelleri kemerlerin üzerine yerleştirilirdi ve askerlerin bu takın altından geçerken savaşlarda döktükleri kanlardan arındıklarına inanılırdı.

Zafer takının her iki cephesinde de, arşitrav kemerlerin ve sütunların üzerinden kesilmeden uzanır; frizlerde ve figürlerde zengin rölyefler oyulmuştur. Üç geçit, bitki ve çiçek rölyefleriyle süslenmiş tonozlarla kapatılmıştır. Giriş kapısının her iki yanında da iki farklı yapıda kule bulunmuştur. Kemerin sol arkasındaki kule Roma dönemine aitken sağdaki kule yazıtlarda belirtildiğine göre Selçuk dönemlerine uzanır.

Şehrin parkında kara ve deniz surlarının buluştuğu yerdeki duvarların güney köşesinde denize bakan bir noktada Hıdırlık Kulesi olarak bilinen ilginç bir anıt durur. 14 metre yüksekliğe ulaşan kule, üzerinde silindir bir gövde yükselen kare planlı yüksek bir kaledir. Doğu tarafındaki dikdörtgen kapı küçük bir odaya açılır. Odanın kenarındaki dar merdivenler üst kata çıkar. Mevcut kanıtlardan kulenin tepeli bir çatı ile örtüldüğü görülür. Kulenin yapılma nedeni hala tartışma konusudur. Planı Roma dönemi mozolelerini anımsatsa da kule, daha çok deniz feneri ya da liman gözlem kulesi olarak kullanılmış olabilir. Kulenin mimari özellikleri ve taş işçiliği M.S.II. yüzyıla tarihlendirilebilir fakat üst seviyede yüzeyde yapılan Bizans dönemine ait belirgin onarım izleri hemen göze çarpar.

4199.jpg

Kesik Minare olarak bilinen başka bir eser de özellikle ilginçtir çünkü minarenin yapılışı Roma döneminden Osmanlı dönemine kadar uzanır. Serapis için yapılan tholos (daire) biçiminde inşa edilmiş M.S.II yüzyıla ait tapınağın temelleri üzerine, tapınağın mimari öğeleri kullanılarak altıncı yüzyılda büyük bir kilise inşa edilmiştir. Yedinci yüzyılda Arap akınlarında yıkılan bu kilise dokuzuncu yüzyılda desteklerle ve belli bazı eklemelerle onarılmıştır. Yapı, Selçuklular döneminde camiye dönüştürülmüş ancak 1361’de Antalya Cyprus Kralı I. Peter’in eline geçince yeniden bazilikaya çevrilmiştir. Son olarak I. Beyazıd’ın hükümdarlığı sırasında Şehzade Korkut güneybatı köşesine bir minare eklemiş ve yapıyı kendi adıyla anılan camiye dönüştürmüştür. Daha geç dönemlere kadar ibadete açık olan cami, büyük bir yangın sonucu ağır hasara uğramış ve sonunda terk edilmiştir.

On birinci yüzyılın ikinci yarısından itibaren Anadolu’ya yerleşmeye başlayan Türkler, kısa bir süre içinde kendi İslami inançlarına ve toplum yapılarına uygun olarak yeni bir mimari tarz yarattılar. Bu oluşum süreci içinde, tarzları Anadolu’nun çeşitli bölgelerindeki eski mimari özelliklerden yoğun biçimde etkilenmiştir.

Türk Anadolu mimarisinde en parlak dönemlerden biri olarak kabul edilen on üçüncü yüzyıl, Antalya’da önemli eserlerin inşa edildiği bir dönemdi.

4202.jpg

Antalya’nın sembolü haline gelen Yivli Minare ve onun çevresindeki yapı kompleksi Türk – İslam uygarlığı açık hava müzesi görünümüne sahiptir. Antalya’daki en eski Selçuk eseri olan bu minare, 1219 – 1238 yılları arasında hüküm süren Sultan I. Alaeddin Keykubad tarafından hizmete sokulmuştur. Toplam 38 metre yüksekliğinde, kare bir temel üzerinde yükselen minarenin yivli gövdesi lacivert ve turkuaz çinilerle süslenmiştir. Kuzey tarafta 90 basamaklı bir merdivenden minarenin şerefesine çıkılır. Yivli Minare’nin bitişiğindeki cami, adını yine bu minareden alır ve yapıdaki bir yazıtta belirtildiğine göre 1373’te Mubarizettin Mehmet Bey tarafından inşa ettirilmiştir. Altı kubbeli olan bu yapı Anadolu’daki çok kubbeli cami türünün ilk örneklerinden biridir.

Yivli Minare kompleksinin içinde yer alan harika bir anıt da, Zincirkıran Mehmet Bey için 1373’te yaptırılan türbedir. Baştan başa köşeli kesilmiş taş duvarla örülmüş türbe, içten yuvarlak, kubbe formunda ve dıştan sivri uçlu sekizgen çatı ile örtülmüştür. Türbede üç lahit bulunmaktadır.
 

Colinmccay

Yönetici
27 Haz 2009
6,997
11,631
Ariassos


Ariassos, Antalya’nın 50 km. kuzeyinde, bugünkü Antalya - Bucak karayolunun Çubuk boğazından sonra 1 km. batısında yer almaktadır.Ariassos yerleşim alanındaki kalıntılar, 900 - 1100 metre yükseklikler arasında, dik bir vadinin kuzey yamaçlarında yer alan teraslar üzerinde ve tabanında, doğudan batıya doğru 400 metre uzunluğunda bir alan üzerinde yayılmıştır.

4218.jpg

Ariassos 1892 yılında Lanckoronski tarafından yanlışlıkla "Cretopolis" olarak tanımlanmış, ve ilk defa Pamfilya ve Pisidia şehirleriyle ilgili geniş araştırmasında yayınlamıştır. Aynı yıl, yerleşimin doğru tanımlanması Frechman V. Berard tarafından yayınlanmıştır. 1988 yılı temmuz ayında, Stephen Mitchell ve ekibi son birkaç yıldır sürdürmekte oldukları Pisidia bölgesi çalışmalarının bir parçası olarak Ariassos’da çalışmaya başlamış, ve aynı yıl içerisinde yerleşimin başlıca özelliklerini gösteren bir plan hazırlanmıştır. Bu yerleşim düzeninde; vadi tabanında Roma kamu binaları, batıda tiyatro ve hamam / Gymanasium’dan oluşan bir yapı kompleksi, doğu uçta iyi korunmuş durumda olan üçlü girişe uzanan ana cadde, kuzey yamaçta bulunan teraslar üzerinde yer alan ve Helenistik Döneme ait sivil yerleşim merkezi ve kuzey yamacın batı kısmında bulunan bouleuterion ve prytaneion, yerleşimin kuzey tarafında özellikle iyi korunmuş durumda bulunan ve Geç Roma Döneminde Helenistik Döneme ait temeller üzerine inşa edilmiş olan istihdam duvarları ve daire şeklinde düzenlemiş olan mezarlar (heroa), lahitler ve kayalardan oyulmuş kist mezarlar bulunmuştur. Ariassos kentine girilen vadinin başlangıcında kentin en görkemli kalıntısı olan anıtsal giriş kapısı yükselir. Roma dönemi yapısı olan bu anıt, 3 kemerli ve 3 girişli olduğu için, yöre halkı tarafından Üçkapı diye anılır. Kentin şaşırtıcı bir özelliği, Ariassos kalıntılarının dörtte üçünün olağanüstü gösterişli ve çoğunluğu anıtsal mezar olan nekropolis kalıntısı olmasıdır. Çünkü, asıl kent böyle bir nekropolisle orantılı olamayacak kadar küçüktür.

4220.jpg

Nekropolisler ve kent, vadinin çukur yerini ve kuzeydeki tepenin bu yamaca bakan hayli dik yamacını kaplar. Tepenin diğer yamacından ise Akkoç köyü yolu dolanmaktadır, o yamaçta herhangi bir kalıntı yoktu.Vadinin batı ucunda molozdan yapılmış ve yontma kare taşlarla kaplanmış yarım daire bir çıkıntıya sahip kalıntı yer almaktadır. Yapılan çalışmalar sonucunda bu kalıntının bir nymphaeum olduğu ve suyunun ana su yolu kemeriyle Ariassos’un 3 km. Güneyinde bulunan Akkoç köyünün yukarı dağlarındaki bir su kaynağından geldiği saptanmıştır.

Nymphaeum en az yarısı büyük kireç taşlarıyla kaplı, açık bir meydana yukarıdan bakmaktadır. Bu meydanın batısında, kaldırım taşlarının altında, iki adet sarnıç vardır. Bu sarnıçlar, kemerler yoluyla gelen suyu depolamak ve nymphaeuma bitişik olan hamam binasına gerekli olan suyu sağlamak üzere planlanmışlardır. Bu hamam kompleki, dikdörtgen şeklinde sütunlu bir palestra ve batı uçta derin bir exedradan oluşmaktadır. Aynı zamanda kompleks içinde yıkılmış durumda olan bir hamam evi de mevcuttur. Bu hamam evinin, tonozlu üç veya dört odası bir blok içinde, Likya hamamlarının genel düzenine uygun bir şekilde inşa edilmiştir. Kalıntılar arasında ele geçirilen yazıtların bir çoğu gymnasiumda gerçekleştirilmiş olan yarışmalarla (themıdes) ile ilgilidir. Metinlerin çoğu bu yarışmalarda, özellikle güreş dalında, galip gelen yarışmacılar şerefine yazılmışlardır ve M.S. III. Yüzyılın başları ile 3.çeyreği arasında tarihlendirilir. Roma dönemi öncesine ait, en iyi tanımlanabilen kamu binaları yerleşimin batı ucuna doğru, kuzey yamacı üzerinde bulunurlar. Küçük bir agoranın batı ucunda, kabaca yontulmuş bir yapı bulunmaktadır. Bu yapıya girişi sağlayan kapının lentosu tipik bir Pisidia kalkan motifi ile bezenmiştir. Agoranın güney tarafında 18.10 x 13.90 boyutlarında, dikdörtgen bir yapı vardır. Bu yapının 3 tarafını çeviren ve oturma yerleriyle döşeli portilo, bu yapıyı agoraya bağlar ve arka duvarı üzerinde bulunan 3 adet girişle başka bir yapıya bağlanır. Kuzey cephede bulunan orta kapı lentosu Pisidia kalkan motifiyle, doğu kapı lentosu ise, aynı zamanda Sagalassus’da Helenistik Döneme ait bouleterionda da görülen savaşa ait tipik motifler olan kılıç ve kalkan ile süslenmiştir. Ariassos yapısı da büyük bir olasılıkla M.Ö.II. Veya I. Yüzyıllara aittir.

4222.jpg

Bölgede bulunan diğer kamu yapıları daha sonraki dönemlere aittirler veya üzerlerinde yüzyıllar boyunca kullanılmalarını sağlayacak bazı değişiklikler yapılmıştır. Bouleuteriona ait portikonun karşısında prostyle bir mabet bulunmaktadır.Oldukça dik kademeli bir podyumun üzerine inşa edilmiş olan bu mabet, aynı zamanda bir temenos duvarı ile de çevrilidir ve imparatorluk dönemine ait olduğu tahmin edilmektedir. Bu mabedin doğusunda, ilk olarak Helenistik dönemde inşa edilmiş, fakat daha sonra büyük bir olasılıkla mabedin yapıldığı yıllarda sıra sütunlarla döşenmiş, küçük bir stoaya ait kalıntılar vardır. Geç Antik Dönemde stoaya ait portilo bölünerek bir seri oda elde edilmiştir. Bu bölgedeki yapıların genel özellikleri gayet gösterişsiz olan Roma dönemi öncesine ait şehrin en önemli sivil yerleşim bölgesini oluşturmalarıdır.

Yerleşimin en iyi korunmuş kalıntıları arasında 25 adet, mimari açıdan çok iyi dizayn edilmiş mezar vardır. Şehri doğudan ve batıdan çevreleyen bu mezarlar, üzerlerindeki taş işçiliği ve yapım detayları bakımından yerleşimin doğu ucunda bulunan 3 kemerli girişe çok benzemektedir.



Selge


Selge, Toroslar’ın güney yamaçlarında denizden 1250 metre yükseklikte kurulmuştur. Psidya bölgesi dağ kentlerinden biridir. Antalya-Alanya karayolu üzerinde Aspendos yol ayrımından 5 km sonra dönen yol önce Beşkonak, ardından Antik Roma köprüsünün birleştirdiği kanyon vadiyi aşarak Güneydeki tepe üzerinde şehri koruyan kuleli sur duvarları kısmen görülebilir.

4227.jpg

Şehrin ana giriş kapısı da bu bölümde bulunmaktadır. Duvarların kuzeyinde tepe üzerinde biri Zeus diğeri Artemis’e adanmış iki tapınak kalıntısı yer alır. Pazar yeri (agora) anıtsal çeşme binası, mezar alanı (nekropolis) ve Bizans dönemine ait kilise Selge’deki diğer kalıntılarıdır.
Strabon şehrin doğal güzelliklerinden, verimli meyve bahçelerinden, geniş otlaklarından ve ormanlarından söz etmiştir. Strabon aynı zamanda Selge sakinlerinin sık sık oldukça uzun mesafelerde seyahat ettiklerini de kaydeder. Şehrin esas geliri zeytin, şarap ve şifalı bitki üretimindendi. M.Ö. 25’te Galatia Krallığı’nın kurulmasıyla, Selge bir süre bağımsızlığını kaybetmiştir ancak, Roma yönetimi altında, Selge iyi ilişkiler kurmuştur. İmparatorluğun sona erişine kadar bağımsız statüsünü korumuştur. Ayrıca, sık sık madeni para basılmasından üçüncü yüzyıla kadar ekonomik hayatın sağlıklı kaldığı anlaşılmaktadır.

4228.jpg

İmparator Theodosius ( M.S. 379-395 ) tarafından Phyrigia’ya yerleştirilen Gothlar kısa bir süre sonra tüm Küçük Asya’yı yakıp yıkarak, tecavüz ederek ayaklandılar. M.S. 399’da Selge de Tribigild önderliğindeki Gothların hücumuna uğramış ancak Selge düşmana yenilmemiştir. Bu güç gösterisi Selge’nin eski gücünden hiç bir şey kaybetmediğini göstermektedir.

Selge, istihkâm duvarlarıyla çevrili üç tepenin üzerinde uzanır. Bugün bir kısmı görülebilen bu duvarların yedi ana kapısı ve ortalama 100 m. aralıklarla dizilmiş kuleleri vardı. Bugün görünebilen ilk kalıntı günümüz Zerk köyünün bir kısmını oluşturan Yunan-Roma tarzı tiyatrodur. Tiyatronun alt kısmı kayalıklı bir yamaçta uzanmaktadır. At nalı şeklindeki cavea, tiyatroyu aşağıda 30, yukarıda 15 sıra oturacak yere ayıran diazoma ile kesilmiştir. Diazomanın hemen altındaki sırada bulunan taştan yapılmış oturacak yerler bozulmadan kalmıştır.
Tiyatro yaklaşık 9.000 kişilikti. Dört ayrı giriş diazomaya açılırdı. Buna ek olarak cavea ve sahne arasında bulunan tonozlu paradoslar da tiyatroya girişi sağlamaktadır. Roma dönemi sahne binası bugün sadece bir taş yığınıysa da binanın genel planı yapılabilir; binanın beş kapısı ve sütunlu cephesi vardır. Bunlar M.S.II.yüzyıla kadar tarihlendirilebilir.

4232.jpg

Tiyatronun hemen yanında stadyuma ait oturma yerlerinin ana hatları görülebilir. Ayakta kalan kısımlardan stadyumun olasılıkla ortalamadan biraz daha küçük olduğu görülmektedir. Ayrıca Selge’de stadyumda kazanılan zaferlerin kaydedildiği yazıtlar da vardır. İki tapınağın kalıntıları batıda en yüksek tepede bulunabilir. Bunun Polyios’un bahsettiği Kasbedion olması büyük olasılıktır. Bu durumda, 17x34 m. olan büyük peripteral tapınak şehrin baş tanrısı Zeus’a ait olmalıdır. “Templum in antis” (çift sütunlu revakı olan küçük tapınak) planlı tapınağın da kesin olmamakla birlikte yakınında bulunan bir yazıta dayanılarak Artemis’e ithaf edildiği söylenebilir. Bu tepenin arkasında sadece yağmur sularını biriktirmek için değil aynı zamanda kuzeybatıdan bir kanalla gelen suyu da tutmak için büyük bir sarnıç inşa edilmiştir.
Güneydoğuda bu tepe ve diğer tepelerin arasında kentin diğer önemli kamu binaları yer alır. Burada bir yamaçta sütunlu girişi olan oldukça uzun bir caddenin, bir Nymphaeum’un ve bir hamamın oldukça parçalanmış kalıntıları vardır.

4235.jpg

Güneydoğudaki tepede üç tarafı kapalı geniş kare bir agoranın kalıntıları vardır. Bunun yanında daha sonraki dönemlere ait olan apsidli bazilika vardır.
Çoğunlukla Roma dönemine tarihlendirilen Selge harabeleri, özellikle M.S.II. yüzyılda Selge’nin ne kadar zengin ve güçlü bir şehir olduğunu gösterir.



Selinus (Sellinous)


Dağlık Kilikia kıyısında, Pamfilya bölgesinde yer alan Kale Tepe ismiyle anılan bir burunda, aynı isimli çayın denize döküldüğü yerin güneyinde yer alan kent bugünkü Gazipaşa’nın 3 km güneybatısında, Alanya’nın 40 km güneydoğusunda bulunmaktadır.

4237.jpg

Pirindu Kralı Appuasu’nun batı sınırı olarak (İ.Ö. 557/6) adlandırılmıştır ve Kıbrıs’a deniz bağlantısını sağlayan önemli bir liman kenti kimliğindedir. İ.S. 117 yılında Roma imparatoru Trajan’ın Parther Seferinden dönüş yolunda Selinus’da ölmesinden sonra kent Trajanopolis olarak isim değişikliğine uğrar. İmparator Valirian’ın İ.S. 260 da tutukluluğundan sonra kral I. Sapur tarafından işgal edilir. Hierokles’t e de Isaura ketleri arasında sayılır. İ. S. 450 civarında İsauradan gelen baskınlar yüzünden açıkça yıpranmıştı. Başka saldırılardan korunma amacıyla kutsal Thekla’ya tepedeki kalenin girişi üzerinde bir kilise yapılmıştır.

Yüksek bir ada üzerinde olan yerleşim yeri, kayalık güneyde sarp denize inmektedir. Roma öncesi yerleşim olasılıkla kayalık buruna yakın, güneybatı kenarda idi. İlk Roma döneminde ise kıvrılan Musa Çayı (Selinus Potamos) karşısında kumsal düzlüğüne doğru genişler. Çay yatağının küçük alanlarda bir çok kere değişmesi Roma dönemi kent alanını bölüm bölüm aşındırmıştır.

Selinus (Hacımusa) Çayı’nın denize döküldüğü yerde beşik tonozlu iki odalı hamama ait kalıntıları görmek mümkündür. Deniz kenarındaki agoranın sütunları kaybolmuşsa da stylobat izleri görülebilir. Agoradan doğuya doğru gidildiğinde apsisli bir yapıya (kilise) rastlanır. Bu yapının eski bir mabet üzerine kurulmuş olması olasılığı büyüktür. Kilisenin doğusunda anıtsal bir yapı vardır. Kentin tek İslamî yapısı olup giriş kapısının çevresi Selçuklu Dönemi motifleri ile süslüdür. Bu kalıntının bir köşke ait olduğu sanılmaktadır. Kentin nekropolündeki mezar yapıları arkasollü, beşik tonozlu, anıt mezarlar olup, Kilikya Bölgesi’nin ölü gömme adetlerini en güzel biçimde ortaya koymaktadır.

4240.jpg

Kente ait su kemerlerinin bir bölümü günümüze ulaşabilmiştir. Roma İmparatoru Traianus Part seferinden dönerken bu kentte ölmüş ve külleri Roma’ya götürülmüştür. Kalıntılar Roma, Bizans ve Ortaçağ Dönemine tarihlenmektedir. Bugüne kadar gelmiş olan yapılar, sokaklar, evler ve sarnıçlar kısmen Erken Osmanlı dönemine kadar uzanmaktadır. Ovada dağ ve dere arasında büyük bir hamam, bir odeion ve Roma dönemi büyük bir alan yer alır. Yeni yapıların parasal kaynağı imparatorluk sarayından geliyor olmalıydı. Buna rağmen küçük bir nekropol dışında sadece bir Aquadukt (su kemeri), bir tiyatro ve bir bazilika kalmıştırBugün meydanda bulunan binalar Selçuklu döneminde ait olsalar da mermer devşirme parçalar orda korint düzeninde monumental bir yapının durduğuna işaret etmektedir.Kalıntıların güneybatısında imparatorluk dönemi nekropolün kenarında, Erken Bizans dönemine ait üç nefli bir bazilika yer alır. Kimisi kapılarında yazıtlarıyla, sayısız imparatorluk dönemi mezar evleri, düzensiz bir şekilde çay yatağında bulunmaktadırlar. Nekropolde orta Bizans döneminden küçük bir kilise vardır. Kayalık tepenin en yukarısında bugünkü durumu muhtemelen erken Osmanlı dönemine uzanan bir kale bulunmaktadır.
 

Colinmccay

Yönetici
27 Haz 2009
6,997
11,631
İotape


Alanya-Gazipaşa karayolunun 33.km.sinde yer alır.
Antik kent adını, Kommagane kralı 4. Antiochus’un (İ.S.38-72) karısı İotape’den almıştır. İmparator Traianus’tan Valerianus’a kadar kent kendi adına sikke bastırmıştır. Kalıntılar Roma ve Bizans Dönemi özelliklerini taşımaktadır.

4248.jpg

Denize doğru uzanan yüksekçe bir burun, kentin akropolü durumundadır. Surlar bu bölüme kale görünümü vermektedir. Yapılar oldukça tahrip olmuştur. Akropolün karaya bağlandığı vadide, doğu-batı yönünde uzanan Liman caddesi yer almaktadır. Caddenin her iki yanında üç basamaktan oluşan krepis bulunduğu ve yer yer bunların arasında heykellerin durduğu kaidelerinden anlaşılmaktadır.
Heykellere ait yazılı kaideler kentin başarılı atlet ve hayırsever vatandaşları hakkında bilgiler içermektedir. Akropolün doğusunda bulunan koyda, üç nefli, dikdörtgen planlı bir bazilika yer alır.

4251.jpg

Kentteki, tek nefli küçük bir kilisenin nişi içerisinde oldukça tahrip olmuş fresko izlerini görmek mümkündür. Freskoda H.G. stratelates betimlenmiştir.
Kentin günümüze kadar gelebilmiş yapılarından birisi de hamamdır. Hamama ait kanalizasyon sistemi halen görülebilir.

Antik kentin ortasından geçen modern yolun güneyinde 8 x 12.5 m. ölçüsünde bir tapınak kalıntısı bulunmaktadır. İotape antik kentine ait nekropol kuzey ve doğudaki tepeler üzerindedir. Nekropolde anıt mezarların yanı sıra tonoz örtülü küçük mezar yapıları da yer almaktadır.



Syedra


Alanya-Gazipaşa karayolunun yaklaşık 20.km.sinde Seki Köyü sınırları içerisindedir. Kente, batıda halen ayakta olan anıtsal kapı ile girilir.
Kentte, Antik Çağdan günümüze değin kullanılan, içleri sıvalı doğal kaynaktan beslenen sarnıçlar vardır. Kentin su gereksinimi çok sayıdaki diğer sarnıçlarla da karşılanmaktadır. Kent içindeki bir mağarada, doğal kayaya oyulmuş nişin çevresi freskolarla süslenmiştir. Mağara dinsel amaçlı kullanılmıştır ve vaftiz mağarası olarak bilinmektedir.

4254.jpg

Kentin doğusunda, çok görkemli bir yapı kalıntısı olan hamam ile karşılaşıyoruz. Zemininde yer yer mozaik kalıntıları görülmektedir. Hamamın hemen batısında kuzey-güney doğrultusunda kentin sütunlu caddesi uzanmaktadır. Caddenin kuzeyindeki duvarda nişler yapılmıştır.1994 yılından bu yana Alanya Müze Müdürlüğü’nce yapılan kazılar sonucunda, sütunlu caddenin, 250 x 10 metre boyutlarında ve kuzeyi sütunların taşıdığı ahşap çatı ile kapalı, güneyi taş döşemeli açık yol şeklinde olduğu ortaya çıkmıştır. Oyun ve yarışlarla ilgili bilgiler içeren birçok yazıtın varlığı kente önem kazandırmıştır.

4257.jpg

Kentdeki diğer önemli yapılar tapınak, tiyatro, dükkanlar, evler ve kent surlardır.
Kazılar sonucunda kentin İ.Ö.VII.yüzyıldan İ.S.XIII.yüzyıla kadar ki tarihine ilişkin kalıntılar ortaya çıkarılmıştır. Bölgede bulunan yazıttan Syedralıların korsanlardan rahatsız oldukları ve bu nedenle tanrıların yardımlarına, öğütlerine ve ileriye yönelik kehanetle ilgili istekleri olduğu anlaşılmaktadır.
Kente girişi sağlayan anıtsal görünümdeki kapının lentosu günümüzde de sağlam bir şekilde ihtişamını sürdürmektedir. Giriş kapısının sağında doğal yapıya uygun olarak teraslama şeklinde alt alta üçlü bir sulama sistemi mevcuttur. Sulama sistemini oluşturan havuzların günümüzde de kullanılması teknolojinin aslında yüzyıllar öncesindeki bir kanıtıdır.
Suyu yakınındaki bir mağaranın içinden çıkan kaynaktan sağlamakta ve içinde uzun dehlizlerin bulunduğu mağaranın girişi taşlarla tonoz şeklinde örtülmüştür.

4259.jpg

Kentin doğusunda iki katlı çok görkemli ve zemininde yer yer mozaik kalıntıları bulunan yapı ise kentin hamamıdır. Hamamın hemen karşısında kuzey-güney doğrultusunda uzanan sütunlu cadde bulunmaktadır.
Caddenin diğer yönündeki sütunlar, Korint başlıklı siyah granitten yapılmıştır. Kentte bulunan bir onur yazıtından burada bir halk meclisi ve Senatonun olduğu Syedra’daki yapıların çoğunun tabanının mozaiklerle süslülüğü dikkate çekicidir.
Mozaikte mitolojideki 3 güzelleri temsil eden 3 kız resmi, ve Paris’i simgelediği sanılan bir erkek resmi kentte mozaik sanatının ayrı bir yeri olduğunu göstermektedir.



Laertes


Toros Dağları üzerinde, Dim Vadisi ağzında yükselen Cebel-i Reis dağının eteğine kurulmuştur. Alanya’dan yaklaşık 25 km. uzaklıktadır. En yakın köy Gözüküçüklü’dür.

4265.jpg

Antik Çağda Dağlık Kilikya olarak bilinen bölgenin sınırları içerisindedir. Strabon kentten, limanı olan ve göğüs biçiminde bir tepe üzerine kurulmuştur diye söz eder.

Kentin günümüze kadar gelebilen önemli kalıntıları olarak gözetleme kulelerini, Caracalla eksedrasını, odeon veya tiyatroyu, Zeus Megistos tapınağını, Apollon tapınağını, Caesar tapınağını, agora, hamam ve nekropolünü sayabiliriz. Kentte Helenistik Döneme ait kalıntıların olmayışı, bu sırada bölgenin korsanların elinde oluşuna ve dolayısıyla imar faaliyetlerinin yeterince yapılamayışına bağlanmaktadır. Kentin tarihini daha erkene götüren ve bu kentte bulunmuş İ.Ö. VI.. yüzyıla tarihlenen, üç yüzü Fenike dilli yazıt Alanya Müzesi’nde sergilenmektedir.

Laertes’te bulunan diğer bir eser, Alanya Müzesinde sergilenen "Romalı bir askere ait olan diploma", kentin askeri yönüne ışık tutacak özelliktedir. Kalıntılar Roma Dönemine tarihlenmektedir.



Kekova (Dolichiste) Batık Şehir


Lykia bölgesinin kıyısında Demre’nin (Kale) batısında yer alan Kekova kayalık bir adadır.
Burası ismini ilk defa XIX.yüzyılın başında Cramer tarafından duyurmuştur. Çoğu kez de kaynaklara Kakava olarak geçmiştir.

4270.jpg

Kekova Adası ismini çevresindeki bölgeye de vermiştir. Ancak bu ada depremler sonucu deniz altında kalmış ve buraya batık şehir ismi de verilmiştir. Bu adanın yakınında Aperlai, batık Kent, Kaleköy’deki Simena, Üçağızdaki Theimussa, Gökkaya koyundaki Istlada isimli antik kentler bulunmaktadır.
Ayrıca Kılıçlı’daki Apollonia Üçağız’a 2km. uzaklıkta Çevreli’deki Tybertissos kentleri de Kekova bölgesindeki diğer antik yerleşim alanlarıdır. Bunlardan Tirmisin ovasına hakim 365 m. yüksekliğinde bir tepenin üzerindeki Tyberissos antik kentinde çok sayıda Lykia tipi lahitler ile güvercin yuvası şeklindeki Lykia kaya mezarları bulunmaktadır. Bunlardan günümüze ulaşan kalıntılar Helenistik ve Roma çağlarına tarihlendirilmektedir.

4273.jpg

Akropolün tepesinde bazı yapı kalıntıları ile güneyde Dor üslubundaki Apollon mabedi kalıntılarından yararlanılarak Bizans döneminde bir kilise yapılmıştır.
Çevreli Kapaklı arasındaki İnişdibi’de Istlada antik kenti bulunmaktadır. Ne var ki bu küçük yerleşim alanlarının bölgede siyasi bir etkinliği olmadığından hepsi birleşerek bir bütün halinde Lykia birliği içerisinde temsil edilmişlerdir.

Kekova Adası üzerinde Bizans devrinde yapılmış bir kilisenin apsidi ile karşılaşılmıştır. Ayrıca adanın üzerinde bazı mimari kalıntılar çevreye dağılmış durumdadır.Burada yeterince bir yüzey araştırması ve arkeoloji kazıları yapılmadığından bu konuda detaylı bilgi bulunmamaktadır.
Bugün tersane koyunun sağ tarafında deniz içerisinde kalmış dükkanlar ile sol tarafta da ne oldukları kesinleşmeyen bazı yapı kalıntıları görülebilmektedir. Büyük olasılıkla bunlar, evlere ait temel kalıntılarıdır.

4274.jpg

Kekova bölgesindeki antik yerleşim alanlarına ait, eski çağlarda kayalardan yontma yöntemi ile elde edilen büyük taş blokları, Helenistik devirden itibaren çevredeki diğer kentlerde kullanılmıştır.
Bu bakımdan tarihte önemli bir liman olan bu yerleşim alanı ile ilgili kalıntı ve buluntular günümüze ulaşamamıştır.


Theimussa (Kale İskelesi-Üçağız)


Theimussa, Kekova yakınında Üçağız Köyü’nün bulunduğu yerde doğal bir limandır.
Burada yüzey araştırması ve arkeolojik kazı yapılmadığından kent ile ilgili bilgiler son derece sınırlıdır. Yalnızca köyün içerisinde bulunan bir kitabeden M.Ö.IV.yüzyılda bu kentin tarihi ile ilgili bilgi edinebiliyoruz. Ayrıca köy içinde antik çağdan kalma mezar kalıntıları ile söveleri ayakta kalan bir kapı ve yakınındaki kayalığın üzerinde bir kulenin kalıntısı dikkati çekmektedir.

4277.jpg

Antik iskelenin arkasında M.Ö.IV.yüzyıla tarihlenen ev tipi mezarın üzerinde çıplak bir erkek tasviri bulunmaktadır. Bu mezarın kitabesinden de bu mezarın Kluwanimi’ye ait olduğu öğrenilmektedir.
Kentin çevresindeki mezarlar Helenistik ve Roma dönemine aittir.
 

Colinmccay

Yönetici
27 Haz 2009
6,997
11,631
Perge


Pamphylia’nın önde gelen şehirlerinden biri olan Perge, Kestros (Aksu) Nehri’nin 4 kilometre batısında iki tepe arasındaki geniş bir ovanın üzerinde kurulmuştur.

4289.jpg

M.Ö. IV. yüzyılda yaşayan ve Perge’den söz eden ilk yazar olan Skylax, şehrin Pamphylia’da olduğunu ifade eder. Yeni Ahit’de Havarilerin Faaliyetleri bölümünde “... Paul ve yoldaşları Paphos’tan ayrıldığı zaman Pamphylia’daki Perge’ye geldiler” cümlesi eski çağlarda Perge’ye denizden ulaşılabiliyor olduğunu gösterir. Tıpkı Kestros’un bugün uygun iletişim sağlaması gibi, eski çağlarda da dalgıçlar bölgeyi daha üretken kılıp Perge’de deniz ticaretine olanak sağlayarak önemli rol oynarlardı.
Perge denizden 12 kilometre içerde olmasına rağmen, Kestros sayesinde bir kıyı şehri gibi denizin avantajlarından yararlanabiliyordu. Üstelik, içerde olmasından dolayı denizden gelen korsan saldırılarından da korunmuş oluyordu.

Üçüncü ya da dördüncü yüzyıl dünya haritasının geç dönem kopyalarında Perge, Pergamon’da başlayan ve Side’de biten ana yolun yanında gösterilir. Strabon’a göre, şehir Truva Savaşı’ndan sonra Mopsos ve Kalkhas isimli kahramanların liderliğinde Argos’tan gelen koloniciler tarafından keşfedilmiştir. Dilbilimsel araştırmalar Achaean’ların Pamphylia’ya M.Ö. ikinci bin yılın sonlarına doğru girdiğini doğrular.
Bu çalışmalara ek olarak, 1953’te Perge şehrinin Helenistik giriş kapısının avlusunda yapılan kazılarda bulunan M.S. 120 – 121 yıllarına ait yazıtlar da bu kolonileşmeye tanıklık eder; heykellerin altlarındaki yazılarda şehrin kurucularından Mopsos, Kalkhas, Riksos, Labos, Machaon, Leonteus ve Minyasas adlı yedi kahramandan söz edilir.

4290.jpg

Dördüncü yüzyılın ortalarına kadar Perge ile ilgili daha fazla yazılı kayıt yoktur. Bununla birlikte, Büyük İskender’in gelişine kadar Perge’nin Perslerin yönetiminde bulunuyordu. M.Ö. 333’te Perge, İskender’e teslim olmuştur. İskender’in ölümünden sonra, Perge kısa bir süre Antigonos’un nüfuz alanına ve daha sonra Seleucid egemenliği altına girmiştir. Seleucidler ve Pergamon kralı arasındaki sınır anlaşmazlığı, Apamea Antlaşması’ndan sonra da devam edince Roma Konsolosu Manlius Vulso M.S. 188’de arabulucu olarak Roma’ya gönderilmiştir. Manlius Vulso, III Antiochos’un Perge’de bir garnizona sahip olduğu öğrenince Pergamon Kralı’nın ısrarı ile şehri kuşatmıştır. Bu noktada, garnizon komutanı, konsolosu Antiochos’un izni olmadan şehri teslim edemeyeceği konusunda bilgilendirmiş ve bunun için otuz güne ihtiyacı olduğunu söylemiştir. Bu sürenin sonunda da Perge Pergamon’un eline geçmiştir. Yaklaşık olarak M.Ö. 133’te Pergamon Krallığı Roma’ya devredildiğinde Perge, tam bağımsız olmuştur.

Perge’de kutsal sayılan tanrı ve tanrıçalar arasında Artemis’in önemli bir yeri vardır. Pamphylia lehçesinde Vanassa Preiia denilen bu eski Anadolu tanrıçası, Helenistik dönem madeni paralarının üzerinde bu adla görülür ve Yunan kolonileşmesinden sonra Artemis Pergaia adını alır. Madeni paraların üzerine kült heykel ya da kadın avcı olarak basılmasının yanı sıra, Perge’nin Artemis’i kazılarda bulunan bir çok heykel ve rölyefin de konusudur. Kare taş blok üzerinde kült heykel biçimindeki bir rölyef özellikle ilginçtir. Artemis Pergaia kültü, daha birçok şehirde görülür.

4293.jpg

Artemis Pergaia’nın bu kadar ünlü olmasına rağmen, ona ait tapınağın izleri henüz bulunamamıştır. Yalnızca Artemis’in altınla bezeli heykelini koruyan ve boyutları, güzelliği ve mimarisi antik yazarlar tarafından göklere çıkarılan bu ünlü anıtın madeni paralardaki şematik betimlemelerinden edinilen bilgiler bulunmaktadır. M.S. 46’da , Perge Hıristiyan dünyası için önemli bir olaya ev sahipliği yapmıştır. Yeni Ahit, Havarilerin Faaliyetleri bölümünde, St. Paul’ün Kıbrıs’tan Perge’ye oradan da Pisidia’daki Antiocheia’ya gittiği ve sonra Perge’ye dönerek bir vaaz verdiği anlatılır. St. Paul daha sonra şehirden ayrılarak Attaleia’ya gitmiştir.

İmparatorluk döneminin başlangıcından itibaren, Perge’de iş projeleri hayata geçirilmiş ve M.S. ikinci ve üçüncü yüzyıllarda şehir yalnızca Pamphylia’nın değil, tüm Anadolu’nun en güzel şehirlerinden biri haline gelmiştir. Dördüncü yüzyılın ilk yarısında, Büyük Konstantin (324 - 337) krallığı sırasında, Hıristiyanlığın Roma İmparatorluğu’nun resmi dini olmasıyla birlikte, Perge, Hıristiyanlığın önemli merkezlerinden biri olmuştur.
Şehir beşinci ve altıncı yüzyıllarda da bir Hıristiyanlık merkezi olmayı sürdürmüştür. Sık görülen isyan ve akınlara karşı, kendilerini yalnızca akropolisin içinde savunabilen vatandaşlar, şehir surlarının içine çekilmişlerdir. Perge yedinci yüzyılın ortalarında baş gösteren Arap akınlarıyla kalan gücünü kaybetmiştir. Bu dönemde şehrin bir kısmı Antalya’ya göç etmiştir.

4295.jpg

Şehre giren bir kişinin karşılaştığı ilk bina, Kocabelen Tepesi’nin güney eteklerine inşa edilmiş Yunan-Roma tipi tiyatrodur. Yarım daireden biraz daha büyük olan cavea (seyirci oturma yerlerinin bulunduğu alan), ortasından geçen geniş bir diazomayla (yatay geniş basamak) ikiye ayrılmıştır. Toplam 13.000 kişilik tiyatro diazomanın altında 19, yukarısında 23 oturma sırasından oluşur. Roma tiyatrosu mimari kurallarına uygun olarak, giriş ve çıkış yolu olarak kullanılan tiyatro galerilerinde, izleyiciler diazomaya her iki uçtan, kemerli geçitlerden ve merdivenlerden geçerek her iki tarafta da bulunan paradoslardan (yan çıkış kapıları) ulaşırlar ve buradan da oturacakları yerlere dağılırlardı.

Cavea ve sahne arasında orkestraya ayrılan alan, yarım daireden biraz daha geniştir. Orkestra alanı, üçüncü yüzyıl ortalarında gladyatör ve vahşi hayvan dövüşlerinin popüler olduğu zamanlarda arena olarak kullanılmıştır. Bu alanın etrafı, hayvanların kaçmasını engellemek için Herme formunda yapılmış mermer toplar arasından geçen oyma panellerle çevrilmiştir.
Kısmen ayakta duran iki katlı sahne harabesi, sütunlu mimarisi ve heykel süslemeleriyle M.S. II. yüzyılın ortalarına tarihlendirilebilir. Harabenin cephesinde sanatçıların girişlerini ve çıkışlarını sağlayan beş kapı arasındaki sütunlar yukarıdaki dar bir podyumu destekler.

4301.jpg

Tiyatronun en belirleyici özelliği, podyumun bu yüzünü süsleyen mitolojik konulu rölyeflerdir. Sağdaki ilk rölyef, mitolojide nymph (su, dağ ve ormanlarda yaşayan periler) olarak bilinen kadınlardan biri ile Perge’nin can damarı Kestros (Aksu) Nehri’ni kişileştiren yerel bir tanrıyı betimler. Buradan itibaren rölyefler sırasıyla, şarap tanrısı ve tiyatroların kurucusu ve koruyucusu olan Dionysos’un tüm hayatını anlatır.
Dionysos, Zeus’un ve bir kralın kızı olan ve baharla karşılaştırılan güzelliği dillere destan Semele’nin oğludur. Kocasını sürekli kıskanan Tanrıça Hera, oğlu ile birlikte Semele’den kurtulmak ister. Tanrıça, Semele’yi kandırmak için kızın annesinin kılığına girer ve Semele’den Zeus’u tüm ihtişamı ve gücüyle görmesine izin vermesi konusunda ikna etmesini ister. Her şeye inanan Semele oyuna gelir ve Zeus’a razı olması için yalvarır. Sevgilisinin yalvarışlarına dayanamayan Zeus, iki tekerlekli at arabasıyla Olympos’tan iner ve onlara görünür ancak, ölümlü Semele, Zeus’un parlaklığına dayanamaz ve alevler içinde kül olur. Ölürken, doğmasına henüz zaman olan aşkının meyvesine hayat verir ve onu alevlerin dışına fırlatır. Zeus bu erkek bebeği alır, kendi kalçasını yararak bebeği yerleştirir, yarayı diker ve bebeği normal doğum zamanı gelene kadar orada saklar. Bu nedenle önce annesinin rahminden daha sonra da ikince kez babasının kalçasından dünyaya gelen çocuğa Dionysos-born (çifte doğan) adı verilir. Böylece, bebek Hera’nın kötülüklerinden korunabilmesi, beslenebilmesi ve yetişkinlik çağlarına erişebilmesi için, Hermes tarafından Nysa Dağı’ndaki nymph’lere götürülür. Nymphler, burada çocuğu özel ilgi ve sevgiyle büyütürler. En sonunda, genç bir adam olan Dionysos bir gün mağaranın duvarlarında yetiştirilen asmalardaki tüm üzümlerin suyunu içer. Şarap, böylece keşfedilir. Yeni içkisini dünyanın her köşesine tanıtmak ve asma kültürünü yaygınlaştırmak için şarap tanrısı, iki panterin çektiği iki tekerlekli arabasıyla dünya turuna çıkar.

4304.jpg

Ne yazık ki, bu güzel kabartmaların önemli bir bölümü sahnenin çökmesi sonucu hasara uğramıştır. 1985’de başlayan kazılar süresince bulunan bu parçalar, orijinalinde yapının değişik konulardaki daha fazla frizle süslendiğinin kanıtıdır. Yapının hangi bölümüne ait olduğu anlaşılamayan 5 metre uzunluğundaki bir frizin konusu özellikle ilginçtir. Bu frizde, Tyche sol elinde bir bereket boynuzu ve sağ elinde bir kült heykel taşır. Bunun her iki tarafında tanrıçalarına kurban etmek için boğalar getiren bir yaşlı adam ve iki gencin figürleri vardır.

Tiyatrodan şehre giden asfalt yolun sağında eski çağlardan günümüze kalan en iyi korunmuş stadyumlardan biri vardır. 34x334 metre ölçülerindeki bu büyük dikdörtgen yapı, kuzey ucunda at nalı şeklindedir ve güneyi açıktır. Binaya büyük olasılıkla bu noktadan anıtsal ahşap bir kapıdan geçilerek girilmekteydi.
Stadyumun altında, uzun kenarlarının her birinde otuzar ve kuzey ucundaki kısa kenarında on tane olmak üzere toplam yetmiş kemerli oda bulunmaktadır. Bu odalar birbirlerine bağlıdır ve her üç bölmede bir tiyatroya giriş vardır. Bu bölmelerin günümüze kadar ulaşabilenlerinin üzerindeki, sahiplerinin adının yazılı olduğu ve çeşitli malların listelendiği yazıtlardan bu yerlerin dükkan olarak kullanıldığı anlaşılmaktadır. Kemerli odaların üzerinde bulunan oturma sıraları 12,000 kişilik oturma kapasitesi sağlar. Üçüncü yüzyılın ortalarında gladyatör vahşi hayvan dövüşleri popüler olunca, stadyumun kuzey ucu koruyucu kafeslerle çevrilmiş ve arenaya dönüştürülmüştür. Mimarisi ve taş işçiliği, bu büyük yapının M.S.II. yüzyıla ait olduğunu kanıtlar.

4306.jpg

Şehir surlarının dışında kalan dikkate değer bir başka kalıntı da Bithynia Valisi Plancius Verus’un kızı Plancia Magna’nın lâhdidir. Şehrin anıtlarla ve heykellerle bezeli birçok yerine sahip olan ve Perge’deki kamusal işlerin başını çeken Plancia Magna, varlıklı ve yurttaşlık bilincine sahip bir kadındı. Topluma yaptığı hizmetlerden ötürü, halk, meclis ve senato Plancia’nın heykellerini dikmiştir. Çeşitli yazıtlarda Plancia’nın adı şehrin idaresindeki en üst düzey memurluk olan “demiurgos” sıfatı ile birlikte yazılır. Buna ek olarak, Plancia Magna, ömür boyu tanrıların anası rahibesi, Artemis Pergaia rahibesi ve imparatorluk kültü baş rahibesi idi.

Perge’nin büyük bir kısmı, bazı bölümlerinin tarihi Helenistik döneme kadar uzanan surlarla çevrilidir. İstihkam duvarlarının üzerine 12-13 metre yüksekliğinde kuleler inşa edilmiştir. Ancak sürekli barışın ve sükunetin sağlandığı Pax Romana döneminde surlar önemini yitirmiş ve duvarların ötesinde tiyatro ve stadyum gibi yapılar hiç korkmadan inşa edilmiştir.

4311.jpg

Dördüncü yüzyılda yapılan surlardaki geç döneme ait kapıların birinden geçerek şehre giren biri, daha sonraki dönemlerde yapılan duvarlarla çevrili 40 metre uzunluğunda küçük, dikdörtgen bir avluya gelir. Bu avludan zafer takı formunda ve oldukça süslü ikinci bir kapıya, güney kapısına geçilir. Bu kapı, 92 metre uzunluğunda ve 46 metre genişliğinde trapezoid biçimli avluya çıkar.
İmparator Septimus Severus ( M.S. 193 - 211) hükümdarlığı süresince tören alanı olarak kullanılan bu avlunun batı duvarında anıt çeşme ya da nymphaeum vardır. Yapı, geniş bir havuzun arkasında iki katlı zengin süslemeli bir bina cephesinden oluşmaktadır. Yazıtından yapının, Artemis Pergaia, Septimius Severus ve karısı Julia Domna ve oğullarına ithaf edildiği açıktır.

Nymphaeum kazılarında bulunan binanın cephesine ait bir yazıt, bina cephesinin parçaları ve Semptimius Severus’un ve karısının mermer heykelleri, şimdi Antalya Müzesi’ndedir. Nymphaeum’un tam kuzeyindeki anıtsal koridor, Pamphylia’daki en geniş ve en muhteşem hamama açılır. 13x20 metre ölçülerindeki geniş havuz (natacia), kamuya açık büyük spor alanının (palaestra) güney portico’sunda (sütunlu giriş) yarım daire formunda bir odanın içini kaplar. Palaestra, ön tarafta bir portico ile sınırlandırılır. Pergeliler palaestra’da spor yaptıktan sonra bu havuzda temizlenirlerdi. Ön cephenin dinamik mimarisinden, cephede kullanılan renkli mermerlerden ve dekor olarak kullanılan Genius, Heracles, Hygiea, Asklepios ve Nemesis heykellerinden, bu alanın göz kamaştırıcı bir güzelliğe sahip olduğu açıktır. Buradan bir başka kapı, gene havuzlu bir alan olan frigidarium’a (soğuk su odası) çıkar.
Hamama girecek insanlar bu havuza girmeden önce havuzun kuzey kenarı boyunca sığ bir kanaldan akan suda ayaklarını yıkarlardı. Varolan kanıtlar frigidariumun Muse (Zeus ve Mnemosyne’nin dokuz kızının, dokuz sanat dalı tanrıçası kız kardeşin her birine verilen genel ad) heykelleriyle bezendiğini gösterir. Buradan sonra birbirine bağlantılı tepidarium ve caldarium vardır. Bu odaların altında kazan dairesinden gelen sıcak havanın dolaşımını sağlayan ısıtma sistemine ait tuğla dizileri görülür.

Roma hamamında yıkanmak çok aşamalı bir işlemdi. Hamama giren kişi ilk olarak apodyterium denilen bir odada giysilerini çıkartır ve bundan sonra spor yaptığı palaestra’ya girerdi. Gösterdiği fiziksel efor sonucu oluşan terinden ve kirinden arınmak için havuza girer ya da caldrium’daki sıcak suyla yıkanırdı. Buradan sonra, soğuk su banyosu için tepidarium’a ya da frigidarium’a giderdi.

4316.jpg

Roma döneminde hamam sadece yıkanmak için kullanılan bir yer değil, aynı zamanda erkeklerin günlerini geçirmek için buluştukları ya da çeşitli önemli konuları tartıştıkları bir yerdi. Frigidarium’un kuzeyindeki uzun dikdörtgen bölüm muhtemelen hamama gelenlerin gezindiği ve sohbet ettiği bir yerdi. Bu odanın batı duvarlarında uzun, mermer bir sıra vardır.

Kazılar süresince birçok sütun tabanında bulunan yazıtlar, sütunların üzerinde bulunan heykellerin Claudius Peison isimli biri tarafından bağışlandığını gösterir. İçerdeki avlunun kuzey ucunda Perge’nin en görkemli yapısı olan Helenistik giriş kapısı vardır. Tarihi M.Ö.III. yüzyıla uzanan ve arkasında at nalı şeklinde bir avlu olan iki kuleden oluşan bu kapı, çağın savunma stratejisine uygun olarak akıllıca tasarlanmıştır. Kuleler üç katlıdır ve koni şeklindeki çatılarla örtülmüştür. Plancia Magna’nın yardımıyla, M.S. 120 ve 122 yılları arasında bu avlunun dekorasyonunda çeşitli değişiklikler yapılmış ve savunma için kullanılan bu yapı şeref avlusuna dönüştürülmüştür.

Bina cephesini oluşturmak için kat kat renkli mermerler döşenmiş, birkaç yeni niş açılmış ve korinth tarzı sütunlar ilave edilmiştir. Alt kısımlardaki nişlerde Afrodit, Hermes, Pan ve Dioskouroi gibi tanrı ve tanrıçaların figürleri yer almaktaydı. Avluda yapılan kazılarda dokuz heykelin yazılı kaideleri bulunmuştur ancak heykellere henüz ulaşılamamıştır. Yazıtlara göre, muhtemelen yukarıdaki nişlerin içinde yer alan bu heykeller, tarihi belgelerde de anlatıldığı gibi Truva Savaşı’ndan sonra Perge’yi kuran efsanevi kahramanları temsil etmekteydi. İki heykel kaidesi üzerindeki yazıtta, M. Plancius Varus ve oğlu C. Plancius Varus’un isimleri Perge’ye karşı olan cömertliklerinden ve yüceliklerinden dolayı “kurucu” sıfatıyla yer almaktadır, kendilerine bu şeref uygun görülmüş ve Perge’nin ikinci kurucuları olarak kabul edilmişlerdir.

At nalı şeklindeki avlu kuzeyde Plancia Magna tarafından yaptırılan zafer takı şeklindeki anıtsal giriş kapısı ile sınırlandırılmıştır. Kazılarda ortaya çıkartılan heykel kaidelerindeki yazılar, giriş kapılarındaki nişlerde Nerva’dan Hadrian’a kadar olan süreçte hükümdarlık süren imparatorların ve karılarının heykellerinin durduğunu göstermektedir. 65 metrekarelik agora, Helenistik giriş kapısının doğusunda yer alır. Geniş bir stoa (kenarları sütunlu gezinti caddesi), dört bir kenardan dükkanlar dizili bir merkezi çevreler. Bu dükkanların zeminleri renkli mozaiklerle döşenmiştir. Kuzey portico’daki bir dükkanın önünde eski oyunlarda kullanılan ilginç bir taş görülebilir. Kişi başına altı taş ile oynanan ve bu taşların zar gibi atıldığı oyunun, benzer taşlara komşu şehirlerde de rastlanmasından dolayı, o dönemlerde bölgede popüler olduğu sanılmaktadır. Avlunun ortasında Side’deki agora’da (çarsı) olduğu gibi yuvarlak bir yapı vardır; bu yapının kesin özellikleri henüz bilinmemektedir.

4320.jpg

Kuzeyden güneye şehir merkezi boyunca, restorasyon çalışmaları halen süren sütunlu bir cadde, acropolis’in (hisar) yakınında bulunan Demetrios-Apollonios Zafer Takının altından geçerek uzanmaktadır. Bu cadde doğudan güneye inen bir başka cadde ile kesişir. 250 metre uzunluğundaki bu caddenin iki kenarında, arkalarında sıra sıra dükkanlar bulunan geniş portico’lar vardır. Bu şekilde, iki tarafı sütunlu mimari, Romalıların perspektif anlayışlarını yansıtan çeşitli örnekler sunar. Ayrıca bu portico’lar insanlara kışın şiddetli yağışlardan ve yazın Perge’nin kavurucu sıcaklarından korunabilecekleri yer sağlardı. İklim koşullarına uygun olmasından dolayı, bu tip caddelere güney ve batı Anadolu şehirlerinde sık sık rastlanırdı.

Perge’nin sütunlu caddesinin en ilgi çekici yanı yolu ortadan bölen havuzumsu su kanallarıdır. Nehir tanrısı Kestros tarafından akıtılan bu temiz ve berrak su, caddenin kuzey ucundaki anıt çeşmeden (nymphaeum) çıkar, oradan da durgun bir şekilde kanallara akar ve Pamphylia’nın kavurucu sıcaklarında Pergelileri bir nebze serinletirdi. Hemen hemen caddenin tam ortasında, portico’ya ait rölyeflerle bezeli dört sütun göze çarpar. İlk sütunda dört atın çektiği bir savaş arabasına binen Apollo; ikinci sütunda avcı kadın Artemis; üçüncü sütunda şehrin mitolojik kurucularından Calchas ve son olarak dördüncü sütunda şans tanrıçası Tyche tasvir edilmiştir.

Ana yol, akropolisin ayağında M.S.II. yüzyılda inşa edilen bir başka nymphaeumda (anıt çeşme) son bulur. İki katlı yapının zengin cephe mimarisi ve sayısız heykelleri, yapıyı Perge’nin en dikkat çekici anıtlarından biri yapar. Kaynaktan getirilen sular, çeşmenin tam ortasındaki nehir tanrısı Kestros heykelinin altından aşağıdaki havuza boşalır ve buradan kanallar yoluyla caddelere akardı.

Caddelerin kesiştiği Apollonios Zafer Takından sola dönüp Helenistik kapıdan geçince Perge’nin en eski binası olarak bilinen palaestra ile karşılaşılır. Burada, öğretmenleri denetiminde şehrin gençleri güreş antrenmanı ve beden eğitimi yaparlardı. Bir yazıta göre, odalarla çevrilmiş olan açık alandan oluşan bu büyük kare yapı, C. Julius Cornutus tarafından M.S. 41–54 yılları arasında hüküm süren İmparator Claudius anısına yaptırılmıştır.
 

Colinmccay

Yönetici
27 Haz 2009
6,997
11,631
Termessos


Termessos, Antalya’nın 30 kilometre kuzeybatısında yer alır. Denizden ortalama yüksekliği 200 metre olan Antalya dağları çevresindeki travertenlerden 1.665 metre yükseklikte, Güllük Dağı’nın tepesinde doğal bir platform üzerine kurulmuştur. Termessos’un, huzur veren ve el değmemiş görünümüyle diğer antik şehirlerden daha farklı ve etkileyici bir havası vardır. Doğal ve tarihi zenginliklerinden ötürü, şehir adını taşıyan Milli Park kapsamına alınmıştır.

4328.jpg

Termessos’taki çift “s”, şehrin Anadolu insanları tarafından kurulduğuna dair dilbilimsel bir kanıt sağlar. Strabon’a göre, Pisidia halkı olan Termessos sakinleri kendilerini Slymi olarak çağırırlardı. Yaşadıkları dağa da verilen bu isim, sonraki yıllarda Zeus’la özdeşleştirilen ve burada da Zeus Solymes kültünün yükselmesine sebep olan Anadolu tanrılarından Solymes’den gelmektedir. Termessos madeni paralarında genelde bu tanrı vardır ve paralara adını verilmiştir.

Bu şehir tarihte ilk defa Büyük İskender kuşatmasıyla anılmaktadır. Bu olayla ilk ilgilenen ve Termessos’un stratejik önemini kaydeden eski tarihçilerden biri olan Arrianos, şehri kuşatan başa çıkılamaz doğal engellerden dolayı şehrin küçük bir birlikle bile savunulabileceğini belirtmiştir. İskender, Pamphylia’dan Frigya’ya geçmek istemiş ve Arrianos’a göre Frigya’ya yol Termessos’tan geçiyordu. Gerçekten de, daha alçak ve kolay geçitler varken İskender’ın neden o kadar sarp olan Yenice geçidini tırmanmayı seçtiği hala tartışma konusudur.
Perge’deki düşmanlarının İskender’i yanlış yola gönderdiği de söylenir. İskender, Termessosluların kapattığı geçidi geçmek için oldukça çaba ve zaman harcamıştır ve bu sinirle geri dönerek Termessos’u kuşatmıştır. Muhtemelen Termessos’u zaptedemeyeceğini bildiğinden, İskender hücuma geçmemiştir fakat bunun yerine kuzeye doğru yürümüş ve öfkesini Sagalassos’dan çıkarmıştır.

4330.jpg

Tarihçi Diodors Termessos tarihinde bir başka unutulmaz olayı da tüm detaylarıyla kaydetmiştir. M.S. 319’da İskender’in ölümünden sonra, generallerinden biri, Antigonos Monophtalmos, kendisini Küçük Asya’nın hükümdarı ilan etmiştir ve esas destekçisi Pisidia olan rakibi Alcetas ile savaşmak için hazırlanmıştır. Antigonos Monophtalmos’un kuvvetleri, 40.000 piyadeden, 7.000 süvariden ve ayrıca sayısız filden meydana gelmiştir. Bu üstün nitelikli kuvvetlerin hakkından gelemeyen Alcetas ve arkadaşları Termessos’a sığınmışlardır.

Termessoslular, onlara yardım etme sözü vermişlerdir. Bu sürede, Antigonos şehrin önüne gelmiş ve burada kamp kurarak düşmanının kendisine iade edilmesi için çabalamıştır. Yabancı bir Makedon uğruna şehirlerinin felakete sürüklenmesini istemeyen Termessos yaşlıları Alcetas’ın iade edilmesine karar vermişler ancak genç Termessoslular verdikleri sözü tutmak istemişler ve bunun dışına çıkmayı reddetmişlerdir. Yaşlılar, Alcetas’ı bırakma niyetleriyle ilgili bilgilendirmek amacıyla Antigonos’a heyet yollamışlardır. Savaşa devam etmek için yapılan gizli bir plana göre, Termessoslu gençler şehri terk etmeyi başarmıştır. Yakında tutsak olacağını öğrenen Alcetas, düşmanın eline verilmektense ölmeyi tercih etmiş ve kendini öldürmüştür. Yaşlılar, Antigonos’a Alcetas’ın cesedini yollamışlardır. Üç gün boyunca cesede her türlü eziyeti yapan Antigonos, daha sonra cesedi gömmeden bırakarak Pisidia’dan ayrılmıştır. Olanlara kızan gençler, Alcetas’ın cesedini geri almışlar, saygı içerisinde gömmüşler ve anısına bir güzel bir anıt dikmişlerdir.

Termessos, açıkça bir liman şehri değildi ancak, toprakları güneybatıda Attaleia (Antalya) Körfezi boyunca uzanırdı. Şehrin denize olan bu bağlantısından dolayı şehir, Ptolemyler tarafından alınmıştır. Daha 40 yıl önce İskender’in güçlü dönemlerinde bile direnen bir şehrin, Mısır egemenliğini kabul etmesi çok şaşırtıcıdır.

Likya’nın Araxa şehrinde bulunan bir yazıt, Termessos hakkında önemli bilgi verir. Bu yazıta göre, M.Ö. 200’lerde Termessos bilinmeyen sebeplerden dolayı Likya şehirleri birliği ile savaştaydı ve M.Ö. 199’da Termessos kendini tekrar Pisidialı komşusu İsinda ile savaşta buldu. Bu dönemde M.Ö. 2. yüzyılda Küçük Termessos kolonisinin şehrin yanında kurulduğunu görüyoruz. Termessos, eski düşmanı Serge ile daha iyi mücadele edebilmek için Pergamon Kralı II Attalos ile dostça ilişkiler içine girdi. II. Attalos da bu dostluğun anısına Termessos’da 2 katlı bir stoa inşa ettirdi.

4332.jpg

Termessos, Roma’nın müttefikiydi ve böylelikle M.Ö 71’de Roma Senatosu tarafından bağımsızlığı kabul edildi; bu kanuna göre Termessos’un özgürlüğü ve hakları garanti altına alındı. Bu bağımsızlık, Galatia Kralı Amyntas ile yapılan ittifak haricinde (M.Ö. 36-25 yılları hükümdarlık sürdü) uzunca bir süre devam etti. Termessos’un bağımsızlığı, “Autonomous” adını taşıyan madeni parasıyla da belgelenmiştir.

Ana yoldan sarp bir yolla şehre ulaşılır. Bu yoldan geçen biri, etrafında Termessosluların “Kral Caddesi” olarak isimlendirdikleri eski yolun yanı sıra Helenistik dönem istihkam duvarlarının, sarnıçların ve diğer bir çok kalıntının bulunduğu meşhur Yenice Geçiti’ni görebilir. Termessos halkının katkılarıyla M.Ö.II. yüzyılda yapılan Kral Caddesi, yükselen şehrin duvarlarının yanından geçer ve düz bir yol şeklinde şehrin merkezine kadar uzanır. Şehir kapısının doğusundaki duvarlarda zarlarla kehanet içeren oldukça enteresan yazıtlar vardır. Roma İmparatorluğu tarihi boyunca bu tür büyüler, sihirler ve batıl inançlar yaygındı. Büyük olasılıkla Termessoslular, geleceği tahmin etmeye oldukça meraklıydılar. Bu tür yazıtlar, genellikle dört beş satır uzunluğundadır ve zarlarla belirlenen sayılar içerir, kehanet için tanrının adı istenir ve kehanetin içeriği o tanrının öğütleri içinde verilir.

Resmi binaların bulunduğu Termessos şehri, iç duvarların az ilerisindeki düz arazide yer alır. Bu yapılardan en dikkat çekici olan çok özel mimari özelliklere sahip bulunan agoradır. Açık hava pazar yeri olan bu yapının zemini taş bloklar üzerinde yükselmiştir ve kuzeybatısında beş büyük sarnıç oyulmuştur. Agora üç yandan stoalarla çevrilmiştir. İki katlı stoada bulunan bir yazıta göre, stoa, Pergamon Kralı (M.Ö. 150-138 yılları arasında hükümdarlık sürmüştür) II. Attalos tarafından dostluklarının kanıtı olarak Termessos’a hediye edilmiştir. Kuzeydoğu stoa, muhtemelen Attalos’un stoası taklit edilerek Osbaras isimli varlıklı bir Termessoslu tarafından yaptırılmıştır. Agoranın kuzeydoğusunda bulunan kalıntıların gymnasyuma ait olduğu düşünülmektedir ancak sık ağaçların arasından bunu anlamak zordur. İki katlı stoa içerde tonozlu odalarla çevrelenmiş avludan oluşur. Stoanın dışı nişlerle ve Dor nizamında diğer süslemelerle dekore edilmiştir. Bu yapı M.S.I. yüzyılı işaret eder.

4334.jpg

Agoranın hemen doğusunda tiyatro vardır. Pamphylia Ovasının üzerinde manzaraya hakim olan tiyatro hiç şüphesiz Termessos ovasının en göz alıcı yapısıdır. Helenistik dönem tiyatro planını koruyan bu tiyatro, Roma tiyatrosunun en belirgin özelliklerini sergiler. Helenistik caeva ya da yarım dairesel oturma alanı, diazoma ile ikiye ayrılır. Diazoma’nın üzerinde sekiz, aşağısında on altı oturma sırası vardır. Tiyatro, yaklaşık 4000 – 5000 seyirci kapasitesine sahiptir. Geniş kemerli giriş yolu, cavea ile agorayı bağlar. Güney parados’a daha sonraları kemer yapılmışsa da kuzey parados orijinalindeki gibi üstü açık olarak bırakılmıştır.

Sahne binası M.S. ikinci yüzyılın özelliklerini gösterir. Bunun arkasında sadece uzun, dar bir oda vardır. Burası, görkemli bir şekilde süslenmiş cepheyi kesen beş kapı ile oyunun sahnelendiği podyuma bağlanır. Sahnenin altında vahşi hayvanların dövüşe çıkarılmadan önce tutuldukları beş küçük oda vardır. Diğer tüm klasik şehirlerde olduğu gibi tiyatronun yaklaşık 100 metre ilerisinde odeon vardır. Küçük bir tiyatroyu andıran bu yapı, M.Ö.I. yüzyıla kadar uzanabilir. Çatı seviyesine kadar oldukça iyi korunmuş olan odeon en iyi kalite yontma taş duvarcılığı örneği sergiler. Alt kat sadeyken ve iki kapıyla ayrılmışken, üst kat Dor düzeninde süslenmiş ve kare şeklinde kesilmiş taş bloklardan yapılmıştır. Yapının orijinalinde çatısının olduğu kesindir çünkü ışığı doğu ve batı duvarlarındaki 11 geniş pencereden almaktadır. 25 metre uzunluğundaki bu çatının binanın üzerinde nasıl durduğu hala belirlenememiştir. Günümüzde içi toprak ve moloz dolu olan harabedeki oturma düzeni ya da oturma kapasitesi değerlendirmek pek mümkün değildir. Oturma kapasitesi muhtemelen 600-700 kişiden fazla değildi. Molozların arasında, renkli mermer parçaları çıkartılmıştır bu da iç duvarların mozaiklerle süslü olabileceğini göstermektedir. Bu güzel yapının, bouleuterion ya da konsey odası olarak hizmet vermiş olması da mümkündür.

4337.jpg

Termessos’ta değişik büyüklüklerde ve çeşitlerde altı tapınak vardır. Bunlardan dört tanesi odeonun yanında kutsal olduğu tahmin edilen alanda bulunmuştur. Bu tapınaklardan ilki odeonun tam arkasında yer alır ve gerçekten görkemli bir duvarcılık işçiliği sergiler. Bu tapınağın şehrin asıl tanrısı Zeus Solymeus’a ait olduğu ileri sürülmektedir. Ancak ne yazık ki, geriye 5 metre yüksekliğindeki tapınağın iç duvarlarından başka çok az şey kalmıştır.

İkinci tapınak odeonun güneybatı köşesinde uzanır. Bu tapınağın cella’sının duvarlarının boyutları 5.50 x 5.50 metredir ve prostylos tarzındadır. Halen ayakta duran ve tamamlanmış olan girişte bulunan bir yazıta göre, bu tapınak Artemis’e ithaf edilmiştir ve hem harabe hem de içindeki kült heykel Aurelia Armasta isimli bir kadın ve kocası tarafından kendi gelirleri kullanılarak yaptırılmıştır. Girişin diğer tarafında yazılı bir zemin üzerinde bu kadının amcasının heykeli durur. Tarzına bakılarak tapınağın tarihinin M.S.II.yüzyılın sonlarına kadar uzandığı söylenebilir.

Artemis tapınağının doğusunda Dor tarzı tapınağın kalıntıları vardır. Bir kenarda altı veya 11 sütundan oluşan tapınak peripteral tiptedir; boyutlarına göre değerlendirilecek olursa bu tapınak, Termessos’un en büyük tapınağı olmalıdır. Rölyeflerden ve yazıtlardan bu tapınağın da Artemis’e ithaf edildiği anlaşılmıştır.

Daha ileride doğuda kesilmiş taşlardan yapılan terasın üzerinde küçük bir başka tapınağın kalıntıları vardır. Tapınak yüksek bir podyum üzerinde yükselir, ancak hangi tanrıya ithaf edildiği bugün bilinmemektedir. Yine de, klasik tapınak mimarisinin genel kurallarına karşı bu tapınağın girişi sağdadır ve bu da tapınağın bir yarı tanrıya ya da kahramana ait olabileceğine işaret eder. Bu tapınağın tarihi M.S.III. yüzyılın başlarına kadar uzanabilir.

4339.jpg

Diğer iki tapınak Korinth düzenindeki Attalos Stoası’nın yanında yer alır ve prostylos tarzındadır. Yine bugün halen bilinmeyen tanrılara ve tanrıçalara ithaf edilen bu tapınaklar, M.S.II. ya da III. yüzyılı işaret ederler. Bu geniş merkezi alanda bulunan tüm resmi ve kült yapılar arasında, en ilginçlerinden biri tipik Roma dönemi evi formundadır. Altı metre yüksekliğe ulaşan Batı duvarında bulunan Dor düzenindeki kapı aralığının üzerinde bir yazıt görülebilir. Bu yazıtın üzerinde evin sahibinden, şehrin kurucusu olarak övgüyle söz edilir. Şüphesiz, bu ev Termessos’u kuranın değildi. Belki bu, şehre fevkalade hizmetler sunan ev sahibine bir ödüldü. Bu tür evler genellikle soylu kimselere ve zenginlere ait olurdu. Ana giriş, ikinci bir kapıya giden bir salona, bu ikinci kapı da merkezi avluya ya da atrium’a açılır. Yağmur sularını tutmak için avlunun ortasında impluvium ya da havuz vardır. Atrium, evin bu gibi günlük faaliyetlerinde önemli yer tutardı ve aynı zamanda konuk kabul odası olarak da kullanılırdı. Bu yüzden de sık sık gösterişli bir şekilde süslenirdi. Evin diğer odaları düzenli bir biçimde atriumun etrafında yer alır. Geniş, dükkanların sıralandığı portico’ları olan bir cadde, şehir boyunca kuzey-güney istikametinde uzanırdı. Sütunlar arasındaki boşluklar genellikle, çoğu güreşçilere ait olan başarılı sporcuların heykelleriyle doldurulmuştur. Bu heykellerin yazılı kaideleri hala yerlerindedir ve bu yazıları okuyarak bu caddenin eski ihtişamını yeniden canlandırılabiliriz.

Şehrin güneyi, batısı ve kuzeyinde çoğu şehir duvarları içerisinde olan, kayaya oyulmuş mezar taşları bulunan geniş mezarlar vardır ve bunlardan bir tanesinin Alcetas’a ait olduğu düşünülmektedir. Ne yazık ki, mezar hazine avcıları tarafından yağmalanmıştır. Mezarın içerisinde kline’nın arkasında sütunların arasında bir çeşit kafes oyulmuştur ve bunun yukarısında muhtemelen süslenmiş bir friz vardı. Mezarın kalan kısmı M.Ö.IV. yüzyıla tarihlendirilebilecek ata binen bir savaşçının betimlemeleriyle bezenmiştir.

Genç Termessosluların General Alcetas’ın trajik ölümünden ne kadar fazla etkilendikleri ve onun için görkemli bir mezar yaptıkları bilinmektedir ve tarihçi Diodoros, Alcetas’ın Antigonos ile at üzerinde savaştığını kaydeder. Çakışan bu olaylar, aslında mezarın Alcetas’a ait olduğuna ve rölyefde tasvir edilenin de o olduğuna işaret eder.

4340.jpg

Yüzyıllardır şehrin güneybatısında sık ağaçların arasında saklanan lahit, insanı bir anda tarihi törenin derinliklerine götürür. Ölüler, kıyafetleri, mücevherleri ve diğer aksesuarlarıyla bu lahitlere konurdu. Yoksulların bedenleri, sade taş, kil ya da ahşap lahitlerde yakılırdı. Tarihi M.S.II. yüzyıla uzanan bu lahitler, yüksek kaideler üzerinde durur. Öte yandan zengin aile mezarlarında, lahitler soyuyla ya da onun yanına gömülme izni olanlarla birlikte ölen kişi için hazırlanmış şatafatlı bir şekilde bezenmiş yapının içine yerleştirilmiştir. Böylelikle, kullanım hakkı resmi olarak garanti altına alınmış oluyordu. Ayrıca, lahitlerinin açılmasını engellemek ve mezar soyguncularını korkutmak için tanrıların öfkesini çağıran yazıtlar da bulunabilir. Bu yazıtlar aynı zamanda kurallara uymayanlara uygulanan para cezalarını da belirtir. 300 ile 100.000 denar arasında değişen bu para cezaları genellikle Zeus Solymeus adına şehir hazinesine ödenirdi ve yasal hükümlerin yerini alırdı.
 

Colinmccay

Yönetici
27 Haz 2009
6,997
11,631
Side


Side, 1 km. uzunluğunda ve 400 m. genişliğinde bir yarımada üzerine kurulan Side hakkında Strabon"İzmir yakınındaki Kymeliler tarafından kuruldu"diye bahsetmekte ise de yerli dilde "nar" anlamına gelen Side’nin daha eskiden var olduğu anlaşılmaktadır.

4346.jpg

Şehir, M.Ö.VI. yüzyılda Lydia’nin, M.Ö.546’da Persler’in M.Ö.334’te İskender’in eline geçmiş ,onun ölümünden sonra M.Ö.301-218 yılları arasında güçlü bir donanmaya sahip ptolemaioslarin, M.Ö.218’de Seleukoslarin egemenliği altına girmiştir.

Rodos’un ve Bergama Krallığının desteklediği Romalılar ile Suriye Krallığı arasındaki deniz savası Side önlerinde olmuş, sonuçta Sidelilerin de Seleukoslarin yanında yer aldığı deniz harbinden Roma galip çıkmış , M.Ö. 188’de yapılan Apameia Antlaşması ’na göre Pamphylia, Side ile beraber Bergama Krallığına verilmiştir. Ancak Side’nin önemi devam etmiş ve Side, Bergama Krallığı’nın egemenliğine hiçbir zaman girmemiştir.

4348.jpg

M.Ö.II.yüzyılda en parlak dönemini yaşayan kent, asrin sonunda korsanların eline geçmiş, M.Ö.78’de Romalı Konsül Servilius Isouricus tarafından korsanların elinden kurtarılarak Roma topraklarına katılmıştır.M.Ö.25’te Augustus zamanında eyaletlerin düzenlenmesi sirasinda Galatia eyaletine baglanan Side ,daha sonra Pamphylia eyaletinin bir şehri olarak M.S.III.yüzyıla kadar refah içinde yasamıştır.Daha sonra dağlık bölgeden gelen kavimlerin saldırısına uğramıştır, bu yüzdende M.S.IV.yüzyıl ortalarında şehri ikiye bölen iç surlar yaptırılmıştır. Kentin kuzey doğu bölümü ise terkedilmiştir. Gittikçe fakirleşen ve parlak dönemini kaybeden Side V. Ve VI. Yüzyılda bir Piskoposluk Merkezi olmuştur.

X.yüzyıldaki Arap akınlarından sonra ve korsanların Side ye yerleşmesinden dolayı halkı Antalya’ya göç etmiş ,şehir terkedilmiştir.1895’lerde Girit’ten gelen Türk göçmenler yarımadanın ucuna yerleştirilmiş, zamanla bu köy büyüyerek tüm yarımadayı kaplar duruma gelmiştir.

4349.jpg

Prof.Dr.Arif Müfid Mansel’in ölümü ile, Prof.Jale İnan’ın devam ettiği Side kazıları bu günde devam etmekte ve restarasyon çalışmaları sürmektedir.Ana yoldan ayrıldıktan sonra şehri çeviren ve M.Ö.II.yüzyıla ait kara surlarının ana kapısından içeri girilir. Bu kapı Perge ’deki Hellenistik Devir kapısına benzemektedir.Yanlardan iki kuleyle korunmakta ve yarim daire seklinde bir avlu oluşturmaktadır.

Bu kapının karsısında,yol kenarında bulunan üç büyük nişli anıtsal çeşme M.S.II.yüzyıla ait, üç katli ve çok güzel bir islemeye sahiptir. Bu çesmenin bugün birinci kat kalıntıları görülmektedir.Çeşmeye, Manavgat Çayı’nın kaynağından su kemerleri ile su getirilmekteydi.

Eski Side’nin ana caddesi üzerinde ilerleyerek tiyatronun yanına kadar gitmek mümkündür.Yolun sağında , bu gün müze olarak düzenlenen ve M.S.V.yüzyıla ait Roma hamamı yer alır.Burada kazılardan çıkan Hermes, Herakles ve Nike gibi oldukça sağlam ele geçen Roma Çağı’na ait heykeller ,büstler ve lahitler sergilenmektedir.

4352.jpg

Müzenin önünde, tiyatronun doğusunda yer alan geniş alan Side’nin Ticaret Agorası ’dır. M.S.II.yüzyıla ait, 90.80x94.m. ölçüsünde, etrafı dükkanlarla çevrili, sütunlu portikolarla sınırlandırılmış Agoranın ortasında, Tyche adına yapılmış, yuvarlak bir tapınak vardır.Agoranın kuzeybatı kösesindeki eski tuvalet iyi durumdadır. Deniz kenarındaki yapı, Side’nin Devlet Agorasıdır.
Devlet Agorası ,bir avlunun etrafını çevreleyen 7 m. genişliğindeki ion sütunlu koridorlar ile doğudaki üç büyük odadan oluşan, 69.20x88.50m. ebadındaki bir yapı topluluğudur.

Avlusu Pazar yeri olarak kullanılan bu yapının simdi ayakta kalan doğu kısmından anladığımıza göre ,imparatorlar salonu denen bu salon sütun ve heykellerle zengin bir şekilde süslenmişti.
İki katlı olan yapının orta odasının törenlerde kullanılmak üzere imparatorlara tahsis edildiği anlaşılmaktadır. Orta odanın iki yanındaki odalar ise kütüphane veya arşiv odası olarak kullanılmış olmalıdır.

4355.jpg

Ana kapıdan kente açılan ve M.S.II.yüzyıla ait Bizans bazilikası görülür. Onun karsısında da M.S.VIII. yüzyıla ait küçük bir Bizans kilisesi vardır.

Tiyatroyu görmek için geri dönüldüğünde anıtsal kapının yanındaki restorasyon görmüş Vespasianus Çeşmesi ile karşılaşılır.
Bu yapı şehrin başka bir yerinden Vespasianus’a armağan olarak buraya getirilmiş ve çeşmeye çevrilmiştir.Bu alanda ,bundan başka iki çeşme kalıntısı vardır. Çeşmenin yanındaki anıtsal kapı M .S.IV.yüzyılda kapatılarak küçük bir kapı haline sokulmuştur .Buradan geçtiğimizde Side’nin tiyatrosunu görme imkanını buluruz. M.S.II.yüzyıla ait tiyatro 20m.boyunda , iki katli, kemer tonozlu galeriler üzerine inşa edilmiştir.15.000 kişilik tiyatronun sahne kısmi üç katli olup burayı heykeller ve mitolojik tasvirli kabartmalar süslemekteydi.12 merdivenle 11 bölüme ayrılan oturma sıralarının alt kısmında 29, üst kısımda ise 25 merdiveni bulunmaktaydı.
Bugün ise sadece 22 merdiven kalmıştır.Geç Roma Devri’nde tiyatronun orkestra kısmı gladyatör dövüşleri ve vahşi hayvan mücadeleleri için korkuluklarla çevrilmiştir.

Tiyatronun dışındaki galeride 14 dükkan ve beş giriş yeri bulunmaktadır. Tiyatro, M.S.V.yüzyıl ve VI.yüzyılda açık hava kilisesi olarak kullanılmıştır.

4356.jpg

Tiyatronun yanında, yolun kenarında Dionysos Tapınağı yer alır. 7.23x17.55m.ölçülerinde ve 65 cm. yükseklikte bir podyum üzerine kurulan tapınak, Erken Roma Dönemi’ne aittir.
Tiyatronun yanındaki köye doğru giden sütunlu cadde kıyıya kadar uzanmaktadır. Cadde takip edildiğinde,yolun sağında Bizans bazilikası, solunda ise, hamam kalıntıları ile Bizans Dönemi’nden kalma ev kalıntıları görülür.

Caddenin sona erdiği yerde, deniz surları ile cadde arasında merdivenlerle çıkılan M.S.III.yüzyıla ait, Korinth düzeninde ve yarim daire planlı tapınağın Tanrı Men’e ait olduğu ileri sürülür.

4357.jpg

Bugün alışveriş merkezi halini almış olan ana caddenin sonundaki limanın batısında yer alan iki tapınak şehrin en anıtsal Roma dönemi yapılarıdır. Kısa kenarlarında 6, uzun kenarlarında 11 sütunla çevrelenmiş olan tapınaklarından biri Athena, diğeri ise Apollon’a ait olup Apollon tapınağının 6 sütunu Prof. Dr. Jale İnan ve ekibinin inanılmaz gayretleri ile yeniden ayağa kaldırılmıştır.
Tapınak alanı gerisindeki kemerli ve devşirme malzemeli kalıntılar ise Bizans dönemi bazilikasına aittir.
 

Colinmccay

Yönetici
27 Haz 2009
6,997
11,631
Aspendos (Belkıs)


Antalya'nın doğusuna gidilirken 39 km. sonra serik İlçesi'ne , oradan 7 km sonra da Eurymedon nehrine varılır. Köprüçay (Eurymedon) nehrinin yanında kurulmuş olan Aspendos, muhteşem antik anfi-tiyatrosuyla dünyaca tanınmaktadır. Yunan efsanesine göre, şehir Truva Savaşı’ndan sonra Pamphylia’ya gelen kahraman Mopsos liderliğindeki Argive kolonicileri tarafından kurulmuştur.

4364.jpg

Aspendos bölgede kendi adına madeni para bastıran ilk şehirlerden biridir. Tarihi M.Ö.V. ve IV. yüzyıla uzanan bu gümüş sikkelerde şehrin adı yerel yazı ile Estwediiys olarak geçer. 1947’de yapılan Adana yakınındaki Karatepe kazılarında bulunan M.S. VIII. yüzyılın sonlarına ait hem Hitit hiyeroglifi hem de Finike alfabesi ile kazılmış olan iki dildeki yazıt, Danunum (Adana) Kralı Asitawada’nın kendi isminden türetilmiş Azitawadda adında bir şehir kurduğunu ve kendisinin Muksas ya da Mopsus hanedanı üyesi olduğunu belirtir. “Estwediiys” ve “azitawaddi” isimleri arasındaki bu şaşırtıcı benzerlik Aspendos şehrinin Asitawada’nın kurduğu şehir olabileceğine işaret eder.

Aspendos, eski çağlarda politik bir güç olarak önemli rol oynamamıştır. Aspendos’un kolonileşme dönemindeki siyasi tarihi Pamphylia bölgesindeki akımlarla uyum sağlar. Bu eğilim ile Aspendos, kolonileşme döneminden sonra bir süre Likya egemenliği altında kalmıştır. Şehir, M.Ö. 546’da Pers hakimiyeti altına girmiştir. Aspendos’un bu dönemde de kendi adında parasını basmaya devam etmiştir.

4366.jpg

M.Ö. 467’de devlet adamı ve askeri komutan Cimon ve onun 200 gemiden oluşan filosu, ani bir saldırıyla Eurymedon (Köprüçay) Nehri’nin ağzında konuşlanan Pers donanmasını yok etmiştirBundan sonra Aspendos, Attika-Delos Deniz Birliği’nin üyesi oldu. M.Ö. 411’de Persler şehri tekrar ele geçirdiler ve üs olarak kullandılar. Şehrin Peleponnes Savaşlarında kaybettiği prestijin bir kısmını yeniden kazanma çabası içindeki Atina komutanı, M.Ö. 389’da şehrin teslim olmasını garanti altına alabilmek için Aspendos kıyısına demir attı. Yeni bir savaş istemeyen Aspendos halkı aralarında para topladılar ve topladıkları parayı Atina komutanına vererek herhangi bir zarara meydan vermeden geri çekilmesi için yalvardılar. Komutan parayı aldığı halde, adamları bütün tarlalardaki ekinleri çiğneyerek Aspendosluları zarara uğrattı.

Büyük İskender Perge’yi ele geçirdikten sonra M.Ö. 333’te Aspendos’a girdiğinde, daha önce Pers kralına haraç olarak çok sayıda at veren ve vergi ödeyen halk, İskender’in de bunları istememesini rica etmek için kendisine elçi gönderdi. Anlaşmaya varıldıktan sonra İskender teslim olan şehirde bir garnizon bırakarak Side’ye gitti. Sillyon üzerinden geri dönerken Aspendosluların kendi elçilerinin teklif ettiği anlaşmayı onaylamadıklarını ve kendilerini müdafaaya hazırlandıklarını öğrenen İskender, hemen şehre doğru ilerledi. İskender’in bölükleriyle geri döndüğünü görünce acropolis’e çekilen Aspendoslular yeniden barış sağlayabilmek için elçi gönderdiler. Ancak bu kez oldukça ağır koşulları kabul etmek zorunda kaldılar. Bu anlaşmaya göre, bir Makedon garnizonu şehirde kalacak ve yıllık vergi olarak 4000 atın yanı sıra 100 talent vereceklerdi. İskender’in ölümünden sonra devam eden savaşlarda dönüşümlü olarak Ptolemilerin ve Seleucidlerin kontrolü altına giren kent, daha sonra M.Ö. 133’e kadar Pergamum Krallığı’nın eline geçirmiştir.

4367.jpg

M.Ö. 79’da Cicero’nun davayı Roma senatosuna sunmasından önce, Cilicia konsey yardımcısı Gaius Verres’in tıpkı Perge’de yaptığı gibi Aspendos’u da yağmaladığını biliyoruz. Verres, halkın gözleri önünde tapınaklardaki ve meydanlardaki heykelleri almış ve onları at arabalarına yüklemiştir. Öyle ki Verres, kendi evinde bulunan Aspendos’un ünlü harpçı heykelini bile almıştır.

Aspendos diğer Pamphylia şehirleri gibi en parlak dönemine M.S. ikinci ve üçüncü yüzyıllarda ulaşmıştır. Bugün hala bu bölgede görülebilen anıtsal mimarinin büyük bölümü bu altın çağda yapılmıştır. Şehir kıyıda olmasa da, Eurymedon (Köprüçay) Nehri’nin kenarında bulunması gemilerin şehre ulaşımını mümkün kılmıştır. Bu ulaşım imkanı, Aspendos’un arkasında yer alan verimli ova ve sık ormanla örtülü dağlarla birlikte şehrin gelişiminde belirleyici faktörler olmuştur. Şehirde dokunan altın ve gümüş işlemeli duvar halıları, limon ağacından yapılmış mobilyalar ve heykelcikler, yakındaki Kapria Gölü’nden elde edilen tuz, şarap ve özellikle Aspendos’un meşhur atları, Aspendosluların ihraç ettikleri ürünler arasında en başta gelenlerdir. Üzüm yetiştirmekle ve şarap tüccarlığı ile tanınmış olsalar da dini törenlerinde tanrılarına şarap sunmayan Aspendoslular, bunun sebebini “Eğer şarap yalnızca tanrılara ait olsaydı, kuşlar üzümleri yemeye cesaret edemezlerdi” diyerek açıklamışlardır. 13. yüzyılın başından itibaren, Aspendos, Selçuklu Türklerinin yerleşimlerinin izlerini taşımaya başlar. Özellikle I. Alaeddin Keykubat’ın hükümdarlığı sırasında tamamen restore edilen tiyatro, Selçuklu tarzında zarif çinilerle süslenmiş ve saray olarak kullanılmıştır.

4368.jpg

Antalya – Alanya karayoluna dönen yolun sonunda en görkemli, aynı zamanda işlevsel açıdan en iyi tasarlanmış ve en eksiksiz Roma tiyatrosu örneği ile karşılaşılır. Yapı, Yunan geleneğine uygun olarak bir tepedeki bayıra yapılmıştır. Günümüzde ziyaretçiler yapıya epey sonra inşa edilen ön cephedeki kapıdan girerler. Aslında orijinal giriş, sahne binasının iki ucundaki tonozlu paradoslardandır. Caeva yarım daire şeklindedir ve geniş bir diazoma ile ikiye bölünmüştür. Yukarda 21, aşağıda 20 oturma sırası vardır. Seyircilerin güçlük çekmeden yerlerine oturabilmesi için dolaşım kolaylığı sağlamak amacıyla giderek yayılan merdivenler yapılmıştır, aşağı bölümde orkestra seviyesinden başlayan merdiven sayısı 10 iken bu sayı yukarıda diazomanın üst başlangıcında 21’dir. Daha sonraki bir tarihte yapıldığı düşünülen 59 kemerli galeri, üst caeva’nın bir ucundan diğer ucuna uzanır. Mimari açıdan bakıldığında diazomanın tonozlu galerisi üst caeva’yı destekleyen bir alt yapıdır. Protokolün genel kuralı olarak caeva’nın her iki tarafındaki girişlerin üzerinde bulunan localar imparatorluk ailesine ve kendilerini Roma’nın yürek tanrısı Vesta’ya adamış kutsal bakirelere ayrılmıştır. Orkestradan başlayıp yukarı çıkarak, ilk sıra senatörlere, yargıçlara ve büyükelçilere, ikinci sıra ise şehrin diğer ileri gelenlerine ayrılmıştır. Diğer kısımlar tüm vatandaşlara açıktır. Kadınlar genellikle galerinin altındaki üst sıralarda otururlardı. Cavea’nın üst kısmındaki oturulacak belirli yerlere yontulmuş isimlerden buraların da belli kişilere ayrıldığı açıkça anlaşılmaktadır.

4371.jpg

Tiyatronun en dikkat çekici öğesi sahne binasıdır. Yığma taştan yapılan iki katlı bu binanın alt katında, sanatçıların sahneye çıkışlarını sağlayan beş kapı vardır. Ortada porta regia olarak bilinen büyük kapı ve bunun iki yanında da porta hospitales olarak bilinen iki küçük kapı vardır. Orkestranın hizasındaki küçük kapılar ise, vahşi hayvanların saklı tutulduğu yerlere açılan uzun koridorlara aittir. Kalan parçalardan, duvarlardaki nişler ve bina formundaki küçük yapıların içine üçgen ve yarım daire biçimindeki küçük süs çatılar (pediment) altında heykeller yerleştirildiği anlaşılmaktadır.

Sütunlu üst kattın ortasındaki pediment’te şarap tanrısı, tiyatroların kurucusu ve koruyucusu olan Dionysos’un kabartması vardır. Sahne binası cephesinin bazı bölümlerinde görülebilen beyaz sıvanın üzerindeki kırmızı zikzak motifler, Selçuklu dönemine aittir. Sahne binasının üst kısmı oldukça süslü ahşap bir çatı ile örtülmüştür.

4372.jpg

Aspendos’taki tiyatro olağanüstü akustiğiyle de çok ünlüdür. Orkestranın ortasında çıkartılan en ufak bir ses bile en üst sıradaki galerilerden rahatça duyulabilir. Zengin bir kültürel mirasın ortasında yaşayan Anadolu asilzadeleri şehirlerle ve onların etrafında bulunan anıtlarla ilgili hikayeler yaratmışlardır. Kuşaktan kuşağa aktarılan bu hikayelerden biri Aspendos Tiyatrosu ile ilgilidir. Buna göre; Aspendos Kralı, şehre kimin en fazla hizmet sunabileceğini görmek için bir yarışma düzenleyeceğini ve kazananın kızı ile evlenebileceğini ilan eder. Bunu duyan sanatkarlar son hız çalışmaya koyulurlar. Nihayet karar günü geldiğinde, kral herkesin çabasını bir bir inceler ve iki aday seçer. Bu adaylardan birincisi, şehre su kemerleri yolu ile çok uzak mesafelerden su getiren bir sistemi kurmayı başarmıştır. İkinci aday ise tiyatroyu inşa etmiştir. Kral birinci adaydan yana karar vermek üzere iken tiyatroya bir daha bakması istenir. Tiyatronun en üst galerisi civarında gezinirken nereden geldiği belli olmayan bir sesin derinden ve defalarca “Kralın kızı bana verilmeli.” dediğini duyar. Büyük bir şaşkınlık yaşayan kral, sesin nereden geldiğini arar ancak kimseyi bulamaz. Bu kişi, tabii ki, yarattığı şaheserin akustiği ile övünen ve sahnede çok kısık bir sesle konuşan tiyatronun mimarının ta kendisidir. Sonunda güzel kızı mimar kazanır ve düğün töreni de bu tiyatroda yapılır. Güney parados’taki bir yazıttan, tiyatronun İmparator Marcus Aurelius (M.S. 161-180) döneminde Theodoros isimli bir Aspendoslunun oğlu mimar Zeno tarafından yapıldığını biliyoruz. Bu yazıta göre, Aspendos halkı Zeno’yu takdir etmiş ve onu stadyumun yanında geniş bir bahçe ile ödüllendirmiştir. Sahne binasının her iki tarafındaki girişlerin üzerinde bulunan Yunanca ve Latince yazıtlar, sahne binasının Curtius Crispinus ve Curtius Auspicatus isimlerinde iki kardeş tarafından hizmete sokulduğunu ve binayı tanrılara ve İmparatorun ailesine ithaf ettiklerini anlatmaktadır.

4373.jpg

Aspendos’un başlıca kalıntıları tiyatronun arkasında, acropolis’in yukarısındadır. Tiyatronun yanından başlayan bir patikadan ulaşılan acropolis’te karşılaşılan ilk yapı, 27X105 metre ölçülerindeki bazilikadır. Bazilika, Romalılar tarafından icat edilen mimari bir yapıdır. Roma bazilikaları farklı amaçlar için kullanılırdı ancak bunların hepsi toplumla ilgili meseleler olurdu. Bu binalarda mahkemeler ve alışveriş pazarları kurulurdu. Bazilikanın planı, etrafı odalarla çevrili geniş bir merkezi holden oluşur. Merkez hol, binanın diğer bölümlerinden yanlarındaki sütunlarla ayrılır ve çatısı daha yüksektir. Bazilikanın içinde yargıç kürsüsü vardır. Bizans döneminde binada büyük değişiklikler yapılmış ve bina orijinal yapısını kaybetmiştir.

Bazilikanın güneyinde, şehirdeki ticari, sosyal ve politik faaliyetlerin merkezi olan üç yanı evlerle çevrili agora vardır. Batıya doğru gidildiğinde, az ileride, stoanın arkasında hepsi bir sırada olan eşit büyüklükte on iki dükkan vardır. Agoranın kuzeyinde, bugün sadece ön duvarı ayakta duran nymphaeum vardır. Genişliği 32.5 metre ve yüksekliği 15 metre olan iki katlı bu cephenin her katında beş niş vardır. Alt katta bulunan ortadaki niş diğerlerinden daha geniştir ve kapı olarak kullanılmış olduğu düşünülmektedir. Duvarın dibindeki mermer zeminden, binanın orijinalinde sütunlu bir cephesi olduğu anlaşılmaktadır. Nymphaeumun arkasında alışılmadık planlı, ya konsey üyelerinin toplandıkları bir bouleterion ya da odeon olarak kullanılan bir bina vardır.

4378.jpg

Aspendos’un bir diğer kalıntısı da su kemerleridir. Kuzeydeki dağlardan şehre su getiren bir kilometre uzunluğundaki bu kemerler dizisi olağanüstü bir mühendislik becerisini ortaya koyar ve eski çağlardan günümüze kalan nadir örneklerdendir. Su, kaynağından 15 metre yüksekliğindeki kemerlerin üzerinde, oyulmuş taş bloklardan oluşan bir kanal aracılığıyla şehre getirilirdi. Su, kemerin bitim noktasının her iki tarafında bulunan 30 metre yüksekliğindeki kulelerde biriktirilir ve buralardan şehre dağıtılırdı.

Aspendos’ta bulunan bir yazıt, su kemerinin Tiberius Claudius Italicus tarafından yaptırıldığını ve şehrin hizmetine sunulduğunu anlatır. Mimari özellikleri ve yapılış teknikleri, su kemerinin M.S.II.yüzyılın ortalarına ait olduğunu göstermektedir.
 

Colinmccay

Yönetici
27 Haz 2009
6,997
11,631
Myra


Aziz Nicholaos’ın piskoposluk yaptığı ve bu nedenle tüm Orta Çağ boyunca ününü sürdüren Myra önemli bir Lykia kenti olup ismi "Yüce Ana Tanrıçasının yeri" anlamına gelmektedir. Lykia dilinde "Myrrh" olarak geçen Myra, Demre ovasını kuzeybatıdan çeviren dağların denize bakan yamacına kurulmuştur. Önce bugünkü kaya mezarlarının üzerindeki tepeden kurulan şehir daha sonraları aşağıya inerek genişlemiş ve Lykia’nın çok önemli altı büyük kentinden birisi olmuştur. Kentin M.Ö. IV. yüzyılda basılan ilk sikkesi üzerinde ana tanrıça kabartması vardır.

4389.jpg

Antik kaynakların M.Ö. I. yüzyıldan itibaren Myra’dan bahsetmelerine rağmen, kaya mezarlarından ve bastıkları sikkelerden, şehrin en az M.Ö. V. yüzyılda varolduğu anlaşılmaktadır.

Şehrin içinden geçen Demre Çayı (Myros) deniz ticaretini geliştirmiş ancak korsanların kolayca baskın yapmalarına neden olmuştur. Bu nedenle Myralılar limanları Andriake’de, nehrin ağzına bir zincir gererek bu baskınları durdurmaya çalışmışlardır. M.Ö. 42’de Sezar’ı öldüren Brutus asker toplamak için Lykia’ya gelmiş, Xanthos’u aldıktan sonra komutan Lentulus’u para toplamak için Myra’ya göndermiştir. Myralılar buna karşı çıkmışlar ve kendilerini müdafaa etmeye çalışmışlarsa da komutan nehrin ağzına gerilen zincirleri kırarak şehre girmiştir. M.S. 18’de Tiberius’un evlatlığı olan Germanicus ve karısı Agrippina burayı ziyaret etmişler ve Myralılar limanları olan Andriake’ye onların heykellerini dikerek kendilerine olan saygılarını göstermişlerdir. M.S. 60’da ise St. Paul Roma’ya giderken Myra’da gemi değiştirir. Eski kaynaklar Myra ile Limyra arasında gemi seferlerinin yapıldığını kaydederler.

Lykia Birliği’nin metropolisi olan Myra M.S. II. yüzyılda büyük bir gelişme göstermiş, burada Lykialı zengin kişilerin yardımları ile birçok yapı yapılmıştır. Örneğin Oinoandalı Licinius Langus 10.000 dinar vererek tiyatro ve portikoyu yaptırmıştır. Ayrıca Rhodiapolisli ve Kyeanaili Iason’un da Myra’nın imarı için çok yardım ettigini kitabelerden anlıyoruz. Aziz Nicholaos’ın Myra’da başpiskoposluk yaptığı II. Theodosion (408 - 450) zamanında Myra’nın Lykia Bölgesi’nin başşehri olduğu bilinmektedir. Şehir, VII. yüzyıldan başlayarak IX. yüzyıla kadar devamlı Arap akınlarına uğramış, 809 yılında Harun El Reşit’in komutanlarından birisi Myra’yı zaptetmiştir. 1034 tarihinde Arapların yaptığı deniz hücumlarında St. Nicholaos Kilisesi yıkılmıştır. Arap akınlarının verdiği huzursuzluk, Myros Çayı’nın sık sık taşması, bu taşma nedeniyle gelen toprakla bazı yapıların dolması ve bu arada meydana gelen depremler şehrin terk edilmesine neden olmuştur.

4392.jpg

Tiyatronun üzerindeki dağda bulunan akropolde fazla bir şey kalmamıştır. 1842’de Myra’yı ziyaret eden ve akropole çıkan Spratt burada küçük taşlardan başka bir şey kalmadığını görmüştür. Roma Devri’nden kalma şehir surlarında yer yer Hellenistik Devir’den kalma ve hatta M.Ö. V. yüzyıla ait olan duvar kalıntıları bulunmaktadır. Tiyatronun yakınında şehre doğru giderken, yolun sonunda hamam veya bazilika olabilecek geç devir kalıntıları görülmektedir.

Myra’nın su ihtiyacı Demre deresinin aktığı vadi kenarındaki kaya yüzüne açılan kanallarla karşılanmaktaydı. Bugünde bu kanalları görmek mümkündür. Myra’nın diğer yapıları bugün toprak altında olup gün ışığına kavuşacakları zamanı beklemektedirler. Myra’ya gelirken yol üzerindeki Karabucak mevkiinde, günümüze kadar iyi korunmuş Roma Devri mezar anıtı dikkati çeker.

Çay ağzındaki Myra’nın limanı olan Andriake’nin üzerinde kehanet merkezi olmasıyla ünlü Sura antik kenti Sura’dan birkaç km uzaklıktaki Gürses’te ise Trebenda antik kenti yer alır. Myra’nın görkemli tiyatrosu oldukça sağlam olarak günümüze kadar gelebilmiştir. Arkasındaki dik dağın yamacında kurulan tiyatronun caveası büyük ölçüde kayalara oyulmuştur. Tiyatro daha sonraları arena olarak da kullanılmış, bu nedenle bazı düzenlemeler yapılmıştır.

Kaya mezarlarıyla ünlü Myra’da mezarlar hemen tiyatronun üzerinde ve doğu taraftaki nehir nekropolü denilen yerde olmak üzere iki yerde toplanmıştır.

Bütün dünyada “Noel Baba” adıyla tanınan, Avrupa ülkelerinde çoğunlukla Santa Klaus olarak bilinen Aziz Nicholaos, Anadolu’da yaşamış bir din adamıdır. Günümüz İtalya’sının Sicilya Adası, Napoli, Bari, Almanya’nın Frieburg ve hatta Amerika’da New York kentinin koruyucu azizi olma derecesine varan önemi, her yılın 6 Aralık günü yapılan anma törenleri ile daha da pekişmektedir.

4394.jpg

Günümüzde Santa Klaus, hiç şüphe yok ki, İskandinavya ülkelerindeki iyilik sever çocukların koruyucusu ve sevindiricisi olan Noel Baba efsanesi ile Myra’lı Aziz Nicholaos’ın kişiliklerinin birleştirilmesiyle, yarı dinî ve çok popüler bir tipin doğmasıyla oluşmuştur. Bu tipin kökünün İskandinavya ülkelerinin çok eski inançlarından alındığı, Noel Baba’nın geyikler tarafından çekilen bir kızakla dolaşmasından anlaşılır. Halbuki gerçek Myra’lı Aziz Nicholaos’ın yaşadığı yerler hiç kar yağmayan Akdeniz kıyılarıdır. Onun zor durumda olan çocukları, insanları koruyucu kişiliği, kuzeyin kutsal bir varlığı, belki de çok erken çağların karanlıklarında kaybolmuş bir tanrısıyla birleşerek, Noel geceleri ortaya çıkan, çocuklara hediyeler getiren sempatik bir ihtiyara dönüşmüştür. Ne derece gerçeklere aykırı olursa olsun, Hıristiyan ülkelerinde Noel Baba, özellikle çocukların heyecanla bekledikleri sevimli bir kişi olarak yaşamaktadır.

Aziz Nicholaos’ın hayatı hakkında, azizlerin birçoğunda olduğu gibi fazla bir şey bilinmez. Sonraları pek çok efsane ile hayatı süslenmiştir. Tahıl ticareti yapan bir ailenin çocuğu olduğu bilinir. Hayatına dair yazılan dinî kitaplarda, göğün bir hediyesi, ana-babasının dualarının ve verdikleri sadakaların bir meyvesi, fakirlerin kurtarıcısı olarak dünyaya geldiğine işaret edilmiş, daha bebek iken mucizeler yarattığına inanılmıştır.

4395.jpg

Aziz Nicholaos’ın ölüm günü tüm Hıristiyanlarca 6 Aralık olarak kabul edilir. Ancak bu tarihin kesin bir kaynağa dayandığı söylenemez. Azizden bahseden en eski kaynaklar olan, VI. yüzyıla ait “Vita Sionitae” ile “Vita de Stratelatis” adlı eserler de kesin bir ölüm tarihi vermezler. Bu kaynaklarda sadece Azizin doğum yerinin, Likya’nın en büyük limanı Patara olduğu kaydedilmiştir. Hıristiyanlığın ilk yıllarında Havari Paulos’un, Patara’da kaldıktan sonra yoluna devam etmesi, Patara’ya İncil’de adı geçen kentlerden biri olma özelliğini kazandırmıştır. Bu bölümde Havari Paulos’un arkadaşı Luke ile üçüncü seyahatleri sonunda, Miletos’tan Kudüs’e dönerken Patara’da kaldıkları ve buradan muhtemelen daha büyük bir gemiye binerek seyahatlerine devam ettikleri anlatılır.

Aziz Nicholaos’ın İ.S.III. yüzyıl sonlarında Patara’da dünyaya geldiği ve Myra’ya papaz olana dek, gençlik yılarının Patara’da geçtiği söylenmektedir. Gençliğinde Filistin ve Mısır’a yaptığı seyahatlerden söz edilmiş, yaşadığı devrin İmparator Konstantinos dönemi veya III. yüzyıl sonu ile IV. yüzyıl başı olduğu belirtilmiştir. Ölümünden sonra Avrupa’nın birçok kentinde adına kiliseler inşa edilmiştir ki, bunlar arasında VI. yüzyılda İstanbul’da inşa edilen Bazilika en göze çarpan yapıdır. Rusya ve Yunanistan’ın en saygın Azizi olarak tanınmış, çocukların mahkûmların, denizcilerin ve gezginlerin koruyucusu olarak saygı görmüştür.

Yaşantısı ve mucizeleri hakkında gerçekliği tartışılacak, sayısız hikâyeler anlatılmıştır. Piskopos olma kararının kehanetlere veya seçim toplantısı kararına göre, ertesi günü kiliseye giren ilk adam olmasına dayanılarak verildiği söylenir. Diğer hikâyeler, İmparator Dioeletianus devrinde (284-305) Hıristiyanlara yapılan zulümler sırasında çektiği acılarla ilgilidir. İnancından dolayı hakimler tarafından tutuklanıp zincire vurulmuş, birkaç yıl sonra Hıristiyan İmparator Konstantinos tarafından serbest bırakılarak Myra’ya geri dönmesi sağlanmıştır.

4397.jpg

Bir başka hikâyede Azizin İ.S. 325 yılında Nicaca’da (İznik) toplanan Konsüle katıldığı anlatılır. Bir keresinde İmparator Konstantinos’un rüyasına girerek, haksızlıkla ölüme mahkûm edilmiş olanları serbest bırakmasını söyler.
Bir keresinde de Mısır’dan İstanbul’a giden bir gemiden aldığı hububatla Myra halkını açlıktan kurtarır. Ancak gemi İstanbul’a vardığında yükünde hiçbir eksilme görülmez. Bu belki de Aziz’in, denizcilerin patronu olmasına bağlanan mucizelerden biridir. Çünkü, Akdeniz’de seyreden gemicilerin sefere çıkmadan önce birbirlerine iyi dilek olarak “Dümenini Aziz Nicholaos tutsun” demeleri gelenek olmuştur. Aziz’in sağlığında din adamı olarak çalıştığı Likya sahilleri, Akdeniz’in en önemli denizcilik merkezi, burada yaşayanlar da Akdeniz’in ünlü denizcileriydi. Bu nedenle, Aziz’in denizle ilgili birçok mucizesine din kitaplarında da rastlanır.

İki hikâye aynı zamanda onun, çocukların da patron azizi olduğunu gösterir. Birinde insanlar açlıktan kırılırken, kasap üç genci evine davet edip satmak için uykularında parçalar. Aziz Nicholaos, bunu duyar duymaz kasabın evine koşar ve gençleri yeniden diriltir. Bir diğerinde fakir bir tüccar, kızlarını evlendirmeye gücü yetmeyince, onları satmayı düşünür.
Aziz Nicholaos, tüccarın evine üç kese dolusu para atarak, kızları kötü yola düşmekten kurtarır. Bu hikâyeden çocukların Santa Klaus gününde hediye almalarının sebebi olduğu gibi Avrupa’da rehinecilerin, dükkânlarına üç altın top asma geleneğinin de kaynağı olduğuna inanılır. Aziz’in resminin ikonalar da üç altın top ile tasvir edilmesinin sebebi de bu hikâyeye dayandırılır.


Noel Baba Kilisesi

Aziz Nicholaos öldüğünde yapılan kilise veya şapel 529 yılındaki zelzelede yıkılınca daha büyük belki de bazilika tipinde bir kilise yapılmıştır. Peschlow, büyük apsisin güney tarafında eşit apsisli iki küçük mekân ile bugünkü binanın kuzey yan nefinin büyük kısmının bu ilk yapıya ait olduğunu tahmin etmektedir.

4399.jpg

Bu kilise VIII. yüzyılda zelzele veya Arap akınlarıyla yıkılmış, daha sonra tekrar yenilenmiştir. 1034 yılında Arap donanmasının denizden yaptığı akınlarla harap olmuştur. On yıl harap durumda kalan kilisenin 1042’de Bizans İmparatoru IX. Konstantin Monomakhos ve eşi Zoe tarafından tamir ettirildiği kitabesinden anlaşılmaktadır. XII. yüzyılda binaya bazı ekler yapılmış, kilise tekrar onarılmıştır. XIII. yüzyılda Türklerin eline geçen Myra’da, kiliseyi serbestçe ibadet etmek için kullandığını ve kilisede bazı onarımların yapıldığını anlıyoruz. 1738’de büyük kilisenin yanındaki şapel tamir edilmiştir.
1833- 1837 yılları arasında Anadolu’yu gezen C. Texier, Myra’ya da uğramış ve kitaplarında kiliseden bahsetmiştir. Ondan on yıl kadar sonra 1842 yılı Mart ayında Teğmen Spratt ile Prof. Forbes de Myra’ya gelmiş, kilisenin bir krokisini çıkarmışlar ve kilisenin yanında bir manastırın olduğunu görmüşlerdir. 1853 yılında Kırım Harbi sırasında Ruslar kilise ile ilgilenmişler ve burada bir Rus kolonisi kurmak için Anna Golicia adındaki Rus kontesi adına toprak almışlardır. Ancak Osmanlı Devleti işin siyasî yönünü farkedince Rusların aldıkları toprakları geri almış, yalnızca kilisenin onarım istekleri kabul edilmiştir. Böylece 1862 yılında August Salzmann adında bir Fransız, Nicholaos Kilisesi’nin onarımı ile vazifelendirilmiştir. Bu restorasyonlar kilisenin aslını bozacak kadar kötü yapılmıştır. Bu restorasyon sırasında 1876’da bugün görülen çan kulesi de ilave edilmiştir.

4401.jpg

Birçok kentin koruyucu azizi olan Noel Baba’ya adanmış iki bine yakın kilise bulunmaktadır. O’nun yaşam öyküsü ve mucizeleri birçok kitapta yer almış, ancak en eskisi 750-800 yılları arasında Byzantion’da Stadion Manastırı Başkeşişlerinden Michael tarafından yazılmıştır.

IV. yüzyılda burada bulunan tek kubbeli kilisenin güneyine VIII. yüzyılda haç şeklinde bir şapel ile kuzey tarafına da eklemeler yapılmıştır. Ayrıca 1862-63 senelerinde de binaya dış narteks ile iç narteksin bazı kısımları ilave edilmiştir. Bugün iki sütunu ayakta kalmış bir avludan bir iki basamakla Bizans Devri’nde ilave edilmiş güney nefine inilir. Haç biçimli bu bölümün doğu kısmında üç kemerli pencereye sahip bir apsis yer alır.
Apsisin önünde orijinal stylobat ile ortasında altar kaidesi hâlâ görülür. Apsis nişinin içinde yer yer renkleri kaybolmuş ve belirsizleşmiş aziz figürleri vardır. Bunların altındaki küçük niş içindeki fresko Noel Baba’ya aittir. Bu bölüm ve esas kilisenin güneydoğu şapelinin tabanlarında farklı desenlerde mozaik panolar görülür. Batı yönünde merdivenlerin karşısındaki niş içerisinde İsa, Meryem ve Yahya freskoları vardır. Buradan iyi muhafaza edilmiş kapı bizi, lahitlerin bulunduğu kısma, yani haç biçimli şapelin uzun kısmına çıkartır.
Lahitlerin yer aldığı nişler içindeki freskolar bugün net olarak görülmese bile çeşitli aziz tasvirlerini içeren freskolar ile bezenmiştir. Kuzey duvarındaki ilk nişle sütunların üzerinde Meryem freskosu ilginç örneklerdir. Noel baba freskosunun bulunduğu ikinci niş sütununun ters konduğu yazılarından anlaşılmaktadır.

4403.jpg

Nişler içinde yer alan lahitlerden birinci niş içindeki akarthus yaprakları ile süslü Roma Devri lahdinin Noel Baba’ya ait olduğu kabul edilir. Hatta Noel Baba’nın denizcilerin de azizi olmasından dolayı lahdin üzerinin balık pulu desenleriyle süslendiği söylenir. 20 Nisan 1087’de Bari’li korsanlar, Noel Baba’nın kemiklerini almak için lahdi kırmışlar, bazı kemikleri alarak Bari’ye götürmüşlerdir. İkinci niş ile karşısındaki nişte bulunan lahitler sadedir. Burada nişler içindeki lahitlerden başka yerde iki mezar daha bulunmaktadır. Buradan bir kapı ile kilisenin iri blok levhalarla döşeli avlusuna geçilir.
Avluda ise bir niş içerisinde boşaltılmış iki mezar bulunur. Yanında bulunan mermer üzerinde haç ve çapa motifi Noel Baba için yapılmış olmalıdır. Solda duvar içine yerleştirilmiş mezardaki kitabede 1118 tarihi yer alır.

Avludan önce dış nartekse, sonra üç kapı ile ana mekâna (naos) açılan iç nartekse geçilir. Burası gruplar halinde piskoposların resmedildiği freskolarla süslenmiştir. Buradan geçilen esas mekân üç kemerle yan neflere açılır.
Ana mekânın güneyinde iki nef vardır. İkinci nefte niş içindeki lahitte Noel Baba’nın mezarı olduğu söylenir ise de üzerindeki kadın erkek kabartması bunun böyle olmadığını gösterir.

4404.jpg

Yan nefin karşısındaki niş içerisinde ise bir başka mezar vardır. Kuzey nefin kubbesinde Hz. İsa ve 12 havarinin freskoları bulunur. Yanda ise yan nefin kazısı yapılmaktadır.
Bu kazının yapıldığı nefin batı kısmında ise üç oda bulunur. Binanın ortasında pencereli ve kasnaklı bir kubbenin olması gerekirken, Salzmann yaptığı tamir sırasında mekânın üstünü kapatarak, kesme taştan kaburgalı büyük bir çapraz tonoz kullanmıştır.
 

Colinmccay

Yönetici
27 Haz 2009
6,997
11,631
Alanya (Coracesium, Alaiye, Kolonoros)


Alanya’nın tarihi, karanlık çağlara kadar uzanmaktadır. İlçe merkezinin Kuzeydoğu’suna düşen Bademağacı köyü ile Oba köyü arasında bir sınır teşkil eden Kadıini Mağarası’nda 1957 yılında Prof. Dr. Kılıç Kökten’in araştırma ve incelemeleri sonunda bulunan insan iskelet ve fosilleri bunu kesin olarak doğrulamaktadır.

4411.jpg

Alanya, bulunduğu yer itibariyle de bazen Kilikia, bazen de Pamphylia topraklarından sayılmıştır. Herodotos, bu bölge için şunları yazar:
"Bu bölgede yaşayanlar, Truva savaşı sonrasında (M.Ö.1820) buraya gelip yerleşirlerken, buradaki çeşitli kavimlerin gelenlere ev sahipliği yaptıkları bilinmektedir." Bu cümleden anlaşıldığı üzere, Hititlerin bu bölgeye kadar gelerek, M.Ö. XIV. yüzyılın ilk yarısında, altıbin kadar insanı öldürüp, Kilikia ve Pamphylia’yı kendilerine bağladıkları görülür.
Pamphylia, "çok ırklı, çok cinsli" anlamına gelen bir sözcüktür.

4414.jpg

M.Ö. 224-188 yılları arasında bütün Kilikia Büyük Antiochus tarafından istila edildiği halde, Coresium’un kuşatılması ve alınmasının zorluğu nedeniyle, istiklâlini muhafaza eder. Hatta Corecesium Suriye Krallığı’na kafa tutacak kadar ileri gidince, denize açılıp o zamanlarda kolay kazanç yolu olan korsanlığa başlıyorlar.
Bu dönemde Coracesium istiklâlini muhafaza etmekle beraber, Yunan medeniyetinin tesiri altında kalmıştır. Fallüs ve göz yaşı çanaklarının Syedra’daki kilise mıntıkasında çok bulunması, bu düşünceyi kanıtlamaktadır.

Coracesium, Tryphon adlı bir korsan reisinin elinde, çevresine korku saçan bir yer haline gelmiştir. Hatta bu korsan reisi, kendisini daha da güçlendirmek için, şimdiki Arap evliyasının bulunduğu yerden Ehmedek’e kadar olan kısmına harçsız iri taşlarla kalın bir duvar çektirmiştir. Bu azılı korsan reisi, şimdiki Kızlar Yarığı veya Korsanlar Mağarası denilen bu tabii mağarayı soygun deposu olarak kullanmıştır.

Ayrıca şimdiki Damlataş Mağarası ile Belediye sarayı arasını yardırarak, Alanya kalesini -Coracesium’u - bir ada haline getirdiği rivayet edilmektedir. O devirde güçlü bir devlet olan Roma İmparatorluğu’nun kıyı şeritlerine kadar sızıp zenginlerden fidye alarak, tanınmış kişilerin kızlarını kaçırarak çevrelerini haraca bağlayacak kadar ileri gitme cesaretinde idiler. Bu durumdan dolayı hiç kimse Akdeniz’e açılamaz, bu yüzden de Roma şehri yiyecek yönünden büyük sıkıntılara düşer. Halkın bu sıkıntılardan bir an önce kurtulması düşüncesiyle MÖ.139 yılında Antiochus tarafından açılan bir savaş sonrasında bu güçlü ve azılı korsan reisi yok edilir. Zamanla tekrar güçlenen korsanlar, Akdeniz’de korku saçmaya başlayınca, bu kez kesin bir sonuç almak için, Roma İmparatorluğu geniş yetkilerle bu kez Antonius’u görevlendirir. (M.Ö.103) Antonius’un imparatorluk sınırlarını genişletmesine rağmen, her geçen gün tekrar eski güçlerine ulaşmaya çalışan korsanlar, Akdeniz kıyı şeridindeki birçok şehir ve kasabayı yağmaya devam etmişlerdir.

4416.jpg

Korsanlar daha da ileri giderek, kendilerini yok etmek için görevlendirilen Antonius’un kızını da kaçırarak Romalı’ ları çileden çıkarmışlardır. Soygunların, fidyelerin ve kız kaçırmalarının mutlaka sona erdirilmesi gerektiğine inanan Roma İmparatorluğu, bu kez ordunun güçlü komutanlarından Pompeus’u görevlendirir. Bu komutan, karadan ve denizden yaptığı amansız saldırılarla, yıllardır Akdeniz’e korku saçan korsanları bir daha güçlenemeyecek şekilde ortadan siler.

Bu yörelere tam anlamıyla hakim olan Romalı’ lar, Cesar’ın ölümünden sonra Kilikia yöresini Antonius’un yönetimine verirler. O devirde dünyaya güzelliği ile ün salan Mısır Kraliçesi Kleopatra’nın bir Akdeniz turnesine çıktığı zaman, Antonius’la karşılaşır. Birbirlerine aşık olan Kleopatra ve Antonius, evlenirler. Antonius, evlilik hediyesi olarak, Coracesium’u Kleopatra’ya verir.

Kleopatra’nın, o devirde adı Coracesium olan Alanya’nın kıyı şeridine kadar uzanan sedir ve çam ormanlarını kestirerek, donanmasına gemi yapımında kullanılmak üzere, Mısır’a taşıttığı bilinmektedir. Kleopatra ve Antonius’un yaşantılarını çekemeyen Roma’daki rakibi Oktavius, bunlara harp ilân eder.

Bu sırada Kleopatra ve Antonius Yunanistan’dadırlar. Burada Oktavius’un büyük bir saldırısına uğrayan aşıklar, İskenderiye önlerine kadar kaçarlar. İlk önce yakalanacağını anlayan Antonius, daha sonra da Kleopatra intihar ederler. Pompeius tarafından korsanların temizlenmesi sırasında yakılıp yıkılan yerler, tekrar Romalı’ lar tarafından en iyi şekilde yeni baştan imar edilir. Bunun en güzel örneklerini, iç kalede ve Cilvarda Burnu üzerindeki kiliselerle Mahmutlar Kasabası’ndaki ve Kargıcak Köyü yakınlarındaki Asarlık kiliselerini gösterebiliriz.

4419.jpg

Romalı’ lar tarafından tekrar inşa edilmesinden sonra M.S. VII. yüzyıla kadar önemini koruyan Coracesium (Alanya), bu tarihten sonra Arap’ların saldırıları başlayınca, önemini daha da arttırmıştır. Bizanslı’ lar döneminde "güzel dağ" anlamına gelen Kolonoros adını alır.

Eski ismi olan Coracesium’un da "gökkarga" anlamına geldiği ve burada oturanlara da "gökkargalılar" denildiği söylenir. Gökkarga, eskilerde Alanya’da sık görülen bir kuş türüdür. Çok çeşitli renklerle güzel bir görünüme sahip olan bu kuşu, bugün seyrek de olsa Çamyolu ve Mahmutlar yörelerinde görmek mümkündür.

Alıntılardır. bakunin tarafından düzenlenmişlerdir.
 
Üst