Dünya Çıplakları Birleşin!

SuatYalaz

Büyük Usta
Onursal Üye
31 May 2017
28
971

Sevgili ve çok değerli Diyar'zede dostlarım, merhaba...
OdaTv'de, 9 Nisan Pazartesi günü yayına giren yazımı
gönderiyorum, sanırım hoşunuza gidecek.

Yazımın başlığı, " Aydın Doğan fazla üzülmesin, bana gelen
ona gelmedi." diye başlıyordu." DÜNYA ÇIPLAKLARI BİRLEŞİN" asıl başlık değildi... Gerek duymuş, değiştirmişler. Ve bu değişiklik sırasında, bizim ilk söz kazaya uğramış, yarım kalmış. Bizde de öyle "sakat" yayınlanınca, hemen düzeltelim istedim.

Ayrıca, bizim "redaksiyon" ( yazı işleri) de, yayına koyarken ,daha hoş olacağını düşünerek, yazımın aslındaki bazı resimleriçıkarıp, fazladan bazı resimler ekleyerek... kırmızı kartlık bir faul yapmış... Bu zahmetli çalışmayı "fahriyen" bedelsiz yapan komando gençlerimizden, o iyi niyetle yapıldığı kuşkusuz ekleme ve çıkarmaları düzeltip, yazımı aslına ddöndürmelerini rica ettim. En içten en iyi dileklerimle... SY.




7960incic75293.jpg


Aydın Doğan Bey’in medya grubunu, “Bit pazarı”na düşmüş mallar gibi, üç otuz paraya satacağı lafı duyulur duyulmaz yer yerinden oynadı… Türk Basını’nın “Amiral Gemisi”, asla batmaz zannedilen “Titanik” gibi, buz dağına toslayıp su almaya başlayınca, Türk medyasında “alarm çanları” çalmaya başlamıştı zaten.

Ümit Zileli, “Korkusuz”da, “Sarı öküzü aslana vermeyeceğdin, Aydın Ağa” diye ilk taşı attı…

Emin Çölaşan, “Sözcü”de: “Sarı öküz bendim” diye konuya açıklık getirdi…

Aydın Doğan Bey de, “Artık yaşlandım. Direnecek gücüm kalmadı” diyerek defteri kapattı…

Ben fakir kulunuz da, karınca kararınca, damdan düşen eski bir yayınevi "patronu" olmamdan dolayı, o, “Direnecek gücüm kalmadı” lâfının ne menem bir şey olduğunu iyi bilirim.

O acıyı tattığım zaman, üstelik, Aydın Bey gibi yaşlanmış falan da değildim, “en delikanlı” çağımı yaşıyordum.


"BİR DERGİ DAHA... BİR DERGİ DAHA..."

Karaoğlan”ın yayınlanmış maceralarını Akşam’daki günlük maceralardan ayrı olarak, haftalık dergi halinde yayınlamaya başlayınca, durup dururken, “yayıncı” oluvermiştim.

Bab-ıali Yokuşu”nda (resmî adı “Ankara caddesi”), “Vilayet” dediğimiz vali konağının karşısında, mutvazı Güncer Han’da, ikinci katta, 2 odalı bir yazıhane tutmuşum. Caddeye bakan penceremin önünde, dalları cama vuran küçük bodur çınar ağacı halen durur. Yardımcı ressamlarla ürettiğim, “Haftalık Resimli Kahramanlık Dergisi” çok iyi satıyor...

Derginin baş bayii/dağıtımcısı Önder; genç, atak, muhteris biri… Kanıma girdi, Othello’nun uşağı “Yago” gibi, kulağıma fısıldamaya başladı:

- Neden tek dergi? Bir dergi daha… Bir dergi daha… Param yok diyorsan, avans vereyim. Düşünsene, yeni dergiler için ayrıca kira, elektrik, su parası ödemeyeceksin…

Aklım yatmıştı… O zamanlar, yabancı yayınlara telif hakkı ödemek diye bir şey yoktu. Hemen, Amerikan çizgi-roman dergisi “Creepy”den makaslayarak Türkiye’de bir ilke imza attık, Türk korku dergisi “Korku”yu haftalık yayına ekledik. O da iyi gitti.

aa%20korku.jpeg


Makas”ın tadını almıştık. Onu, “Davy Crocket” kovboy dergisi izledi… Sıra gelmişti, epeydir düşlediğim “erkek dergisi” “Salıncak”ı yayınlamaya… Rahmetli Ercan Arıklı’nın sahibi, Hıncal Uluç’un editörü olduğu “Erkekçe” dergisi yok satıyordu.

aSALINCAK%20%20kapak.jpg


Kelleyi koltuğa alıp, hicivci şair Necdet Rüştü Efe’li ve Bülend Oran’lı gibi bir yazı kadrosuyla yola çıktım; ofset baskılı, renkli, masraflı, yetişkin erkekler için “Salıncak” dergisini yayınlamaya başladım.

Kadro genişlemiş, Güncer Han bize dar gelmeye başlamıştı. Bitişikteki, Seyhan Han İş Merkezi’nde bir kat boşalmıştı. 5’inci kattı, Boğaz’ı ve Marmara’yı, Adalar’ı gören muazzam bir terası ve de biri çok büyük, 9 odası vardı…

ÖĞLEYE KADAR BAB-IALİ, ÖĞLEDEN SONRA BEYOĞLU...

Boğaz ve Marmara manzaralı bu terasta, akşamları ne güzel mangal partisi yapılır diyerek bakımsız, yamuk yumuk koca katı kiraladım.

Sanki satın almışım gibi, bir güzel, tabandan tavana restore ettirdim, yeni pencereler taktırdım. Odalara yeni masalar, dolaplar, kitaplıklar alındı.

Salon kadar geniş en büyük odayı Salıncak’a verdim, ona bitişik odalardan birini de kendime ayırdım.

Üstelik, Beyoğlu’nda, Kadir Topbaş’ın sahibi olduğu “Saray” muhallebi salonu üstünde filmcilik ofisi açmışım.

Öğleye kadar Bab-ıali, öğleden sonra Beyoğlu… Gece yarılarına kadar… Yâni, boğaz manzaralı terasta mangal yapmak bir türlü nasip olmadı.

Aynı zamanda, nasıl oluyor da oluyor ise… Akşam’da, Karaoğlan’ın günlük maceraları yayınlanıyor…

Kim, ne zaman, nerede, nasıl yazıp çiziyorsa...

Çok yoruluyordum. Yahu, biraz fazla mı havalandık? Bunca iş… Tek başıma… İlerde başımıza bir iş açılmasın, ele güne rezil olmayalım, derken…

Bir Hollywood haberinde, Frank Sinatra’nın bir gazeteciye verdiği röportajı okudum.

Gazeteci soruyor: “Mistır Sinatra, şarkıcılık, bestecilik, plakçılık… Hadi bunları anladık, asıl mesleğiniz, ama, aynı zamanda otelcilik, havayolları taşımacılığı, turizm… Bütün bu işlere nasıl yetişiyorsunuz?”

Tam, benim de kafamı karıştıran, içime kurt düşüren soru… Bakın, İtalyan kökenli Sinatra, nasıl çözmüş olayı:

“Ben şarkı besteleyip söylemekten başka bir şey yapmıyorum ki… Öbür işlerin başında, güvendiğim dostlarım var. Hepsi de işlerini iyi yapan insanlar. Beni arada bir toplantılara çağırıp, son durum hakkında bilgi veriyorlar, o kadar…”

"KENDİ İŞİNMİŞ GİBİ..."

Ohh bee, dedim…

Öyle ya… Ben de bulurum beni seven, sayan birkaç arkadaş, yıkarım sorumluluğu onlara.

İyi de para veririm, sorun kalmaz. Endişeye yer yok…

Yokuş”tan aşağı inerken, dergilere yazı yazan tanıdık bir arkadaşa rastladım. Adı Cengiz olsun. (Tam adını vermeyeyim, cevap hakkı doğmasın. O, rahmetli oldu. İtiraz için, öbür dünyadan kalkıp gelecek hali yok. Benim de ona laf yetiştirmek için onun yanına gitmeye hiç niyetim olmadığına göre… Olsun, biz yine de tam adını vermeyelim)

O günlere kadar, Bab-ıali’de, o hikâye yazarı, ben karikatüristim. Merhabamız, hatta, benim Esentepe Dergiler Sokak’taki evimde, ailece yemek yemişliğimiz bile var.

Bir punduna getirip, ayda ne kazandığını sordum… Birkaç dergi ismi verdi, “Toplam 3.000’i buluyor” dedi. (Bugünün 8-9.000 lirası.)

"Cengiz" dedim, "Benim dergiler beşi buldu. Akşam’daki günlük roman, bir de, film yazıhanesi, yetişmem zor oluyor. Sana, ayda 4000 lira versem, dergilerin başına geçer yönetir misin? Ayrıca, öykü yazarlığını da sürdürebilirsin. Kapı kapı dolaşmaktan da kurtulursun… Sol görüşlü, iki emekçi arkadaşız. Kendi işinmiş gibi çalışırsın"

Teklifim, hiç beklemediği bir şeydi. Piyango gibiydi. Çok düşünmeden, “Tamam, ama ben ekibimle gelirim” dedi…

Anlaştık… 5 kişilik ekibiyle geldiler, muhteşem Salıncak dergisi salonuna yerleştiler… (Muhteşem diyorsam boşuna değil… Yerler, açık mavi moket. Duvarlar çağla yeşili, yağlı boya. Masalar açıklı koyulu, yer yer siyah bantlı kahverengi… Tavanı taşıyan kalın beton sütuna da bir papatya sarısı çektirmişim. Salon, işyeri değil, Pol Sezan’ın -Cezanne- sıcak renklerle yaptığı tablolardan biri sanki… Tahiti ya da Fransa’nın güneyinde, uzun zaman yaşadığı Aix En Provence bölgesindeki manzara resimleri gibi… Cannes’dan -Kan- Fransa’nın kuzeyine doğru otoyoldan gidecek olanlar, yol kenarındaki dev panolarda: “Sağınızda gördüğünüz evler, Pol Sezan’ın tablolarındaki evlerdir” yazısını okurlar.)

****

"LÜTFEN BENİM ELEMANLARIMA KARIŞMA"

İlk haftalar gayet iyi geçti… Sinema tutkusu da olan Cengiz, Salıncak için “güzel kadın” resimleri olan bütün yabancı dergileri aldırıyor, ilginç resimler seçip, yardımcısı zengin çocuğu, çevirmene çevirtiyor, sayfaları düzenliyordu… Sekreterim 3 yabancı dil biliyordu, ama Cengiz, ondan sadece İtalyanca bir yazı çıkarsa, onun çevirisini istiyordu.

Sekreterim de büyük salonda çalıştığı için, bütün günü onlarla geçiyordu. Ve her mesai sonrası, Cengiz ve ekibinin benim giysilerimle, yelekli takım elbisemle, şal desenli fular ve cep mendillerimle nasıl alay ettiklerini bana bir bir anlatıyordu.

Kızıp, celallenip, ertesi gün onlara hesap sormamı bekliyordu.Beklediğini yapmıyordum tabii… Çünkü, toplam tirajı 75.000’i bulan 5 dergi, biraz gecikmeyle de olsa, her hafta yayına giriyordu.

Benim asıl bozulduğum biri vardı, Cengiz’in “ressam” diye getirdiği, suratsız, kılıksız oğlan…

Her sabah, odasından salona geçerken “Günaydın” dediğimde, başını bana çevirmeden bir şeyler homurdanarak cevap veriyordu… Koca bir odayı işgal edip, yarım saatlik bir vinyeti, sabahtan akşama kadar, üstelik berbat bir grafizmle zor bitiriyor olması sinirime dokunuyordu. Cengiz’in dikkatini çekmek istedim, “Aman, Suat’çığım” dedi, “Lutfen benim elemanlarıma karışma.”

Sonra, -yine sekreterimden- öğrendim ki, bu “dokunulmaz” eleman, çok haksızlığa uğramış, hızlı Marksist-Leninist, “korunası” bir solcuymuş.

İLK ŞİKAYET MATBAADAN

Matbaacı telefon ediyor:

“Suat Bey, Salıncak bize çok geç geliyor, gece mesaisi yapmak zorunda kalıyoruz… Ayrıca, dağıtımcıya dergiyi ıslak ıslak paketleyip veriyoruz, bazı dergiler hasar görüyor. Dağıtımcı bize söyleniyor.

Cengiz ve ekibinin açıklaması: “Yabancı dergileri bekliyoruz. Daha erken vermemiz zor.”

Erzurum’dan, Van’dan bayiler telefon ediyor, mektup yazıyorlar: “Suat Bey” diyorlar, “Bu haftaki Salıncak da, müstehcen bulunup savcılık tarafından toplatıldı…” Doğulu bâyi, üstelik, akıl da veriyor:

“Yaa kardeşim, politik dergi çıkarmıyorsunuz. İki gün önce basıp gönderin, müşterilerimiz için saklarız, derginin çıkma günü Cumartesi, polis geldiğinde ona 2 dergi veririz, olur biter… Bu durumda, Cumartesi günü, elinde toplama emriyle, polis erkenden geliyor, altına bir sandalye çekip bir de çay ısmarlatıyor ve, beklemeye başlıyor… Biraz sonra, paket paket sizin Salıncak’lar geliyor, polis hepsini alıp gidiyor. Yazık oluyor… Günah oluyor. İki sayı birden basın gönderin yaa…”

YARGIÇ SALINCAK YANLISI…

İlk “müstehcen yayın” duruşmasında, yargıca dedim ki: “Hakim Bey, ‘müstehcen’ kavramı kişiden kişiye değişir. İstanbul’da yaşayan biriyle, kadınsız bir şehirde yaşayan birinin müstehcen anlayışı aynı olamaz. Bu, o kişinin tahsil, kültür seviyesine, yaşına...” Bir iki kelime daha eklemek için duraksadığımda, prostatlı Yargıç yardımcı oldu, aklıma gelmeyen durumu söyledi: “Sağlık durumuna” diye ekledi, ben de, “Göre değişir” diyerek savunmamı tamamladım.

Tek celsede beraat ettik.

Ama, kadınsız “abazan” bir ülkede yaşıyorduk.

Salıncak’ın toplatılması devam ediyordu. Çare olarak, İstanbul mahkemelerinin sözleşmiş gibi “bilirkişi” seçtikleri ünlü hukuk doçentini “maaş”a (!) bağladım.

Her Çarşamba akşamı gelip, bizim Salıncak’ın ertesi gün baskıya girecek yazı ve resimlerini görecek, sakıncalı gördüklerini söyleyecek…

Bu “oto-sansür”den sonra biz de toplatılma korkusu yaşamadan dergiyi basacaktık.

SALINCAK YİNE TOPLATILDI

Artık yayın ailemizden saydığım hukukçu bilirkişi arkadaşı aradım, “N’oluyoruz” dedim.

Benim görmediğim, savunamayacağım yazı ve resimler yayınlanmış” dedi…

Cengiz’e bunu niye yaptığını sordum.

“O dergi Perşembe günü elime geçti. Başka gazetelerin magazincilerinden önce ben kullanmak istedim. Gazetecilikte buna ‘atlatma’ denir
” dedi.

“Beni ne kadar zarara soktuğunu biliyor musun” dedim.

“Çalışmamızdan memnun değilsen, işi bırakabiliriz”
dedi…

“İşi bırakmanızı değil, biraz daha sorumluluk duygusu taşımanızı istiyorum. Burada kaç kişi ekmek yiyor, onu da düşünmek zorundayız.”

Benim, “kavga” isteyen sekreterimin ince tebessümünden sezmiştim, pek memnundu. Karaoğlan atölyesine geçip ressamların işlerine baktım ve Beyoğlu’na film ofisine çıktım.

ASYA%20KAPLANI(1).jpg


DÜNYA ÇIPLAKLARI BİRLEŞİN!

Ertesi gün, yayınevine sabah değil de, akşamüstü uğradım. Ressamın odasından geçerken baktım, suratsız oğlan yok… Bir an, “Cengiz sepetledi, ya da herif temiz havayı sevmedi gitti” diye düşündüm.

Salıncak odasına girdim… Bizim sekreterden başka kimse yok! Ve de, tavandan aşağı sallanan üstünde yazılarla, pankartlar…

Kafayı yemek üzereyim… Benim, Almanya’dan getirttiğim, ünlü Shoeller marka, afiş boyu, 70x100 resim kağıtları üstünde, İngiliz malı samur Habico marka samur fırçayla… Karaborsadan, ilaç gibi adeta, zor buldurduğum, küçücük Pelikan marka çini mürekkebi şişesine acımasızca daldırıp daldırıp yazılmış sloganlar:

Dünya çıplakları birleşiniz!” (Ünlü Komünist Manifesto'sundaki “Dünya İşçileri Birleşiniz” sözünden çağrışım.)

Bir başka pankart: “Bizi eşkıya soymadı, salıncak soydu!”

Ve benzeri, “süper zekâ” ürünü, gûya, sözüm ona, “sol” kokan yazılar…

Arkadaşlar, bana ve Bab-ı âli’ye demek istiyorlar ki:

"Bizim böyle, pis burjuvazinin keyfi için gay-ri ciddî dergiler çıkardığımıza bakmayın… Biz aslında, su katılmadık, sapına kadar, hızlı halkçı, komünist gazetecileriz!"

Kattaki çalışanlar, kopacak fırtınayı sezmişler gibi, yanımdalar… Sekretere sordum:

“Nerde bunlar?”

“Boğaz’da, A’nın (Eski bir gazete patronunun oğlu, zengin çocuğu, çevirmen) evinde çalışacaklarmış.”

“Buranın suyu mu çıkmış?”

“Orada, ambiyans başkaymış”

Yakınımdakilere:

“İndirin şu levhaları” dedim. Keyifle atıldılar.

“Kâğıtlara, fıçalara dikkat edin, zarar görmesinler. Pelikan şişeler devrilmesin. Hepsini çelik dolaba kilitleyin”

Biraz sonra, güzelim salon eski haline kavuşmuştu.

Sekretere, dergilerin durumunu sordum:

“Karaoğlan’ı Aptullah (Turhan) bitirdi, baskıya gönderdi. Korku. Diskotek, Davy Kroket bitti gibi. Salıncak’ı da bu akşam bitirmeye gittiler.”

***

"BİZDEN ÖZÜR DİLER..."

Ertesi gün, Cağaloğlu’na erken gittim.

Salıncak’ın basılıp dağıtımcıya verilmesinin son günü…

Matbaa yine fazla mesai yapacak.. Basılan dergiler bütün gece ıslak ıslak paketlenecek…Dağıtımcı yine bana küfrederek dergileri Anadolu’ya göndercek.

Cengiz ve ekibi, takım halinde, yerlerini almışlar. Ama masaların üstü bomboş.

"Hayrola" dedim. "Dergiler bitti mi?"

Cengiz konuştu, kasılarak:

“Biz bugün çalışmıyoruz, Suat’cığım” dedi.

“Ne demek çalışmıyoruz?”


“Yâni, Grev yapıyoruz”

“Grev mi? Sebep?”

“Sen bizim yazıp astığımız pankartları dün biz yokken gelmiş, hepsini indirtmişin.”

“Evet. Çünkü çok çirkin buldum. Burası, bilmem ne gazetesinin bodrum katı değil. Buraya, herkesin imreneceği güzel bir çalışma mekânı olması için dünyanın parasını harcadım.”


“Biz senin gibi düşünmüyoruz. Bizim çalışma ambiyansımıza karışamazsın.”

“Bunu sonra tartışırız. Şimdi dergilerin teslim günü... Salıncak tamam mı?”

“Tamam ama, grevdeyiz. Matbaaya vermiyoruz. Bizden özür diler, bir daha böyle bir şey yapmayacağına söz verirsen, sayfaları bağlar, matbaaya göndeririz…”


Benim kaç yıllık “Yokuş” arkadaşım Cengiz, Spartacus kesilmiş, hain imparator Suat Yalaz’dan, ezilmiş, horlanmış masum insanların, emekçilerin intikamını alıyordu.

Yapacak bir şey yoktu…

75 000 adet derginin basılıp dağıtıma girmesi söz konusuydu… Hemen karar vermeliydim… Ve de, verdim:

“Tamam” dedim… “Özür diliyorum. Bir daha da sizin çalışma ambiyansınızı bozacak hiçbir şey yapmayacağım.”

“Söz mü?”

“Söz”


Cengiz, o an kendini herhalde, Elia Kazan’ın “Rıhtımlar Üzerinde” filmindeki, sarı sendikaya ve sömürücü işverene karşı zafer kazanıp, rıhtım işçilerinin önünde işbaşı yapmaya yürüyen Marlon Brando gibi görüyordu ki, büyük bir çalımla çantasını açtı, dergi dosyasını masa üstüne koydu. Ötekiler de öyle yaptılar.

Lûtfen, çalışmaya başladılar…

Emekçiye saygısı olmayan; hain, zalim, zengin(!) patron Suat Bey’e de, pısmış halde, odasına çekilmek düşmüştü…

ZÜĞÜRT “PLAYBOY” HIZIR GİBİ YETİŞTİ

Dergiler baskıya girene kadar odamda bekledim. Sekreterimin de gözünden düşmüştüm. O da erkenden çekti gitti…

Dokunsalar ağlayacak haldeydim.

***

Bebek’te, şimdi deniz manzaralı lüks apartmanların olduğu yerde, şairlerin, yazarların, filmcilerin uğrak yeri bir çay bahçesi vardı. Dostlar, orada buluşurduk.

En sık rastladığım kimse de, Turhan-İlhan Selçuk kardeşlerin yakın akrabası Mehmet Benli olurdu…

Çünkü “Memed” yukarda, Bebek korusundaki harika bir evde otururdu.

Bekârdı. Sarı renkli, üstü açık Amerikan Studebaker spor arabasıyla ünlüydü. Türk kızları yetmezmiş gibi, Avusturya’dan, Almanya’dan gelen sevgilileriyle felekten gün çalan bir miras yedi idi… "Rubiroza Memed” derdik ona. Sol düşüncenin yazarı İlhan Selçuk ve çizeri Turhan Selçuk ile akrabalık bağından başka hiçbir benzer yanı yoktu…

Beni görünce, spor arabasını bahçede park edip yanıma geldi. Ben onu pek tutmazdım, ama o beni çok severdi. Keyifsiz halimi görünce sordu, anlattım…

Anlatıyorum ama, içimden de diyorum ki:

“Yahu, kime neyi anlatıyorsun? Hayatında çalışmamış, miras yemekten, karılarla dalga geçmekten başka işi olmayan birine neyi anlatıyorsun?”

Dalgacı Memed, şaşılacak biçimde, büyük bir ilgiyle dinliyordu beni…

Sorular sormaya başladı: Ne yapıyor bu adamlar? Kaç kişiler? Ne alıyorlar?

Yaptıkları işi ve aldıkları parayı söyledim…

“Tülin (Sekreterim) 3 dil biliyor, öyle mi?”

“Evet.”

“Bütün iş, dergileri tarayıp, güzel resimleri makaslayıp mizanpaj yapmak, öyle mi?”

“Evet.”

“Suat, arabama benzin koyacak param yok. İhsan, çalıştırsın diye verdiğim parayı bir üçkâğıtçıya kaptırmış, alamıyor. Çocukluk arkadaşım. O da perişan… Depomu dolduracak benzin parasına, Tülin’le beraber, ben senin bütün dergilerini çıkarırım… Hemen kov bunları!"


Bu lafları kim söylese inanırım da… Eğlence pezevengi Memed söyleyince olmuyor… “Çalışan bir Memed”(? gözümün önüne getiremiyorum.

“Sağ ol Memed, ama 5 dergi?”

“Karaoğlan, bir düzen içinde yürüyor. Öbürleri hep makas... Tülin çevirip bana verecek, ben makaslayıp mizanpaj yapacağım. İnan, gerekirse geceyi handa geçirir, koltukta uyurum.”

Mantık doğru da, adam yanlış... Güvenemiyorum… Memed, susmuyor.

“Fazla bişey de istemiyorum, Suat. Benzin paramı ver, yeter. Arkadaşız yahu. Zor günler geçiriyorum. Anlamıyor musun?”

“Zor günler” lâfı beni uyandırdı. Tam da o günü yaşıyordum.

“Tamam, Memed” dedim, “Pazartesi bu herifleri kovuyorum. Sana bir yardımcı bulana kadar ben de beraber çalışırım…”

Zaten, Hulki Saner de, Karaoğlan filmi önerime sıcak bakmadı. “Suat’çığım, öyle atlı eşekli filmler bize göre değil. Ben bir şarkıcı starın karşısına bir yakışıklı oğlan koydum mu… Bir de Suadiye plajında geçen acıklı bir aşk hikayesi… 15 günde film tamam” dedi.

Hürrem Bey’e gidecektim. Biraz ertelerim.

Memed, çok sevindi, ben birden ferahladım.

İlk işimiz, Studebaker’ın deposunu “full” yapmak oldu. Ardından, Yeniköy İskele restoranda “rakı-balık” kutlaması…

***

“BEYLER, SİZE BİR MÜJDEM VAR!”

Pazartesi günü, erkenden Cağaloğlu’ndayım… Cengiz ve ekibi tam takım halinde, masalarında yerlerini almışlar, çalışmaya hazırlanıyorlar.

Tavandan aşağı sallanan pankart falan yok. Tülin, masasında yabancı dergileri karıştırıyor. Beni öyle erken saatte dergide görünce pek şaşırdılar… Yaz günü, buz gibi bir hava salonda…

Günün manâ ve ehemmiyetini belirten tarihî konuşmayı” yapmadan önce, öcün tadını çıkarmak için, boş bir masanın kenarına yarım oturdum. Benden her zamanki “Günaydın” falan yok. Meraktan çatlayacaklar…

“Beyler” dedim, “Size bir müjdem var!”

Salonda sinek uçsa duyulacak.

“Artık bu müessesede, bu tatsız işlerle uğraşmaktan kurtuldunuz.”


Cengiz, “Ne gibi yâni” dedi, alçak sesle.

“Demem o ki” dedim, “Artık burada çalışmıyorsunuz.”

Cengiz, daha duyulur bir sesle:

“Yâni bizi kovuyor musun?”

“Estağfurullah, ne haddime… Sizi sevmediğiniz bu işten ve bu müesseseden kurtarıyorum. Artık burada çalışmıyorsunuz. Dergileri ben, tek başıma çıkaracağım, eskiden olduğu gibi…”


Dava açarız, tazminat ödersin.”

“İstediğinizi yapabilirsiniz. Tazminat olarak, muhasebeye uğrayın, bu ayki maaşlarınızı alın ve burayı derhal terk edin!"


Sekreter Tülin’e, odama gelmesini söyledim, içerde bekleyen Memed’le tanıştırdım.

“Yeni çalışma arkadaşımız” dedim. “10 yıllık arkadaşım. ‘Kırkbir buçuk’ ve ‘Dolmuş’ dergilerinde beraber çalıştık. Turhan ve İlhan Selçuk’un çok yakın akrabası…"

***

Mehmed, inanılmaz bir gayretle çalıştı.

Çalışıp ürettiği bir şeyin işe yaradığını görünce “çalışma keyfi” ile de tanışmış oldu… Çay bahçesi önünden geçerken kendisini “geyik” yapmaya çağıranlara, elindeki çantayı gösterip, “İşim var, gelemem” demenin tadını çıkarıyordu.

***

Rubiroza Mehmet Benli, yayınlarımı 3 yıl büyük bir beceriyle yönetti… 69’da dergileri bir başkasına devrederken, “Korku” dergisini satmadım, ona verdim… O da, daha sonra “Vampirella” dergisini de ekleyerek yayıncılık yaptı.

Yaşlanınca, kedileriyle Kuzguncuk’ta inzivaya çekildi ve Pavarotti dinleyerek yaşama veda etti… Mekânı cennet olsun.

aa%20MEMEDBENL%C4%B0.jpg



Suat Yalaz

Odatv.com


Küçük bir EK: “Kadınlar Günü” Eşref saatime denk gelmedi, yazı yazamadım. Ama, o güzel, anlamlı gün için ayırdığım bir resmi, kadınlarımıza saygılarla, gönderiyorum.

76G68v.jpg



 
Moderatör tarafında düzenlendi:

yeryüzü

Yönetici
3 Eki 2011
17,039
75,332
hiçbiryerde :)
Her ne kadar bağımsız yayınların gittikçe
azalmasına üzülüyor olsam da bu makaleyi
büyük bir keyifle ve biraz da ibretle okudum.
Film gibi yazının arasında rengarenk resimler
ayrı, o yılları hayal etmek ise ayrı bir güzellik
yaşatıyor insana.
Elinize, gönlünüze sağlık üstadım.
 

abolardis

Onursal Üye
12 Şub 2011
6,630
24,278
Suat YALAZ üstadın yazısını yine büyük bir beğeniyle okudum.
Yazıyı görünce film izler gibi hemen bir nescafeyi yanıma aldım.Küllüğü yavaşça yanıma çektim bir cigara yaktım.

Üstadın farklı yönlerini görünce gerçekten şaşırmamak elde değil.
Daha önce hiç bilmediğimiz spor yönünü okumuştuk.Şİmdi ise yayıncı ve işveren yönünü görüyoruz.Aslında hem emekçi hem işveren tarafını.

Rahmetli " kod adı Cengiz " ise oldukça ilginç bir karektermiş gerçekten.Tam 3 boyutlu bir insanmış.
Dostluğu bir kenara atarak tehdit edebilmesiyle meziyetli , vefa duygusunu geri dönüşüme gönderebilecek kadar ideolojisine bağlı bir yapı.

Bütün yaptıklarına rağmen üstadın olgunluğu ise takdire değer doğrusu.

Finali güzel olmuş hak yerini bulmuş.İnsan iş için dostluğunu arkadaşlığını değişir mi ? Bakış açısı olarak bakılabilecek bir durumda değil ya neyse...Filmin sonu önemlidir...

Suat YALAZ üstadın yazıları çizgileri gibi insanı alıp götüren bir tarzda.Olaylarda ki detayları ise bir o kadar kayda değer.Salıncak dergisi salonuna ilişkin detaylar sizinde dikkatinizi çekmiştir.Bu kadar detaylı bir biçimde bir yazıyı kaleme alabilmek gerçekten fotoğrafik bir hafıza gerektirir.

Yayıncılık Hayatına ilişkin yaşanmışlıklar ile Doğan Medya grubu arasında ki korelasyon ise geçmişle bugün arasında kurulan incelikli bağlantıyı göstermesi bakımından çok anlamlı.

Üstadın yazılarında ki sadelik , tazelik , canlılık , olayların etrafında gelişen karekterlerin tanınmışlığı, yazıların cazibesini arttırmakla kalmıyor aynı zamanda okuyucuda büyük bir heyecan da uyandırıyor.

Umarız bizim gibi okuyuculara kısa zamanda kitap olarakta sunulur bu yaşanmışlıklar.
Okuyucunun da amatörü , profesyoneli var ben kendimi biraz bu profesyonel kesime yakın bulurum.Okuyucunu profesyonelimi olur demeyin bal gibi olur.
Usta yazar - araştırmacı yazar - düşünür yazar - şair yazar - tarihçi yazar -hukukçu yazar - televizyon proğramcısı yazar oluyorda profesyonel okuyucu neden olmasın.:)

Üstadın yazılarında aslında bir tarihe tanıklık ediyoruz.

Yazıda en çok güldüğüm yer ise "Hulki Saner de, Karaoğlan filmi önerime sıcak bakmadı. “Suat’çığım, öyle atlı eşekli filmler bize göre değil. Ben bir şarkıcı starın karşısına bir yakışıklı oğlan koydum mu… Bir de Suadiye plajında geçen acıklı bir aşk hikayesi… 15 günde film tamam” dedi.
Atlı - eşekli film tabirine hayli güldüm mübarek..

Yazıda ki karekterlere bir bakın onlarda çok ilginç ;
1-İspiyoncu SEKRETER
2-Züğürt Playboy
3-Ezik Marksist
4-Hikayeci Cengiz - Grevci Cengiz - Kod adı Cengiz.:)
5-Muhteris asistan
6-Atlı -eşekli filmlere sıcak bakmayan yapımcı - yönetmen.
7-Sarı Öküz ve sarı öküze sahip çıkmayanların hazin sonu.:)

Üstadım bu güzel yazı için çok teşekkür ederim.Çizgi roman okur gibi kare kare gözümde canlandırarak okudum çok beğendim devamı dileklerimle.
Kendinize iyi bakın.





 

ekenciz

Onursal Üye
Çeviri & Balonlama
13 Eyl 2009
2,988
13,484
Bir solukta okudum, çok harika yazılmış, ders içeren, yol gösteren bir anı üstelik içinde gayet yerinde espriler de var. Çok teşekkür ederim.
 

HACILI

Onursal Üye
14 Kas 2012
2,170
7,981
Suat Yalaz ustamızın yazılarını daha önceleri de
Karaoğlan dergilerinin arka sayfalarında keyifle okurdum.
Bu anı yazıyı da keyif verici üslubundan,
Aynı keyifle okudum.
Geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer.
Ellerinize sağlık sevgili üstadımız.
 

ertuğrul

Admin
5 Nis 2009
24,847
136,854
Yazıyı büyük bir keyifle okudum.
Tahminen bir kaç defa daha okurum.
Lezzetli ve muhteşem bir yazı.
Eline sağlık büyük usta.
Takipdeyiz.
 

büyük beyaz

Yönetici
Çeviri & Balonlama
E-Dergi Takımı
17 Ağu 2009
17,730
43,945
denize sıfır
Hey gidi günler...
Kurtlar vadisini ben hiç seyretmedim, ilgimi çekmiyor.
Ama gazeteler sürekli gözümüze soktuğu için az çok bilgi sahibiyim.
Sizin ortamınızda tipik kurtlar vadisi gibiymiş.
Keyifle okudum, teşekkür ederim üstat.
Takipteyiz, selamlar, hürmetler.:)
 

savok

Admin
30 Eki 2009
19,988
83,571
Kasımpaşa
Yorgo Kırbaki Atina'dan bildirirdi...
Yoksa Reha Muhtar mıydı?
Şimdi emin değilim.
Ama şu kesin büyük usta Suat YALAZ Fırt'ın Paris muhabiriymiş...
Bir kısmını canlı dinlediğim bulunmaz anıların şimdi tafsilatlı olarak Usta'nın mükemmel kaleminden okumak çok büyük keyif ve onur...
Allah başımızdan eksik etmesin.
 

Raven

Yönetici
7 May 2009
1,443
12,533
Suat Yalaz Ustamızın yazılarını keyifle takip ediyorum, ama beni en çok etkileyen yazısı bu oldu. Mehmet Benli'nin öyküsü ise bambaşka güzellikte. Yüreğinize sağlık .
 
Üst