Robert e. Howard, bran mak morn ve pictler

hüseyin aksakal

Onursal Üye
Çeviri & Balonlama
7 Eyl 2010
773
5,727
Kdz. Ereğli

ROBERT E. HOWARD,
BRAN MAK MORN VE PİCTLER​


Rusty Burke ve Patrice Louinet​



Bugün için beni şaşırtan bir hobim var,” diye yazar Howard 1932’de H. P. Lovecraft’a. “Bu ilgim, kısalıkları yüzünden daima Pictler diye tasvir ettiğim halkla ilgili. Tabii ki, terimi kullanışımın sorgulanabileceğinin farkındayım… Fakat benim için ‘Pict’ hep Britanya’nın ufak tefek esmer Akdeniz kökenli yerlilerini ifade ediyor. Bu, bu yerlileri ilk okuduğumda, onlardan Pictler diye bahsedildiğinden tuhaf değil bu. Oysa asıl tuhaf olan onlara bitip tükenmeyen ilgimdir.”

Pictler, Howard’ın edebi kariyerinin başından sonuna dek görünen tek kurgusal eserlerdir. Sadece bir başka eseri, Francis X. Gordon (El Borak) Howard’ın kariyerinin hem başlangıcında, hem de sonunda görünür ama 1920 başlarından 1934’e kadar dikkate değer bir boşluk vermiştir. Diğer taraftan Pictler The West Tower (muhtemelen 1922-1923 sıralarında yazılmıştır) Steve Allison fragmanından, muhtemelen 1935’te yazılmış son Conan öykülerinden biri olan The Black Stranger’e dek otuzu aşkın öykü, şiir ve fragmanda gözükürler ve iki öyküde görünüşleri arasında nadiren bir yıl geçer. Muhtemelen daha uzun yaşamış olsa, Pictlerin çalışmalarında yeniden boy gösterirdi gibi görünüyor.

Pictler sürüyle farklı bağlamlarda ortaya çıkarlar. Howard’ın profesyonel olarak satılan ikinci öyküsü olan The Lost Race’de anlaşıldığı kadarıyla Kelt istilacılar tarafından sürüldükleri Güney Britanya’da bir yerlerde, yeraltında yaşamaktadırlar. Bran Mak Morn öykülerinde Roma imparatorluğunun istilacı güçlerini püskürtmek için savaşan İskoçya’nın Kelt-öncesi sakinleridir. Turlogh O’Brien ve Cormac Mac Art öykülerinde onlar artık İskoçya sahillerinin açıklarındaki uzak kuzey adalarını mesken tutan Bran’ın halkından son sağ kalanlardır. Conan’ın Hyboria Çağı’nda Aquilonia’nın batı sınırlarından denize kadar uzanan bir kırsalın vahşi yerlileriyken, Kull serilerinde Valusia kralının barbar müttefikleridir. James Allison öykülerinde ormanda yaşayan hayvani bir ırktırlar. Daima dünyanın dış saçaklarında yaşarlar.

Howard bir mülakatçıya şöyle der. “Yarattığım ilk karakter Francis Xavier Gordon, El Borak’tı… Aklıma yaklaşık on yaşlarındayken geldi. Sonraki Pict Kralı Bran Mak Morn’dur… On üç yaşında New Orleans’ta bir halk kütüphanesinde bazı tarihi eserleri okurken Pict kavminin varlığını keşfimin sonucudur o.”

Biraz daha erken dönemde Howard H. P. Lovecraft’a hayranı olduğu İskoç tarih kitaplarında Pictleri ilk kez okumuş olduğunu ama bunların sadece “Ucundan imalar olduğunu, genellikle de sevilmediklerini” anlatmıştır.

Sonra yaklaşık oniki yaşındayken, New Orleans’ta bir süre kaldım ve Bir Canal Caddesi kütüphanesinde prehistorik çağdan -sanırım– Norman fethine dek Britanya tarihinin geçit alayı şeklinde tasvir eden bir kitap buldum. Okul çocukları için yazılmıştı ve belki sürüyle tarihi hatayla, ilginç ve romantik bir stilde anlatılıyordu. Ama Britanya’ya ilk yerleşen ufak tefek, esmer halkı ilk orada öğrendim; bunlardan da Pictler olarak söz ediliyordu. Her zaman kavram ve halka tuhaf bir ilgi hissetmiştim ve şimdi onlara doğru bir ilerleyen bir emilme hissediyordum. Yazar yerlileri okuduğum diğer tarihçilerin çalışmalarından daha hayranlık uyandırıcı bir ışıkla tasvir etmiyordu. Onun Pictleri kurnaz, sinsi, savaş sevmez, aynı zamanda sonra gelen kavimler için aşağılık yapıyordu ki bu kuşkusuz doğruydu. Yine de bu halka güçlü bir sempati hissettim sonra da onlardan kadim zamanlarla bir bağlantı aracı olarak benimsedim onları. Onlardan güçlü, bahadır bir barbar kavmi yarattım, geçmiş görkemlerin onurlu bir tarihini verdim ve onlar için yüce bir kral yarattım – Bran Mak Morn diye biri.”

Howard’dan kesin bir açıklama yokluğu yüzünden, içinde Pictleri bulduğu kitabın hangisi olduğunu kesin olarak bilemiyoruz ama metodik araştırmalar sonunda çok güçlü bir adaya boyun eğmiştir: The Romance of Early British Life: From the Earliest Times to the Coming of the Danes, yazarı G.F. Scott Elliot (London: Seeley and Co. Ltd., 1909). Bu kitap birçok özellikleri yüzünden Howard’ın tarifine uyuyor, içinde de Howard’ın çalışmalarında aksettirilen sürüyle tarif ve hata buluyoruz, öyle ki, özellikle de başka herhangi bir aday olmaması yüzünden söz konusu kitap olması gerektiğini getiriyor akla. Örneğin Kafkas ve Mezopotamya bölgesinden Kuzey Afrika’ya ve İspanya’ya Neoilitik kültürün yayılışını tartışırken, Scott Elliot şöyle diyor:

Bu, tamamen yerleşik olan ilk insan kavmiydi. Kendileriyle birlikte getirdikleri koyun, keçi ve öküzler gibi kendileri de evcilleşmiş, deneyim kazanmış ve çalışmayı öğrenmişti. Torunları hala tüm Akdeniz boylarında bulunur ve bizim adalarımız dışında sadece orada bulunur. Bu halk, daha doğrusu bu insanlık kavmi, sürüyle farklı isimle anılmıştır. En tantanalı olanı şüphesiz “Homo Mediterraneus”tur ama aynı zamanda Basklılar, İberliler, Silurianlar, Firbolg, Dolmen Yapıcılar, Pictler, Sarımsak Yiyiciler de denilmiştir. Biz onlara Pictler diyeceğiz, çünkü bu en kısa isim ve onlar hakkında yazarken bu ismi kullanmak suretiyle zaman, emek, mürekkep ve kâğıt kazanacağız.

Bu Akdenizliler Scott Elliot’un Neolitik dönemlerde Britanya’ya göç ettiklerini söylediği halktır ve yavaş yavaş adaları kızıl saçlı mağara sakinleri kavmi olan önceki yerlilerinden zorla almışlardır. İlgi çekici şekilde eşya ve hayvan yüklü kütük kayıklar içinde İngiliz Kanalının ötesine kürek çekmeye hazırlanan Britanya’dan bir Pict grubu hakkında bir öykü üretmişti Elliot.

Köylerindeki en ihtiyar, silahlı, temkinli adamın zorlaması yola çıkarmıştı muhacir grubunu. Bunların hepsi genç erkeklerdi, çoğu huysuzca cesur ve girişimci yapıdaydı, genç kadınlar da kabile şeflerine boyun eğmemeye ve saygı göstermemeye meyilliydi. Böylece sırf kendi iyilikleri için değil, eski yerleşimlerinin gelecekteki huzuru için de en iyisinin ayrılmak olduğu tercihini yaptılar.”


Bu öyküyle, The Lost Race ’de İhtiyar Pict tarafından Cororuc’a anlatılan öyküyü kıyaslayın:

Halkımız güneyden geldi. Adaların üzerinden, iç denizin üzerinden. Herhangi bir düşmanın takip edemeyeceği bazı engeller bulunan tepeleri karlı dağların üstünden. Bereketli ovalara indik biz. Tüm diyarın üzerine yayıldık. Zenginleştik ve refaha kavuşmaya başladık. O zamanlar ülkede iki kral yükseldi ve yenen yenileni sürdü. Böylece çoğumuz kayıklar yaptı ve günışığında bembeyaz ışıldayan uzaktaki kayalıklara doğru yelken açtık. Mağaralarda yaşayan kızıl saçlı bir barbarlar kavmi bulduk.”

The Romance of Early British Life ve Howard’ın Pict öyküleri arasındaki en fazla akıl çelen benzerlik, Scott Elliot’un “My General Agricola” başlığı altındadır. Bunun içinde Britanya’daki Roma lejyonunda hizmet eden bir Tungrialının öyküsünü anlatır ve Kaledonya’daki sıkıntılarına bağlantı kurar.

Biz [İkinci Tungrialı Bölüğü] önde gider ve lejyon için yol beğenirdik. Sonra içimizden biri önden gider, dikkatle pusuları araştırırdı. Sık sık üstümüzde ani bir taş uçlu ok fırtınası olurdu; bir Kaledonyalı her ağacın, her kayanın arkasında gizleniyor olabilirdi; kendilerini gizlemekte hünerliydi onlar. Bizimkilerden bir asker küçük bir havuzun başında yemek pişirmekte ve iki saattir de havuzun sahilini gözlemekteymiş. Sonra sırtını dönmüş ve başında durduğu sudan bir vahşi çıkarak daha geri dönemeden mızrağıyla onu deşmiş. Sadece ağız ve burunları suyun üstündeyken saatler boyu birlikte kalabilirler ve eğer su karanlık veya sazlıksa kimse onları göremez.”

Bunu Men of The Shadows ’un Norveçli anlatıcısı tarafından anlatılan öyküyle, bilhassa da Romalının göl sahilinde öldürüldüğü olayla karşılaştırın. (Shf. 24)

Scott Elliot’un Pict tarihinin dış hatları genellikle günün öğrenimiyle uyumludur. Ana akımdan ayrılışı sadece ‘Pictler’ kavramını kadim Britanya’nın Akdenizli istilacılarını ifade etmek için kullanması ile olur. Çoğu otoriteler İberliler terimini tercih ederler ama büyük bölümü bu kısa, esmer halkın Batı Avrupa’nın çoğuna Kuzey Afrika’dan yayılmış olduğunda birleşirler. (Köklerinin orada olup olmadığı bilinmez gerçi) Neticede Britanya adalarına göç etmişler ve Neolitik kültürü getirenler olmuşlardır. Onların Basklılarla ( kimse nasıl olduğunu kesin olarak söyleyemese de) bağlantılı olduğu düşünülmüştür ve bazıları onların Silureler (Kadim Galliler), Pictlerle (Kadim İskoçlar) Laponlar, Finler ve Kelt öncesi halkların diğer kalıntılarının akrabası olduğunu öne sürer. Çünkü bu kavimlerin de kökenlerinin Kuzey Afrika olduğu düşünülmekte ve fiziksel olarak benzemekteydi; kimileri onların Berberilerle bağlantılı olduklarını düşünmüştür.

Howard’ın Pictler hakkında ilk yazma girişimlerini bir parça biliyoruz. Ocak 1932 tarihinde Lovecraft’a yazdığı mektubunda, “Asla tamamlamadığım ve Bran’ı kâğıda ilk döktüğüm uzun öyküsel bir şiir” den bahseder. Onu “ Hadrian Duvarı üstündeki Romalı bir yüzbaşı aracılığıyla anlattım” der. Howard’ın şiirlerinin bir listesi, Ajansı Otis Adelbert Kline tarafından ölümünden sonra yapılır, bu liste, on sayfa uzunluğunda notlarla, Bran Mak Morn başlıklı birini de içerir. Ne yazık ki bu şiir ortaya çıkmamıştır ve ebediyen kaybolmuş olabilir. 5 Ekim 1923 tarihli bir mektupta Howard dostu Clyde Smith’e kendini oyalamak için, karakterleri arasında “Gelmiş geçmiş en büyük Pict şefi Bran Mak Morn’un da bulunduğu…” bir kitap yazmakta olduğunu anlatır. Bu çalışma da ortaya çıkmamıştır. Muhtemelen Howard onunla pek mesafe almamıştı. [Not: Öykü bulunmuştur Bkz. Shf. 201]

Bran ve Pictlerle ilgili elimizdeki ilk çalışma, muhtemelen Howard’ın lise günlerinden kalma (1922-1923 dolaylarında) kompozisyon kâğıdı üstüne el yazısıyla yazılmış üç sayfadır. Pictlerin Gaeller ve Norveçli istilacılara karşı savaşmakta olduğu bir zaman diliminde geçer ama Bran en büyük düşmanın karaltısını görür. “Sert, nankör bir görev Pict ulusunu vahşilikten çıkarıp babalarımızın uygarlığı seviyesine yeniden yükseltmek. Brennus’un çağındaki seviyeye. Pictler vahşi. Onları uygarlaştırmam gerek… Çünkü hiçbir barbar ulusun Roma önünde ayakta kalamayacağını biliyorum.”

Howard’ın Pictlerle ilgisinin başından sonuna dek uzanan bir temaya en baştaki görünüşüdür buradaki: bir zamanlar yüce, uygar bir ırktılar, barbarlık veya vahşete gömüldüler. Bu tema elbette Howard’ın öbür çalışmalarında da benzer şekilde yankılar bulur.

1922-1923’e tarihlendiği görülen, o da elle yazılmış başka bir çalışma, Britanya’daki pictler ve Keltlerin tarihinin dış hatlarını çizen, esasen The Romance of Early British Life’de bulunan öyküyü takip eden dört sayfayı içerir. Kelt istilasının hemen ertesine dair görüşleri epey ilginçtir. İstilanın ardından Pictlerin çoğu şimdi İskoç yaylaları olan kuzeydeki dağlara kaçmıştır; Silurianlar diye bilinen bir grubun bunun yerine Galler içlerine kaçmış olduğuna dikkat çeker. Eski grup, der, neticede onlardan önce gelen kızıl saçlı vahşilerle evlilik bağları kurmaya başlamıştır; bu ise farklı bir hikâyedir.

Şu veya bu nedenle Galler’e kaçan Silurian Pictleri mağara adamlarının torunlarıyla birleşmedi ve Pictlerin erken tipi değişmeden kaldı; başka istilacıların önünden kaçarak daha sonra keltlerle evlilik bağları yüzünden değişmiş olanlar hariç. Bugün bile Batı Galler dağları arasında kadim Pict tipinin izleri bulunur.”

Bu Silurian Pictleri, Howard’ın (şu ana adar bildiğimiz kadarıyla) bu halk hakkında tamamlanmış ilk öyküsünün kişileridir.

1924 güzünde Howard, mağara adamları hakkında bir öykü olan Spear and Fang ’ı Weird Tales’e sattığında ilk edebi çıkışını yapar. On sekiz yaşındayken, yaklaşık üç yıldır profesyonel dergilere öykülerini göndermekteydi ve bu ilk satışıydı. Derhal peşine düştü. Kurgusallaştırdığı otobiyografik romanı Post Oaks and Sand Rough’a göre, “Aklının gerisinde neolitik insana bir methiye arzusu duruyordu – erken çocukluğunun bazı hayali öykülerinden bir kalıntı. Böylece [Spear and Fang]’ın peşine Britanya’nın erken döneminde geçen vahşi bir öyküyle [The Lost Race] düştü.” Öykü ona Weird Tales editörü Farnsworth Wright tarafından geri gönderilmiştir: “[The Lost Race]’ye gelince, onda birkaç hata bulunmuş, çok fazla hayali kalmış ve bazı önemli olgular açıklamasız bırakılmış… Her nasılsa editör eğer önerdiği değişiklikler ve eklemeler yapılırsa öyküyü almaya hazır olduğunu itiraf ediyor.” (Post Oaks and Sand Roughs, p. 35; Howard hafifçe değiştirilmiş başlıklar kullanmıştır; Talon ve Bow ve The Forgotten Race gibi.)

“[The Lost Race]’yi yeniden yazmayı düşündüğü zaman kalbinin sıkıştığını hissettse” de Wright tarafından istenen değişiklikleri yapar ve öykü ikinci satılan, dördüncü yayınlanan öykü olur; dergide Ocak 1927 sayısında yayınlanır.

The Lost Race, Spear and Fang gibi, içinde nispeten az “Acayiplik” bulunan düpedüz bir macera öyküsüdür. Cororuc adında bir Briton, taş aletlerle donanmış ve kürkler giymiş ufak tefek, esmer tenli adamlardan bir grup tarafından ele geçirildiğinde, Cornwall’dan doğuda biryerlerde bulunan evine seyahat etmektedir. Onu uçsuz bucaksız bir mağarada, liderleri olduğu belli olan adamın önüne getirirler; bu halkın Pictler olduğunu öğrendiği inanılmaz yaşlı bir adamdır bu. İnanamaz: “Pictler!... Onlarla Caledonia’da savaştıydım… Onlar kısa ama iri ve biçimsizler, size benzemiyorlar!”, “Onlar gerçek Pictler değildir,” der ihtiyar ona. Sonra da yukarıda parantez içine aldığımız ‘kayıp kavim’in öyküsünü anlatır.

Cororuc, ihtiyarın ona ve tüm Keltlere karşı aşikâr olan nefretinden şaşkındır.

Bu halkın insan bile olduğundan bütünüyle emin değildi. ‘Küçük Ahali’ olarak onlardan epey şey işitmişti. Yaptıklarının öyküleri, insan kavminden nefretleri ve kincilikleri geldi aklına. Çağların gizemlerinden birine bakmakta olduğunun pek az farkındaydı. İhtiyar Gael’lerin anlattığı Pict öyküleri daha şimdiden çarpılmış, çağdan çağa daha da çarpılmaya başlayarak, elfler, cüceler, troller ve perileri doğurmuştu… Tıpkı Neanderthal ucubelerinin goblinler ve ogreler öykülerini doğurduğu gibi.”

Bu Pict öyküsünün içinde (elbette ki, Howard’ın tutkulu yoğunluğu hariç) Scott Elliot’un kitabında bulamadığımız pek az şey buluruz. Öykülere gelince, Cororuc’un duyduğu daha şimdiden çarpılmaya başlamış öyküleri Scott Elliot’ta buluruz. “Epey büyük sayıda dev öyküleri muhtemelen bulanmış ve Britanya’yı istila eden ilk Pictler tarafından görülmüş uzun boylu, kızıl saçlı mağara adamları geleneğiyle karışmıştır… Fakat epey sonraki bir dönemde fatih Pict’in kendisi Gael Keltleri tarafından yenilmiştir. O zaman bunun çarpılışı da kindar bir gnom ve taştan okları epey korkutucu olan esmer ufak bir cüceye dönüşmek olmuştur… ‘Küçük Ahali’nin –uzun yıllar boyu yeraltındaki evlerinde yaşamayı sürdüren- ufak tefek esmer Pictler olması hiç olanakdışı değildir…” Bu fikrin kökeni Scott Elliot değildir elbette. Sayısız tarih yazarları o peri öyküleri ve efsanelerin bir tür tarihsel gerçek temelinde olduğunu ortaya koymuştur.

The Lost Race, Weird Tales tarafından Ocak 1925’te kabul edilmiştir. (İki yıl sonrasına dek yayınlanmamıştır) Bir yılı aşkın süre sonra, Weird Tales Editörü Wright Men of The Shadows’u reddettiğinde sonraki Pict öyküsünün ortaya çıktığını görürüz. Wright şöyle der:

MEN OF SHADOWS’u baştan sona dek beğendim, oysa korkarım onu WEİRD TALES’te kullanamam. Açılış sayfasındaki enerji dolu aksiyona rağmen bir öyküden pek az şey var onda. Daha ziyade bir kabilenin tarihçesi, bir kavmin evriminden bir resim o; bir kişisel çatışma öyküsünün merak ve heyecanı ile dramanın sahip olması gereken umut ve korku eksikliği var.”

Bu, şimdiye dek bildiğimiz kadarıyla Bran Mak Morn’u anlatan ilk tamamlanmış öykü ve Wright’in “Bu çok az öyküsel,” yorumu, gösteriyor ki, Howard’ın Pict konseptini anlamaya çalışanlar açısından, bilge bir büyücü aracılığıyla anlatılan kavmin uzun tarihiyle birlikte çok önemli bir çalışmadır bu. Burada “Akdenizli” kavmin öyküsünün üstüne yeni unsurlar eklendiğini keşfederiz.

“Men of the Shadows” Hadrian Duvarı’nda konuşlanan Romalı lejyonlarıyla hizmet eden sarı saçlı bir Norveçli tarafından anlatılır. Daha şimdiden The Romance of Early British Life’nin aynı zamanda Caledonia’da hizmet eden bir Loma Lejyonerinin öyküsünü anlattığına da dikkat edelim; gölün yanındaki vakada anlatıcımızın son iki arkadaşı kendisini suya gömmüş bir Pict tarafından mızraklanıyor. Belli ki, Elliot’un kitabındaki hadisenin benzerini aksettiriyor bu.

Anlatıcı Pictler tarafından ele geçirilir ama bilincini kazandıktan hemen sonra önüne götürüldüğü liderlerinin talimatıyla öldürülmekten esirgenir. Şef Pictlerden “Halkım olarak” söz edince Norveçli itiraz eder. “Ama sen bir Pict değilsin!”, “Ben bir Akdenizliyim,” diye cevaplar şef.

“Kimsin sen?”

“Bran Mak Morn.”

“Ne!” Bir canavar, iğrenç, deforme bir dev, ırkının kalanıyla uyumlu vahşi bir cüce bekliyordum ben.

“Sen şunlar gibi değilsin.”

“Kavmin olduğu gibiyim ben,” diye karşılık verdi. “Şefler soyu Kavm-i Kadim’den kadınlar için dünyayı arayarak çağlar boyunca korudu kanının saflığını
.”

Demek ki kavmin kalanı yozlaşmışken, Bran safkan Picttir. (The Lost Race’deki ihtiyar Kaledonya Pictlerinin ‘gerçek Pict olmadığını’ söylemiştir) Scott Elliot ve The Lost Race’nin ikisinde de Pictlerin Keltler tarafından batı ve kuzeyin vahşi tepelerine sürüldüğünün ima edildiğini hatırlayalım, Kaldı ki vahşi öncelleriyle evlilik bağları kuran ve canavar cüce kavmine dönüşen Pictlerin kendileri de daha erken dönemdeki kızıl saçlı mağara adamlarını sürmüştür. Şefler soyu “Kanlarının saflığını korumuş” olduğundan Bran kavmin bir zamanlar olduğu halini sunar. Sadece Silurian Pictleri ile alakasının ne olduğunu merak ederiz, zira Howard buna açıklık getirmemiştir.

Norveçli daha sonra Bran ve bilge büyücü arasında bir irade yarışması olduğu anlaşılan bir karşılaşmanın tanığıdır, “Gözler ve arkasındaki ruhlar arasındaki bir dövüş”tür bu. Bran kazandığında ihtiyar dinleyiciler için kavminin tarihini anlatır ve Pictlerin öyküsünün üstüne eklemlenen bazı dikkat çekici yeni unsurlar keşfederiz. Başlangıçta “Meçhul bir Kabile” olduklarını; kökenleri de şimdi Kuzey Amerika olarak bildiğimiz kıtanın kuzeybatısında bir yerlerde olduğunu öğreniyoruz. Hayvan Adam’lar (Neanderthallar) onlardan önce gelse de, insanoğlunun “İlk Kavmi” dir onlar. “İkinci Kavim” Lemurialılar, “Üçüncü Kavim” Atlantisliler (Ki aynı zamanda Cro-Magnonlar olarak tanımlanırlar), “Dördüncü Kavim” ise Keltlerdir. Hayvan adamlar (ki ‘ren geyiği insanları’ ismiyle tanımlanan kızıl saçlı vahşiler olabilirler) önce Meçhul Kabile’nin önünde güneye kaçmış, sonra bir ada zinciri üzerinden Afrika’ya, sonra da Avrupa’ya geçmişti. Pictler (ya da Meçhul Kabile) önce orijinal yurtlarından, oranın güneydoğusundaki adalara göç etti, sonra da bir tufan (şimdi dağ zirveleri olan) adalarını yok edince doğuya kaçtı, sonra da Buzul Çağı esnasında Güney Amerika’ya göç ettiler. Oradan da Atlantis’e doğru devam ettiler. (Cro-Magnonları Avrupa’ya sürdüler, onlar da Neanderthal hayvan adamları yerlerinden etti.) Her iki taraf için ölümcül olan bir çatışmanın peşinden Meçhul Kabile’nin bir kısmı Afrika’ya göç etti. Bundan sonra da öyküleri tarihi dönem tarafından takip edilmektedir.

Bunlar birkaç kaynaktan türetilerek ortaya çıkan yeni unsurlardır. “İlk kavim ve halefleri, 19. Yüzyılda Madame Helena Blavatsky tarafından kurulan yarı dini bir hareket olan Theosophy’den kaynaklanır. Blavatsky’nin çalışması yarı oryantal din ve felsefesinin pozitif bilim ve antropolojiyle hatalı şekilde birleşmesinden (ya da daha sık olarak, onun bilime karşı atıp tutmalarından) oluşan umutsuz bir yahnidir. Saf fantezi yağmurlarından söz etmeyelim ama devasa bir hayran kitlesini de çekmiştir. Mümkündür ki, Howard Madame Blavatsky’nin insanlığın “Kök Kavim” ve “Alt Kavim” teorilerini okült edebiyatla hemhal dostları aracılığıyla veya tali kaynaklar vasıtasıyla öğrenmiştir. Blavatsky’in kendi çalışmasını okuduğu belli değildir; zira ne çoğu ayrıntılarda onun kavim tanımlamalarını (Onun gülünç fiziksel tariflerini ise hiç) izler, ne de onun fikirlerinin herhangi birine doğrudan göndermede bulunur.

Bu fikirlerin göründüğü başka bir kaynak da, Britanyalı Folklorist Lewis Spence’nin özellikle The Problem of Atlantis (1924) ve Atlantis in America (1925) çalışmaları olsa gerek. Bu çalışmalarda Spence jeolojik, botanik, antropolojik ve başka belirtileri koca bir kütle halinde bir araya getirip, klasik kaynaklardan açıklamalarla birleştirerek, Atlantik okyanusunda evveliyatta bir Atlantis kıtasının varlığını kanıtlama girişiminde bulunur. Sürüyle kültürün folklorü üzerine bilimsel incelemeler yazmış olan Spence, tüm bunları yeterince ikna edici şekilde yapabiliyordu; en azından özel bilimsel bir bilgiye sahip olmayan yahut (görünüşe göre bizzat kendisi gibi) ikna olmak isteyen okurlar için. Kitapları, okültistlerinkinden çok daha büyük bir akla yakınlığa sahipti.

Spence’nin tezi, kısaca Güney Avrupa’da Cro-Magnon’ların ‘Ani’ görünüşüne ve daha erken geçiş dönemlerine dair bilinen hiçbir kanıtın olmadığına, kültürlerini Avrupa veya Afrika’dan başka bir yerde kazanılmış olması gerektiği varsayımına dayanır. Ortak bir kültür kompleksinin Afrika aracılığıyla, Avrupa ve Amerika’ya kabaca aynı dönemde yayıldığını göstermek için muazzam bir antropolojik veri kütlesini birbirine bağlamayı dener. Bu kültürün kökenlerinin, bu kültürlerin yaklaşık orta noktasında, artık arkeologlar tarafından erişilebilir olmayan bir yerde olması gerektiğini ima eder: Atlantis. Cro-Magnon insanı ve kültürünün kaynağı olarak Atlantis tanımlamasının kökeni Spence’de görünüyor ve gördüğümüz kadarıyla Howard da Atlantislileri Cro-Magnonlar olarak tanımlıyor. Amerika’da Atlantis, onun tezi için Amerikan kanıtları üzerinden daha da ayrıntılı bir hale geliyor ve evvelden Pasifik’te bulunan bir kıtanın varlığına dair başka yazarlar tarafından ileri sürülen kanıtların kısaca dış hatlarını sunan “Lemuria’nın Analojisi” bölümünü içeriyor. Howard bu fikirlerle The Lost Race (Ocak 1925’te kabul edildi) ve Men of the Shadows (Mart 1926’da reddedildi) yazılışları arasında karşılaşmış olmalıdır.

1925 sonlarında Howard The Isle of The Eons adını verdiği bir öyküye başlar. Düpedüz hoş bir aksiyon olan öykünün ilk 26 sayfasını o ay içinde yazdığı bellidir, sonra öyküyü bir süre bir tarafa bırakır. Sonra 1916 başlarında Men of Shadows’u da yazdığı sırada da öyküyü yazmaya geri döner. Öyküyü buraktığı yerden alarak 17 sayfa daha yazarak toplam 43 sayfaya ulaştırır ve bir kez daha bitmemiş halde bırakır. Bu taslağa 1927 veya 1928’de bir kez daha geri dönecek, 1929’da iki taslak daha yazacaktır.

İlk taslağın 1926 bölümü, ad verilmemiş “Hollandalı”nın üstünde o ve onun ortağının sıkışıp kaldığı bir Lemuria kalıntısı bulunan adada buldukları bazı hiyeroglifleri deşifre etmesiyle sona erer: “Lemuria Pasifik’te, Atlantis Atlantic’dedir… der Von Kaelmann hep… Cro-Magnon halkının ataları olan Atlantisliler henüz maymunken, onların büyük bir medeniyetleri vardı.” [Almanca İngilizce melezi bir dille yazılmış Çn.] (Yayınlanmamış taslak’tan shf. 43).

Howard’ın The Isle of the Eons üstünde çalışmaya, içinde bu yeni fikirleri rafine edip dönüştüreceği Men of the Shadows’u yazmak için son vermesi mümkün, belki de daha muhtemel görünüyor.

Aynı zamanda The Isle of the Eons’un 1926 bölümünün adada bulunan, orta ve güney Amerika’da anıt ve kentlere sürüyle atıfları içeren ve kıyaslanan yapılarla harabeler hakkında yeni bilgiler sağladığına da dikkat çekebiliriz. Spence, Kolomb öncesi güney ve Orta ve güney Amerika kültürlerini konumlandırırken, Lemuria’ya epey borçlanır, Howard’ın The Isle of the Eons’taki yeni malzemesi için kaynağı, Spence değil, 1885’te yayınlanan, bir kopyası Howard’ın kütüphanesinde bulunan E.A Allen’in The Prehistoric World: or, Vanished Races gibi görünüyor.

Bu kitapta Howard sadece The Isle of the Eons’ta kullanabileceği isim ve tarifleri bulmaz, aynı zamanda şüphesiz Pictlere ilgisini göstermeye yönelten birkaç bölüm de bulur. Bölüm 6 örneğin, “Avrupa’da Neolitik Çağ” a, özellikle de “Turanlılar’a ayrılmıştır. “Pict” sözcüğü kitapta görünmez ama tarih, gelenek, linguistik ve etnolojinin desteklediği, Tüm Avrupa’ya zamanımıza Basklılar, Finler, Estonlar, Laponlar ve daha ufak kabileler halinde gelen Mongol (Turanlı) kavminin Tüm Avrupa’ya yayılmış olduğu tarihöncesi zamanlara dair kanıları kurduğunu okuyabiliriz. Fiziksel tariflerine gelince, yazarlar zaten bahsettiğimiz “ufak yapılı, esmer çehreli, oval yüzlü– savaş ve avla yaşayan, yine de kaba bir tarım sistemine sahip olan bir insan ırkı” oldukları üzerinde birleşirler.

Allen’in kitabı elbette ki Atlantisli veya Lemurialıların Pictlerle olası bağlantısından hiç söz etmez, Turanlıları da Amerika’dan gelen “İlk Kavim” olarak tarif etmez. Howard, buna rağmen Allen’in bazı kanaatlerini kendi sonuçları için kullanmakta tereddüt etmez. Örneğin, Allen onuncu bölümünü Amerika’nın gizemli “Höyük Yapıcıları”na tahsis eder ve gizemli bir büst höyüğüne dair şu yorumları sunar:

Bu durumda, her nasılsa neredeyse tüm gözlemciler bunun bir dini çalışma olduğuna karar verir. Mr. Mac Lean, bu üç figürü tarifinden sonra şu soruyu öne sürer. ‘Kurbağa yaratılış’ı, yumurta durgunluğu, yılan da doğanın yıkıcı gücünü mü tasvir ediyor? Kurbağa biçimli figürün varlığıyla tanışmamış olsa da, Kadim Alem’in esatiri içinde böyle önemli bir rol oynayan yumurta ve yılan kombinasyonuyla karşılaşmış olanlar birkaç kişiden azdır. Biz Yılan’ın birçok ilkel ulus arasında baskın bir sembol olan yumurta veya küre çemberiyle ayrı veya kombinasyon halinde olduğunu anlatırız.”

Howard bunu, America, Atlantis ve Pictler arasındaki efsanevi bağlantıyı bu şekilde takviye ederek, Men of Shadows’ta resmeder.

İhtiyar ateşten alev alev bir demir aldı ve inanılmaz çevik hareketle bir çember ve üçgen çizdi havaya. Tuhaf şekilde gizemli havada uçuyor gibi göründü bir an için. Bir ateş çemberi…

Ezeli çember,” dedi büyücü monoton bir sesle. “Ebedi çember. Ağzındaki kuyruğuyla evreni kuşatan Yılan. Ve Mistik Üçlü. Başlangıç, durağanlık, bitiş. Yaradılış, durağanlık, yıkım. Yıkım, durağanlık, yaradılış. Kurbağa, yumurta, yılan… Yılan, yumurta ve de kurbağa

Bran ve büyücü arasındaki irade çatışmasını tasvir ederken Howard, iki adam arasında güç için kişisel bir çatışmadan daha fazlasını ima eder. Daha ziyade ikili arasında görünmeyen güçlerin kendilerini dünyanın üstüne salmaya çabaladığı odak noktalarıdır. “Büyücü Taş çağı simgesiydi, şef yaklaşan uygarlığın, Pict kavminin kaderi belki de bu mücadeleye bağlıydı.” Büyücü eğer kendisi kazanırsa, “Yılanların yeniden çörekleneceği” uyarısı yapar Bran’a: Yılan, Howard’da mutad olduğu üzere düşmanla, yıkımla bağdaştırılır. Bran ise tam tersine “Yaklaşan uygarlıkla” çağrışım yapar.

Men of Shadows ve daha erken dönem piyesinde Bran Mak Morn’da Bran’dan bir şef olarak söz edildiğini fark etmek ilginçtir. Krallık teması 1926’da ve Kull öykülerine kadar görülmez, görebildiğimiz kadarıyla “Yaklaşan Uygarlık” a doğru bir adım, bunu ilk belirtisidir. Bran Mak Morn’u yeniden, bu kez bir kral olarak görmeden önce neredeyse tam dört yıl geçecektir. Pictlerle sonraki buluşma Kull öyküleri içindedir.

Kull serilerinin Pictleri, Kadim Valusia Krallığının barbar müttefikleridir. İlk yayınlanan, Howard’ın 1926 yazı ve Eylül 1927 arasında fasılalı olarak üstünde çalıştığı Kull öyküsü The Shadow Kingdom’da Valusia kralı olarak onların en önemli müttefiki olsa da Kull’un bir Atlantisli olarak “Tüm Pictlerin kalıtsal düşmanı olduğunu öğreniriz. O ve Pict savaşçı Brule, ilk karşılaşmalarında “resmiyet pelerinlerinin altında kaynayan olağan kabilesel düşmanlıklar” tarafından mimlenseler de, bu serilerde hızla dostlar haline gelecek, Brule defalarca Kull’un yaşamını kurtaran olacaktır. Kull öyküleri, Atlantis ve Lemuria’nın yok olduğu varsayılan büyük tufandan epey önceki hayali bir geçmişin uzak girintilerinin içinde kurgulanmıştır. Bu yüzden erken dönem öykülerinin “Tarihsel Dönem” Pictleri, şimdi Howard tarafından bir bağlantı yoluyla sadece “evvel zamanlar”la değil, Kull ve daha sonra Conan’ın eyleme geçeceği fantastik maceralar dünyasına uyarlanacaktır. Howard, çoğu 1927 ve 1929 yılları arasında yazılmış 10 Kull öyküsünü (sadece bir sahne arkası karakter olduğu iki öykü de dahil) ve bir şiiri tamamlamış, bitiremediği üç öyküye başlamıştı. Bunlardan sadece üç öykü, (birincisi Exile of Atlantis, diğer ikisi de, Kull’un perde arkasında olduğu iki öyküdür) ve şiir Mızrak Katili Brule ve Pictleri içermez.

1928’de bir ara Howard, içine başka bir yazardan esinlendiği ve karışıma eklediği Pictleri anlatan The Little People başlığı altında bir öykü yazdı. Modern zamanda geçen bu öyküde, Costigan adındaki Amerikalı bir erkek ve kızkardeş, bir Avrupa turu kapsamında İngiltere’dedir. Genç kızkardeş, ağabeyinin “Gizem edebiyatının bir başyapıtı” olarak değerlendirdiği Artur Machen’in The Shining Pyramid’i için “aptalca” diye hoşnutsuzluğunu açığa vurduğunda, Costigan ona Pictlerin aslen The Romance of Early British Life’de ana hatları çizilen öyküsünü anlatarak konferans verir. Faket Machen’in The Shining Pyramid referansı, Galli yazarın The Little People konseptini aldığını ve ona kendi Pict konseptini eklediğini getirir akla.

The Shining Pyramid’de iki İngiliz, genç bir kadının civardaki köyden şaşırtıcı kayboluşunu soruşturur ve nihayetinde kadının iğrenç bir yer altı sakinleri ordusu tarafından bir kurban töreninde yakılarak öldürülüşünün korku içindeki tanıkları olurlar: “İnsan şeklinde mahlûklardı ama çocuklar gibi bodurdular, kötülük ve anlatılmaz şehvetlerle yanan badem gözleriyle yüzleri iğrenç şekilde çarpıktı.” Tenleri “Korkunç bir sarı” olarak tarif ediliyor, birbirleriyle “Dehşetengiz fısıltılarla” konuşuyorlardı. Dostu Vaughan’a onları o korkunç sahneye götüren sonuç zincirini açıklarken, Dyson şöyle diyor:

Halkın Annie Trevor’un kayboluşu hakkında ‘Periler tarafından kaçırılmıştı’ dediklerini hatırlıyorum… Ve perilerin eski adı ‘ufak ahali’nin gelişi ima ediliyor, kuvvetle muhtemel inanç, ülkedeki mağara sakinleri olan tarihöncesi Turanlı sakinlerin geleneğini tasvir ediyor: Sonra da bir şokla farkına vardım ki, bir metre yirmi santimin altında, karanlıkta yaşamaya alışmış, taş aletlere sahip ve Mongol yüz ifadesiyle tandık bir mahlûka bakmaktaydım!”

Howard’ın Ufak Ahali’yle Pictleri birbirine bağlaması, bir zamanların mağrur Pict kavminin neticede biçimsiz yer altı canavarlarına dönüştüğünü akla getirir. Bu fikir, çok yakında başka bir dönüşüm geçirecektir.

1930 baharında Howard, dört yıldır ilk kez, Weird Tales editörü Farnsworth Wright’e Kings of the Night ve The Dark Man öykülerini satarak Bran Mak Morn’a geri döner. Evvelce Bran Gael ve Norveçli güçlerini Romalılara karşı belirleyici olacağını umduğu bir savaşta Pictlerine katılmaları için bir araya getirmiştir. Fakat Norveçli lider ölmüş, adamları onları yönetmek için “Ne Pict, ne Gael, ne de Briton olmayan bir Kral” diye dayatarak Bran’ı da, Gael Cormac’ı da izlemeyi reddetmektedir. Bilge büyücü Gonar’ın büyüsü vasıtasıyla sahneye Valusia kralı Kull çıkar ve Norveçlilerin liderliğini alır. The Dark Man’da, Howard’ın İrlandalı sürgünü Turlogh O’Brien, Bran Mak Morn’un oluşturduğu Pict ulusunun kalıntıları için bir tanrıya dönüştüğünü öğrenir. Bu zamanlardan kalma kısa bir Bran Mak Morn öyküsünün sinopsisi de Howard’ın kağıtları arasında bulunmuştur aynı zamanda: bu sahiden de her iki öykünün tamamlanışından önce yazılmış olmalıdır ve Howard’ın Bran hakkında düşüncelerinde açık bir değişim sunar zira büyük oranda Carausius cinayetini (Howard “ İ.S 296 ve 300 yılları arasıdır” diye belirtir) izleyen dönemde, iktidarı kendileri için ele geçirmek isteyen Romalı komutanların entrikaları ile ilgili bu sinopsiste, Bran önce “Cruithni Pictlerinin şefi” olarak tanımlanır, sonra da “Pict Kralı” olarak. Bran Mak Morn ve Men of the Shadows’ta “Şef” olarak tanımlanmasına rağmen, Kings of the Night ve The Dark Man’ın ikisinde de, Bran’dan Pictlerin “Kralı” olarak bahsedilir. Kings of the Night’te Bran’ın yükselişi “kendi çabalarıyla bir Kurt klanı şefinin aylak oğlu pozisyonundan, fundalık kabilelerinin büyük oranda birleştirmek zorunda kalmış, şimdi de tüm Kaledonya üstünde krallık hakkı iddia etmekte” şeklinde tasvir edilir. Bu öyküde anlatılan savaşın, “Onun krallığı altındaki Pictler ve Romalılar arasındaki ilk meydan savaşı” olduğu, Bran’ın kariyerinin böyle başladığı söylenir.

Howard bu öyküde, Kull’un hayali tufan öncesi dünyasıyla kendi tarihsel dünyamızı berrak şekilde bağlar. Büyücü Gonar, Bran’a Mızrak Katili Brule’nin bir torunu olduğunu söyler ve Valusia, Atlantis ve Lemuria’yı etkileyen tufandan sağ kalan Pictlerin Keltler tarafından kovulup, yeniden “Vahşetin içine savrulmadan” önce uygarlık basamaklarını nasıl yeniden tırmandıklarını anlatır. “Şu an Kaledonya’daki,” der, “Bir zamanların kudretli bir kavminin son direnişidir. Ve biz değişiyoruz. Halkımız Adalar’a gelmeden önce kuzeye sürdüğümüz daha eski bir çağın vahşileriyle karıştı ve şu anda senin gibi şefler dışında Bran, bir Pict tuhaf ve bakılması tiksindirici bir şey.

Kings of the Night’ten yaklaşık sekiz yüzyıl sonra geçen The Dark Man, Pictleri birleşik bir ulus haline gelmeye zorlayan ve onları Duvar’ın güneyindeki Romalıları tutmalarını mümkün kılan Bran’ın ilk zaferini berraklaştırır. Nihayetinde boşunadır bu.

Bran Mak Morn, savaşta öldü; ulus dağıldı. İç savaşlarla sallandı.. Şimdi kurtlar gibi darmadağınık adalar arasında, Galloway’ın yayla kayalıkları ve alacakaranlık tepelerinde yaşıyoruz. Biz solmakta olan bir halkız. Geçip gidiyoruz.

Bazı yorumcular, Howard’ın şiiri The Song of a Mad Minstrel ve Rudyard Kipling’in Puck of Pook’s Hill kitabındaki A Pict Song arasında güçlü bir benzerliğe dikkat çekerler ki Kipling’in Maximus’un hükümdarlığı döneminde Britanya Roma Parnesius’u ve Pictlere ve Norveçlilere karşı Hadrian duvarını tutma savaşına dair o kitabının, Howard’ın Bran Mak Morn öyküleri üstünde bir etkisi olabileceği geliyor akla. Bazı sağlam ayrıntıların varlığı yüzünden ayartıcı bir hipotezdir bu. Örneğin Howard’ın şiirindeki şu; “Ben ayaktaki dikenim, görüşteki bulanıklık, Kökteki kurtçuğum, gecedeki hırsız” satırları açıkça Kipling’in “Biz ahşaptaki kurtçuğuz, kökteki çürüme! Biz kandaki mikrobuz! Ayaktaki dikeniz biz!” dizelerini yansıtır. The Song of a Mad Minstrel’in Weird Tales’e 1930 Martında satılmış olduğunu, aynı ay Howard’ın Wright’e The Dark Man ve Kings of The Night’i sattığını göz önüne aldığımızda, tesadüften daha fazlasını düşündüğümüz için mazur görülebiliriz. Buna ek olarak, Kipling’in Parnesius öyküsünde Duvar’ı tehdit etmekte olan Pictlerle Norveçliler arasında, Maximus Gaul’da zafer kazanıp, beraberindeki lejyonların dönüşüne dek onu saldırılara karşı tutmak üzere geçici bir ittifak yaptırdığı olgusu, Howard’ın Bran Sinopsisinde dış hatları çizilen konuyu aksettiriyor görünmekte, tezi daha da güçlendirmektedir. Her nasılsa Kipling’in Pictleri (ki o da Machen gibi “Little People” olarak bahseder) Howard’ınkinden hayli farklıdır (“Pictler nadiren savaşır,” der Parnesius. “Altı aydır savaşan bir Pict görmedim. Evcil Pictler bize hepsinin Kuzey’e kaçtığını anlatıyor”) ve Howard öykülerinin ayrıntılarının hiçbiri, Kipling’inkiyle bir bağlantıyı ima ediyor gibi görünmez.

1930 yazı sıralarında Howard büyük gizem kurgucusu H.P. Lovecraft’la bir mektuplaşmaya girişir. İlk dönem mektupları arasında, doğrudan Howard’ın Pictlere takıntısını taşıyan bir tartışma vardır. Lovecraft, Akdenizlilerin gelişinden önce Britanya adalarında herhangi bir insan sakinler varsa, onların mağara adamları veya vahşiler değil, yalnızca “Bugün laponlar tarafından temsil edilen bir tür bodur Mongol kavmi” olabileceğine inanıyordu. Lovecraft şöyle yazar:

Keltlerin; peri ve cücelerin & Antropologların tüm Batı Avrupa’da bulduğu küçük insanlar, Pan, satirler, orman perileri vb, üreten masal çemberini en zinde şekilde paylaştığı doğrudur... Mongol ırkıyla temasın bulanık hatıralarına bağlı oldukları da… Bu sarışın Nordik Keltler Britanya’da Britanya ve İrlanda’da daha ufak tefek, daha esmer bir kavim buldu, zannedildiği üzere kısmen bu “Küçük Ahali” efsanelerinde bu kara yerlilerle teması ima eden bir eğilim vardır. Her nasılsa efsanelerin analizi ile açık şekilde kanıtlanamaz bu; zira bu türden efsanelerin başlıca karakterleri (veya bu karakterlerin izleri) paralel Kıta efsaneleriyle sürekli olarak ortak kullanılır. Küçük insanların, temelde itici, korkunç mesken alışkanlıkları yeraltındadır ve konuşmaları tuhaf bir tür fısıltı izlenimi verir. Artık bu mahlûk türünün Akdenizli olduğu ileri sürülüyor—ki Nordik bakış açısından anormal ve itici değildirler (Yüzleri hayli benzer varlıklardır) yer altında da yaşamazlar; dilleri (muhtemelen sadece protohamitik, hamitik veya semitik kabul edilebilen kayıp bir kol) pek az tıslamaya benziyor gibi gelir kulağa.”

Howard cevaplar:

Mongol yerlilere dair yorumlarınız ve Batı Avrupa’nın peri öyküleriyle bağlantıları beni özellikle ilgilendiriyor. Meseleyi fazla da sorgulamaksızın efsanelerin daha erken Akdenizlilerle temas üstünde temellenmiş olduğunu varsaymıştım; gerçekten de birkaç yıl önce Weird Tales’te görünen bu faraziye üstüne bir öykü yazdım – ‘The Lost Race.’ Bir mongol kavminin Küçük Ahali mitlerinden sorumlu olması gerektiğine dair uyarılarınızın gerçekliğini görmeye hazırım, içtenlikle de bu bilgi için size teşekkür ediyorum.”

Howard neredeyse derhal bu yeni “bilgi”yi bu mektuplaşmadan iki aydan kısa bir süre sonra Weird Tales’e Ekim 1930’da sattığı The Children of the Night’te kullanıma sokar. Bu öykünün açılış sahnesinde, birkaç bilim adamı, Conrad adında bir adamın kütüphanesinde bir tartışma seansı yapmaktadır. Tartışma Von Junzt’un the Nameless Cults’üne (Meçhul Kültürler Ç.n) ve yazarın hala aktif olan “Bran Kültü” savuna döner.

“…Fakat Von Junzt Pictlerden söz ederken özellikle, Britanya’ya neolitik kültürü getiren Akdenizli kanından, ufak tefek, esmer, sarımsak yiyicileri kastediyor. Gerçekte, o ülkenin toprak ruhları ve goblin masallarının doğmasına yol açan ilk yerleşimcileri.”

“Şu son beyanı kabul edemem,” dedi Conrad.”Bu efsaneler deforme ve görünüşleri insanlıkdışı karakterleri tarif ediyor. Aryan halkları arasında Pictlere yönelik korku ve tiksinti duygusu yaşandığına dair hiçbir veri yok. Ben inanıyorum ki, Akdenizliler, gelişim basamağında epey alçakta bir Mongoloid tipin selefleriydi. Bu yüzden öyküler—”

“Oldukça doğru,” Kirowan araya girdi, “Fakat ben onların Britanya’da olduğunu söylediğin Pictlerin selefi olduğunu pek düşünemiyorum. Kıtanın her tarafında trol ve cüce masalları buluyoruz, ben de Akdeniz ve Aryan halklarının bu masalları kendileriyle birlikte Kıta’dan getirdiğini düşünme taraftarıyım. Şu erken Mongoloidlerin, aşırı derecede insanlıkdışı görünüşe sahip olsalar gerek
.”

Bu noktadan sonra, Howard’ın yeraltında yaşayan yozlaşmış kavmi, The Little People’de olduğu gibi, artık Pictlerle ilişkilendirmez. Gerçekte Children of the Night’te anlatıcı O’Donnell, Aryara olarak geçmiş bir yaşamı hatırladığı vakit, halkının ‘The Children of the Night” dediği tiksindirici bir kavimden söz eder. “Bir zamanlar bu ülkeyi istila edip ele geçirmişlerdi ve şimdi çatıştığımız, onlardan bizim kadar vahşice nefret edip tiksinen esmer, vahşi, ufak tefek Pictler tarafından gizlilik ve karanlığa sürülmüşlerdi.

1931’de yazılan People of the Dark’ta Howard The Little People ve Children of the Night’in aynı olduğunu berraklaştırır. Bu öyküde aynı zamanda tapındıkları bir nesneyi öğreniriz:

Odanın ortasında zalim, siyah bir mihrap duruyordu. Arkasında insan kafataslarından bir kaide üstünde, gizemli hiyeroglifler kazınmış kara bir nesne duruyordu. Kara Taş! Britonların Gece’nin çocuklarının tüyler ürpertici ibadetlerinde önünde eğildiği ve kökeni iğrenç şekilde uzak geçmişin siyah sisleri içinde kaybolmuş eski, çok eski Taş. Bir zamanlar, diyordu efsane, müritleri Pictlerin okları önünde saman gibi sürülmeden önce, Stonehenge denilen zalim monolit çemberinde durmuştu.”

The People of Dark, Eylül 1931’de revizyon talepleriyle birlikte Strange Tales tarafından Howard’a geri gönderilmiştir. O tarih ve Şubat 1932 arasında muhtemelen öyküyü nihayet genellikle Howard’ın çoğu hayranı tarafından en iyi öykülerinden biri olarak kabul edilen Worms of The Earth’ta nihayet bir araya gelen unsurlarla öyküyü yeniden yazar.

H.P. Lovecraft, dostunu anarken şöyle der, “Bay Howard’ın öykülerinin böyle keskin bir şekilde öne neyin çıkardığını tarif etmek çok zor; fakat gerçek sır, onların her birinin içinde bizatihi oluşudur…” Howard’ın öykülerinin en iyileri, temelde karakterin bakış açısında odaklanmıştır. Bu Worms of the Earth’ın neden Bran Mak Morn öykülerinin açık ara en iyisi olduğunu gösterir: Bu Bran’ın içinde başka bir karakter tarafından görülmediği tek öyküdür. Howard öykünün kabul edilmesinden kısa süre sonra Lovecraft’a yazarken kendisi de farkındadır bunun:

Benim Pictlere ilgim daima bir parça fanteziyle karışmıştır – Onlarla ilgili İrlanda ve Highland İskoçlarında olduğu gibi gerçekçi bir mekân hissi duymayışım bundandır. Bu da fazla inandırıcı olmazdı; oysa onlar hakkında yazmaya başladığımda hala yabancı gözler aracılığıyla oluyordu bu – bu yüzden ilk Bran Mak Morn öykümü –ki haklı olarak reddedildi– Roma ordusundaki Gotlu bir paralı askerin aracılığıyla; asla tamamlamadığım ve içinde Bran’ı kâğıda ilk kez döktüğüm uzun, öyküleyici bir şiir halinde anlattım. Hadrian Duvarı’ndaki Romalı bir yüzbaşı aracılığıyla anlattım onu; “The Lost Race” de merkezi kişi bir Britondu; “Kings of the Night” te de bir Gael prensi. Sadece Wright tarafından kabul edilen son Bran öyküm “The Worms of The Earth’ta Pict gözleriyle baktım ve bir Pict’in diliyle konuştum!

Bunun aynı zamanda Howard’ın yazacağı son Bran Mak Morn öyküsü olduğu da ortaya çıkacaktır. Weird Tales editörü Wright’in Howard’a “Worms of the Earth’ı en kısa zamanda değerlendirmek istiyorum, zira bu sıradışı hoş bir öykü diye düşünüyorum” diye yazdığı mektupta (10 Mart 1932’de yazılmıştır) revizyon talebiyle iki öyküyü geri göndermiştir; bunlar Howard’ın sonraki üç yıl için kurgusunda hakim olacak, Conan adındaki Cimmerialı bir maceracının ilk öyküleri olan The Frost-Giant’s Daughter ve Phoenix on the Sword’dur. Pictler, elbette ki, Conan’ın tarihöncesi “Hyboria Çağı”nda da vardır: Bizzat Kull’un tufan öncesi Atlantislilerinin torunları olan Cimmerialıların kalıtsal düşmanlarıdır onlar. Pict kırsalları Aquilonia’nın batı sınırlarından denize dek uzanır ve Howard’ın en iyi Conan öykülerinden Beyond the Black River (Kara Nehrin Ardında ç.n.) o sınır üzerinde geçer. Pict karakterler aynı zamanda James Allison öyküleri arasındaki, Marchers of Valhalla ve Valley of the Worm adında ikisinde de yan roller oynarlar. Fakat Worms of the Earth’ta kendi iğrenç anlaşmasını yapan Bran’ın imi timi olmaz bir daha.

Bran Mak Morn’da Robert E. Howard’ın bir otobiyografik tasvirini görmek akıl çelicidir. Karakterlerinin başka herhangi birinden çok Bran halkı için ağır bir kişisel sorumluluk hissi uyandırır. Tıpkı Howard’ın yaşlanan ailesine, özellikle de yatalak annesine hissetmiş olduğu gibi. Bran da belki aynı Howard gibi soyunun sonuncusu, kendisinin son olduğunu hissedebilen tek çocuk olduğunu bilir. Howard da Pictlere ölümsüz bağlantısında ısrar edip şunları söylediğinde, bu bağlantıyı açık yüreklilikle kabul eter gibi görünüyor, “çocuklukta istediğim gibi biri olarak yetişmiş olsaydım, kalın, budaklı kollar, boncuk boncuk kara gözler, basık alın, iri çene ve düz, siyah saçlarla kısa boylu tıknaz olacaktım-benim tipik Pict konseptim.” Elbette ki, Howard, kara saçı ve gözleriyle ufak tefek, esmer yapılı özelliklerini paylaşsa da, Bran Mak Morn’un “Tipik Pict” ten farklılıklarını göstermek zahmetine katlanır. Bu, Howard’ın da dediği gibi (“Ben sarışınım ve orta boydan hayli uzunum”) en erken dönem karakterlerinin paylaştığı bu özelliklerin çoğunu daha da dikkat çekici yapacak şekilde kendi tipi değildir. Howard durumu örneğin, Bran’dan iki yıl önce yarattığı ilk karakter olan “Fiziksel olarak El Borak ile çarpıcı bir benzerliği olduğu”nu belirtir Bran’ın. Kurgusal otobiyografik romanı Post Oaks and Sand Roughs’da ikinci kişiliği, “Siyah bir Kelt”, “kara kuru,” “Karayağız bir genç” olarak tasvir edilmiştir. O da H.P. Lovecraft’a bir çocukken gördüğü, karakterlerin bu tarifle uyuştuğu bir rüyayı anlatır:

Uyuduğumu ve uyandığımı, uyandığım zaman da benim yaşlarımda bir delikanlı ve kızın yakınlarımda oynadığını gördüm rüyamda. Esmer tenleri ve kara gözleriyle ufak tefek, düzgün yapılıydılar. Kılıkları yetersizdi; bana tuhaf gelen bir şekilde onları şimdi bile hatırlıyorum ama o zaman tuhaf değildi bu, zira ben de onlar gibi giyinmiştim ve ben de ufacıktım ve özene bezene yaratılmış ve esmerdim… Şimdi rüyamdan uyandığımda, bu sahne benim için tamamen tanıdık, delikanlı ve kızın benim erkek ve kızkardeşim olduğunu da biliyorum; sadece bir uykudan uyanmışım da, doğal, günlük dünyama dönmüşüm gibi de değildi bu. Aniden rüyamda gülmeye ve erkek kardeşim ve kızkardeşime gördüğüm tuhaf rüyayı anlatmaya başladım. Onlara -eğer gerçekliğin içinde herhangi bir gerçek varsa –sahici uyanık yaşamımı neyin oluşturduğunu anlattım… Onlara düş görürken sahiden gerçek olduğunu zannettiğim ve kendimi başka herhangi bir şey bilmeksizin uyanık bir yaşamı yaşayan tıknaz, sarışın bir çocuk olduğumu zannettiğimi anlattım… (Howard’dan H.P. Lovecraft’a mektup, Aralık 1930 sıraları; Robert E. Howard: Seçme Mektuplar 1923–1930’dan shf. 77).

Howard’ın Pict karakterlerinden çoğu, başka bir ilginç özelliği paylaşır: onlar ya bir b/r veya g/r ünsüz örneğini paylaşan isimlere sahiptir. Tüm Pict şefleri b/r örneğine sahiptir: Bran, Brule (Kull öykülerinde), Berula (The Lost Race), Dulborn (The Ballad of King Geraint), Brogar (The Dark Man ve Tigers of the Sea) ve Brulla (The Night of the Wolf). Öte yandan daha “ilkel” Pictler, genellikle Grom, Gonar, Grok ve Grulk gibi g/r örneğini paylaşır, ya da her iki örneğe uygun olmayan isimleri. Her nasılsa b/r örneği sadece pictler için geçerli değildir: El Borak, Turlogh O’Brien, Iron Mike Brennon ve Steve Bender gibi karakterler de b/r ve kısa esmer çehre örneklerine ya da ikisine birden uyarlar. Pictler gibi hepsi de Howard’ın yazı kariyerinin erken dönemlerindendir. El Borak, belirtildiği üzere Bran’dan bile öncesine tarihlenmiştir.

Bu b/r örneği imaları, hatta ufak, esmer yüzlü karakterler tanımlaması neyi ima ediyorsa, sağlam ve kalıcı köklere sahip olabilir. Howard’ın onları “eski zamanlarla bağlantı aracı olarak” sahip çıkmaya götüren Pictlere hayranlığı da Pict kavmini keşfinden ve Bran’ı yaratmasından önceki, hatta El Borak’tan bile önceye tarihlenmesi muhtemel birşeyden kaynaklanıyor olabilir. Oysa o bu çehreleri paylaşan sürüyle karakteri yaratırken, nadiren onlara kendi bakış açısından karakterler olarak sahip çıkar (en erken El Borak öyküleri bile genellikle yanındakiler vasıtasıyla anlatılmıştır). Ta ki, güçlü duygusal bağlantısı ve Artık arkasından Bran öyküsü yazmadığı Worm of the Earth’taki becerisini birleştirmesi mümkün olana dek.

İlginç şekilde, o zaman, Worm of the Earth’tan sonra hiçbir Pict karakter b/r örneğine uymaz: Elimizde Conan serilerindeki Teyanoga (Wolves Beyond the Border; ilk taslağında adı “Garogh” tur) Zogar Sag (Beyond the Black River) var, bu öykülerde (ve The Black Stranger’de) Pictler ilkel, uluyan vahşilerdir: James Allison öykülerinde ise Kelka ile (Marchers of Valhalla) ve Grom (The Valley of the Worm) ile karşılaşırız, ikisi de Pictlerin orman sakinleri olarak göründüğü dönemde AEsir kahramanların kan kardeşleridir. Conan’dan beş yüz yıl sonra Hyboria krallıklarını devirip, bir imparatorluk kuran“Hyboria Çağı”nın yüce şefi bile esmer tenli, kara saçlı, kara gözlüydü ve adı “Gorm”du. Başka bir deyişle Worms of the Earth, Howard’ın Pictlerle sahici bir kişisel bağlantı hissettiği, “Pict gözlerinden baktığı, bir Pict’in diliyle konuştuğu” ilk ve son öyküymüş gibi görünüyor.


Çevirenin Notu: Bu yazı, ikisi de Howard literatürü uzmanı olan Patrice Louinet ve Rusty Burke'nin Bran Mak Morn/Son Kral'a eklenen bir makaledir. Rusty Burke aynı zamanda bu kitabın girişini de yazmıştır.
 
Son düzenleme:

direnc11

Yönetici
11 May 2009
10,078
36,676
İstanbul
Epey uzuncaydı. Hızlıca okudum. Hemen bir önceki çeviri gibi bundan da büyük keyif aldığımı söylemeliyim.

Hüseyin üstadımın Türkçeye hakimiyeti de metni daha okunur kılıyor.

Bir kez daha sakin sakin okuyacağım. Üzerinde konuşulacak çok şey var.

Teşekkür ediyorum, üstadım.
 
Üst