ROBERT E. HOWARD-EL BORAK ÖYKÜSÜ-TANRILARIN KANI

hüseyin aksakal

Onursal Üye
Çeviri & Balonlama
7 Eyl 2010
773
5,727
Kdz. Ereğli
Dostlar, epeydir buralarda bir şeyler paylaşmamış olmanın hicabını duyuyorum. Robert E. Howard'ın yarattığı ama Türkiye'de pek bilinmeyen karakterlerden El Borak'a ait bir öyküyü beğeninize sunarım. El Borak (Francis Xavier Gordon), Howard'ın yarattığı ilk aksiyon karakteridir ama nedense ömrünün son dönemine kadar okuyucuyla buluşmamıştır. Olgunluk döneminde yazıldıklarından entrika , karmaşa ve aksiyon hızı bakımından dikkat çekici, bazıları roman sayılabilecek uzunlukta öykülerdir. Türkçede ilk El Borak öyküsünü-ilginizi çekerse--burada okuyacaksınız.
Tüm diyardaşlara gönülden bir armağan olarak kabul etmenizi diler, sürç-i lisan için affınıza sığınırım.



TANRILARIN KANI
İlk Olarak Top-Notch Magazine,
Temmuz 1935 sayısında yayınlandı.​


I.PENCEREDEN BİR SİLAH ATIŞI

Küçük Azem kasabasının eteklerindeki o terk edilmiş kulübede, Hawskton’un ince dudaklarındaki hırıltı, gözlerindeki kızıl parıltı oldu Arap’ın zihnindeki dehşetengiz şüpheyi ilk uyandıran. Liderlerinin yüz hatlarını büken aynı zalim hırsla, tamamen hayvanca görünen diğer beyazların ona doğru eğilen esmer, asık suratlarına bakarken, şüphe kesinlik kazanmaya başladı.
Brendi bardağı Arap’ın elinden kaydı ve kara yağız teni küle döndü.
“Lah!” diye bağırdı umutsuzca. “Hayır! Bana yalan söylediniz! Siz dost değilsiniz—buraya öldürmeye getirdiniz beni—”
Kalkmak için gayrı ihtiyari bir hamle yaptı ama Hawkston gumbazının göğsünü demir bir pençeyle yakaladı ve onu yeniden kamp sandalyesine oturmaya zorladı. Arap, kendininkine doğru eğilen şahini andıran çehreden kıvranarak uzaklaştı.
“Canın yanmayacak Dirdar,” diye diş gıcırdattı İngiliz. “Bize bilmek istediğimizi anlatırsan tabii. Sorumu işittin. Al Wazir nerede?”
Arap’ın boncuk gözleri bir an onu tutsak eden kişiye sinirli bir şekilde baktı, sonra sağlam bedenin tüm gücü ve hızıyla harekete geçti. Ayaklarını yere dayayarak aniden kendini arkaya attı, kendisiyle birlikte sandalyeyi de devirdi. Gumbazın göğüs kısmındaki yıpranmış kumaşın yırtılışıyla birlikte, Hawskton’un elinden kurtuldu, seken bir lastik top gibi yeniden ayağa kalkan Dirdar, iri Hollandalı Van Brock’un pençeleyen kolunun altına dalarak, tek kapıya atıldı.
Fakat Ortelli’nin uzattığı ayağa takıldı, sırtüstü yuvarlandı ve kemerinden kaptığı kavisli bıçakla İtalyan’a rastgele vurdu. Ortelli bacağından kan fışkırtıp, bağırarak geri sıçradı ama Dirdar tam bir kez daha ayağa sıçrarken, Rus Kraktovitch, bir tabanca kabzasıyla arkadan sertçe vurdu ona.
Arap sersemlemiş halde yere serilirken, Hawkston elindeki bıçağı tekmeledi. İngiliz eğildi, abasının yakasından kavradı ve homurdandı: “Onu kaldırmama yardım et Van Brock.”
İri yarı Hollandalı itaat etti ve yarı baygın Arap henüz kaçtığı sandalyeye çarpar gibi oturtuldu. Onu bağlamadılar ama diğeri uzun bir silahın namlusunu doğrulturken, Van Brock, çelikten parmaklarını omzuna batırarak arkasında durdu.
Hawkston bir bardak brendi doğruldu ve dudaklarına iti. Dirdar mekanik şekilde yudumladı ve gözlerindeki donukluk kayboldu.
“Kendine geliyor,” diye homurdandı Hawkston. “Ona sert vurdun Kraktovitch. Kapa çeneni Ortelli! Lanet bacağına bir paçavra bağla da inlemeyi kes! Dirdar, konuşmaya hazır mısın?”
Arap tuzağa düşmüş bir hayvan gibi etrafına baktı, yırtık gumbazın altında cılız göğsü inip kalkıyordu. Etrafındaki taştan çehrelerde hiç merhamet bulamadı.
“Hadi lanet ayaklarını yakalım,” diye hırladı uyduruk bir sargıyla meşgul olan Ortali. “İzin verin o domuzun sıcak demirle—”
Dirdar ürperdi ve bakışı yakıcı bir ilgiyle İngiliz’i yüzünü araştırdı. Hawkston’un keskin zekâsı ve balyoz gibi yumruğu marifetiyle bu haydutların lideri olduğunu biliyordu.
Arap dudaklarını yaladı.
“Allah şahidim olsun, Al Wazir nerede bilmiyorum!”
“Yalan söylüyorsun!” diye terslendi İngiliz. “Çöle onu götüren gruptan olduğunu biliyoruz—hiç geri dönmedi. Nerede bırakıldığını bildiğini biliyoruz. Şimdi anlatacak mısın?”
“El Borak beni öldürür!” diye mırıldandı Dirdar.
“El Borak da kim?” diye gürledi Van Brock.
“Amerikalı,” diye terslendi. “Maceracı. Asıl adı Gordon. Al Wazir’i çöle götüren kervanı yönetiyordu. Dirdar, El Borak’tan korkmana lüzum yok. Biz seni ondan koruruz.”
Arap’ın değişken gözlerine yeni bir ışıltı yerleşti; hırs, zaten orada var olan korkuya karıştı. O boncuk gözler kurnazlaşıp zalimleşti.
“Al Wazir’i bulmak istemenizin sadece tek nedeni var,” dedi. “Gizli Yasak Shahrazar definesinden daha zengin bir hazinenin sırrını öğrenmeyi umuyorsunuz! Pekâlâ, farz edin ki size anlattım? Farz edin ki Al Wazir’in bulunabileceği yere dek size kılavuzluk bile ettim—beni El Borak’tan koruyacak mısınız—bana Tanrıların Kanı’ndan pay verecek misiniz?”
Hawkston kaş çattı, Ortelli ise bir küfür patlattı.
“Köpeğe hiçbir söz verme! Sadece ayaklarını yak! İşte! Demirleri ısıtayım!”
“Bırak onu!” dedi Hawkston bir küfürle. “İçinizden biri kapıya gidip nöbet tutsa iyi olur. O yaşlı iblis Salim’i, gün batımından hemen önce sokaklarda sinsice dolanırken gördüm.”
Kimse itaat etmedi. Liderlerine güvenmiyorlardı. O da emri tekrarlamadı. Şu an gözlerindeki hırs, korkuyu yenen Dirdar’a döndü.
“Bize doğru yolu gösterdiğini ne bilelim? O kervandaki her adam, Al Wazir’in gizlendiği yeri ele vermemek için yemin etti.”
“Yeminler bozulmak için edilir,” cevabını verdi Dirdar alaycı bir şekilde. “Tanrıların Kanı’ndan bir pay için Muhammed’e yüz çeviririm. Fakat Al Wazir’i bulsanız bile hazinenin sırrını öğrenmeniz mümkün olmayabilir.”
“İnsanları konuşturma yöntemlerimiz var,” Hawkston ona zalimce güvence verdi. “Becerimizi test mi edeceksin, yoksa bize Al Wazir’e götürecek misin? Sana hazineden bir pay vereceğiz.” Hawkston’un daha konuşurken sözünü tutmaya niyeti yoktu.
“Maşallah!” dedi Arap. “Tamamen ulaşılmaz bir yerde yalnız yaşıyor. Adını verdiğimde, en azından Hawkston efendi, ona nasıl ulaşacağını anlayacaksın. Ama sizi iki gün kazandıracak daha kısa bir yoldan götürebilirim. Çölde bir gün de sıklıkla ölüm ve yaşam arasındaki farktır.
“Al Wazir El Khour mağaralarında yaşıyor—ahhh!” Sesi bir çığlıkla bölündü, gözleri parlayıp, dişleri aralanarak, aniden çılgın bir dehşet imgesi halinde ellerini kaldırdı. Eşzamanlı olarak bir silah atışının sağır edici patlaması doldurdu kulübeyi. Dirdar göğsünü tutarak sandalyesinden devrildi. Hawkston hızla döndü. Pencerede dumanı tüten bir tabanca namlusuyla zalim, sakallı bir çehre ilişti gözüne. Sol eli, mumu masadan devirip, kulübeyi karanlıkta bırakırken, tam o yüze ateş etti.
Arkadaşları sövüyor, bağırıyor, birbirinin üstüne düşüyordu ama Hawkston şaşmaz bir kararlılıkla harekete geçti. Kulübenin kapısına atıldı, yoluna çıkan birini yana devirdi ve kapıyı hızla açtı. Yolun öbür tarafında gölgelerin içine doğru koşan birini gördü. Tabancasını kaldırdı, ateş etti ve adamın sallandığını, ağaçların altındaki karanlık tarafından yutulmak üzere düştüğünü gördü. Bir an eşikte, silahı kalkık halde, sol koluyla diğer adamların bodoslama koşusunu engelleyerek çömeldi.
“Çekilin lanet olasıcalar! İhtiyar Salim’di bu. Yolun karşısındaki ağaçların altında başkaları da olabilir.”
Fakat hiçbir tehditkâr figür görünmedi, ölüm sancıları içinde çırpınan—veya elleri ve dizleri üstünde kendini acı içinde sürükleyen— bir kişiye ait olabilecek bir ses haricinde hurma yapraklarının rüzgârda hışırtısına herhangi bir ses karışmıyordu. Bu ses de çabucak kesildi ve Hawkston temkinle yıldız ışığına çıktı.
Görünüşünü hiçbir silah atışı karşılamayınca, anında bir enerji dinamosuna dönüştü. Hırlayarak kulübenin içine geri atıldı: “Van Brock, Ortelli’yi al da Salim’i ara. Onu vurduğumu biliyorum. Muhtemelen şuradaki ağaçların altında ölmek üzere bulacaksınız onu. Hala nefes alıyorsa işini bitirin. O Al Wazir’in kâhyasıydı. Gordon’a haber götürmesini istemeyiz.”
Kraktovitch tarafından takip edilen İngiliz, karartılmış kulübenin içini el yordamıyla aradı, bir ışık yaktı ve yerde yatan figürün üstüne tuttu; açık, camsı gözleri ve kan akışının şimdiden kesildiği, yuvarlak, mavi bir delik görünen çıplak bir göğsü çıkardı ışık ortaya.
“Kalbinden vurulmuş!” diye sövdü Hawkston yumruğunu sıkarak. “İhtiyar Salim onu bizimle görmüş, neyin peşinde olduğumuzu tahmin ederek onu izlemiş olmalı. İhtiyar iblis, bizi Al Wazir’e götürmekten onu alıkoymak için vurdu—fakat sorun değil. El Khour Mağaralarına beni götürmesi için bir kılavuza ihtiyacım yok—Ee?” Hollandalı ve İtalyan girmişti.
Van Brock konuştu: “İhtiyar köpeği bulamadık. Çimlerin her tarafına kan bulaşmış gerçi. Sıkı darbe almış olmalı.”
“Bırakın gitsin,” diye hırladı Hawkston. “Ölmek için sürünerek bir yerlere gitmiş olmalı. En yakın meskûn eve bir mil var. O kadar uzağa dek yaşayamaz. Hadi! Develer ve adamlar hazır. Bu kulübenin güneyinde, hurma korusunun arkasındalar. İşe girişmek için tam planladığım gibi her şey hazır. Gidelim!”
Bundan kısa bir süre sonra, binekli figürlerden bir hat gecenin içinde hayalet gibi çölün batısına hareket ederken develerin toynaklarının yumuşak adımları ve koşum şıngırtıları işitiliyordu. Arkalarında, yıldız ışığında uyuyan El Azem’in düz çatıları Basra Körfezi’nden esen yelde kıpırdayan hurma yapraklarıyla gölgeleniyordu.


II. ISSIZLIĞIN MESKENLERİ

Yıldız ışığında rahatça at sürerken, elini ağır tabancasının yakınında tutan Gordon’un başparmağı kemerine rahatça takılıydı. Bakışı, yolun iki yanına sıralanan, enli yaprakları hafif yelde hışırdayan hurmaları dolaştı. Bir pusu veya bir düşmanın görünmesini beklemiyordu. El Azem’de kimseyle husumeti yoktu. Şurada, yüzlerce metre ilerisinde de Amerikalının onur konuğu olarak yaşadığı, arkadaşı Ahmet ibn Mitkhal’ın düz çatılı, duvarlarla çevrili evi vardı.
Yıllar boyu hayatını ellerinde taşımıştı, Arabistan’da ona dost demekten gurur duyacak yüzlerce kişi olsa da, bir tüfek namlusunda yıldızlara karşı beliren net bir görüntüsü için çıldıran yüzlerce başkası da vardı.
Gordon kapıya vardı ve hızla açılarak ev sahibinin tıknaz bedeni belirdiğinde kapıcıya seslenmek üzereydi.
“Allah korusun El Borak! Bir düşmanın seni pusuya düşürdüğünden korkmaya başlıyordum. Üç günlük mesafede seninle kan davası güden adamlar yaşarken, gece vakti tek başına at sürmen akıl işi mi?”
Gordon eyerden atladı ve efendisini arazide takip eden bir seyise uzattı dizginleri. Amerikalı iri değildi; ancak dünyanın dış bölgelerinde sağ kalmak için, dişiyle, tırnağıyla mücadeleyle tava getirilmiş ve bilenmiş kirişli kaslar ve çelikten sinirlerle düz omuzlu, derin göğüslü bir adamdı. Siyah gözleri yıldız ışığında, kırsalların bir tür evcilleşmemiş evladınınkiler gibi parlıyordu.
“Düşmanlarım ihtiyarlık veya hareketsizlikten ölmeme karar vermiş galiba—”
“O da ne?” Ahmet ibn Mitkhal’ın kendi düşmanları vardı. Duvarın en yakın köşesinin ardında işittiği acayip, sürünme, boğulma sesleri gergin bir şüphe ve tehdit imgesine dönüştürmüştü onu.
Gordon, sesleri Arap ev sahibi kadar çabuk işitmişti, koca tabancası büyü eseri gibi elinde belirirken, bir kedinin pürüzsüz süratiyle döndü. Duvarın köşesine doğru tek bir çabuk adım attı—sonra o köşenin arkasından yırtık, sürüklenen giysilerle yabancı bir kişi çıktı. Elleri ve dizleri üstünde yavaşça, acıyla sürünen bir adam. Adam sürünürken nefesi kesildi ve korkunç bir ıslık ve tıkanışla kesik kesik soludu. Onlara baktı, kanlı çehresini yıldız ışığına çevirerek neredeyse ayaklarının dibine yığıldı.
“Salim!” diye bağırdı Gordon usulca, tek bir adımla tabancası kalkık halde köşeye varıp arkasına baktı. Hiçbir canlı varlıkla karşılaşmadı gözleri; sadece palmiye ağaçlarının gölgeleriyle sınırlanan bir çıplak arazi boşluğu. Ahmet’in şimdiden üstüne eğildiği yerdeki adama döndü.
“Efendi!” diye kesik kesik soludu ihtiyar. “El Borak!”
Gordon onun yanına diz çöktü ve Salim’in kemikli parmakları umutsuzca kolunu sıktı.
“Bir hekim, çabuk Ahmet!” dedi Gordon hemen.
“Yok,” diye tıkandı Salim. “Ölüyorum ve—”
“Seni kim vurdu Salim?” diye sordu Gordon; zira ihtiyar adamın hırpani abasını kızıla boyayan yaranın doğasını şimdiden belirlemişti.
“Hawkston—İngiliz.” Kelimeler zorlukla çıkıyordu. “Onu gördüm—onu izleyen üç haydut—O Dirdar ahmağını Mekmet Göleti yakınındaki ıssız kulübeye gitmeye kandırdıklarını gördüm. Niyetlerinin iyi olmadığını—bildiğimden takip ettim. Dirdar bir köpekti. İçki içerdi—bir kâfir gibi. El Borak! Al Wazir’e ihanet etti. Yeminine rağmen. Onu vurdum—pencereden—ama zamanında değil. Onları asla götürmeyecek—fakat Hawkston’a anlattı—El Khour Mağaralarını. Kervanlarını gördüm—develer—yedi Arap hizmetkâr. El Borak! Ayrıldılar—Mağaralara gitmek için—El Khour mağaralarına!”
“Bu konuda kaygılanma Salim,” cevabını verdi Gordon, camlaşan gözlerdeki acil yakarıya karşılık olarak. “Asla Al Wazir’e ellerini süremeyecekler. Sana söz veriyorum.”
“Elhamdülillah,” diye fısıldadı ihtiyar Arap. Sakallı dudaklarına köpüklü kan saçan bir kazılmayla zalim, ihtiyar yüzüne demir çizgiler yerleşti ve Gordon başını yere koyamadan önce can verdi.
Amerikalı ayağa kalktı ve sessiz figüre baktı. Ahmet yakına sokularak yenini çekti.
“Al Wazir!” diye mırıldandı Ahmet. “Vallahi! İnsanlar o adamı tamamen unuttu zannediyordum. Ortadan kaybolalı bir yıldan çok oldu.”
“Beyaz adamlar—ucunda ganimet varsa—asla unutmaz,” diye cevap verdi Gordon acı bir alayla. “Sahilin aşağısında yukarısında her yerde insanlar hala Tanrıların Kanı’nı arıyor. O muhteşem, birbirinin eşi yakutlar Al Wazir’in özel gururuydu ve dünyadan elini eteğini çekip meditasyon ve kendini inkâr yoluyla gerçeği arayıp bir münzevi gibi yaşamak üzere çöle çekildiğinde ortadan kayboldu.”
Ahmet ürperdi ve hurma kuşağının ötesinde, gölgeli çölün, yıldız ışığı gecesinin karanlığıyla sonsuzluğunu karıştırmak üzere engin, gizemli şekilde uzandığı batıya baktı.
“Gerçeği aramanın zorlu bir yolu” dedi yaşamın yumuşak, pahalı yönlerinin aşığı olan Ahmet.
“Al Wazir tuhaf adamdı,” cevabını verdi Gordon. Fakat hizmetkârları onu severdi. İhtiyar Salim mesela. Yüce Tanrım, Mekmet Göleti buradan bir milden fazla çekiyor. Salim sürünmüş—baştan aşağı vurulmuş halde tüm o yolu sürünmüş. Hawkston’un Al Wazir’e işkence edeceğini—belki de öldüreceğini—biliyordu. Ahmet, yarış devem eyerlensin—”
“Seninle geliyorum!” diye bağırdı Ahmet. “Kaç adama ihtiyacın var? Salim’i işittin—Hawkston’un yanında en az on bir adamı var—”
“Ona artık yetişemezdik ki,” cevabını verdi Gordon. “Çok fazla önümüze geçmiş olsa gerek. Develeri de hecin—yarış develeri. Ben de El Khour Mağaralarına tek başıma gideceğim.”
“Ama—”
“Riyad’a giden kervan yolundan gideceklerdir; ben Amir Han Kuyusu’ndan gideceğim.”
Ahmet irkildi.
“Amir Han, senden bir imamın Melun Şeytan’dan nefret ettiği gibi nefret eden Shalan İbn Mansur’un arazisinde kalıyor!”
“Kabilesinden kimse kuyuda değildir belki,” cevabını verdi Gordon. “O yolu bilen tek Feringi benim. Dirdar, Hawkston’a onu anlatsa bile, İngiliz kılavuzsuz orayı bulamaz. Mağaralara Hawkston’dan iki gün önce varabilirim. Tek başıma gideceğim, çünkü savaş yolundaysalar, Ruwelia’yı yenmeye yetecek sayıda adam götüremezdik. Tek kişinin aradan süzülmek için bir düzineden daha fazla şansı olur. Hawkston ile savaşmayacağım—şimdi değil. Al Wazir’i uyarmaya gideceğim. Hawkston vazgeçip el Azem’e dönene dek gizleneceğiz. O gittikten sonra ben de kervan yolundan dönerim.”
Ahmet kapının içine toplanmakta olan adamlarına bir emir bağırdı ve söylediğini yapmak için koşturdular.
“En azından kılık değiştireceksin değil mi?” diye ısrar etti.
“Hayır. Faydası olmaz. Ruwelia arazisine varana dek, herhangi bir tehlike içinde değilim, ondan sonra da kılık değiştirmek bir şeye yaramaz. Ruwelia, ister Hıristiyan, ister Müslüman, yakaladıkları her yabancıyı öldürüp yağmalar.”
Beyaz koşu devesinin eyerlenişini denetlemek için duvarlarla çevrili alana doğru ilerledi.
“Olabildiğince hafif gideceğim,” dedi. “Her şey sürate bağlı. Biz kuyuya varana dek deve hiç suya ihtiyaç duymayacaktır. Ondan sonra mağaralara fazla mesafe kalmıyor. Tasarruf için sadece kuyuya kadar yetecek yiyecek ve su yükleyin.”
Çölün gerçek bir oğlununkiydi onun tasarrufu. Ne iki yüksek arka eyer kaşına asılan su tulumu fazla ağırdı, ne de yiyecek çantası. Gordon, kısa bir veda sözcüğüyle eyere atladı, bambu değneğinin hafif darbesi üzerine hayvan sallanarak ayağa kalktı. “Yah!” bir başka hafif darbe ve hayvan harekete geçti. Adamlar avlu kapısını açtı ve gözleri meşale ışığında ışıldayarak yanda tuttular.
“Bismillahirrahmanirrahim!” dedi Ahmet tevekkülle, deve ve binicisi gecede solarken ellerini bir merhamet hareketiyle kaldırdı.
“Ölüme gidiyor,” diye mırıldandı sakallı bir Arap.
“Başka biri olsa katılırdım,” dedi Ahmet. “Fakat giden El Borak. Yine de Shalan İbn Mansur kellesi için sürüyle at verecektir.”


Gordon’un her yönde görebildiği mesafede sarımsı kayalık toprak ve kumdan bir boşluk olan çölde, güneş iyice alçalıyordu. Yalnız süvari tek göze görülen tek hayat emaresiydi ama Gordon’un uyanıklığı keskindi. Zorlu bir ilerleyişin gündüz ve geceleri gerisinde kalmıştı; artık Ruweila mıntıkasına giriyordu ve attığı her adım içinde bulunduğu tehlikeyi arttırıyordu. Güçlü El Hamadlı Roualla’nın akrabası olduğuna inandığı Ruweila, hakiki İsmail oğullarındandı—elleri klanlarından olmayan her adama karşı olan çöl şahinleri. Batıya giden kervan yolu, onların memleketinden sakınmak için epey güneye sapıyordu. Bir günlük yürüyüşün ayırdığı kuyularla rahat bir yoldu bu. Kıraç diyarlardan dimdik yükselen alçak bir tepe sırasını çukurlaştıran mezarlar olan El Khour Mağaralarından bir günlük bir süvari mesafesinden geçiyordu.
Onların varlığını pek az beyaz adam bilirdi ama anlaşılan Hawkston, kervan yolundaki Khosru Kuyusu’ndan kuzeye dönen kadim yolu biliyordu. Hawkston, El Khour’a dolambaçlı şekilde yaklaşacaktı mecburen. Gordon, sadece bir Arap veya El Borak’ın takip edeceği bir izin böldüğü susuz boşluklara, doğruca batıya yönelmişti. O yönde, sahil ve mağaraların kıyısındaki vaha saçakları arasında sadece tek sulak alan vardı—varlığı Bedeviler tarafından kıskançlıkla korunan bir sır olan yarı efsanevi Amir Han Kuyusu.
Vahada, ufak bir pınarın suladığı bir hurma kümesi haricinde sabit bir yerleşim yoktu ama Ruwelia grupları sık sık kamp kurardı burada. Bu göze alması gereken bir riskti. Onların deve sürülerini memleketlerinin ortasında, epey kuzeyde bir yerlere sürmekte olduklarını ümit ediyordu ama tıpkı gerçek şahinler gibi, kervan ve uzak köylere saldırarak çok uzaklara da giderlerdi.
İzlediği patika o kadar belirsizdi ki, çok az kişi fark edebilirdi onu. Bir taraftan kum tepeleriyle, bir taraftan da alçak sırtlardan bir sırayla bölünen, düz, taş kaplı bir arazi boşluğu üstünde, önünde belli belirsiz uzanıyordu. Güneşe baktı, eyerde sallanan su tulumunu tıklattı. Bir Bedevi veya kurdun acımasız tasarrufuyla idare etmiş olsa da çok az kalmıştı. Fakat birkaç saat içinde ikmalini tazeleyebileceği Amir Han Kuyusu’nda olurdu—sinirleri orada onu bekliyor olabilecek şeyin düşüncesinden geriliyordu yine de.
Tam zihninden bu düşünce geçerken, güneş daha yakındaki kum tepelerinin zirvesindeki bir şeyden yansıdı, eşzamanlı olarak bir tüfek sesi çatırdadı ve merminin etin içine tok bir sesle çarptığını işitti. Deve gayrı ihtiyari sıçradı ve yüreğinden vurulmuş halde yere kapaklandı. O düşerken Gordon açığa sıçradı, anında tüfeğin namlusunun bulunduğu kum tepesini gözleyerek leşin arkasına çömeldi. Devenin düşüşünü tiz bir nara selamladı ve başka bir atış havlamaya karşılık verdi. Mermi Gordon’un katılaşan göğüs siperi yanında yeri yararken Amerikalı da karşılık verdi. Toz zirvede ışıldayan namlunun o kadar yakınında havaya püskürdü ki, boğuk bir sesten kızıl küfürler yaylımına yol açtı.
Siyah, ışıltılı halka çekilmişti, birazdan da oradan hızla tepinen toynakların sesi yükseldi. Gordon kumulların arasında sallanan beyaz bir kefiye gördü ve Bedevinin planını anladı. Anlaşılan orada sadece tek adam vardı. O adam, Gordon’un bulunduğu yerde çemberler çizmeye, onun birkaç yüz metre batısından yolu geçmeye ve görüş açısının devenin gövdesi üstünden vurmasına izin verecek şekilde, Amerikalının arkasında yükselen araziye varmak niyetindeydi—zira Gordon’un ölü hayvanı aralarında tutacağını biliyordu mutlaka.
Fakat Gordon, sadece Arap sırtlardan sığınağa ulaşmadan önce, kumuldan ayrıldıktan sonra geçmesi gereken açık boşluktaki yola hâkim olmaya yetecek kadar değiştirdi yerini. Tüfeğini devenin ön ayaklarına dayadı. Yolun çeyrek mil yukarısında gök hattına çıkıntı yapan kumtaşı bir kaya vardı. Yoldan geçen herhangi biri onunla kendisi arasında bir an da olsa belirecekti. Gezi ayarladı, arpacığı o kayaya çevirdi. Bedevinin yalnız olduğuna ve o yoldan karşıya hamle etmeden çok fazla uzağa çekilmeyeceğine bahse girerdi.
Daha o düşünürken, beyaz giyimli adam sırtların arasından fırladı ve eyerde iyice eğilip bineğini kamçılayarak yolun karşısına koştu. Uzun bir atıştı ama Gordon’un sinirleri titremedi. Tam beyaz giyimli figür, uzak kayaya karşı belirdiği anda çekti Amerikalı tetiği. Bir salise kadar ıskaladığını düşündü; sonra binici sarsıntılı bir şekilde doğruldu, iki geniş yenli kolu yukarı sallandı ve sarhoş gibi sendeleyerek geriledi. Ürken at adamı sertçe atarak şahlandı. Bir anda manzara bir olması gereken yerde iki ayrı silueti—yere serilen beyaz bir bohçayla güneye doğru koşarak uzaklaşan bir at—gösterdi.
Gordon birkaç saniye için hareketsiz kaldı; kendini ortaya çıkarmayacak kadar temkinliydi. Adamın öldüğünü biliyordu, tek başına düşüş bile onu öldürmüş olsa gerekti. Fakat ufak da olsa kum tepeleri arasında gizlenen başka süvariler olması ihtimali vardı.
Güneş vahşice vurdu, akbabalar—büyük çemberler halinde giderek daha alçağa salınan gökteki kara benekler—hiçlikten peyda oldular. Sırtlar ve kumullar arasında herhangi bir hareket emaresi yoktu.
Gordon kalktı ve ölü deveye baktı. Çeneleri bir parça daha sert şekilde sıkıldı; hepsi bu. Fakat bineğinin öldürülmesinin ne anlama geldiğinin farkındaydı. Hararet dalgalarının yalımlandığı batıya baktı. Uzun bir yürüyüş olacaktı; bitmeden önce uzun, susuz bir yürüyüş.
Eğilerek su tulumuyla yiyecek çantasını çözdü ve omzuna attı. Tüfek elde, milleri yiyecek, saatler boyu bocalamadan onu taşıyacak sabit, salınan bir yürüyüşle yola koyuldu.
Yola serilen bedene geldiğinde tüfeğinin dipçiğini yere dayadı ve bir eliyle omzundaki torbaları dengeleyerek kısaca durdu. Öldürdüğü adam, güney çölünün şahin yüzlü, kurt yürekli uzun boylu, kaslı yağmacılarından bir Ruweila’ydı, doğru. Gordon’un mermisi onu tam koltuğunun altından yakalamıştı. Adamın tek başına olması ve bir deve yerine bir at üstünde olması, civarda bir yerlerde kabilesinden büyükçe bir grup olduğu anlamına geliyordu.
Gordon omuz silkti, tüfeğini koltuk altına kaydırdı ve yoldan yukarı devam etti. Onunla Shalan ibn Mansur arasındaki hesap zaten yeterince kızıldı. Hesap, Amir Han Kuyusu’nda bir seferde ve tamamen halledilebilirdi.
Yol boyunca salınırken, uyarmaya gittiği adamı düşünmeyi sürdürdü: Umman sultanı nezdinde eski mevkii yüzünden Al Wazir diyorlardı ona. Aslında Gordon’un hiç anlamadığı, El Borak’ı gezegen etrafında sevk eden söndürülmez maceraya susuzluğa benzer şekilde, bir tür gizemli hedef arayarak dünya üzerinde dolaşan bir Rus asilzadeydi.
Fakat Slav’ın hayalci ruhu, maddi şeylerden fazlasını arzuluyordu. Al Wazir birçok şey olmuştu. Zenginlik, iktidar, mevki, hepsi doyumsuz parmakları arasından kayıp gitmişti. Gordon’un tehlikenin uyarıcılığını aradığı gibi, o da varoluş bilmecesine bir cevap arayarak tuhaf din ve felsefelerde derinlere dalmıştı. Sufi gizemciliği, en sonunda da Hinduların münzevi gizemleri cezp etmişti onu.
Bir yıl önce Al Wazir, İnci Sahili’nin en zengin, en güçlü adamı olan sultanın yanında Umman valiliği yapmaktaydı. Hiçbir uyarıda bulunmadan mevkiinden feragat etmiş ve kaybolmuştu. Sadece seçilmiş birkaç kişi onun muazzam servetini yoksullara paylaştırdığını, tüm hırs ve güçten vazgeçtiğini, kadim bir peygamber gibi, gerçek bir münzevinin yalnız meditasyonları ve feragatiyle, en sonunda hayatın ebedi bilmecesini—eski peygamberlerin okuduğu gibi—okumak umuduyla çöle yaşamaya gittiğini biliyordu. Gordon, efendilerinin niyetlerini bilen bir avuç sadık hizmetkârla birlikte o son yolculukta eşlik etmişti ona—ihtiyar Salim onlar arasındaydı; zira hayalci filozof ve kaşarlanmış eylem adamı arasında güçlü bir arkadaşlık bağı vardı.
Hain, aptal Dirdar olmasa, Al Wazir’in sırrı iyi korunuyordu. Gordon, Al Wazir’in kayboluşundan bu yana, her kavimden maceracının Rus’un iktidar günlerinde maliki bulunduğu hazineyi—altı asırdır Doğu tarihi’nde kızıl bir yolda parlayan, Tanrıların Kanı olarak bilinen mükemmel uyumda zümrütlerden harika bir koleksiyon—ele geçirmeyi umarak onu aradığını biliyordu.
Bu mücevherler, Al Wazir’in servetinin kalanıyla birlikte yoksullar arasında dağıtılmamıştı. Gordon adamın onları ne yaptığını şahsen bilmiyordu. Ne de umursuyordu Amerikalı. Hırs onun kusurlarından biri değildi. Al Wazir de onun dostuydu.
Yanan güneş ağır ağır gökten aşağı doğru salındı, alevi erimiş bakıra döndü; çöl sırtına dokundu, karşısında sürünmekte olan siyah, ufak bir figür gibi görünen Gordon, Ruba al Khali’nin—Issız Meskenler—kasvetli uçsuz bucaksızlığına yürüyerek durdurulamaz şekilde ilerlemeyi sürdürdü.

III. AMİR HAN KUYUSU’NDA ÇATIŞMA

Beyaz bir şafak şeridine çizilen duvar halısı tasviri gibi hareketsiz duran Gordon, Amir Han Kuyusu olarak belirlediği hurmalar kümesini solan gecede peyda olduğunu gördü.
Birkaç saniye sonra usulca sövdü. Şans denilen o vefasız fahişe, bu kez yanında değildi. Cılız bir mavi duman şeridi ağaran göğe karşı kıvrılıyordu. Amir Han Kuyusu’nda birileri vardı.
Gordon kuru dudaklarını yaladı. Her adımda sırtına vuran su tulumu düz ve boştu. Yorulmak bilmez devesinin sırtında sekerek saatler içinde aşabileceği mesafe, çölün çok az oğlunun kesintisiz sürdürebileceği bir yürüyüş tuttursa da yorgun argın yürüyüşle geçen tüm bir geceyi gerektirmişti. Demir kasları yorgunluğa bir kurt gibi dirense de onun için bile gecenin serinliğinde meşakkatli bir yürüyüş olmuştu bu.
Epey batıda, ufukta mavi bir çizgi uzanıyordu. Bu, El Khour Mağaralarını barındıran tepe sırasıydı. Güneyde bir yerde ilerlemeyi sürdüren Hawkston’un önündeydi hala. Fakat İngiliz her adımda ona yetişiyor olsa gerekti.
Gordon, kuyudaki adamlardan kaçınmak için açıktan dolanabilir ve yorgun argın devam edebilirdi. Yorgun argın, yaya olarak, boş bir su tulumuyla mı? İntihar olurdu bu. Su olmadan mağaralara yaya olarak asla ulaşamazdı. Şimdiden susuzluk iblisleri tarafından kemiriliyordu.
Gözlerinde kızıl bir alev büyüdü ve esmer yüzüne kurdu andıran çizgiler yerleşti. Çölde su hayattı; onun ve Al Wazir’in hayatı. Kuyuda su vardı, develer de. Her ikisine sahip olan düşmanı kişiler de vardı. Eğer onlar yaşarsa, o ölmeliydi. Buydu kurt sürüsü ve çölün kanunu. Gevşek torbaları omzundan kaydırdı, tüfeğini kurdu,—ne altın, ne bir kadının aşkı, ne bir ideal, ne de bir düş uğruna, sadece bir keçi derisi tulum içinde taşınabilecek kadar su için—öldürmek ya da öldürülmek üzere ilerledi.
Bir vadi veya sel yatağı, kuyudan birkaç yüz metre içindeki bir noktaya dek dolanarak bölüyordu karşıdaki ovayı. Gordon her siper parçasının avantajından yararlanarak oraya süründü. Beyaz kefiyesi ve hırpani abası içinde bir adam hurmalar arasında belirdiğinde kuyudan yüz metre mesafede, neredeyse ona ulaşmıştı. Artan ışıkta anında keşfedildi. Arap bağırdı ve ateş etti. Mermi, sel yatağının kenarında çömelirken Gordon’un dizinden otuz santim mesafeye çarptı ve ateşe karşılık verdi. Arap bağırdı, tüfeğini düşürdü ve sarhoş gibi hurmaların arasında geri geri sendeledi.
Bir an sonra Gordon oluğun içine atlamış, hızla ve dikkatle kanal boyunca, kuyunun en yakınına büküldüğü noktaya ilerliyordu. Ağaçların arasında ak libaslı kişilerin koşturduğunu gördü, sonra da tüfekler kinle çatırdamaya başladı. Adamlar eyerlerin ve hurmaların kökleri arasına bir siper gibi yığılan eşya balyaları arkasından ateş ediyor, mermiler sel yatağının üstünde şarkı söylüyordu. Korunun doğu saçağında uzanıyorlardı; develerin ağaçların öbür tarafında olduğunu anladı Gordon. Ateşin hacmine bakılırsa, büyük bir grup olamazdı.
Sel yatağının kenarındaki bir kaya siper sağladı. Gordon tüfeğinin namlusunu bunun çıkıntılı bir köşesinin altından uzattı, hareket için hurmaların arasını gözledi. Ateş püskürdü ve bir mermi kayanın açığında inledi—zinngg—kuru bir çıngırak vızıltısı gibi uzaklarda kesildi. Gordon duman bulutuna ateş etti ve meydan okuyan bir nara karşılık verdi ona.
Gözleri siyah alev yarıklarıydı. Böyle bir çatışma günlerce sürebilirdi. Bir kuşatmaya da dayanamazdı. Suyu yoktu, zamanı yoktu. Güneyde uzun bir mesafede Hawkston’un kervanı aman vermeden batıya ilerliyor, her adım onları El Khour Mağaraları ve orada kendi hayallerini gören, masum adama yaklaştırıyordu. Gordon’dan birkaç yüz metre ötede su ve onu hedefine hızla götürecek olan develer vardı ama arada çölün kurşun dişli kurtları duruyordu.
Çekiliş yoluna kurşunlar yoğun ve hızlı şekilde geliyor, hiddetli sesler beddua yağdırıyordu. Yalnız ve yaya olduğunu, muhtemelen susuzluktan olduğunu bildiklerini bildiriyorlardı ona. Alaylar yarı delirmiş ve tehditler uludular. Fakat kendilerini ortaya çıkarmadılar. Kendilerine güveniyorlardı ama ta içlerine dek kök salan, çölün öğrettiği tedbirle temkinliydiler de. Kazanacak eli tutuyorlar, öyle de kalsın istiyorlardı.
Bundan bir saat sonra güneş doğu sırtının üstüne tırmandı ve hararet—güney çölünün erimiş, kör edici harareti—başladı. Şimdiden şiddetliydi, birazdan o korumasız sel yatağının içi kavuran bir cehennem olacaktı. Gordon kararmış dudaklarını yaladı ve hayatı ve Al Wazir’in hayatını Feleğin tek bir kör, umutsuz zar atışına bağladı.
Başarı hilafına korkunç ihtimalleri fark ve kabul edip, bunu yaparken ateş ederek başı ve bir omzunu açıkta bırakmaya kâfi yüksekliğe dek sel yatağının üstüne kaldırdı kendini. Üç tüfek patladı ve kurşun kulaklarının etrafında uğuldadı; birinin mermisi üst kolunun önünden akkor bir çizgi çizdi. Gordon anında sert darbe almış bir adamın yüksek, acı dolu çığlığıyla haykırdı ve aniden ölüme gark olan birinin çırpınma hareketiyle kollarını sel yatağının kenarının üstüne savurdu. Bir eli tüfeği tutuyordu ve hareket onu yatağından üç metre öteye, Arapların gözünün önüne düşmek üzere fırlattı.
Bir anlık gerginlikte, Gordon kenarın altına çömeldi, sonra çığlığına kana susamış naralar karşılık verdi. Bakmaya yetecek kadar yukarı doğrulmaya cesaret edemiyor, ama nefret ve kan arzusuyla kanatlanan sandaletli ayakların şlap şlap şlap seslerini işitiyordu. Hilesine kanmışlardı. Neden olmasın? Hilekâr biri yaralanmış numarası yapıp düşebilirdi ama kim kasten tüfeğini uzağa atardı? Sel yatağının dibinde, bıçak için hazır savunmasız bir gırtlakla çaresiz yatan ağır yaralı bir Feringi düşüncesi, Bedevilerin kan şehveti için çok fazlaydı. Hızlı ayaklar metrelerce yaklaşana dek kendini demirden bir kontrolle tuttu Gordon—sonra boşanan çelik bir yay gibi elinde koca otomatik tabancayla dimdik doğruldu.
Yukarı fırladığı bir saniye kesrinde, beklenmedik hayalete vahşi gözlerle bakarak oldukları yerde ölü gibi duran üç Arap’ın görüntüsünü yakaladı—daha doğrulurken silahı kükrüyordu. Bir adam topuğu üstünde döndü ve kafasından vurularak buruşuk bir yığın halinde düştü. Bir diğeri bir tüfekle bel seviyesinden nişan almadan tek el ateş etti. Bir an sonra düşerken kasığında bir kurşun, göğsünü yırtan bir başkasıyla yerdeydi. Sonra Felek—Gordon’un otomatiğinin mekanizmasındaki bir toz zerresi biçimindeki Felek—yeniden işe el attı. Tam kalan Arap’a ateş ederken silah sıkıştı.
Bu adamın silahı değil, sadece uzun bir bıçağı vardı. Bir ulumayla hızla döndü ve telaşının rüzgârından paçavraları çırpınarak koruya doğru geri kanatlandı. Gordon da aç bir kurt gibi peşindeydi. Adam bir tüfek bırakmış olabileceği ağaçların arasına geri dönerse stratejisi boşa çıkabilirdi.
Bedevi bir antilop gibi koşuyordu ama Arap’ın uyduruk sipere yaslı tüfeği kapmaya zaman bulamadan ağaçlara ulaştıklarında Gordon hemen arkasındaydı. Köşeye sıkışınca kuduz bir köpek gibi uluyup, uzun bıçakla vurarak hızla döndü. Amerikalı kaçarken sivri uç Gordon’un gömleğini yırttı ve ağır tabanca Arap’ın kafasının üstüne indi. Kalın kefiye adamın kafatasını kırılmaktan korudu ama dizleri büküldü ve kollarını Gordon’un beline atıp, düşerken beyaz adamı da sürükleyerek düştü. Korunun öbür tarafında bir yerlerde yaralı adam El Borak’a küfürler ediyordu.
İki adam vahşi hayvanlar gibi vurarak, yırtarak yerde yuvarlandı. Gordon bir kez daha silahının namlusuyla vurdu, seken darbe Arap’ın yüzünü gözden çeneye dek açtı, sonra sıkışan tabancayı bıraktı ve bıçak kullanan kolu yakaladı. Bilekteki sol eliyle bir bir kavrayış ve bıçağın kendisine karşı koruma sağladı, öbür eliyle de boğazı tutmak için savaşmaya başladı. Arap’ın korkunç, kan bulaşmış suratı acılı bir kas gerilimi sırıtışı halinde kıvrıldı. El Borak’ın demir parmaklarında gizlenen müthiş gücü biliyordu; bir kez gırtlağına kapanırlarsa, şahdamarı kopana dek bırakmazdı.
Çekip asılarak çılgın gibi bir yandan öbür yana attı bedenini. Çabalarının şiddeti, iki adamın da hurma köklerine çarpmaya, eyer ve balyalardan sekene dek altüst halde yuvarlanmasına yol açtı. Bir keresinde Gordon’un kafası bir ağaca sertçe çarpıldı ama darbe ne onu zayıflattı ne de Arap’ın kasığına bir diziyle indirdiği hain darbeyi. Arap, gırtlağını arayan parmaklar, kendisininkine bakan demir gibi acımasız esmer yüz nedeniyle çıldırıp kudurdu. Korunun öbür tarafında bir yerde bir tabanca patladı ama Gordon ne kurşunun yırtışını hissetti, ne de mermilerin ıslığını işitti.
Arap, yaralı bir panterinki gibi bir çığlık atarak, gergin kaslardan bir düğüm halinde yeniden döndü ve kendini dengelemek için savrulan eli Gordon’un düşürdüğü tabancanın namlusunun üstüne indi. Tam Gordon aradığı kavrayışı buluyordu ki, şimşek gibi bir hızla tabancayı kaldırdı ve ölüm korkusuyla desteklenen ince sinirlerindeki her güç zerresiyle kabzayı Amerikalının kafasına indirdi. Amerikalının demir bedeninden bir ürperti geçti ve başı öne düştü. O anda da bir kapaktan kurtulan bir kurt gibi, uzun bıçağını Gordon’un elinde bırakarak kurtuldu.
Daha Gordon’un zihni berraklaşmadan, savaşa eğitimli kasları içgüdüsel olarak karşılık verdi. Ruweila ayağa fırlarken El Borak kafasını silkeledi ve elinde uzun bıçakla daha yavaş bir şekilde kalktı. Arap tabancayı ona atıp, bariyere yaslı tüfeği kaptı. İki eliyle namludan tuttuğu gibi dipçiği başının üstünde fırıl fırıl çevirerek hızla döndü; fakat darbe inemeden, ona kabileler arasında ismini kazandıran tüm kör edici hızla vurdu Gordon.
İnen dipçiğin altına daldı ve tüm gücü ve saldırısının momentumuyla itilen bıçağı Arap’ın göğsüne sapladı, bıçağın bir el genişliğinde saplandığı bir ağaca geri sürdü adamı. Bedevi, ölümün kısa kestiği kalın, boğuk bir çığlık attı. Bir an sonra kabzanın önünde sarktı, ayakta ölmüş, hurma ağacına dimdik çivilenmişti. Sonra dizleri büküldü ve ağırlığı bıçağı ahşaptan kopardı. Kuma kapaklandı.
Gordon gözlerinden teri silkeleyip, dördüncü adam—yaralı adam—için etrafa bakınarak hızla döndü. Öfkeli kavga sadece birkaç dakika sürmüştü. Tabanca, ağaçların öbür tarafında hala kupkuru çatırdıyor, patlamalara da acı içinde bir hayvanın çığlığı karışıyordu.
Gordon bir küfürle Arap’ın tüfeğini kaptı ve koruya daldı. Yaralı adam ağaçların gölgesi altında, bir dirseği yere dayalı, tabancasını nişanlayarak—El Borak’a değil, hala yaşayan bir deveye—yatıyordu. Diğer üçü kendi kanları içinde yatıyordu. Gordon tüfeğin dipçiğini sallayarak adama doğru atıldı. Bir saniye geç kalmıştı. Tam dipçik kemiği bir dal gibi kırarak kalkan kola inerken, silah sesi çatladı, deve inledi ve yığılıp kaldı. Dumanı tüten tabanca kuma düştü ve Arap bir gulyabani gibi gülerek geriye yığıldı.
“Şimdi görelim bakalım, Amir Han Kuyusu’ndan kurtulabilecek misin, El Borak!” diye soludu. “Shalan ibn Mansur’un süvarileri dışarıda! Bu gece veya yarın kuyuya dönecekler. Onları burada mı beklersin, yoksa çölde ölmek veya bir kurt gibi izlenmek üzere yaya olarak kaçar mısın? Ya kalb! Allah’ın Unutulmuşu! Postunu bir hurma ağacına asacaklar! Laan’abuk—”
Sakalına kanlı köpükler saçan bir çabayla kendini kaldırarak Gordon’a doğru tükürdü, çatlak bir sesle güldü ve geriye düştü; başı daha yere düşmeden can vermişti.
Gordon ölmek üzere olan develere bakarak bir heykel gibi durdu. Ölü adamın intikamı, kavminin acımasız karakteriydi. Gordon kafasını kaldırdı ve batı ufkundaki alçak, mavi menzillere uzun uzun baktı. Geriye kalan zalim seçimi şaşmaz biçimde öngörmüştü ölmekte olan Arap. Shalan ibn Mansur’un vahşi süvarileri dönene ve sayısal üstünlükleri sayesinde onu imha edene dek kuyuda bekleyebilir yahut yeniden yaya olarak çöle dalabilirdi. İster kesin ölümü kuyuda beklesin, ister çölde belirsiz bir kader arasın, Hawskton, Gordon’un başlangıçta sahip olduğu farkı sürekli kısaltarak batıya doğru ilerliyor olsa gerekti.
Fakat Gordon, sonraki hamlesinden şüphe etmedi. Kuyudan kana kana içti ve Arapların kahvaltıları olarak hazırlamakta oldukları yiyeceğin birazını alelacele yedi. Yiyecek çantasına biraz kuru hurma ve kabuklu peynir topları koydu, kuyudan bir su tulumu doldurdu. Tüfeğini çıkardı, otomatiğindeki kumu temizledi ve öldürdüğü adamların birinin kemerinden bir palayı beline tokaladı. Çöle bir saklambaç niyetiyle gelmişti, savaşmaya değil. Fakat bu girişim bitmeden önce, daha çok savaşacağa benziyordu ve kılıcın ilave ağırlığı, ince, kavisli bıçağın temasıyla eklenen güvenlik duygusuyla dengeleniyor, hatta fazlası ediyordu.
Sonra su tulumu ve yiyecek torbasını omzuna astı, tüfeğini aldı ve korunun gölgelerinden çöl gününün erimiş hararetine ilerledi. Bir gece önce hiç uyumamıştı. Kuyuda kısa molası, inanılmaz yorucu bir hayatla sertleştirilen ve çetinleştirilen esnek kaslarına yeni bir hayat ve memba katmıştı. Fakat kavurucu bir güneş altında, El Khour Mağaralarına uzun, çok uzun bir yürüyüştü bu. Bir tür mucize yaşanmazsa, artık Hawkston’dan önce oraya varmayı umamazdı. Bir sonraki gün doğumundan önce de Shalan ibn Mansur’un süvarileri peşinde olabilirdi, bu durumdaysa—fakat şimdiye dek Talih’ten tüm istediği bir savaşma şansı olmuştu.
Güneş yavaş ıstırap veren bir şekilde gökte yükselip alçaldı gökte; alacakaranlık karanlık içinde derinleşti, çöl yıldızları göz kırptılar; yalnız adam, susuzluk meskeni ıssızlığın merhametsiz uçsuz bucaksızlığının karşısına karşı yılmaz bir iradeyi çıkararak, ağır adımlarla, merhametsizce ilerlemeyi sürdürdü.


IV. MAĞARALARIN CİNİ

El Khor mağaraları, taştan bir sırt kemiği gibi, kayalık ovalardan bir ıssızlıktan yükselen kasvetli bir tepe sırasının yalçın doğu duvarlarını delerler. Tepelerde sadece duvarın yukarısındaki bir mağaradan doğup dik, kayalık bir yamaçtan, aşağıdaki geniş, sığ bir havuza boşalmak üzere, narin bir gümüş tel gibi kıvrıla kıvrıla inen tek bir pınar bulunur. Francis Xavier Gordon bu havuzun başında durup, kan çanağı gözlerle açık mağara ağzı sıralarını taradığında, güneş batı çölü üstünde kan kırmızı bir top gibi asılıyordu. Hararetten kararmış dudaklarını, tüm nemi kurumuş bir dille yaladı. Yine de omzundaki tulumda hala biraz su vardı. O meşakkatli yürüyüşte, kırsal soyunun vahşi ekonomisiyle tasarruf etmişti.
Gerçekten hedefine vardığını idrak etmek bir parça zor geliyordu. El Khour tepeleri, nihayet bir serap, susuzluktan çıldırmış bir muhayyilenin fantezisi gibi gelene dek, miller boyunca hararet dalgaları içinde gerçekdışı şekilde önünde parıldıyordu. Çöl güneşi, Gordon’unki gibi bir beyinle bile oyunlar oynar. Ağır ağır, tepeler önünde büyümüştü—düz sıraların siyah ağızları görünen mağara katlarına kaş çatarak, en doğudaki kayalığın dibinde duruyordu şimdi.
Gecenin çöküşü Shalan ibn Mansur’un süvarilerini yalnız gezginin peşinden çullanarak getirmemişti, ne de şafak getirmişti onları. Tekrar tekrar, uzun, sıcak gün boyunca Gordon bir yükseltide durmuş, aceleci develerin tozunu görmeyi bekleyerek geriye bakmıştı; ancak çöl ufka dek bomboş uzanıyordu.
Şu anda da başka bir mucize gerçekleşmiş gibiydi, zira Hawkston ve kervanından eser yoktu. Gelmiş ve gitmişler miydi? En azından havuzda develerini sulamış olmaları gerekirdi; etrafta hiçbir emare bulunmamasından, Gordon aylar boyunca havuzda kimsenin kamp kurmadığını veya hayvanlarını sulamadığını anladı. Hayır, bu açıklanamaz olsa da tartışma götürmezdi. Bir şey Hawkston’u geciktirmiş, Gordon da neticede mağaralara ondan önce ulaşmıştı.
Amerikalı havuzda karnının üstüne düştü ve yüzünü serin suya daldırdı. Az sonra başını kaldırdı, yelesini sallayan bir aslan gibi salladı ve acele etmeden yüzü ve ellerindeki tozu yıkadı.
Sonra kalktı ve uçuruma doğru gitti. Yaşam emaresi görmüyordu, yine de o mağaralardan birinde aramaya geldiği adamın yaşadığını biliyordu. Sesini uzaklara erişen bir bağırışla yükseltti.
“Al Wazir! Hu, Al Wazir!”
“Wazirr!” diye fısıldadı yankı uçurumdan geriye. Başka cevap gelmedi. Sessizlik uğursuzdu. Tüfeği hazır halde, uçurumun engebeli cephesinden yukarı dolanan dar yola doğru ilerledi Gordon. Dikkatle mağaraları tarayarak buradan yukarı çıktı. Tüm duvarı düzgün katlar—doğanın tesadüf eseri olmak için fazla düz—halinde deliyorlardı. İnsan yapımıydılar. Binlerce yıl önce, tarihöncesinin loş şafağında, sırf vahşiler olmayan, hüner ve kurnazlıkla daha yumuşak katmanlarda mağaralar oyan bir insan kavminin meskenleri olarak hizmet etmişlerdi. Gordon, mağaraların dar geçitlerle bağlı olduğunu ve sadece izlemekte olduğu bu merdiveni andıran yol vasıtasıyla aşağıdan erişilebildiklerini biliyordu.
Yol, tüm mağaralardaki daha alttaki katının açıldığı uzun bir pervazda son buldu. Al Wazir, bunların en büyüğünü meskeni olarak seçmişti.
Gordon yeniden seslendi, sonuç alamadı. Mağaranın içine yürüdü ve durdu. Kare şeklindeydi. Arka duvar ve her iki yan duvarda dar, kapıya benzer bir açıklık görünüyordu. Yanlardakiler bitişik mağaralara gidiyordu. Gerideki başka bir çıkışı olmayan daha ufak bir mağaraya açılıyordu. Orada, Al Wazir’in kendisiyle getirdiği kurumuş ve tabaklanmış yiyecekler depoladığını hatırladı Gordon. Ne mobilya getirmişti, ne de silah.
Kare mağaranın bir köşesinde, kömürleşmiş kırıntılardan bir yığın, bir zamanlar orada ateş yakılmış olduğunu gösteriyordu. Bir köşede bir post yığını—Al Wazir’in yatağı—duruyordu. Yakında Al Wazir’in kendisiyle getirdiği bir kitap—Bhagavat-Gita—vardı. Fakat adamın kendisinden hiç iz yoktu.
Gordon ambara girdi, bir kibrit çaktı ve etrafına bakındı. Erzak kayda değer şekilde tükenmiş olsa da yiyecek tenekeleri oradaydı. Fakat Gordon’un Al Wazir’in talimatlarıyla istiflendiğini gördüğü, düzgün sütunlar halinde duvara yaslanmıyorlardı. Aralarında açık ve boş konservelerle devrilmiş, zeminin her tarafına dağılmışlardı. Ufacık şeylerde bile düzen ve intizama büyük değer veren Al Wazir’in işine benzemiyordu bu. Mağaraları keşfetmesine yardım için yanında getirdiği ip, bir köşede kıvrılmış halde duruyordu.
Fena halde şaşıran Gordon, kare mağaraya döndü. Burada ya sakin bir meditasyon halinde otururken ya da dışarıdaki pervazda günbatımı çölü üzerine düşünürken bulmayı ummuştu Al Wazir’i. Neredeydi bu adam?
Al Wazir’in çölde yok olmak üzere uzaklaşmadığına emindi. Mağaralardan ayrılmasına sebep yoktu. Eğer sadece yalnız hayatından bıkıp ayrılmayı tercih etse, yerde yatan, ayrılmaz yoldaşı olan kitabı götürürdü. Yerde kan lekesi veya münzevinin şiddetli bir sonla karşılaştığına işaret eden hiçbir şey yoktu. Ne de herhangi bir göçerin, hatta Ruweila’nın “mübarek adam”ı rahatsız edeceğine inanıyordu Gordon. Zaten Al Wazir’i Araplar ortadan kaldırmış olsa, ip ve yiyecek tenekelerini götürmüş olurdu. Hawkston bunu öğrenene dek, Al Wazir’in nerelerde olduğunu kendisi dışında hiçbir beyaz adamın bilmediğine de emindi.
Mağaraların alt katlarını sonuç alamadan araştırdı. Güneş, uzun gölgeleri çölde epey doğuya doğru akan tepelerin ardında gözden kaybolmuş, derinleşen gölgeler mağaraları doldurmuştu. Sessizlik ve gizem, Gordon’un sinirlerini bozmaya başlıyordu. Görünmez gözlerin onu izlemekte olduğu duygusuyla huzursuzlandı. Sürekli tehlikeli hayatlar yaşayan insanlar, bazı karanlık yetiler veya içgüdüleri uygarlığın güvenliğiyle sarılanlara meçhul bir keskinliğe dek geliştirir.
Mağaraları geçerken, tekrar tekrar sırtını deliyormuş gibi gelen o gözleri şaşırtmayı denemek üzere aniden dönme dürtüsüne kapıldı Gordon. Sonunda başparmağı tüfeğinin horozunu geriye bastırıp, artan karanlıkta herhangi bir hareket için tetikte gözlerle aniden döndü. Gölgeli oda ve geçitler önünde bomboş uzanıyordu.
Bir keresinde, karanlık bir geçidi geçerken, çıplak, sinsi bir ayağın alçak sesli sesini andıran hafif bir gürültü işittiğine yemin edebilirdi. Tünelin ağzına yürüdü ve ikna olmadan seslendi: “Sen misin İvan?” Takip eden sessizlikte ürperdi; aslında bunun Al Wazir olduğuna inanmamıştı. Tüfeğini önünde uzatarak, el yordamıyla tünele ilerledi. Birkaç metre sonra boş bir duvarla karşılaştı; geldiği eşik haricinde giriş veya çıkış yok gibiydi. Tünel de kendisi haricinde boştu.
Keyifsizce mağaraların önündeki pervaza döndü.
“Kahretsin, vesveseli olmaya mı başlıyorum?”
Fakat tüyler ürpertici bir düşünce—Bedevilerin bu kadim mağaralarda doğaüstü bir iblisin gizlendiğine ve orada gece vakti yakalanacak kadar aptal kişileri yiyip yuttuğuna dair inancının hatırası—nüksetmeyi sürdürdü. Bu düşünce, Doğu’nun, Batı’nın gülüp geçtiği ama sık sık zalim gerçeklikler olduğu kanıtlanan sürüyle gizem barındırdığı düşüncesiyle birlikte dönüp duruyordu.
Bu, Al Wazir’in gizemli yokluğunu izah ederdi. Mağaralardaki bir tür iblisçe veya hayvani sakin onu yemiş olsa—Gordon’un düşünceleri kuşaklar, belki asırlar boyu tepeleri mesken tutan, muazzam boyutta farazi bir kaya pitonuna döndü—bu da herhangi bir kan lekesinin yokluğunu izah ederdi. Aniden sövdü: “Lanet olsun! Aklımı kaçıracağım. Arabistan’da öyle yılanlar yaşamaz. Bu mağaralar sinirlerimi bozuyor.”
Bu bir gerçekti. Gordon’un ağırlıklı olarak Keltik olan zihninde tekinsiz düşünceler uyandıran bu kadim, unutulmuş mağaralarda kasvetli bir tuhaflık vardı. Hangi kavim, ne kadar uzun zaman önce işgal etmişti onları? Güneyden gelen hangi azgın barbarlara karşı, hangi savaşlara tanık olmuşlardı? Hangi zalimlikler ve entrikalara tanık olmuşlar, hangi acımasız ibadet ve insan kurban etme ayinlerini görmüşlerdi? Gordon, insan kurban etme işini hiç düşünmemiş olmayı dileyerek omuz silkti. Fikir, korkunç mağaraların genel atmosferiyle çok iyi uyuşuyordu.
Kendine kızarak, Arapların şu veya bu nedenle Niss’rosh, Kartal Yuvası dediği büyük, kare mağaraya döndü. Kısmen onlara karşı hissettiği tiksintinin üstesinden gelmek, kısmen de Hawkston veya Shalan İbn Mansur’un gece gelmesi halinde açıkta yakalanmak istememesi yüzünden, o gece mağaralarda uyumak niyetindeydi. Başka bir gizem de vardı. Biri veya ikisi niye daha mağaraya varmamıştı? Çöl, doğurgan bir gizem mekânı, alacakaranlık bir fantezi krallığıydı.
Al Wazir, Hawkston ve Shalan ibn Mansur—Efsanevi Boş Meskenlerin cini onları kapmış ve tüm engin çölde yaşayan tek adam olarak onu geride bırakarak onlarla uçup gitmiş miydi? Yemek için bile çok yorgun halde gece için hazırlanırken, bunun gibi muhayyile kaprisleri tükenmiş beyninde oyunlar oynuyordu.
Patikaya, karanlıkta yoldan tırmanan herkesin yerinden oynatacağı kesin olan, tehlikeli şekilde dengede duran büyük bir kaya koydu. Gürültü onu uyandırırdı. Demir iskeletini bile sonuna dek tüketmiş olan uzun yürüyüşünün stres ve geriliminin acıyla farkına vararak kendini post yığınının üstüne uzattı. Kaba yatağına neredeyse değer değmez uykuya daldı.
Karanlıkta üstüne sürünen yaratığın kadife ayaklarla sokulmasını işitmemesi, beden ve aklının yorgunluğu yüzünden oldu. Sadece pençeli parmaklar caniyane şekilde gırtlağını sıktığı ve insanlık dışı bir ses kulağında mide bulandıran bir zaferle sızlandığı vakit uyandı.
Gordon’un refleksleri bin savaşta eğitilmişti. Bu yüzden ona saldıranın bir maymun mu, yoksa büyük bir yılan mı olduğunu bilecek kadar uyanmadan önce hayatı uğruna savaşıyordu şimdi.
Azgın parmaklar, boyun kaslarını germe fırsatı bulamadan önce, neredeyse boğazını ezmişti. Yine de gevşek bile olsalar, o güçlü kaslar kurtarmıştı yaşamını. Öyleyken bile saldırı öyle sersemletici, kavrayış öyle ölümcüldü ki zeminde yuvarlanırken, bileklere asılmak suretiyle boğan elleri koparmaya çalışarak değerli saniyeleri boşa harcadı.
Sonra, savaşçı beyni kendini öne çıkardı ve onu içine çeken kızıl, koyulaşan sisler arasında taktiklerini değiştirdi, vahşi bir dizi sert kaslı bir karna gömdü, başparmaklarını her ezici elin küçük parmağının altından geçirerek onları şiddetle geri büktü.
O kaldıraca hiçbir güç karşı koyamazdı. Meçhul saldırgan bıraktı, Gordon da anında başının yan tarafına şahmerdan gibi bir darbe indirdi, sert beden bir anlığına gevşerken açığa yuvarlandı. Mağaranın içi, Gordon’un hasmını görmesi için bile fazla karanlıktı.
Kılıcını çekerek ayağa fırladı. Huzursuzca, acaba yaratık karanlıkta görebiliyor mu diye merak edip, kulaklarını dört açarken zar zor nefes alarak orada gergin halde dimdik durdu.
İlk hafif sesle birlikte bir panter gibi sıçradı ve caniyane şekilde sese doğru vurdu. Kılıcın ağzı sadece boş havayı kesti; tutarsız bir çığlık, bir ayak sürtünmesi işitildi, sonra da aceleci adımların hızla uzaklaşan sesleri geldi. O her neyse, geri çekiliyordu. Gordon izlemeyi denedi, boş bir duvara koştu ve yaratığın kaçtığı anlaşılan bir yan kapıyı belirlediğinde sesler azalıp kayboldu. Amerikalı bir kibrit çaktı ve gizem için ona kanıt sağlayacak herhangi bir şey görmeyi ummadan etrafa baktı. Görmedi de. Mağaranın kaya zemininde hiç ayak izi görünmüyordu!
Karanlıkta ne menem bir yaratıkla savaştığını bilmiyordu. Gerçi kafası karışık bir saç kütlesiydi ama bedeni bir maymun için yeterince kıllı gelmemişti. Yine de insani bir varlık gibi savaşmamıştı, pençe ve dişlerini hissetmişti, insan kaslarının karşılaştığı gibi demirden bir güç barındırabileceğine inanmak zordu. Çıkardığı gürültüler de kesinlikle dövüşte bile bir insanın çıkarabileceği seslere benzemiyordu.
Gordon tüfeğini aldı ve pervaza çıktı. Yıldızların pozisyonuna bakılırsa gece yarısını geçmişti. Sırtını uçurum duvarına vererek pervaza oturdu. Uyumak istemiyordu ama karşı koymasına rağmen uyudu ve o zalim tehlikenin sürünerek yaklaştığı hissiyle her siniri sızlayıp teni ürpererek kendini ayakta bulmak üzere aniden uyandı.
Tam acaba kötü bir rüya mı onu uyandırdı diye düşünürken, bulanık bir gölgenin çok uzakta olmayan bir mağaranın siyah ağzında solduğu ilişti gözüne. Tüfeğini hızla kaldırdı ve atış uçurumdan uçuruma uçan ve çınlayan yankılar yolladı. Gergin gergin bekledi ama ne başka bir şey gördü, ne de işitti.
Bundan sonra, tüfeği dizlerinin üstünde, her duyusu tetikte oturdu. Pozisyonunun güvenilmez olduğunun farkındaydı. Issız bir adada terk edilmiş biri gibiydi. Güneydeki kervan yoluna dek bir günlük çetin bir süvari yolu vardı. Yaya olarak daha uzun süre gerektirirdi. Engellenmeden ona ulaşabilirdi—sadece Hawkston arayışı bırakmış olmadıkça ki bu mümkün değildi, İngiliz’in kervanı o yolda bir yerlerde ilerliyordu. Gordon onunla tek başına ve yaya olarak karşılaşırsa—Gordon Hawkston’a dair hayale kapılmıyordu! Fakat hala daha büyük bir tehlike vardı—Shalan ibn Mansur. Şeyhin halen onu niye takip etmediğini bilmiyordu ama Shalan’ın Amir Han Kuyusu’nda savaşçılarını öldüren adamı bulmak için çölü taradığı, sonunda ona yetişeceği kesindi. Bu olduğunda da çölde yaya yakalanmak istemezdi.
Burada, mağaraların içinde su, yiyecek ve barınakla en azından bir mücadele şansı olurdu. Hawkston ve Shalan şans eseri aynı zamanda gelirse—bu da olasılıklar sağlıyordu. Gordon kılıcı kadar zekâsına da güvenen bir savaşçıydı ve daha önce de düşmanlarını birbirine düşürmüştü. Fakat hâlihazırda mağaraların kendisinde onu tehdit eden, Al Wazir’in kaderi bilmecesinin çözümü olduğunu hissettiği bir tehdit vardı. O tehdidi gün ışığının gelişiyle birlikte köşeye sıkıştırmak istiyordu.
Şafak doğu göğünü gül pembesi ve beyaza çevirene dek orada oturdu. Işığın gelişiyle develer üstündeki adamlar anlamına gelen beneklerden hareketli bir diziyi görmeyi bekleyerek, gözlerini çölün içlerine doğru zorladı. Fakat sadece düzlükler ve sırtların sarımsı, boş ıssızlığıyla karşılaştı bakışları. Güneş yükselene dek mağaralara girmedi; düz ışıklar, bir akşam önce gölgeler içinde gizlenmiş hatları ortaya çıkararak içlerine dek vurdu.
Önce uğursuz ayak seslerini ilk işittiği geçide gitti, orada bir gizemin izahını buldu. Kayalık tavandaki kare şeklinde bir delikten yukarıdaki mağaraya çıkan bir el ve ayak tutamağı dizisi hafifçe oyulmuştu duvarın taşına. Mağaraların cini o geçitte bulunmuş, o sırada savaşmaktansa sıvışmayı tercih ederek o yoldan kaçmıştı.
Artık dinlenmiş olduğundan, açlığın içini kemirdiğini fark etmeye başladı ve mağaraları keşfe başlamadan önce tenekelerden kahvaltısını çıkarmak için Kartal Yuvası’na yöneldi. Kapıdan akan erken güneşle aydınlanan geniş odaya girdi—ve ölü gibi kalakaldı.
Depo odasının kapısında eğilen bir suret ona bakmak için doğrularak hızla döndü. Bir an ikisi de donakaldı. Gordon, karşısında bir ilkellik heykeli gibi bir adam görüyordu—içinde gizemli bir şekilde parlayan gözler bulunan keçeleşmiş bir saç-sakal karmaşasıyla çıplak ve sıskaydı. Şafak asırlarından, her güçlü elinde bir taş kavrayan bir mağara adamı olabilirdi orada duran. Fakat saç püskülleri altında yarı yarıya gizlenen yüksek, geniş alnı, bir vahşinin eğik alnı değildi. Ne de karmakarışık sakalla neredeyse örtülü yüz öyleydi.
“İvan!” diye bağırdı Gordon donakalarak; gizemin izahı tüm mide bulandırıcı imalarıyla hücum ediyordu. Al Wazir bir deliydi.
Sanki sesinin tınısıyla yönlendirilmiş gibi, çıplak adam şiddetle baktı, tutarsız bir şekilde bağırdı ve sağ elindeki kayayı fırlattı. Gordon çekildi ve taş, manyağın kaslarında gizlenen doğadışı güç ikazı yapan bir darbeyle arkasındaki duvarda parçalandı.
Al Wazir, şişkin kaslı, muhteşem geniş omuzlu, ince belli bedeniyle Gordon’dan uzundu. Gordon yarı döndü ve tüfeğini duvara dayadı, bunu yaparken de Al Wazir sol elindeki kayayı sakarca fırlattı ve dudaklarından köpükler saçıp dehşetengiz biçimde haykırarak, bir sıçrayışta mağaranın karşısından onu takip etti.
Gordon, darbeye karşı kaslı bacaklarından destek alarak göğüs göğüse karşıladı onu; Al Wazir olduğu yerde ölü gibi durdurulunca şiddetle homurdandı. Gordon onun kollarını yan tarafına sıkıştırdı ve kapana kısılmış bir hayvan gibi asılıp dalarken, delinin dudaklarından vahşi bir feryat koptu.
Kasları, Gordon’un kavrayışı altında kıvrılıp düğümlenerek titreyen çelik teller gibiydi. Dişleri hayvan gibi Gordon’un gırtlağına atıldı, Amerikalı onlardan kurtulmak için başını hızla çekerken, Al Wazir sağ kolunu kurtardı ve Gordon’un sol kolunun üstünden aşağı doğru vurdu. Amerikalı daha engelleyemeden, kılıcının kabzasını kavramış ve bıçağı kınından sıyırmıştı. Uzun kol, çıplak çelik ışıltısıyla yukarı ve geriye gitti, Kalkan kılıçtaki ölümü algılayan Gordon da sol yumruğunu delinin çenesine indirdi. Otuz santimden biraz daha fazla hareket eden kısa, müthiş bir darbeydi ama bir katır çiftesini andırıyordu.
Al Wazir’in başı darbe altında omuzları arasından geri sekti, sonra gevşekçe göğsünün üstüne düştü. Aynı anda bacakları gevşedi, Gordon onu yakaladı ve kayalık zemine uzattı.
Gevşeyen bedeni olduğu yerde bırakan Gordon, aceleyle depo odasına gitti ve ip buldu. Baygın adama dönerek ipi beline bağladı, sonra mağaranın gerisindeki doğal bir taş sütuna oturur pozisyona kaldırdı, ipi sütunun etrafından geçirdi ve diğer taraftan karmaşık bir düğümle bağladı. İp, bir manyağın insanüstü gücüyle bile kopmayacak kadar sağlamdı, Al Wazir de uzanıp düğümü çözmek için sütünün arkasına erişemezdi.
Sonra Gordon, adamı canlandırma işine koyuldu—kolay iş değildi, zira El borak, üstüne çöken ölüm tehlikesi içindeyken, çelik yaydan adalelerinin sevk ettiği bir anilikle, sert vurmuştu.
Fakat birazdan gözler açıldı ve Gordon’un yüzüne dikilirken kıpkızıl parlayarak vahşice etrafa baktılar. Uzun, siyah tırnaklı, pençe gibi eller kalktı ve Amerikalı menzil dışına çekilirken Gordon’un gırtlağına atıldı. Al Wazir, kalkmak için sarsıntılı bir gayrette bulundu, sonra geri çöktü ve kırpılmayan bakışıyla, parmakları amaçsız hareketler yaparak çömeldi. Gordon ruhu bulanarak kasvetle baktı ona. Düşler ve felsefeler için ne sefil, tiksindirici bir son! Al Wazir meditasyon, huzur ve kadim peygamberlerin düşleri peşinde çöle gelmiş; dehşet ve delilik bulmuştu. Gordon, uysal bilgelikten ışıl ışıl münzevi bir filozof aramaya gelmiş, pis, çıplak bir deli bulmuştu.
Amerikalı boş bir tenekeyi suyla doldurdu ve açılmış bir teneke etle Al Wazir’in elinin yanına koydu. Bir an sonra da çığın münzevi tüm gücüyle tenekeleri ona atarken yana çekildi. Umutsuzca başını sallayan Gordon, depo odasına girdi ve kendi orucunu bozdu. Önünde bir zamanların muhteşem şahsiyetinin enkazıyla yemek yemeye çok az gönlü vardı ama açlık dürtüsü reddedilemezdi.
Dışarıdan ani bir gürültünün onu ayağa kaldırıp, yakın tehlike yüzünden harekete geçmesi bu işle meşgulken oldu.


V. KISTIRILMIŞ ŞAHİNLER

Gordon’un patikaya yerleştirdiği taşın tıkırtıyla düşüşü oldu ona tehlike işareti veren. Dolambaçlı yoldan biri tırmanıyordu! Tüfeğini kapıp pervazın üstüne süzüldü. Düşmanlarından biri gelmişti sonunda.
Aşağıda, yorgun, tozlu bir deve, havuzdan su içiyordu. Yolda, pervazın birkaç metre aşağısında, tozdan lekelenmiş çizmeler ve pantolon içinde, yırtık gömleği esmer, kaslı göğsünü sergileyen uzun boylu, sırım gibi bir adam duruyordu.
“Gordon!” bu adam, Amerikalının tüfeğinin siyah namlusuna hayretle bakarak bağırdı. “Vay şeytan, buraya nasıl geldin?” tıpkı tırmanma eylemi esnasında durmuş gibi kaya çıkıntısına yaslı duran elleri boştu. Tüfeği sırtına asılıydı, tabancası ve kılıcı kemerindeki kınlarındaydı.
“Eller yukarı Hawkston,” Gordon emretti, İngiliz de itaat etti.
“Burada ne işin var?” tekrarladı. “Seni el-Azem’de bıraktım—”
“Salim, Mekmet Göleti yanındaki kulübede gördüğü şeyi bana anlatmaya yetecek kadar uzun yaşadı. Senin hakkında hiçbir şey bilmediğin bir yoldan geldim. Öbür çakallar nerede?”
Hawkston, güneşten yanmış alnından ter damlalarını silkeledi. Orta boyun üstündeydi, karanlık, şahini andıran bir surat ve ince, siyah bir bıyığın üstünde kavislenen yüksek kemerli, yırtıcı bir burunla kösele kadar esmer ve sertti. Işıl ışıl gözleri, amansız ve pervasız huyunu aksettiren kanunsuz bir maceracıydı ve bir savaşçı olarak Gordon’un olduğu kadar dillere düşmüştü—daha ziyade Arabistan’da; zira El Borak’ın yiğitçe amellerinin çoğu Afganistan’da sahnelenmişti.
“Adamlarım mı? Şimdiye dek ölmüşlerdir sanırım. Ruwelia savaş yolunda. Shalan ibn Mansur bizi Süleyman Kuyusu’nda elli adamla kıstırdı. Eyerlerimizden hurmalar arasına bir barikat kurduk ve tüm gün denkliği koruduk. Van Brock ve deve sürücülerimizden üçü savaş sırasında öldürüldü, Kraktovitch de yaralandı. O gece bir deve yakalayıp oradan ayrıldım. Direnmenin yararı olmadığını biliyordum.”
“Seni domuz,” dedi Gordon tutkusuzca. Hawkston’a bir korkak demiyordu. İngiliz’i yaralı ve kuşatılmış arkadaşlarını terk etmeye itenin ödleklik değil, sadece her tür tehlikede postunu kurtarmaya yönelik alaycı bir kararlılık olduğunu biliyordu.
“Hepimizin öldürülmesinin faydası yoktu,” diye karşılık verdi Hawkston. “Tek kişinin karanlıkta gizlice kaçabileceği fikrindeydim ve yaptım. Tam ben uzaklaşırken kampa saldırdılar. Diğerlerini öldürdüklerini işittim. Boğazını keserlerken Ortelli kayıp bir ruh gibi uludu—sahile ulaşmadan çok önce bana yetişeceklerini anladım, bu yüzden mağaralara yöneldim—yolu bırakarak çölün kuzeybatısına, Khosru Kuyusu’nun epey güneyine. Uzun, kuru bir yolculuktu ve başka her şeyden ziyade şans eseri başardım. Peki, şimdi ellerimi indirebilir miyim?”
“İndirebilirsin,” cevabını verdi Gordon omzundaki tüfek hiç tereddüt etmeden. “Birkaç saniye içinde ellerinin nerede olduğu senin için fark etmeyecek.”
Hawkston’un ifadesi değişmedi. Ellerini indirdi ama kemerinden uzakta tuttu.
“Niyetin beni öldürmek mi?” diye sordu sükûnetle.
“Dostum Salim’i öldürdün. Buraya Al Wazir’e işkence etmeye ve soymaya geldin. Fırsatın olsa beni de öldürürdüm. Yaşamana izin vermek için aptal olmam gerekir.”
“Beni soğukkanlılıkla vuracak mısın?”
“Hayır. Pervaza tırman. Sana istediğin düzgünlükte bir fırsat vereceğim.”
Hawkston itaat etti ve birkaç saniye sonra Amerikalıya dönük durdu. Bir izleyen olsa, iki adam arasındaki belli bir benzerliği çarpıcı bulurdu. Yüz olarak benzerlikleri yoktu ama ikisi de güneşle yanarak esmerleşmişti; ikisi de ham deri ve çelik yayın sert tasarrufuyla inşa edilmişti; ikisi de dünyanın çiğ kenarlarında zekâ ve cesaretleriyle yaşayan erkeklerin ortak damgası olan keskin, şahini andıran görünümünü taşıyordu.
Gordon, kalçasının aşağısında ama diyaframına çevrili tuttuğu tüfekle ona bakarken, Hawkston yanındaki boş ellerle duruyordu.
“Tüfekler, tabancalar mı, yoksa kılıçlar mı?” diye sordu Amerikalı. “Bir bıçağı kullanabildiğini söylüyorlar.”
“Arabistan’da bir ikincisi yok,” cevabını verdi Hawkston güvenle. “Fakat seninle savaşmayacağım Gordon.”
“Savaşacaksın!” Siyah gözlerde kızıl bir alev harlanmaya başladı. “Seni tanırım Hawkston. Kaygan bir dilin var ve bir yılan kadar kalleşsin. Bu işi şimdi, burada halledeceğiz. Silahlarını seç—yoksa Gökler aşkına, seni şuracıkta vuracağım!”
Hawkston sakince ellerini salladı.
“Sen bir adamı soğukkanlılıkla vurmazsın Gordon. Seninle savaşmayacağım—henüz. Dinlesene be adam, çok geçmeden önümüzde bol bol çatışma olacak! Al Wazir nerede?”
“Bu seni ilgilendirmez,” diye homurdandı Gordon.
“Neyse, önemli değil. Niye buradayım biliyorsun. Senin de elinden gelirse beni durdurmak için buraya geldiğini biliyorum ama şu an sen ve ben aynı gemideyiz. Shalan ibn Mansur peşimde. Dediğim gibi parmaklarından kayıp kurtuldum ama peşime düştü ve sadece saatler içinde bana yetişecek. Onun develeri benimkinden daha hızlı ve zindeydi, yavaş yavaş bana yetişiyordu. Şu sırtların en yükseğini aştığımda güneyde çıkardığı tozu gördüm. Bir saat sonra burada olacak! Benden ettiği kadar senden de nefret ediyor. Yardımıma ihtiyacın var, benim de seninkine. Al Wazir de bize yardım ederse, bu mağaraları sonsuza dek tutabiliriz.”
Gordon kaş çattı. Hawkston’un öyküsü mantıklı geliyordu ve Shalan ibn Mansur’un niye Amerikalının peşinden hemen gelmemiş olduğunu da açıklıyordu İngilizlerin niye mağaralara çok daha önce gelmediğini de. Fakat Hawkston, güvenmesi çok tehlikeli, yılan dilli bir yalancıydı. Çölün merhametsiz öğretisi daha fazla müzakere etmeden onu vurup devesini almasını söylüyordu. Dinlenirse Gordon ile Al Wazir’i çölün dışına götürürdü. Fakat Hawkston, Amerikalının bir adamı soğukkanlılıkla öldüremeyeceğini söylediğinde, Gordon’un karakterini doğru tartmıştı.
“Kıpırdama,” Gordon onu uyardı ve kurulu tüfeğini bir elinde tabanca gibi tutarak Hawkston’u silahsızlandırdı ve bir elini gizli silahı var mı diye üstünde dolaştırdı. Vicdanı, düşmanını vurmaktan onu alıkoyduysa da düşmana onu indirmesi için bir fırsat vermemeye kararlıydı. Zira Hawkston’un vicdanı olmadığını biliyordu.
“Yalan söylemediğini nereden bileyim?” diye sordu.
“Doğruyu söylemesem, yorgun bir deveyle buraya tek başıma gelir miydim?” karşılığını verdi Hawkston. “Mümkünse o deveyi gizlesek iyi olur. Onları alt edersek sahile varmak için ihtiyacımız olacak. Lanet olsun Gordon, şüphelerin ve tereddüdün gırtlaklarımızı kestirecek! Al Wazir nerede?”
“Dön de şu mağaraya bak,” karşılığını verdi Gordon sertçe.
Yüzü birden şüpheyle sertleşen Hawkston itaat etti. Gözleri mağaranın gerisindeki sütunun önünde çömelen kişiye dikilirken nefesi sertçe emildi.
“Al Wazir! Neyi var onun?”
“Çok fazla yalnızlık sanırım,” diye homurdandı Gordon. “Tamamen delirmiş. Tüm gün ona işkence de etsen, Tanrıların Kanı’nın nerede bulunduğunu sana anlatamazdı.”
“Neyse, bunun şu anda fazla önemi yok,” diye mırıldandı Hawkston lakayt bir tavırla. “Hayatın kendisi söz konusuyken, hazine filan düşünemezsin. Gordon, bana inansan iyi olur! Burada çene çalarak duracağımıza, bir kuşatmaya hazırlanmalıyız. Eğer Shalan ibn Mansur—bak!” Uzun kolu güneye doğru uzanarak şiddetle irkildi.
Gordon nida üzerine dönmedi. Bunun yerine İngiliz’in ulaşamayacağı kadar geri çekildi ve hala adama nişan alarak hem Hawkston’u hem işaret ettiği yönü gözleyebildiği şekilde pozisyonunu değiştirdi. Güneydoğuda ülke dalgalanıyor, çıplak sırtlar tarafından bölünüyordu. En uzak sırtın üstüne beyaz beneklerden bir şerit akıyor, hafif bir toz bulutu havaya yükseliyordu. Deve üstündeki insanlar! Onlardan muntazam bir kalabalık.
“Ruweila!” diye bağırdı Hawkston. “Bir saatte burada olacaklar!”
“Senin adamların olabilirler,” cevabını verdi kesin olarak ispatlanmamış bir şeyi kabul için fazla temkinli olan Gordon. Hawkston tilki kadar hilekârdı; çölde hata yapmak da ölüm demekti. “Doğruyu söylemen sadece ihtimal de olsa şu deveyi gizleyelim. Yoldan aşağı önümden git.”
İngiliz’in küfürlerine aldırış etmeyen Gordon onu yoldan aşağı, havuza dek güttü. Hawkston, devenin ipini aldı ve Gordon’un kılavuzluğunda önden gitmeyi sürdürdü. Havuzun birkaç yüz metre kuzeyinde tepelerin derinliklerine doğru kıvrılan dar bir kanyon vardı, bu vadiden kısa bir mesafe yukarıda Gordon, Hawkston’a, duvarda çıkıntılı bir kayanın arkasında gizlenen dar bir yarık gösterdi. Buradan deve, kabaca yuvarlak biçimli ve yaklaşık on beş metre genişliğinde tepesi açık doğal bir cebe sıkıştırıldı.
“Arapların bu yeri bilip bilmediğini bilmiyorum,” dedi Gordon. “Fakat hayvanı bulamamaları için şansımızı denemeye mecburuz.”
Hawkston gergindi.
“Hadi mağaralara dönelim! Rüzgâr gibi geliyorlar, bizi açıkta yakalarlarsa, tavşanlar gibi vururlar!”
Geriye bir koşu tutturdu ve Gordon da hemen arkasında kaldı. Ancak Hawkston’un gerginliğinin haklı olduğu anlaşıldı. Beyaz adamlar, alçak bir nal gürültüsü kulaklarına yükseldiğinde mağaraya giden yolun dibine tam olarak ulaşmamışlardı ve bir deve üstünde vahşi, ak libaslı bir kişi bir tüfek sallayarak en yakın sırtın üstüne çıktı. Onları görünce tiz bir sesle bağırdı ve tüfeğini omzuna atarak hayvanını daha öfkeli bir dörtnala kaldırdı. Arkasından adamlar—Beyaz yarış develeri olan hecinlere binen Bedeviler—arka arkaya sırtın tepesine çıktı.
“Uçurumdan yukarı be adam!” diye bağırdı Hawkston, bronzluğu solmuş bir halde. Gordon şimdiden yoldan yukarı koşuyor, arkasındaki Hawkston ise daha fazla hızın imkânsız olduğu yerde daha büyük hız için sıkıştırarak soluyor, sövüyordu. Mermiler uçurumda patırdamaya başladı ve en öndeki süvari hızla üstlerine inerken kana susamış bir neşeyle uludu. Arkadaşlarının epey önündeydi ve bir Arap için kayda değer bir nişancıydı. Sallanıp kaykılan eyerden ateş ediyor, hedeflerinin yakınından kıymıklar koparıyordu.
Hawkston, çarpan bir kurşunun saçtığı uçan bir kaya kırıntısı tarafından sokulurken ciyakladı.
“Lanet olsun sana Gordon!” diye soludu. “Bu senin hatan—senin kanlı inadın—bizi tavşanlar gibi vuracaklar—”
Yaklaşan süvari, kayalığın dibinden ve tırmanıcıların üç metre üstündeki pervazın kenarından yüz metreden uzakta değildi.
Gordon aniden döndü, tüfeğini omzuna attı ve tamamen nişan almak için çok hızlı, tek bir hareketle ateş etti. Ancak Arap eyerinden şimşek çarpmış bir adam gibi düştü. Atışının neticesine bakmak için durmadan Gordon yoldan yukarı koştu ve bir an sonra topuklarında Hawkston’la pervazın üstüne koştu.
“Gördüğüm en iyi tüfek atışı!” diye soludu İngiliz.
“Silahların orada,” diye homurdandı Gordon kendini pervazın üstüne dümdüz atarak. “İşte geliyorlar!”
Hawkston silahlarını Gordon’un bıraktığı kayadan aldı ve Amerikalının örneğini takip etti.
Araplar durmamıştı. Pervasız önderlerinin düşüşünü nefret naralarıyla selamladılar ama bineklerini kamçılayıp bodoslama bir saldırı halinde gelmeyi sürdürdüler. Yolun dibinde atlayıp, yokuş yukarı yaya olarak saldırmak niyetindeydiler. En az elli kişi idiler.
Pervazda yüzükoyun yatan iki adam soğukkanlılıklarını yitirmedi. İkisi de bir vahşi savaşın kıdemlisiydi, süvarilerin ilki ortalama menzile girene dek serinkanlılıkla beklediler. Sonra telaş etmeden, hata yapmadan ateş etmeye başladılar. Her atışta biri eyerinden düşüyor veya bineğinin sallanan boynuna yığılıyordu.
Bedeviler bile böyle bir tahribat tufanının içine saldıramadı. Taarruz bocaladı, bölündü, kendi içinde büküldü—bir anda da ak libaslı süvariler mağaralara sırtlarını dönüyor, öbür yönde geldikleri kadar çılgınca bineklerini kamçılıyordu. Beşi bir daha saldıramayacaktı, onlar kaçarken de Hawkston, en gerideki adamlardan birini tam omuzlarının ortasından deldi.
İlk alçak, taş kaplı sırtın ötesine çekildiler, Hawkston tüfeğini onlara salladı ve erkeksi bir belagatle onlara sövdü.
“Çöl pisliği! Yeniden deneyin sizi cibilliyetsizler!”
Gordon nefesini kelimelerle harcamadı. Hawkston gerçeği söylemişti ve Gordon şu an için o cenahtan ihanet tehlikesi içinde olmadığını biliyordu. Hawkston, ortak bir düşmanla karşı karşıya oldukları sürece ona saldırmazdı—ama tehlike ortadan kalktığı anda, elden gelirse İngiliz’in onu sırtından vurabileceğini de biliyordu.
Durumları kötüydü ama daha da beter olabilirdi. Bedeviler, hepsi deneyimli, kurtlar kadar zalim çöl savaşçılarıydı. Şeflerinin her iki beyazla bir kan davası vardı ve eline düşürmüşken fırsatı kaçırmazdı. Fakat savunucuların barınak, tükenmez bir su ikmali ve aylar boyu yetecek yiyecek avantajları vardı. Tek zayıflıkları cephane miktarının sınırlı oluşuydu.
Yolun başının kuzeyini Hawkston, eşit mesafede güneyini ise Gordon olmak üzere, birbirlerine danışmadan pervazda yerlerini aldılar. Bir müzakereye ihtiyaç yoktu; her adam öbürünün işini bildiğini biliyordu. Pervazın kenarının sunduğu korumaya ilave için önlerine yığınlar halinde kırık kayalar toplayarak yüzükoyun uzandılar.
Alev püskürtüleri zirveyi taçlandırmaya başladı; mermiler inledi ve kayalarda takırdadı. Adamlar, sırtın her iki ucundan ovayı kaplayan kaya kümelerinin içine süründü.
Pervazdaki adamlar, ateşlerini beklettiler, hemen yakında ıslık çalan kurşunlar yüzünden kıpırdamadılar. Zihinleri böyle bir durumda o kadar benzer şekilde çalışıyordu ki, birbirlerini görüşmeye hacet kalmadan anlıyorlardı. Aynı adama iki mermi israf etme şansları yoktu. Yolun dibinden sırta dek uzanan hayali bir çizgi arazilerini bölüyordu. Türbanlı bir kafa o hattın kuzeyindeki bir kayadan çıktığında, adamı ölü ve kayanın üstüne sererek deviren Hawkston’un tüfeği oldu. Bir bedevi o hattın güneyindeki bir kaya mahmuzunun arkasından daha yakındaki kayalığa sığınmak için zigzag çizen bir koşuyla atıldığında, Hawkston ateşini bekletti. Gordon’un tüfeği çatırdadı ve koşucu uzuvların kısa bir çırpınışıyla son bulan bir yuvarlanışla yeri boyladı.
Sırttan öfkeyle tizleşmiş bir ses yükseldi.
“Bu Shalan, lanet olasıca!” diye hırladı Hawkston. “Ne diyor çıkarabiliyor musun?”
“Adamlarına görüş alanı dışında kalmalarını söylüyor,” cevabını verdi Gordon. “Onlara sabırlı olmalarını söylüyor—Zamanları bol.”
“Gerçek de bu,” diye homurdandı Hawkston. “Zamanları, yiyecekleri, suları var—karanlıktan sonra su tulumlarını doldurmak için havuza sokulacaklar. Keşke içimizden biri Shalan’a net bir atış yapabilseydi. Fakat bize bir fırsat vermeyecek kadar kurnaz. Onu bize saldırdıklarında, sırtın gerisinde dururken gördüm, bir kurşun tehlikesinden epey uzaktaydı.”
“Onu vurabilseydik, kalanlar buralarda bir dakika durmazlardı,” diye yorumladı Gordon. “Bu tepeleri mesken tuttuğunu düşündükleri insan yiyen cinden korkuyorlar.”
“Eh, şu an Al Wazir’i doğru düzgün görebilselerdi, onun cinin kendisi olduğuna yemin ederlerdi,” dedi Hawkston. “Kaç fişeğin var?”
“Her iki silah dolu, yaklaşık bir düzine fazladan tüfek mermisi.”
Hawkston sövdü. “Bende de daha fazlası yok. Bu gece, diğerimiz onların dikkatini dağıtmak için yaylım ateşini sürdürürken, hangimizin dışarı çıkacağını belirlemek için yazı tura atsak daha iyi olacak. Kalan kişi iki tüfeği ve tüm mühimmatı alır.”
“Kim demiş,” diye homurdandı Gordon. “Al Wazir de dâhil hepimiz gidemezsek, kimse gitmeyecek!”
“Böyle bir zamanda bir kaçığı düşünmek için deli olmalısın!”
“Belki. Fakat gizlice kaçmaya çalışırsan, kaçarken sırtına bir delik açacağım.”
Hawkston sözsüzce hırladı ve sessizliğe gömüldü. İki adam sırtı ve hararet dalgaları içinde yalımlanan kayaları gözleyerek Kızılderililer gibi kıpırdamadan uzandı. Ateş kesilmişti ama zaman zaman, kuşatmacılar kayalar arasında sürünürken, sel yatakları ve taşlar arasında ak urbalar ilişiyordu gözlerine.
Güneyde, biraz uzakta kayalığın dibine uzanan sığ bir sel yatağı boyunca sürünen bir grup gördü Gordon. Onlara kurşun harcamadı. Uçuruma vardıkları noktada, daha iyi durumda olmayacaklardı. Etkili bir atış için çok uzaktılar ve uçuruma sadece yolun yukarı kıvrıldığı noktadan tırmanılabilirdi. Gordon beyaz adamlara kale olarak hizmet eden tepeyi incelemeye koyuldu.
Uçurumun cephesini oluşturan kaya perdesi boyunca uzanan yaklaşık otuz mağara en alt katı oluşturuyordu. Bildiği üzere her bir mağara dar bir geçitle bitişikteki odaya bağlanıyordu. Bunun üstünde üç kat vardı, her kat, en alt mağaralardan taş tavandaki delikler yoluyla üstündekine çıkan kayaya oyulmuş tutamak merdivenlerle bağlanıyordu. Al Wazir’in bağlı olduğu, uçan kurşunlara karşı güvenli Kartal Yuvası, yaklaşık olarak en alt katın ortasındaydı ve kayanın içine yontulan patika doğruca tam açıklığın önündeki pervaza çıkıyordu. Hawkston, bunun kuzeyindeki üçüncü mağaranın önünde, Gordon da güneyindeki üçüncü mağaranın önünde yatıyordu.
Araplar, alçak sırtın bir ucundaki kayalardan, zirve boyunca ve diğer uçtaki kayaların içine dek uzanan geniş bir yarım çember halinde uzanıyordu. Sadece kayalar arasında yatanlar kazaen olmazsa herhangi bir hasar verecek yakınlıktaydı. Aşağıdan pervaza bakınca da sadece beyaz adamların tüfeklerinin ışıldayan namlularını görebiliyor veya ara sıra kafalarının anlık görüntülerini yakalıyorlardı. Böyle zor hedeflere kurşun israf etmekten bıkmış gibiydiler. Bir süredir tek bir atış yapılmamıştı.
Gordon, uçurumun zirvesindeki bir adam, acaba aşağı bakınca onu ve Hawkston’u pervazda uzanırken görebilir mi diye merak ederken buldu kendini. Yukarısındaki duvarı inceledi; neredeyse dimdikti ama diğer, daha dar pervazlar her mağara katı boyunca uzanıyor, alt pervazdan olduğu gibi yukarıdan da görüşü engelliyordu. Tepenin sarp yamaçlarını hatırlayan Gordon, bu ova sakinlerinin herhangi bir noktadan ona tırmanabileceği fikrinde değildi.
Hafif bir ses kulaklarına gelip de şüpheyle gerilmesine yol açtığında, tam da Al Wazir’e yiyecek ve su ikram etmek için Kartal Yuvası’na dönmeyi düşünüyordu.
Arkasındaki mağaralardan geliyor gibiydi. Hawkston’a baktı. İngiliz, sırtın sonu civarındaki kayalar arasında bir içeri, bir dışarı sallanmayı sürdüren, bir kefiyedeki boncuğu yakalamaya çalışarak tüfeğinin namlusundan gözlerini kısarak bakıyordu.
Gordon, pervazın kenarından geri kıvrıldı ve aşağıdaki adamların görüş alanı dışında ayağa kalkmadan önce en yakın mağaranın ağzının içine yuvarlandı. Kulaklarını zorlayarak kıpırdamadan durdu.
İşte yine—taşa değer kumaş hışırtısı, çıplak ayakların sürtünüşü gibi yumuşak ve sinsi--oluyordu. Durduğu yerin biraz güneyinde bir noktadan geliyordu.
Gordon sessizce o tarafa ilerledi, bitişik bir odadan geçti, sonrakine girdi—ve bağıran ve bir kılıcı hızla kaldıran uzun, sakallı bir Bedeviyle yüz yüze kaldı. Bir başka akıncı, habis, yaralı bir yüzle bir adam tam arkasındaydı ve zemindeki bir yarıktan üçü daha sürünerek çıkıyordu.
Gordon, kılıcın aşağıya doğru darbesini kontrol ederek belden ateş etti. Yaralı yüzlü Arap düşen bedenin üstünden ateş etti ve Gordon kollarından hızla yukarı çıkan uyuşturucu bir şok hissetti, tetiğe asıldı ve tepki alamadı. Mermi, ateşleme tertibatına çarpmış, mekanizmayı harap etmişti. Pervazda Hawkston’un vahşice bağırdığını işitti, İngiliz’in tüfeğinin yaylım ateşini, vadiden yükselen bir ateş fırtınası ve naraları işitti. Uçuruma saldırıyorlardı! Hawkston onları tek başına karşılamalıydı, zira Gordon’un eli de meşguldü!
Anlatması uzun süren şey, gerçekte saniyelerin kesri içinde gerçekleşti. Yaralı Bedevi tekrar ateş edemeden onu yere sererek devirdi ve tüfeğini ters çevirerek uzun bir bıçakla üstüne atılan bir adamın kafatasını kırdı. Pistol veya kılıç çekecek vakit yoktu. İki Bedevi onu kurtlar gibi yırttığı, diğerlerinin de kavgaya katılmanın hevesiyle bacada sıkıştığı dağar mağarada hınçla adam adama bir katliamdı bu.
Merhamet ne bağışlanıyor, ne de bekleniyordu—bıçakların parlayıp vurduğu, tüfek namlularında çınladığı ve Gordon savuştururken kundağı ısırdığı—dipçiğin göğsü ezdiği, adamların kırık kafalarla düştüğü öfkeli bir hareket kasırgası. Yaralı göçebe kalkmıştı ama kavganın umutsuz yakınlığı yüzünden ateş etmeye korkarak, tam son adam düşerken tüfeğini sopa gibi kullanarak hamle etti.
Göğüs kaslarındaki bir kesikten kanayan Gordon, dipçik savrulurken eğildi, kendi tüfeğindeki kavrayışını yeniledi ve kan kaplı dipçiği sakallı yüzün tam ortasına bir hançer gibi indirdi. Diş ve kemikler ezildi ve adam tam tırmanmak üzere olanları da kendisiyle taşıyarak gerisingeri bacanın içine yuvarlandı.
Bir anlık süre elde eden Gordon otomatik tabancasına asılarak bacanın ağzına atıldı. Bacayı dolduran vahşi, sakallı yüzler, eceli tanıyarak donakalmış halde baktılar ona—sonra mağara koca otomatiğin o vahşi suratları kızıl bir enkaza çeviren gürlemesiyle sağır edici şekilde çınladı. O mesafeden bir katliamdı bu; kan ve beyin saçıldı, duyarsız eller kavrayışlarını gevşetti, bedenler sıkışıp, onu tıkayarak, kızıl bir karmaşa halinde bacadan aşağı kayarak gitti.
Gordon bir an için aşağı baktı, o an tam bir katildi, sonra hızla dönerek pervaza koştu. Mermiler şarkı söyleyerek başının üstünden geçti ve Hawkston’un tüfeğine yeni fişekler sürdüğünü gördü. Görünürde canlı Arap yoktu ama sırt ve yolun dibi arasındaki yarım düzine yeni ceset, kayalığa saldırının, sadece İngiliz’in ölümcül isabetiyle bozguna uğratılan kararlı gayretini anlatıyordu.
Hawkston bağırdı: “Orada ne haltlar dönüyor?”
“Aşağıda bir yerden yukarı çıkan bir baca bulmuşlar,” dedi Gordon. “Ben onu tıkamaya çalışırken, sen başka bir saldırı bekle.”
Kayaların arasından ona doğru rastgele atılan kurşunu görmezden gelerek, oldukça büyük bir kaya buldu ve mağaranın içine yuvarladı. Dikkatle kuyudan aşağı baktı. El ve ayak tutamakları eğimli taraftaki dengesiz merdiven basamaklarını oluşturuyordu. Yaklaşık on beş metre aşağıda baca bir açı yapıyordu ve Arapların cesetlerinin sıkıştığı yer orasıydı. Fakat şu anda sadece tek ceset duruyordu orada, o bakarken de sanki canlanmış gibi hareket etti ve aşağı süzülerek gözden kayboldu. Köşenin aşağısındaki adamlar, yeni bir saldırı için yolu temizlemek amacıyla cesetleri çekiyordu.
Gordon kayayı bacanın içine yuvarladı, kaya aşağı doğru gümbürdedi ve köşede iyice sıkıştı. Onu aşağıdan sökebilecekleri fikrinde değildi ve inancı derinliklerden yükselen boğuk bir beddua korosu tarafından onaylandı.
Gordon, bu bacanın bir yıl önce Al Wazir’le mağaralara ilk geldiğinde orada olmadığına emindi. Bir gece önce deliyi aramak için mağaraları keşfederken, mağaranın karanlık bir köşesindeki dar ağzı fark etmeyi başaramaması tuhaf değildi. Uçurumun dibindeki bir tür yarığın içine açıldığı belliydi. Sel yatakları boyunca güneye sokulurken gördüğü adamları hatırladı. Daha alttaki yarığı bulmuşlar her iki taraftan eş zamanlı saldırı da iyi planlanmıştı. Gordon’un keskin kulakları olmasa başarılı olabilirlerdi. Bu olurken, Amerikalıyı boş bir tabanca ve kırık bir tüfekle bırakmıştı.
Gordon, öldürdüğü dört Arap’ı pervaza sürükledi, kayalardan yayılan azgın naralar ve atışları görmezden gelerek onları kaldırıp attı. O umutsuz yakın dövüşten galip çıkmış olduğuna şaşırmaya zahmet etmedi. O dövüşün, yarı hız, güç ve zekâ, yarı kör şans eseri olduğunu biliyordu. Onun daha vakti gelmemişti, hepsi bu.
Sonra diğer olası bacaları aramak için alt katlarda baştan başa bir keşif turuna çıktı. Kartal Yuvası’nı geçerken sütuna dayalı oturan Al Wazir’e baktı. Adam uyuyor gibiydi, kıllı kafası göğsüne gömülmüş, elleri gevşekçe belinin etrafındaki ipe dolanmıştı. Gordon yanına yiyecek ve su koydu.
Keşifleri daha başka beklenmedik tünelleri ortaya çıkarmadı. Gordon yiyecek tenekeleri ve mağaraların birinde kaynağı bulunan akarsudan temin edilen bir su tulumuyla pervaza döndü. Tabakaya dümdüz yatarak yediler, çünkü keskin gözler ölümcül bir nefret ve hevesli bir tetik parmağıyla sırt ve kayadan izliyordu. Güneş tepe noktasını geçmişti.
Yavan yemekleri bitti, beyaz adamlar sırtı gözleyip, kayanın üstündeki kertenkeleler gibi sıcakta pişerek uzandı. Öğle azalıyordu.
“Başka bir tüfeğin vardı,” dedi Hawkston.
“Benimki mağaradaki kavgada kırıldı. Bunu öldürdüğüm adamların birinden aldım. Dolu bir şarjörü var ama başka fişeği yok. Tabancam boş.”
“Sadece silahlarımdaki mermiler var,” diye mırıldandı Hawkston. “Görünüşe göre vaktimiz geldi. Yeniden bize saldırmadan karanlığı bekliyorlar sadece. Birimiz kaleyi tutarken öbürü karanlıkta kaçabilirdi ama bunu kabul etmediğinden burada oturup boğazlarımızı kesene dek beklemek haricinde yapacak bir şey yok.”
“Tek şansımız var,” dedi Gordon. “Shalan’ı öldürebilirsek diğerleri kaçar. O ne insandan korkar, ne de iblisten; fakat adamları cinden korkar. Gece çöktükten sonra iblis kadar gergin olacaklardır.”
Hawkston sertçe güldü. “Aptalca bir laf. Shalan bize fırsat vermez. Hepimiz burada öleceğiz. Al Wazir haricinde hepsi. Araplar ona zarar vermezler. Fakat ona yardım da etmezler. Kahrolası, niye çıldırması gerekti ki?”
“Pek tedbirli değildi,” Gordon acı bir ironiyle kabul etti. “Diğer taraftan, Tanrıların Kanı’nı nereye gizlediğini söyletmek için ona işkence etmek istediğini bilmediğini anlıyorsun.”
“Onlar için bir insana ilk kez işkence edilmeyecekti ki,” diye terslendi Hawkston. “O mücevherlerin gerçek değerine dair hiç fikrin yok mu be adam. Al Wazir Umman valisiyken, bir kez onları gördüm. Onların görünüşü bir insanı çıldırtmaya yeterdi. Öyküleri ‘Bin Bir Gece Masalları’ndan bir öykü gibi geliyor kulağa. Delhili Alâeddin Muhammed’in Somnath Hindu mabedini yağmalayıp, ganimet arasında bulduğundan beri, onlar yüzünden kaç kadının ruhunu, kaç adamın canını verdiğini kimse bilmiyor. Bu 1294’teydi. O zamandan beri Asya’da kızıl bir yolda parladılar. Nereye gittilerse kan döküldü. Onları elde etmek için birçok adamı zehirlerdim—” İngiliz’in gözlerinde yüksele vahşi alev, Gordon’un buna inanmasını kolaylaştırdı ve adama yönelik bir tiksinti bastı üstüne.
“Al Wazir’i doyurmaya gideyim,” dedi aniden kalkarak.
Bir süre için kayalardan hiç silah atışı gelmedi, düşmanlarının orada olduğunu biliyorlar, kadim, korkunç sabırlarıyla bekliyorlardı gerçi. Güneş tepelerin arkasında batmıştı; dar vadilerle sırtlar büyük mavi gölgeler içinde örtülüyordu. Epey doğuda gümüş parlaklığında bir yıldız derinleşen mavilikte yanıp sönüyor, ürperiyordu.
Gordon, kare odaya ilerledi—ve taş sütunun boş durduğunu görünce heyecanlandı. Bir adımda oraya varı, kendi öyküsünü anlatan kopuk ipin yıpranmış uçlarının üstüne eğildi. Al Wazir kendini kurtarmanın bir yolunu bulmuştu. Ağır ağır, acıyla, pençemsi tırnaklarıyla uzun gün boyunca çalışan deli, kalın ipin sert liflerini koparmıştı. Ve kaybolmuştu.


VI. GECENİN İBLİSİ

Gordon yuvanın kapısına yürüdü ve sertçe konuştu: “Al Wazir kaçtı. Mağaralara onu aramaya gideceğim. Pervazda kal ve gözünü dört aç.”
“Niye ömrünün son dakikalarını bir delinin peşinde boşa geçiriyorsun?” diye homurdandı Hawkston. “Birazdan karanlık çökecek ve Araplar saldıracak—”
“Sen anlamazsın,” diye hırladı Gordon dönüp giderken.
Önündeki görev tatsızdı. Kararmış mağaralarda cani bir manyağı aramak yeterince kötüydü ama arkadaşını zor kullanarak boyun eğdirme düşüncesi tiksindiriciydi. Yine de yapılmalıydı. Mağaralarda başıboş kalan Al Wazir, ya kendine, ya da onlara zarar verebilirdi. Serseri bir kurşun da vurabilirdi onu.
Alt katta hızlı bir araştırmanın neticesiz olduğu ortaya çıktı, bu yüzden Gordon merdivenden ikinci kata çıktı. Delikten yukarıdaki mağaraya tırmanırken, Al Wazir’in bir kayayla kafasını kırmak için çömeldiğine dair rahatsız edici bir hisse kapıldı. Fakat sadece sessizlik ve boşluk karşıladı onu. Alacakaranlık mağaralara öyle hızlı dolduruyordu ki, deliyi bulmaktan umudunu kesmeye başladı. Al Wazir’in görünmeden çömelebileceği yüz girinti ve köşe vardı, Gordon’un zamanı da kısaydı.
İkinci katı üçüncüyle bağlayan merdiven girdiği odanın içindeydi ve oradan yukarı bakan Gordon, göz kırpan bir yıldızla, derinleşen mavi bir çember görünce irkildi. Bir anda oraya doğru tırmanıyordu.
Mağaralardan başka bir beklenmedik çıkış keşfetmişti. Tutamak merdiveni yukarıdaki mağara duvarından tavanı geçiyor, en yukarıdaki mağaranın tavanında açılan yuvarlak bir bacadan yukarı çıkıyordu. Bir bacaya tırmanan biri gibi çıktı ve birkaç dakika sonra kafasını kenarın üstünden uzattı.
Kayalıkların zirvesine çıkmıştı. Doğuda kaya kenarı, görüşünü kapatarak sertçe yükseliyordu ama batıda alacakaranlıkta beliren ıssız kayalıklar halinde bölünen engebeli bir sırt kemiğine nazırdı. Bir yerlerde, yoklayan bir ayak tarafından yerinden sökülmüş gibi bir çakıl taşı takırdayarak düşerken gerildi. Al Wazir bu tarafa mı gelmişti? Deli, gölgeli kayalıklar arasında tırmanıp oralarda bir yere mi çıkmıştı? Öyleyse, el veya ayağın kayması suretiyle ölüme kur yapıyordu.
Derinleşen gölgelere doğru gözlerini zorlarken, aşağıdan bir çağrı yükseldi: “Sana diyorum Gordon! Herifler saldırıya hazırlanıyor! Kayalar arasında toplandıklarını görüyorum!”
Gordon bir küfürle bacadan aşağı yöneldi. Tüm yapabileceği buydu. Karanlık çöküyordu. Hawkston pervazı tek başına tutamazdı.
Gordon hızla indi, fakat pervaza varmadan önce karanlık çökmüş, sadece yıldızlar tarafından azıcık aydınlanıyordu. İngiliz aşağıdaki bulanık gölgeler çukuruna bakarak kenarda çömeliyordu.
“Geliyorlar!” diye mırıldandı tüfeğini kurarak. “Dinle!”
Bu kez ateş edilmedi—sadece taşlarda sandaletli ayakların hızlı, kasıtlı dövünüşü. Zayıf yıldız ışığında gölgeli bir kütle kendini dış karanlıktan ayırdı ve uçurumun dibine doğru dalgalandı. Çelik kayalarda çınladı. Kütle bireysel siluetlere bölündü. Adamlar aşağıdaki karanlıktan çıkıyordu. Gölgelerde mermi israfı işe yaramazdı. Beyaz adamlar ateşlerini bekletti. Araplar yoldaydı ve ellerinde çelik donuk donuk ışıldayıp, bir koşuyla yukarı çıkıyordu. Yol, solgun siluetlerle kalabalıklaştı; savunucular yukarıya devrilen ak gözbebeklerinin ışıltısını yakaladı.
Tüfeklerini kullanmaya başladılar. Karanlık kesintisiz alev püskürtüleriyle bölündü. Kurşun tok bir sesle hedefe çarptı. Adamlar bağırdı. Bedenler, aşağıdaki kayalara mide bulandırıcı şekilde çarpmak üzere yuvarlandı Karanlığın gerisinde bir yerlerde Shalan ibn Mansur’un sesi, katillerini teşvik ediyordu. Kurnaz şeyhin, pervazı tutan o zalim savaşçıların menziline girip, postunu tehlikeye atmaya niyeti yoktu.
Hawskton tüfeğini çalıştırırken ona sövdü.
“Thibhahum, bism er resul!” çılgın Bedeviler, nefret ve kâfirleri parça parça etme hevesi ve nefret içinde kuduz köpekler gibi köpükler saçarak yukarı çıkmaya çalışıyordu.
Gordon’un tüfeğinin horozu boş bir tıkırtıyla düştü. Tüfeğini sopa gibi eline aldı ve yolun başına yürüdü. Ak libaslı bir beden, pervazda tutunacak bir yer için savaşarak önünde belirdi. Savrulan tüfeğin dipçiği kafasını yumurta kabuğu gibi ezdi. Yakın mesafeden ateşlenen bir tüfek Gordon’un kaşını alazladı ve dipçiği tüfeklinin omzunu paramparça etti.
Hawkston son fişeğini ateşledi, boş tüfeğini fırlattı ve elinde kılıçla Gordon’un yanına atıldı. Dişlerinde bir bıçakla kenarın üstüne sıçrayan bir Bedeviyi biçti. Araplar kenarın aşağısında kaynayan bir küme halinde, kurtlar gibi hırlayıp, tüfek dipçiği ve kılıçtan yağan darbelerden kaçınarak toplandı.
Adamlar patikadan aşağı sıvışmaya başlıyordu.
“Vallahi!” diye ağladı bir adam. “İblis bunlar! Kaçın kardeşler!”
“Köpekler!” diye bağırdı Shalan ibn Mansur, karanlıktan ürkütücü bir sesle. Sırtın yakınındaki alçak bir tepecikte ayakta duruyordu ama uçurumdaki adamlar onu göremiyordu. “Durun! Sadece iki kişiler! Ateşi kestiler, demek ki silahları boşalmış olmalı! Eğer bana kellerini getirmezseniz, derinizi diri diri yüzerim! Onlar—ahhh! Ya Allah—” Sesi tutarsız bir çığlık halinde yükseldi, sonra korkunç bir hırıltıyla bölündü.
Bu, patikada tutunan ve dibinde toplanan Arapların hayretle çığlığın geldiği yöne bakmak için, kafalarını omuzlarının üstünden büktüğü gergin bir sessizlik tarafından takip edildi. Pervazdaki adamlar, moladan memnun halde gözlerindeki teri silkeledi, eşit derecede hayret ve alakayla dinleyerek durdu.
Biri seslendi: “Hey, Shalan ibn Mansur! Her şey yolunda mı?”
Cevap gelmedi ve Araplardan biri uçurumun dibinden çıkıp, şeyhin ismini bağırarak tepeciğe doğru koştu. Pervazdaki adamlar tiz sesi sayesinde onun ilerleyişini izleyebiliyordu.
“Şeyh niye bağırdı ve sustu?” diye bağırdı yoldaki bir adam. “Ne oldu Haditha?”
Haditha’nın cevabı net olarak geldi.
“Üstünde durduğu tepeye vardım—onu görmüyorum—Vallahi! Ölmüş! Burada yırtık boğazıyla öldürülmüş halde yatıyor! Allah! Medet!” Haykırdı, ateş etti, sonra çılgın kaçış sesleri geldi. Kaçarken kayıp bir ruh gibi uluyordu, zira silah ateşinin parıltısı ona matlaşmış bir saç kargaşasıyla insanlık dışı hale gelen, vahşi, sırıtan bir çehresi olan bir yüzün, ölü adamın başında eğildiğini göstermişti ona—korkmuş Araplar için bir iblisin yüzüydü bu. Koşarken attığı feryatların üstünde de manyakça bir kahkaha patlaması yükseldi.
“Kaçın! Kaçın! Onu gördüm! El Khour’un cini bu!”
Hemen panik çıktı. Adamlar, haykırarak bir daldaki olgun elmalar gibi yoldan düştüler: “Cin, Shalan ibn Mansur’u öldürdü! Kaçın kardeşler, kaçın!” Sırta doğru tepişirlerken, gece onların yaygarasıyla dolduruldu, az sonra da şiddetli vurma sesleri ve deve homurtuları geldi pervazdaki adamlara. Bunda hile falan yoktu. İnsan düşmanlar karşısında cesur, ama batıl dehşetlerle dolu olan Ruweila mensupları, arkalarında şefleri ve öldürülmüş yoldaşlarının cesetlerini bırakarak tam bir kaçış halindeydi.
“Ne halt dönüyor?” diye hayret etti Hawkston.
“Bu İvan olmalı,” diye mırıldandı Gordon. “Bir şekilde, kayalıklardan tepenin öbür cephesinden inmiş olmalı—nasıl bir tırmanış olmuştur ama!”
Orada dinleyerek durdular ama kulaklarına ulaşan tek ses, kalabalığın rastgele kaçışının uzaklaşan gürültüsü oldu. Birazdan yola inmişler, düştükleri yerde grotesk biçimde öbeklenmiş bedenleri geçmişlerdi. Uçurumun dibinde başka cesetler benekliyordu zemini, Gordon ölü bir elden düşmüş bir tüfeği aldı ve dolu olduğundan emin oldu. Araplar kaçış halindeyken, onunla Hawkston arasındaki ateşkes pekâlâ sona ermiş olabilirdi. Gelecek ilişkileri tamamen İngiliz’in davranışlarına bağlı olacaktı.
Birkaç dakika sonda Shalan ibn Mansur’un durmakta olduğu alçak tepecikte duruyorlardı. Arap şef hala oradaydı. Sırt üstü, koyu kırmızı bir birikinti içine serilmişti, gırtlağı sanki vahşi bir hayvanın pençeleriyle yapılmış gibi yırtılmıştı. Gordon’un onun üstüne tuttuğu kibritin ışığında tüyler ürpertici bir görünüşü vardı.
Amerikalı doğruldu, kibriti üfledi ve uzağa fiskeledi. Gözlerini etraftaki gölgelere doğru dikti ve seslendi: “İvan!” cevap yoktu.
“Onu öldüren gerçekten Al Wazir miydi dersin?” diye sordu Hawkston huzursuzca.
“Başka kim olabilir? Shalan’a arkadan sokulmuş olmalı. Diğer adam onu bir an gördü ve tıpkı senin söylediğin gibi mağaraların iblisi olduğunu zannetti.”
Hangi hatalı kaprisin Al Wazir’i bu işe sevk ettiğini bilemiyordu Gordon. Bir delinin aşırılıklarını kim öngörebilir ki? İlkel cinayet içgüdüleri delilik yüzünden serbest kalmıştı—gecede sessizce ilerleyen bir çılgın, bir tepede bağıran yalnız bir tasvire çekilmişti—sonuçta o kadar da tuhaf değildi bu.
“Pekâlâ, hadi onu aramaya koyulalım,” diye homurdandı Hawkston. “Onu o devenin üstüne güzelce bağlayana dek sahile dönmeyeceğini biliyorum. Bu yüzden ne kadar erken, o kadar iyi.”
“Tamam.” Gordon’un sesi, zihnindeki şüpheyi hiç belli etmedi. Hawkston’un huyu ve niyetlerinin olan biten şey tarafından hiç değişmediğini biliyordu. Adam bir kurt kadar kalleş ve öngörülmezdi. Döndü ve uçuruma doğru yola koyuldu ama İngiliz’i arkasında bırakmamaya ve kurulu tüfeğini hazır tutmaya özen gösteriyordu.
“Arapların çıktığı şu bacanın alt ucunu bulmak istiyorum,” dedi Gordon. “İvan orada saklanıyor olabilir. Onları ilk gördüğümde sokulmakta oldukları o sel yatağının batı ucu civarında olmalı.”
Sığ sel yatağında ilerliyorlardı ve o uçurumun dibinde bittiğinde de taşta, bir adamı alacak genişlikte dar, yarığı andıran bir boşluk gördüler. Kibritlerini dikkatle tutarak girdiler ve açıldığı dar tünel boyunca ilerlediler.
Bu tünel, kısa bir mesafe boyunca, doğruca uçuruma geri dönüyordu, sonra sertçe sağa döndü ve Gordon’un tam Araplarla savaştığı odanın altında olduğuna inandığı yekpare taştan yontulmuş ufak bir odada son bulana dek devam etti. İnancı, yukarıya çıkan baca açıklığını bulduğunda onaylandı. Kuyunun içine tuttuğu bir kibrit, köşenin hala kaya tarafından tıkanmış olduğunu gösterdi.
“Eh, mağaralara nasıl girdiklerini biliyoruz,” diye homurdandı Hawkston. “Fakat Al Wazir’i bulamadık. Burada değil.”
“Yukarıdaki mağaralara çıkalım,” cevabını verdi Gordon. “Yiyecek için oraya dönecektir. Onu o zaman yakalarız.”
“Peki ya sonra?” diye sordu Hawkston.
“Belli değil mi? Kervan yoluna çıkacağız. İvan deveye biner, biz yürürüz. Bunu başarabiliriz pekâlâ. Ruweila’nın kabilelerinin çadırlarına dönene dek duracakları fikrinde değilim. İvan’ın zihninin onu uygarlığa geri götürdüğümüzde iyileşebileceğini umuyorum.”
“Ya Tanrıların Kanı?”
“Pekâlâ, ne olmuş onlara? Onlar onun, canının istediğini yapar değil mi?”
Hawkston cevap vermedi, ne de Gordon’un ondan şüphe ettiğinin farkında gibiydi. Tüfeği yoktu ama Gordon belindeki tabancanın dolu olduğunu biliyordu. Amerikalı tüfeğini kolunun kıvrımda taşıyor ve tünelden aşağı el yordamıyla inip, yıldız ışığına çıkarlarken, İngiliz önünde kalacak şekilde manevra yapıyordu. Hawkston’un niyetinin tam olarak ne olduğunu bilmiyordu. Er ya da geç hayatı için İngiliz’le savaşması gerekeceği görüşündeydi. Fakat bir şekilde, Al Wazir bulunup emniyete alındıktan sonraya dek buna lüzum olmayacağını hissediyordu.
Tünel ve uçurumun tepesine çıkan bacayı düşündü. Bir yıl önce orada değildiler. Belli ki Araplar tüneli sırf şans eseri bulmuştu.
“Mağaraları bu gece aramak işe yaramaz,” dedi Hawkston pervaza çıktıklarında. Sırayla nöbet tutup uyuyalım. İlk nöbeti alırsın değil mi? Biliyorsun dün gece uyumadım ben.”
Gordon kafasını salladı. Hawkston, yuvadan uyku postlarını çekti ve kendini içlerine sararak, duvarın dibinde uykuya daldı. Gordon, tüfeği dizlerinde, biraz öteye oturdu. Otururken, uyuyan İngiliz her kıpırdadığında uyanarak, hafifçe uyukladı.
Şafak doğu göğünü kızıllaştırdığında hala orada oturuyordu. Hawkston kalktı, gerindi ve esnedi. “Nöbet sıram için niye beni uyandırmadın?” diye sordu.
“Neden yapmadığımı pekâlâ biliyorsun,” diye diş gıcırdattı Gordon. “Uykumda öldürülme riskini göze alamadım.”
“Benden hoşlanmıyorsun öyle mi Gordon?” Hawkston güldü. Fakat dudakları gülümsüyor, gözlerinde kızıl bir alev için için yanıyordu. “Neyse, bu his karşılıklı biliyorsun. Al Wazir’e geri döndükten sonra, farklılıklarımızı centilmence halletmeyi dört gözle bekliyorum—sen ve ben—ve bir çift kılıç.”
“Niye o zamana dek bekleyesin ki?” Gordon ayaktaydı, zor dizginlenen bir nefretin hevesiyle burun delikleri titriyordu.
Hawkston, vahşice gülümseyerek başını iki yana salladı: “Oh, yo, El Borak. Çölden çıkmamıza dek savaşmak yok.”
“Tamam,” diye hırladı Amerikalı hoşnutsuz bir şekilde. “Yemek yiyelim, sonra da İvan için mağaraları taramaya başlayalım.”
Hafif bir ses, ikisinin de hızla inin kapısına dönmelerine yol açtı. Al Wazir, uzun, siyah tırnaklarıyla sakalını yolarak orada duruyordu. Gözleri eski vahşi hayvan bakışından mahrumdu; bulutlu ve kederliydi. Tutumu, tehditkâr birinden ziyade şaşkın birine aitti.
“İvan!” diye mırıldandı Gordon tüfeğini bırakıp vahşi adama doğru ilerleyerek. Al Wazir çekilmedi, ne de herhangi bir düşmanca gösteride bulundu. Dağınık sakalını huzursuzca çekerek, duygusuzca durdu. “Daha uysal bir ruh halinde,” diye mırıldandı Gordon. “Sakin ol Hawkston. Bırak bunu ben halledeyim. Bu sefer etkisiz hale getirilmesi gerektiğini zannetmiyorum.”
“Bu durumda,” dedi Hawkston. “Sana artık ihtiyacım yok.”
Gordon hızla döndü; İngiliz’in gözleri öldürme arzusuyla kızıllaşmıştı ve eli tabancasının kabzasında duruyordu. Bir an iki adam birbirlerine bakarak gergin bir şekilde durdu. Hawkston, neredeyse bir fısıltıyla konuştu:
“Seni aptal, sana eşit bir fırsat vereceğimi mi zannettin? Al Wazir’i el Azem’e geri götürmek için senin yardım etmene ihtiyacım yok. Eğer yapılabilirse, zihnini eski haline getirebilecek Alman bir doktor tanıyorum—sonra da Tanrıların Kanı’nın nerede bulunduğunu anlatacak mı göreceğim—”
Sağ elleri eşzamanlı bir hız bulanıklığıyla harekete geçti. Gordon’un palası serbestçe ışıldarken, Hawkston’un silahı kılıfından çıktı. Tam kılıç çarpıp onu İngiliz’in elinden düşürürken silah konuştu. Gordon merminin rüzgârını ve arkasında, kapıdaki delinin homurdandığını ve sertçe düştüğünü işitti. Tabanca taşta çınlayıp pervazda sekti ve Gordon caniyane şekilde gözleri öfkeden kıpkırmızı halde Hawkston’un kafasına vurdu. Hızlı bir geri sıçrayış İngiliz’i menzil dışına taşıdı, Gordon vahşi bir sessizlikle üstüne gelirken de Hawkston kendi kılıcına asıldı. Amerikalı Al Wazir’in kafasından kan süzülerek eşikte yığılmış halde yattığını görmüştü.
Gordon ve Hawkston, birbirinin canına susamış iki vahşi yaradılışın zor bastırılmış tutkularının çözülüşüyle, göz kamaştırıcı bir alev ve çelik çınlamasıyla bir araya geldi. En sonunda çözülen ve her darbeyi destekleyen öldürme dürtüsü buydu işte.
Birkaç dakika boyunca, o saldırıya tanıklık eden bir göz olsaydı bile seçemeyeceği kadar hızlı darbeler birbirini izledi. Soğutulmuş çeliğin öfkesiyle, yine de ne vahşi, ne de dikkatsiz olan pervasız bir feragatle savaşıyorlardı. Çeliğin çınlaması sağır ediciydi; görünüşe göre mucize eseri gibi çelik ışıltısı başlarının üstünde oynaşıyor, yine de keskin ağız hedefi biçmiyordu. İki dövüşçünün hüneri fazlasıyla denkti.
İlk saldırı kasırgasının ardından, oyun hafifçe değişti; daha az vahşi olmasa da, daha ustalıklı bir hal aldı. Kılıca yeminli bir ülkede, bin silahşor kuşağının kılıçlarını aydınlatan çöl güneşi, iki yabancının iç içe geçen kariyerlerinin kaderini belirleyen, güneş ve çöl arasındaki o yüksek pervazdakinden daha ışıltılı bir kılıç ustalığı gösterisini aydınlatmamıştı hiç.
Pervazın yukarısında aşağısında—hızla hareket eden ayakların—tepinerek değil, süzülerek—sürtünüşü ve yer değiştirmesiyle—alevle aydınlanan siyah gözler, çakmaktaşından gri gözlere bakarak, çelikle karşılaşan çelik çın çın öterek çarpıştı, uçan kılıçlar doğan güneşle kırmızıya çevrildi.
Hawkston, anayurdunun düz kılıcında erken yaşta tecrübe kazanmış, kusursuzlaşmıştı ve onu şeytani bir beceriyle kullanıyordu. Gordon kılıç dövüşünü Afgan dağ savaşlarının çetin okulunda, kavisli tulwarla öğrenmiş, hiçbir yerleşik veya geleneksel tarzla savaşmıyordu. Kılıcı, bir yılanın dili gibi atılan veya tahripkâr bir kudretle inen ölümcül, canlı bir varlıktı.
Şık kurallar ve formalitelerle, törensel bir düello değildi bu. Sağ kalmak için yalın, umutsuz bir savaştı ve yarım düzine dakikalık sürede her iki adam bir ortaçağ eskrim ustasını ürkütecek hileler denemiş veya engellemişti. Duraklama ve nefes alma süresi yoktu; sadece bıçağın bıçakta sürekli kayışı ve sürtünüşü—Hawskton, güneşin Gordon’un gözlerini kamaştıracağı şekilde manevra yapma girişimi başarısız oldu; Gordon, saldıran Hawkston’u neredeyse pervazın kenarından düşürüyordu ki İngiliz yana doğru bir sıçrayışla kendini kurtardı.
Son aniden geldi. Yüzüne ter dökülen Hawkston, Gordon’un saf kol kuvvetinin öne çıkmaya başladığını fark etti. Onun demir bileği bile Amerikalının gardına yağdırdığı müthiş darbeler altında uyuşmaya başlıyordu. Salt eskrim becerisinde Gordon’a galebe çalacağına inanarak, karmaşık bir manevranın ön hazırlıklarına başladı ve görünüşte başarılı olarak, Gordon’un kafasına vuracakmış gibi yaptı.
El Borak bunun bir aldatmaca olduğunu biliyordu ama kanmış görünüp darbeyi savuşturur gibi kılıcını kaldırdı. Bir anda Hawkston’un kılıcının ucu gırtlağına atıldı. Daha İngiliz uzatırken kandırıldığını anladı ama hareketi kontrol edemedi.
Amerikalı bedeninin salınımlı bir bükülüşüyle darbeyi savuşturunca, kılıç Gordon’un omzunun üstünden geçti, kendi kılıcı ise güneşte beyaz çelik şimşeği gibi parladı. Hawkston’un esmer suratı bir kan püskürüşüyle lekelendi; kılıcı kayalık pervazda yüksek sesle çınladı; sallandı, sendeledi ve aniden düştü.
Gordon, gözlerinden teri silkeledi, nefret ve savaştan düşmanının öldüğünü tamamen fark etmek için fazlasıyla sarhoş halde baktı yerde yatan bedene. Bir ses arkasından cılız bir şekilde konuştuğunda irkildi ve hızla döndü: “Her zamanki gibi aynı hızlı kılıç, El Borak!”
Al Wazir, sırtını duvara dayayarak oturuyordu. Artık ne karanlık, ne de kan çanağı olan gözleri, Gordon’unkilerle düzgün bir şekilde buluştu. Karmakarışık saçı ve sakalına rağmen, üstünde tarif edilmez şekilde sakin ve faziletli bir şey vardı. Buradaki, gerçekten de, Gordon’un eskiden tanıdığı adamdı.
“İvan! Sağsın! Fakat Hawkston’un mermisi—”
“Olan bu muydu?” Al Wazir bir elini başına kaldırdı; kan bulaşmış olarak döndü. “Her neyse, epey canlıyım, zihnim de berrak—Tanrı bilir ilk kez ne kadar zamandan beri ilk kez. Ne oldu?”
“Bana hedeflenen bir kurşunu durdurdun,” diye homurdandı Gordon. “Şu yaraya bakayım hele.”
Kısa bir incelemeden sonra ilan etti: “Sadece bir sıyrık; kafatasını yarmış ve seni bayıltmış. Yıkayıp sarayım.” Çalışırken kısaca konuştu: “Hawkston peşindeydi; yakutlarının da. Onu burada mağlup etmeye çalıştım ve Shalan ibn Mansur ikimizi de tuzağa düşürdü. Sen biraz aklını kaçırmıştın, ben de seni bağlamaya mecbur kaldım. Araplarla bir didişmemiz oldu ve sonunda onları yendik.”
“Hangi gündeyiz?” diye sordu Al Wazir. Gordon’un cevabı üzerine bağırdı: “Yüce Tanrım! Kafamı vuralı bir aydan fazla olmuş!”
“Ne oldu ki?” diye bağırdı Gordon. “Zannettim ki yalnızlık—”
Al Wazir güldü. “Ondan değil, El Borak. Bazı kazı işleri yapıyordum. Alttaki mağaralardan birinde, tünele dek inen bir baca keşfettim. İki ağzı da kaya levhalarla kapatılmıştı. Sırf merakımdan onları açtım. Sonra bir üstteki mağaradan, kayalığın zirvesine bir baca gibi uzanan başka bir delik buldum. Bir kaya yağmuru başlatmam, o mühürlü levhayı sökerken oldu. İçlerinden biri kafama korkunç bir darbeyle çarptı. O zamandan beri zihnim boştu; kısa aralıklar haricinde—onlar da çok net değildi. Onları şu anda düş kırıntıları gibi hatırlıyorum. İnde çömeldiğimi, tenekeleri yırtarak açtığımı ve yiyecekleri yalayıp yuttuğumu, kim olduğumu, niye burada olduğumu hatırlamaya çalıştığımı hatırlıyorum. Sonra her şey yeniden soluyordu.
“Mağaradaki bir kayaya bağlı olduğum, seni ve Hawkston’u ateş ederek pervazda uzandığınızı gördüğüm, başka bir bulanık anım var. Tabii ikinizi de tanımıyordum. Birileri öldürülürse öbürlerinin gideceğini söylediğinizi işittiğimi hatırlıyorum. Bir sürü silah sesi ve bağırış vardı, bu da beni korkuttu ve kulaklarımı incitti. Hepinizin çekip gitmesini ve beni huzur içinde bırakmanızı istiyordum.
“Nasıl serbest kaldığımı bilmiyorum ama sonraki kopuk hatıram, uçurumun başına giden bacadan yukarı süründüğüm, sonra üstümde yıldızlar, yüzüme esen rüzgârla tırmandığım, tırmandığım—gökler! Tepenin zirvesine tırmanmış ve öbür taraftaki kayalıklardan inmiş olmalıyım!
“Sonra, karanlıkta koştuğuma ve süründüğüme dair karışık bir hatıram var—silah sesleri ve gürültünün karmakarışık bir izlenimi ve bağırarak bir tepecikte tek başına duran adam—” Ürperdi ve başını salladı. “sonra olan şeyi hatırlamaya çalıştığımda, her şey bir kâbus gibi kör bir ateş ve kan anaforu. Bir şekilde tepecikteki adamın, tüm o beni çıldırtan gürültünün suçlusu olduğunu, eğer bağırmayı bırakırsa, hepsinin çekip gideceğini ve beni yalnız bırakacaklarını hisseder gibi oldum. Fakat o noktadan itibaren hepsi kör, kırmızı bir sis.”
Gordon suskunluğunu korudu. Shalan ibn Mansur öldürülürse Arapların kaçacağına dair Al Wazir tarafından işitilen yorumunun, delinin bulutlu beynine kök saldığını ve sonunda—muhtemelen şuursuz bir şekilde—kendi kendini harekete geçiren dürtüyü sağlamış olduğunu fark etti. Al Wazir şeyhi öldürdüğünü hatırlamıyordu ve hakikatle canını sıkmak faydasızdı.
“Sonra koştuğumu hatırlıyorum,” diye mırıldandı Al Wazir kafasını kaşıyarak. “Müthiş bir korku içinde mağaralara geri dönmeye çalışıyordum. Yeniden tırmandığımı hatırlıyorum—bu kez yukarı. Kayalıkların üstüne tırmanmış ve yeniden bacadan inmiş olmalıyım—o tırmanışı kendi aklımı takındığımda yapamayacağıma bahse girerim. Hatırladığım sonraki şey, sesler işittiğimdi ve bir şekilde tanıdık geliyorlardı. Onlara doğru seğirttim—sonra kafamda bir şey çatladı ve çaktı, birkaç dakika önce tüm duyularıma sahip olarak kendime gelip de seninle Hawkston’un kılıçlarla dövüştüğünüzü görene dek başka bir şey bilmiyorum.”
“Duyularını kazanıyordun anlaşılan,” dedi Gordon. “Uyuşmuş aksamların yeniden çalışması için o kurşunun ekstra sarsıntısı gerekiyormuş. Böyle şeyler daha önce de oldu.
“İvan, yakınlarda gizli bir devem var, Araplar da çekip giderken kamplarında biraz saman bıraktı. Onu besleyip sulayacağım, sonra da—şey, seni kendimle sahile götürmeye niyetliydim ama aklını yeniden kazandığına göre sanırım sen istersin ki—”
“Seninle döneceğim,” dedi Al Wazir. “Meditasyonlarım bana kehanet yeteneği vermedi, fakat beni—daha başıma o darbeyi almadan bile—bir insanın yaşayabileceği en iyi hayatın, hemcinslerine hizmetle geçen olduğuna ikna ettiler. Tıpkı senin de kendi usulünle yaptığın gibi! Çölde hayal kurmak suretiyle insanlığa yardım edemem.”
Pervazda yüzüstü yatan adama baktı. “Önce bir höyük inşa edelim. Zavallı adamcağız; Tanrıların Kanı’nın son kurbanı olmak onun kaderiymiş.”
“Ne demek istiyorsun?”
“Onlar insanların kanıyla lekelendi,” cevabını verdi Al Wazir. “Tarihte ilk ortaya çıktıklarından beri acı ve cürüm haricinde hiçbir şeye yaramadılar. El Azem’den ayrılmadan önce onları denize attım.”
 

akyıldız

Süper Üye
15 Nis 2010
1,773
2,614
Sayın Hüseyin Aksakal öyküyü severek ve soluksuz okudum. Bana bu güzelliği yaşattığınız için teşekkür ederim. Sağlıklı ve huzurlu günler dilerim.
 

savok

Admin
30 Eki 2009
19,988
83,571
Kasımpaşa
Ufak bir roman çevirisi gibi hacimli, word dosyasına aldım okumak için, 45 sayfa...
En yakın zamanda okuyacağım.
Teşekkürler sevgili Hüseyin Aksakal
 

aziz balıkçı

Süper Üye
9 Ağu 2020
2,952
8,268
Üstadım kendi alanınızda bir numarasınız. Destansı birebir yaşamışcasına sanki kendi gözlerimizle gördüklerimizi dile getirir bir dil ile anlatımınız şahane. Tek kelime ile mükemmel ötesi. Güzel paylaşımınız için teşekkür ederim. İyi ki varsınız.
 

hüseyin aksakal

Onursal Üye
Çeviri & Balonlama
7 Eyl 2010
773
5,727
Kdz. Ereğli
Üstadım kendi alanınızda bir numarasınız. Destansı birebir yaşamışcasına sanki kendi gözlerimizle gördüklerimizi dile getirir bir dil ile anlatımınız şahane. Tek kelime ile mükemmel ötesi. Güzel paylaşımınız için teşekkür ederim. İyi ki varsınız.

Aziz Bey... Anlatımın güzelliği yazara ait... Bizimkisi ona saygı duruşu... Nazik görüşleriniz için sağolun, varolun.
 
Üst