ROBERT E. HOWARD/ MEZAR FALAN KAZMAYIN BANA/Tam macera

hüseyin aksakal

Onursal Üye
Çeviri & Balonlama
7 Eyl 2010
773
5,728
Kdz. Ereğli
MEZAR FALAN
KAZMAYIN BANA

Bir Conrad/Kirowan Öyküsü
[Alternatif Başlık: John Grimlan’ın Borcu]
İlk olarak Weird Tales’in Şubat 1937 sayısında yayınlandı​

Evin içinde ürpertici şekilde çınlayan eski moda kapı tokmağımın gümbürtüsü, huzursuz, kâbus dolu bir uykudan uyandırdı beni. Pencereden baktım. Batan ayın son ışığında dostum John Conrad’ın solgun yüzünün bana baktığını gördüm.
“Girebilir miyim Kirowan?” Sesi titrek ve gergindi.
“Elbette!” Yataktan fırladım, ön kapıdan girip merdivenleri tırmandığını işitirken, üstüme bir bornoz geçirdim
Bir an sonra önümde duruyordu; açtığım ışıkta, ellerinin titrediğini, yüzünün doğadışı solgunluğunu fark ettim.
“İhtiyar John Grimlan bir saat önce öldü,” dedi aniden.
“Gerçekten mi? Hasta olduğunu bilmiyordum.”
“Garip huylu, ani, tehlikeli bir kriz oldu bu, bir dereceye kadar epilepsi ile akraba bir nöbet. Son yıllarda böyle nöbetler geçiriyordu biliyorsun.”
Kafamı salladım, tepedeki büyük, kara evinde yaşayan ihtiyar, münzeviye benzeyen şahsı biraz tanıyordum; aslında bir keresinde tuhaf nöbetlerinden birine tanık olmuş, sesi dudaklarını köpükle kaplayan sözsüz çığlıklar halinde bölünene dek korkunç küfürler, kara kâfirlikler sayıklayarak yerde yaralı bir yılan gibi debelenen zavallının çırpınışlarından, ulumaları ve abuk sabuk sesler çıkarışından dehşete kapılmıştım. Bunu görünce neden eski devirlerde halkın böyle kurbanlara iblislerin eline geçmiş gözüyle baktığını anlamıştım.
“…bir tür kalıtsal kusur,” Conrad konuşuyordu. “İhtiyar John muhtemel ki uzak bir atasından miras kalan bir tür tiksinç illet tarafından bir miktar iç zayıflığa duçar oldu şüphesiz… Böyle şeyler sık sık oluyor. Ya da… Şey, İhtiyar John’un gençlik günlerinde kendisinin dünyanın gizemli kısımlarında araştırmalar yaptığını ve tüm Doğu’yu dolaştığını biliyorsun. Gezileri sırasında bir tür karanlık illet kapmış olması kuvvetle muhtemel. Afrika ve Doğu’da hala birçok tasnif edilmemiş hastalık var.”
“Fakat” dedim ben, “Bu münasebetsiz saatte bu ani ziyaretin nedenini anlatmadın bana… Zira saatin geceyarısını geçtiğini görüyorum.”
Dostumun kafası hayli karışık gibiydi.
“Şey, işin aslı, John Grimlan’ın şahsım hariç tek başına öldüğüdür. Herhangi bir medikal yardım almayı reddetti, ölmek üzere olduğu ayan beyan belli olup da karşı koymasına rağmen ona yardım getirmeye hazırlandığım son birkaç saniyesinde öyle bir uluma ve feryat kopardı ki tutkulu yakarılarını reddedemedim… Tek başına ölmeye bırakılmaması gerektiğiydi bu yakarı.
“İnsanların öldüğünü görmüşlüğüm var,” diye ekledi Conrad solgun kaşından terleri silerek, “Fakat John Grimlan’ın ölümü, gördüğüm en korkutucu şeydi.”
“Çok mu acı çekti?”
“Hayli fiziksel acı çekiyor gibiydi ama çoğunlukla bir çeşit muazzam zihinsel ve psişik acı bunu bastırıyordu. Şişmiş gözleri ve çığlıklarındaki korku, tasavvur edilebilen herhangi bir dünyevi dehşeti aşıyordu. Sana söylüyorum Kirowan, Grimlan’ın korkusu normal bir kötü yaşam insanında görülen sıradan Ahiret korkusundan daha büyük, daha derindi.”
Huzursuzca kıpırdandım. Bu yorumdaki karanlık imalar, meçhul bir kaygı üşümesinin belkemiğimden aşağı süzülmesine yol açmıştı.
“Taşra halkının onun gençliğinde ruhunu Şeytana sattığını, ani epileptik ataklarının da sadece İblis’in onun üstündeki gücünün göze görülür emaresi olduğunu iddia ettiğini biliyorum ama böyle bir konuşma elbette ki aptalca ve Karanlık Devirlere göre. Hepimiz John Grimlan’ın son günlerine doğru bile garip şekilde kötü, habis bir yaşam sürdüğünü biliyoruz. İyi bir nedenden ötürü evrensel olarak nefret ediliyor ve korkuluyordu, zira tek bir iyi amelini bile işitmedim. Sen onun tek dostuydun.”
“Garip bir dostluktu bu da,” dedi Conrad. “Sıra dışı güçleri yüzünden kapıldım ona, zira hayvanca doğasına rağmen John Grimlan çok eğitimli, derin kültürü olan bir adamdı. Okült öğretilerin derinlerine dalmıştı, onunla ilk karşılaşmamız da bu vesileyle oldu zira bildiğin üzere, ben de hep bu araştırma konularına yakın ilgi içinde olmuşumdur.
“Fakat Grimlan, tüm başka işlerde olduğu gibi bunda da kötü ve sapkındı. Okültün ak tarafını görmezden geliyor, onun daha karanlık, daha zalim aşamalarını –iblise tapıcılık, voodoo ve Şintoizm- eşeliyordu. Bu murdar sanat ve bilimlere dair bilgisi uçsuz bucaksız ve şeytaniydi. Onun araştırma ve tecrübelerini anlatırken işitmek, bu türden dehşeti ve zehirli bir yılanın uyandırabileceği bir tiksintiyi tanımak demekti. Zira orada dalmadığı derinlik yoktu ve bazı şeyleri bana bile sadece ima ediyordu. Sana söylüyorum Kirowan, parlak günışığı altında, keyifli bir beraberlik içindeyken, insanın kara, meçhul dünyanın öykülerine gülmesi kolaydır ama kutsuz saatlerde John Grimlan’ın sessiz, tuhaf kütüphanesinde oturup kadim, küflü ciltlere bakıyor, onun dehşet verici sohbetini dinliyorsan, benimki gibi mutlak korkudan dilin damağına yapışır ve doğaüstü sana daha gerçek, daha yakın gelir… Tıpkı bana geldiği gibi!”
“Fakat Tanrı adına be adam!” diye bağırdım, çünkü gerilim katlanılmaz bir hal almıştı, “Sadede gel de benden ne istediğini anlat.”
“Senden benimle John Grimlan’ın evine gelmeni ve cesedine dair tuhaf talimatlarını gerçekleştirmeme yardım etmeni istiyorum.”
Maceraya falan gönlüm yoktu ama alelacele giyindim. Tesadüfi bir önsezi ürpertisi sarstı beni. Tamamen giyinince evden dışarıya ve John Grimlan’ın evine giden sessiz yoldan yukarıya Conrad’ı takip ettim. Yol tepenin yukarısına dolanıyor, tüm yol boyunca yukarı ve ileri bakınca, tepenin zirvesine yıldızlara karşı simsiyah, haşin şekilde cesamet kazanarak habis bir kuş gibi tüneyen büyük, zalim evi görebiliyordum. Yeni ayın henüz alçak, siyah tepelerin arkasında görüş alanından çıktığı batıda, tek bir donuk kırmızı leke dalgalanıyordu. Tüm gece, kasvetli bir kötülükle dolu gibiydi ve başımızın üstünde bir yerlerde bir yarasanın kanatlarının ısrarlı çırpınışı, gergin sinirlerimi sarsıyor, sıçramama yol açıyordu. Kendi yüreğimin çabuk çarpıntılarını boğmak için konuştum:
“John Grimlan’ın deli olduğuna dair çoğunluk kanaatini paylaşıyor musun?”
Tuhaf bir gönülsüzlüğe kapılmış görünen Conrad cevap vermeden, birkaç adım daha yürüdük. “Tek bir olay haricinde, kimsenin daha aklı başında olmadığını söylemem gerek. Fakat çalışma odasında bir gece, mantıkla tüm bağlarını aniden kopardı.
“Yüzü tuhaf, kutsuz bir parıltıyla aydınlanarak aniden bağırdığında saatlerdir onun gözde konusu –Kara Büyü– üzerine tartışıyorduk. ‘Sana böyle çocuk lakırdılarını geveleyerek niye burada oturacakmışım? Bu voodoo ayinleri… Bu Şinto kurban törenleri… Tüylü yılanlar… Boynuzsuz Keçiler… Kara Leopar kültleri… Pöf! Rüzgârın üfürdüğü pislik ve toz! Gerçek Meçhul’ün… Derin gizemlerin döküntüleri! Sadece Gayya’dan aksisedalar!
‘Aciz beynini parçalayacak şeyler anlatabilirdim sana! Kulağına, seni yanık bir ayrık otu gibi kurutacak isimler fısıldayabilirdim! Sen ne bilirsin Yog-Sothoth’u, Kathulos’u ve batık şehirleri? Esatirinde bile bu isimlerden hiç biri bulunmuyor. Koth’un siyah, devasa duvarlarını düşlerinde bile görmedin veya Yuggoth’tan esen menfur rüzgârlar önünde elden ayaktan düşmedin!
“‘Fakat kara bilgeliğimle seni canından etmeyeyim! Bebek beyninin, benimkinin barındırdıklarına katlanmasını bekleyemem. Benim kadar yaşlı olsaydın… Benim gördüklerimi görseydin… Krallıkların ufalandığını, nesillerin geçip gittiğini… O zaman asırların karanlık sırlarını olgun başaklar gibi hasat etmiş olurdun…’
“Abuk sabuk konuşup duruyordu, vahşi bir tarzda aydınlanan yüzü çok az insani görünüyordu; birden aşikâr şaşkınlığımı fark ederek, korkunç, kaba bir kahkaha patlattı.
“‘Tanrım!’ Bana yabancı bir ses ve aksanla bağırdı, ‘Galiba seni korkuttum, muhakkak ki bu hayran olunası bir şey değil, neticede bu sadece yaşam sanatlarında yalın bir kurtarış. Benim yaşlı olduğumu düşünüyorsun ha? Şey, seni sersem hödük, tanıdığım insan nesillerini sana anlatsam şuracıkta düşüp ölürdün…’
“Fakat bu noktada, üstüme öyle bir dehşet çöktü ki ondan bir engerekten kaçar gibi kaçtım, yüksek perdeden, iblisçe kahkahası gölgeli evin dışına dek peşimden geldi. Birkaç gün sonra tutumu için özür dileyen ve bunu samimi bir şekilde –fazla samimi– ilaçlara bağlayan bir mektup aldım. İnanmadım ama kısa bir bocalamadan sonra ilişkilerimizi yeniledik.”
“Kulağa tam bir delilik gibi geliyor.” Mırıldandım.
“Evet,” diye kabul etti Conrad bocalayarak. “Fakat… Kirowan, John Grimlan’ı gençliğinde tanıyan birini gördün mü hiç?”
Başımı iki yana salladım.
“Onun hakkında gizlice araştırma yapma zahmetine girmişliğim var,” dedi Conrad. “Bir seferde aylar süren gizemli yokluklar haricinde yirmi yıldır burada yaşamış. Yaşlı köylüler, ilk geldiğinde ve tepedeki bu eski evi aldığı zamanları net olarak hatırlıyor, hepsi de geçen yıllar boyunca fark edilir şekilde yaşlanmış görünmediğini söylüyor. Buraya geldiğinde de aynen şimdiki –ya da ölüm anına dek göründüğü– gibi yaklaşık ellisinde bir adam gibi görünüyormuş.
“Viyana’da, İhtiyar Von Boehnk ile tanıştım, kendisinin Berlin’de çalışan çok genç bir adam olduğu zamanlarda, Grimlan’ı tanıdığını söyledi. İhtiyar adamın hala yaşıyor olmasına şaşkınlığını ifade etti; zira dediğine göre o sıralarda da Grimlan yaklaşık ellisinde görünüyormuş.”
Tartışmanın yöneldiği neticeyi anlayarak, şüpheci bir nida patlattım.
“Saçmalık!” Profesör Von Boehnk kendisi sekseni geçmiştir ve aşırı yaşı onu yanıltıyor olabilir. Bu adamı başkasıyla karıştırmış.” Yine de konuşurken tenim nahoş şekilde karıncalanıyor, ensemdeki kıllar diken diken oluyordu.
“Pekâlâ,” diye omuz silkti Conrad, “İşte evdeyiz.”
Koca yığın tehditkâr şekilde önümüzde yükseliyordu, biz ön kapıya varırken de serseri bir rüzgâr civardaki ağaçlar arasında inledi ve yeniden yarasa kanatlarının ruhani vuruşlarını işittim. Conrad, kocaman bir anahtarı antika kilitte çevirdi, içeri girerken, mezardan çıkan bir nefes gibi soğuk bir–küflü ve soğuk– hava akımı bize doğru esti. Ürperdim.
Siyah bir koridorda el yordamıyla ilerledik ve çalışma odasına girdik; burada Conrad bir mum yaktı, zira evde ne gaz lambası vardı, ne de elektrik ampulü. Işığın ortaya çıkarabileceği şeyden korkarak etrafıma baktım ama kalın perdelerle kaplı, tuhaf şekilde tefriş edilmiş oda ikimiz dışında boştu.
“Nerede… Nerede… O?” Kuru bir gırtlaktan çıkan boğuk bir fısıltıyla sordum.
“Üst katta,” cevabını verdi Conrad alçak bir sesle, evin sessizlik ve gizeminin onu da etkilediğini gösteriyordu bu. “Üst katta, can verdiği kütüphanede.”
Gayriihtiyarî yukarıya baktım. Başımızın üstünde bir yerlerde bu zalim evin yalnız sahibi son uykusuna uzanmıştı… Sessiz, ak yüzü, sırıtkan bir ölüm maskesine dönüşmüştü. Üstüme bir panik çöktü ve kendime hâkim olmak için savaştım. Neticede geçmişte kimseye zarar vermemiş, günahkâr bir ihtiyarın cesediydi sadece bu… Bu muhakeme biçimi, sakinleşmeye çalışan korkmuş bir çocuğun sözleri gibi beynimde boş boş çınladı.
Conrad’a döndüm. Bir iç cebinden zamandan sararmış bir zarf çıkarmıştı.
“Bu,” dedi zarftan sıkışık yazılı, zamanla sararmış birkaç parşömen sayfası çıkararak, “Kaç yıl evvel yazıldığını sadece Tanrı bilse de, özü itibarıyla John Grimlan’ın vasiyeti. Bana bunu on yıl önce, hemen Moğolistan dönüşünün ardından verdi. Bundan kısa süre sonra da ilk nöbetini geçirdi.
“Bu zarfı bana verdi ve mühürledi; onu dikkatle saklayacağıma, o ölene dek açmayacağıma ve içindekileri okuduğumda talimatları harfiyen ifa edeceğime yemin ettirdi. Dahası, zarfı bana verdikten sonra ne derse desin, ne yaparsa yapsın önemi olmadığını, ilk talimatı üzere devam etmem gerektiği konusunda da yemin ettirdi. ‘Zira’ dedi korkunç bir tebessümle, ‘Et zayıftır ama ben sözümün eriyimdir, bir zayıflık anında caymak istesem de şimdiden çok, çok uzakta bu. Meseleyi hiç anlayamayabilirsin ama dediğimi yap.”
“Yani?”
“Yani,” Conrad yeniden kaşını sildi, “Bu gece ölüm sancıları içinde kıvranarak yatarken, sözsüz ulumaları, zarfı ona getirmem ve gözlerinin önünde yok etmem için çılgınca ikazlara karıştı! O bunu gevelerken, dirseklerinin üstüne doğrulmaya mecbur kaldı ve dik dik bakan gözler ve kafasında dimdik olan saçıyla kan donduran bir çığlık attı bana. Zarfı açmamamı, onu yok etmemi haykırıyordu, bir seferinde de hezeyan içinde bedenini parça parça doğramamı ve parçaları dört bir yana saçmamı uludu!”
Kuru dudaklarımdan kontrolsüz bir dehşet nidası kaçırdım.
“Nihayet,” diye devam etti Conrad, “Yenilgiyi kabullendim. On yıl önceki talimatlarını hatırlayarak baştan sebat ettim ama sonunda ciyaklamaları katlanılmaz bir umutsuzluğa bürününce, onu yalnız bırakmak demek olsa da zarfı aramak üzere döndüm. Fakat tam dönerken, kıvrılan dudaklarından kan lekeli köpükler saçmasına yol açan son bir dehşetengiz kasılmayla, tek, büyük bir asılışla canı bükülen tenini terk etti.”
Parşömeni yokladı.
“Sözümü tutacağım. Buradaki talimatlar fantastik görünüyor ve allak bullak bir zihnin kaprisleri olabilirler ama söz verdim. Bunlar, özetle şöyle: cesedi, etrafında yanan yedi siyah mumla kütüphanesindeki büyük, siyah bronz masaya koyacağım. Kapılar ve pencereler sıkıca kapatılmış ve kilitlenmiş olacak. Sonra, şafaktan önceki karanlıkta, ilkinin içinde bulunan henüz açmadığım daha küçük, mühürlü zarftaki formül, afsun veya büyüyü okuyacağım.”
“Fakat hepsi bu mu?” Bağırdım. “Servetinin, mülkünün… Ya da cesedinin tanzimine dair hüküm yok mu?”
“Hiçbir şey. Başka bir yerde gördüğüm vasiyetine göre, mülkünü ve servetini belgede adı geçen Doğulu bir beyefendiye bırakıyor… Malik Tous!”
“Ne!” Bağırdım, ta ruhuma dek sarsılmıştım. “Conrad, bu delilik üstüne delilik yığıyor! Malik Tous… Yüce Tanrım! Hiçbir fani hiç böyle adlandırılmadı! Gizemli Yezidilerce tapınılan murdar bir ilahın unvanı bu… Melun Alamut Dağındakiler… Sekiz pirinç kuleyi Orta Asya’nın gizemli boşluklarında yükseltenler. Putperest sembolü pirinç tavus kuşudur. Ve onun iblise tapan müritlerinden nefret eden Muhammedîler, onun tüm evrenlerdeki kötülüğün özü olduğunu söyler… Karanlığın Prensi… Ahriman… İhtiyar Yılan… Hakikî İblis! Sen de Grimlan’ın vasiyetinde bu efsanevi zebaniyi mi andı diyorsun?”
“Gerçek bu,” Conrad’ın gırtlağı kurumuştu. “Hele bak… Bu parşömenin kenarına tuhaf bir satır çiziktirmiş: ‘Mezar falan kazmayın bana; İhtiyacım olmayacak.’”
Belkemiğimden aşağı yeniden bir üşüme dolaştı.
“Tanrı adına,” diye bağırdım bir tür çılgınlıkla. “Hadi bu inanılmaz işi bitirelim!”
“Bir içkinin yardımı olabilirdi sanırım,” cevabını verdi Conrad dudaklarını nemlendirerek. “İçki için Grimlan’ın şu dolaba gittiğini gördüm gibime geliyor bana…” Süslemeler oyulmuş maun bir dolabın kapısına eğildi, biraz zorlandıktan sonra açtı.
“Şarap falan yok burada,” dedi hayal kırıklığına uğramış gibi, “Hiç uyarıcıya ihtiyaç hissetmemiş olsam da… Bu da ne?”
Tozlu, sararmış, yarı yarıya örümcek ağlarıyla kaplı bir parşömen rulosu çıkardı Gerginlikten sızlayan algılarıma bu evdeki her şey, esrarengiz anlamlarla yüklü ve önemli geliyordu, Conrad parşömeni çözerken omzunun üstüne eğildim.
“Bu bir asilzade nesep kaydı,” dedi. “Doğum ölüm ve böyle şeylerin bir günlüğü, on altıncı asır ve daha erken dönemlerde, eski ailelerin kullandığı türden.”
“Adı nedir?” Sordum.
Solgun, arkaik yazıya galebe çalmaya çalışarak, bulanık karalamaların üstünde kaş çattı.
“G-r-y-m… Anladım… Grymlann elbette. İhtiyar John’un ailesinin kayıtları bu… Suffolk, Karakurbağası Fundalığı Konağı’ndan Grymlannlar… Bir malikâne için ne saçma bir isim! Son girişe bak.”
Birlikte okuduk, “John Grymlann, doğum 10 Mart 1630.” Sonra da ikimiz birden haykırdık. Bu girişin altında, yakın zamanlarda tuhaf, kargacık burgacık bir yazı yazılmıştı. “10 Mart 1930’da öldü.” Bunun altına, yayılmış bir kuyrukla, tavus kuşunu andıran deseni olan, siyah balmumu bir mühür basılmıştı.
Conrad dili tutulmuş gibi baktı bana; yüzündeki tüm renk çekilmişti. Korku yüzünden hâsıl olan öfkeyle silkindim.
“Bir delinin eşek şakası bu!” Bağırdım. “Aktörlerin kendi başlarına gireceği büyük bir itinayla hazırlanmış bir sahne. Her kimseler, sürüyle inanılmaz unsuru, onları sıradanlaştıracak biçimde yığmışlar. Hepsi çok aptalca, çok yavan bir gözbağcılık oyunu.”
Daha konuşurken, bedenimden soğuk ter boşanıyor, nöbet geçirir gibi sarsılıyordum. Conrad, sözsüz bir işaretle, maun masadan büyük bir mum aldı ve merdivenlere döndü.
“Anlaşıldı sanırım,” diye fısıldadı. “bu korkunç işi yalnız yürütmem gerekiyordu; fakat medeni cesaretim yoktu, şimdi iyi ki yokmuş diyorum.”
Merdivenlerden çıkarken, sessiz evin üstüne dingin bir dehşet çöktü. Bir yerlerden esen hafif bir meltem kalın kadife perdelerin hışırdamasına yol açınca, kem nazarlarını üstümüze dikmek için perdeleri yana çeken sinsi, pençeli parmaklar geldi gözümün önüne. Bir seferinde, üstümüzde bir yerlerde belli belirsiz, korkunç ayak sesleri işittiğimi zannettim ama kendi yüreğimin sertçe çarpması olsa gerekti bu.
Merdivenler, cılız mumumuzun hafif bir aydınlık sağlayarak sadece solgun yüzlerimizi aydınlattığı ve gölgeleri nispeten daha karanlık gösterdiği geniş, karanlık bir koridora açıldı. Büyük bir kapıda durduk ve Conrad’ın bir adamın kendisini fiziksel ve zihinsel olarak desteklediğinde yaptığı üzere nefesini sertçe emdiğini işittim. Yumruklarımı gayriihtiyarî tırnaklarım avuçlarıma batana dek sıktım, sonra Conrad kapıyı iterek açtı.
Keskin bir çığlık kaçtı dudaklarından. Mum, duyarsız parmaklarından düştü ve söndü. Biz girerken tüm ev karanlık olmasına rağmen, John Grimlan’ın Kütüphanesi ışıklarla aydınlanmıştı.
Bu ışık, büyük bronz masanın etrafına düzenli aralıklarla yerleştirilmiş yedi siyah mumdan geliyordu. Bu masanın üstünde, mumlar arasında ise… Görüntüye karşı kendimi kavileştirdim. Gizemli aydınlık ve masadaki şeyin görüntüsüyle karşılaştığım o anda kararlılığım neredeyse çöküyordu. John Grimlan sağken sevimsiz; ölümde ürperticiydi. Evet, yüzü, merhametle tüm bedenini örtenle aynı acayip, üstüne fantastik, kuşa benzer desenler işli ipek cübbeyle örtülmüş olsa da kargacık burgacık, pençemsi elleri ve çıplak, kurumuş ayaklarıyla bedeni örtülüyken bile ürperticiydi.
Boğuk bir ses geldi Conrad’dan. “Tanrım!” Fısıldadı; “Bu da ne? Cesedini masaya koydum ve mumları etrafına yerleştirdim ama onları yakmamıştım; ne de bu cübbeyi cesedin üstüne ben koydum! Ben ayrıldığımda ayaklarında yatak odası terlikleri vardı…”
Birden durdu. Ölü odasında yalnız değildik.
Bir köşenin uzak kuytusundaki büyük bir koltukta otururken başta onu görmemiştik, kalın perdeler tarafından atılan gölgelerin bir parçası gibi görünecek kadar kıpırtısızdı. Gözlerim ona takılırken, şiddetli bir ürperti beni sarstı, mide bulantısına yakın bir duygu mide boşluğumu gerdi. İlk izlenimim, kırpılmadan bize bakan canlı, çekik, sarımsı gözlerdi. Sonra adam kalktı ve yerlere kadar eğilerek selam verdi ve onun bir Doğulu olduğunu gördük. Şimdi aklımda onu resmetmeye çalıştığımda, onun net bir imgesini canlandıramıyorum. Sadece o delici gözlerle giydiği sarı, fantastik cübbeyi hatırlıyorum.
Selamına mekanik hareketlerle karşılık verdik, o da alçak, kibar bir sesle konuştu, “Beyefendiler, affınıza sığınırım. Laubali şekilde mumları yakmış bulundum… Ortak dostumuza dair işe devam etsek derim ben.”
Masadaki sessiz bedene doğru hafif bir işaret yaptı. Konuşmak elinden gelmediği anlaşılan Conrad başını salladı. Düşünce aynı anda çaktı akıllarımızda; bu adama da mühürlü bir zarf verilmiş miydi? Fakat Grimlan konağına nasıl bu kadar tez gelmişti? John Grimlan daha iki saat önce ölmüştü, bildiğimiz kadarıyla da vefatını ikimiz haricinde kimse bilmiyordu. Sürgülü, kilitli eve nasıl girmişti peki?
Bütün mesele, aşırı grotesk, aşırı gerçekdışıydı. Ne kendimizi yabancıya takdim ettik, ne de onun adını sorduk. İşin aslı, adam işi üstlenmiş, böylece dehşet ve yanılsama sihri altında, alçak, saygılı bir tonda bize verilen talimatlarına gayrı ihtiyarî itaat ederek şaşkın şaşkın işe koyulmuştuk.
Kendimi, masanın sol tarafında, Conrad’ın üstlendiği korkunç sorumluluğu karşıdan izleyerek dururken buldum. Doğulu, kollarını kavuşturup kafasını eğmiş, masanın başında dikiliyordu, Grimlan’ın yazdıklarını okuyacak Conrad’ın yerine orada durması garibime gitmedi. Bakışım yabancının cübbesinin göğsünde siyah ipeğe işli figüre çekildi. Bir parça tavus kuşuna, bir parça yarasaya veya uçan bir ejdere benzeyen acayip bir figür… Aynı desenin cesedi örten cübbeye de işli olduğunu irkilerek fark ettim.
Kapılar kilitlenmiş, pencereler sıkıca kapatılmıştı. Conrad, titrek bir elle içteki zarfı açtı ve içindeki parşömen yapraklarını telaşla çıkardı. Bu yapraklar Conrad’a talimatları içeren daha büyük zarftakinden çok daha eski görünüyordu. Conrad işitende hipnoz etkisi yaratan monoton bir terennümle okumaya koyuldu; bu yüzden kimi zaman mumlar bakışımda soluyor, oda ve sakinleri tuhaf, korkunç şekilde dalgalanıyor, halüsinasyona benzeyen tül bir peçeye bürünerek çarpılıyordu. Okuduğu şeyin çoğu muğlâktı; hiçbir şey ifade etmiyordu; yine de tonu ve iptidai tarzı, içimi katlanılmaz bir dehşetle dolduruyordu.
Size başka yere kaydedilen taahhüdümdür; Ben John Grymlann, iş burada sen, Hüviyeti Meçhul Kişi ile hüsn-ü kavlime sadakatimi akdederim. Bundan ötürü şahsım haricinde hiçbir faninin vasıl olmadığı Ölü Koth kentinde, zalim&sessiz odada bana ifade edilen şol kelamı, elan kanla kaleme alıyorum. İşbu aynı kelam, şu anda şahsım tarafımdan hür irademle&malumatım dâhilinde ayinle&elli yaşında, işbu İ. S. 1680 senesi, tayin edilen vakitte, akdettiğim mukavele dahlinde, kendi hissemi tamam kılmak üzre vücudumdan azat edilmem için yazıldı. İşbu şekilde başlar afsun kelamı:
“Kadim kişiler vardı, âdemoğlu halk olmadan& ben-i âdem, ayak koydu mu yoldan rücu edemeyeceği gölgeler arasında ikamet ederdi ilahları bile
.”
Conrad bilinmedik bir lisana rastlayınca, kelimeler barbarca bir geveleme halinde birbirine girdi… Hafifçe Fenikeceyi akla getiren, fakat hatırlanan herhangi bir dünyevi lisanın ötesinde, aşırı eskilik akla getiren ürpertici bir dildi bu. Mumlardan biri titredi ve söndü. Onu yapmak için bir hareket yaptım ama sessiz Doğuludan bir hareket beni engelledi. Gözleri benimkinde parladı, sonra masadaki sessiz bedene geri döndü.
Elyazması, iptidai İngilizceye geri dönmüştü.
“-Sen ki Koth’un kara hisarlarına vasıl olan, &yüzü mahfuz Karanlık Lord ile konuşan, bir fiyat mukabili, gönlünün arzu eylediğini; zenginlikler & hesapsız bilgi &iki yüz elli seneyi bile aşan, fanilerin üstünde bir ömür kazanan fanisin.”
Yeniden Conrad’ın sesi yabancı gırtlaksılar içinde uzaklaştı. Bir diğer mum söndü.
“-İmtina etme ey fani, ita vakti ermek üzereyken & hesabı tasfiye imzası nar-ı Cehennem olsun. Zira alır Karanlığın Prensi, en nihayet hakkı olanı & O ki kandırılamayandır. Ne vaat ettiysen, onu teslim edeceksin. Augantha ne Shuba…”
Bu barbarca aksanın ilk çınlamasıyla, soğuk bir dehşet eli gırtlağıma kilitlendi. Çılgın gözlerim hızla mumlara döndü ve bir başkasının söndüğünü görünce şaşırmadım. Yine de kalın kara perdeleri kıpırdatacak bir esintiden eser yoktu. Conrad’ın sesi bocaladı; bir an tıkanarak elini gırtlağına koydu. Doğulunun gözleri hiç değişmedi.
Mahdum-u Âdem, süzülür yabancı gölgeler arasında ebediyete dek. İnsanlar görür pençelerinin izlerini, onları yaratan ayakları değil. Ruh-u Âdem üstünde kocaman, siyah kanatlar yayılır. İnsanoğlu ona Sathanas & Beelzebub & Apollon & Ahriman & Malik Tous dese de tek bir Karanlık Üstat vardır sadece…
Dehşet sisleri beni yutmuştu. Conrad’ın hem İngilizce, hem ürpertici anlamını tahmine çok az cesaret edebildiğim diğer dehşetengiz lisanda mırıldanıp duran sesinin belli belirsiz farkındaydım. Yüreğime yapışan keskin bir korkuyla mumların birer birer söndüğünü gördüm. Her titreşimle karanlık etrafıma çökerken, dehşetim artıyordu. Konuşamıyor, hareket edemiyordum; şişmiş gözlerim acılı bir yoğunlukla kalan muma odaklanmıştı. Korkunç masanın başındaki sessiz Doğuluyu da kapsıyordu korkum. Ne kıpırdamış, ne konuşmuştu ama sarkık gözkapakları altında gözleri iblisçe bir zaferle parlıyordu; esrarengiz dış görüntüsü altında iblisçe bir haz yaşadığını biliyordum… Ama niye… Niçin?
Yine de son mumun sönerek odayı zifiri karanlığa gömdüğü anda, bir tür meçhul, tiksinç şeyin vuku bulacağını anladım. Conrad sona yaklaşıyordu. Sesi bir kreşendo halinde toplanarak, zirveye yükseldi.
Yaklaştın artık ita vaktine. Kuzgunlar uçuyor. Yarasalar gök kubbeye karşı kanat çırpıyor. Yıldızların içinde kafatasları var. Ruhun & bedenin vaat edildi ve arşa sunulacak. Ne yeniden toza dönüşeceksin, ne de hayatın menşei olan anasır-ı erbaaya…
Mum hafifçe titreşti. Bağırmaya çalıştım ama ağzım sessiz bir hırıltıyla açıldı. Kaçmaya yeltendim ama gözlerimi kapamaktan bile aciz halde donakaldım.
“-Gayya açılıyor & borç ödeniyor. Işık sönüyor, gölgeler toplanıyor. Kötü’den başka mabut yok; karanlık haricinde ışık yok; ecel haricinde ümit yok…”
Odada kof bir inilti yankılandı. Masadaki cübbeyle örtülü şeyden geliyor gibiydi. O cübbe, huzursuzca seğiriyordu.
Ey zifiri karanlıktaki kanatlar!
Şiddetle irkildim; çöken gölgeler içinde hafif, ıslıksı bir ses yükseldi. Kara perdelerin kıpırtısı mı? Devasa kanatların hışırtısı gibi geliyordu kulağa.
Ey gölgeler içindeki kızıl gözler! Vaat edilen iş, kanla yazılan amel tamama erdi! Şavk, karanlıkça yutuldu! Ya… Koth!”
Son mum aniden söndü ve benim veya Conrad’ın dudaklarından çıkmayan korkunç, insanlık dışı bir çığlık, katlanılmaz şekilde yükseldi. Korku, siyah, buzlu bir dalga gibi çöktü üstüme; kör karanlıkta korkunç şekilde haykıran sesimi işittim. Sonra bir burgaç ve muazzam bir rüzgâr esintisiyle bir şey perdeleri yükseğe savurup, sandalye ve masaları gürültüyle yere çalarak odayı taradı. Bir an katlanılmaz bir koku burun deliklerimizi yaktı, alçak, iğrenç bir kıkırtı siyahlıkta bizimle alay etti; sonra sessizlik bir tabut örtüsü gibi çöktü.
Conrad, nasıl olduysa bir mum buldu ve yaktı. Hafif parıltı bize odanın korkunç bir kargaşa içinde olduğunu… Birbirimizin korkunç yüzlerini gösterdi… Siyah, bronz masayı gösterdi… Boştu! Kapılar ve pencereler önceki gibi kilitliydi ama Doğulu kayıptı… John Grimlan’ın cesedi de öyle.
Lanetlenmiş gibi haykırarak kapıya atıldık ve çıldırmış gibi siyah parmaklarıyla bize yapışacak gibi görünen karanlık, kuyuyu andıran merdivenden aşağı koştuk. Alt kat koridorunda düşe kalka ilerlerken, kızıl bir parıltı karanlığı yardı, yanık ahşap kokusu burun deliklerimizi doldurdu.
Dış kapı, çılgın saldırımıza karşı bir an dayandı, sonra teslim oldu ve dışarıdaki yıldız ışığına atıldık. Tepeden aşağı kaçarken, arkamızda aniden çatırdayan bir kükremeyle alevler yükseldi. Omzunun üstünden bakan Conrad aniden durdu, hızla döndü ve kollarını bir deli gibi yukarı savurarak haykırdı:
“Ruh ve bedenini, Şeytan Malik Tous’a iki yüz elli yıl önce sattı! Bu da ödeme gecesiydi… Ve Tanrım! Bak! İblis kendisinin olanı aldı!”
Dehşetten donmuş halde baktım. Alevler koca evi korkunç bir süratle sarmış, şu anda da koca kütle gölgeli göğe karşı kızıl bir cehennem gibi nakşediliyordu. Yok edici yangının üstünde, devasa, siyah bir gölge muazzam bir yarasa gibi uçuyor, kara pençesinde insan cesedi gibi gevşekçe sarkan ufak, solgun bir şey sallanıyordu. Sonra biz dehşetten bağırırken yaratık kayboldu ve şaşkın bakışlarımız, sadece yeri göğü sarsan bir kükremeyle alevlerin ufaladığı titrek duvarlar ve yanan çatıyla karşılaştı sadece.
 

yeryüzü

Yönetici
3 Eki 2011
17,047
75,612
hiçbiryerde :)
Borin Vian'ın çoğu kitabını okumuştum
çok yıllar önce, gençken... Bunlardan
biriydi, " Mezarlarınıza Tüküreceğim".
Bunu çağrıştırdı ilk başta bu konu.
Sonra başka şeyler de aklıma geldi tabii...
Mezarını derin kaz, diye bir başlık mesela,
film miydi bu yoksa kitap mıydı emin
değilim ama western hikayesiydi diye
düşünüyorum, düşünüyorum ama
maalesef yine emin değilim :)
Harika öyküler için teşekkür ederim
üstadım, sağ olun, var olun...
 

hüseyin aksakal

Onursal Üye
Çeviri & Balonlama
7 Eyl 2010
773
5,728
Kdz. Ereğli
Borin Vian'ın çoğu kitabını okumuştum
çok yıllar önce, gençken... Bunlardan
biriydi, " Mezarlarınıza Tüküreceğim".
Bunu çağrıştırdı ilk başta bu konu.
Sonra başka şeyler de aklıma geldi tabii...
Mezarını derin kaz, diye bir başlık mesela,
film miydi bu yoksa kitap mıydı emin
değilim ama western hikayesiydi diye
düşünüyorum, düşünüyorum ama
maalesef yine emin değilim :)
Harika öyküler için teşekkür ederim
üstadım, sağ olun, var olun...

Güzel göndermeler yakalamışsınız... Sizin yazdığınızı görene dek benim aklıma gelmemişti... Güzel sözleriniz için teşekkür ederim. Neticede paylaşımımı birinin okuduğunu düşünmek bile teşvik edici... Sağlıcakla...
 
Son düzenleme:

prospero

Onursal Üye
Çeviri & Balonlama
10 Kas 2014
248
11,343


Neticede paylaşımımı birinin okuduğunu düşünmek bile teşvik edici... Sağlıcakla...
Ne güzel demişsiniz. Bütün olay burada zaten. Öncelikle bir işi bitirmenin verdiği tatmin duygusudur aslolan benim için. Sonra da aynen dediğiniz gibi bir kişiye bile ulaşsa teşvik için yeterli. Beğen tuşuna basılmamış yorum yazılmamış hiç önemli değil.
 

akyıldız

Süper Üye
15 Nis 2010
1,779
2,639
Çok güzel bir korku hikayesi, sizin o çağı ve gotik öyküyü vurgulayan çeviri dilinizle muhteşem olmuş. Teşekkürler.
 

sentooki

Yeni Üye
25 Ara 2016
79
269
hüseyin aksakal hocam. Emekleriniz son derece değerli. Çevirilerinizdeki tat da öyle. Malumunuz; çeviri, yalnızca, sözlük karşılığını aktarmak değil. O ruhu da yakalamak gerek. Asıl tadı veren de yine o.

Hani; William Shakespeare gibi kimi sanat dehasının kendine özgü (bazen devrik, bazen ağdalı, bazen şaşaalı vs.) anlatım biçemi vardır. Çevirmene, doğru çevirmekten öte, o ahengi hakkıyla verebilmek de düşer. Robert Ervin Howard dahinin de üslubunu (biçem), ruhunu vs. aktarma konusunda sizi başarılı buluyorum. Ellerinize sağlık.
 

hüseyin aksakal

Onursal Üye
Çeviri & Balonlama
7 Eyl 2010
773
5,728
Kdz. Ereğli
Bir not düşmek isterim... Dark Agnes öykülerinin ardından Howard'ın Gizem Öykülerinin (Altı ana başlık altında, otuz beş ayrı öyküden oluşuyor)ham çevirisini tamamladım. Düzenlemeleri tamamlandıkça, ilgilenen dostlar için böyle paylaşımlara devam edeceğim. Daha önce paylaştığım Siyah Kenan Diyarı öyküsü de bu öyküler arasındaydı. Prensip olarak Türkçe olarak hiç yayınlanmamış öyküleri paylaşmak istiyorum. Selamlar...
 
Üst