ROBERT E. HOWARD/ DİŞİ İBLİS-tam macera

hüseyin aksakal

Onursal Üye
Çeviri & Balonlama
7 Eyl 2010
773
5,727
Kdz. Ereğli
Dostlar, yine son dönem çevirilerimden birini sizlere takdim ediyorum. Bu sokağa çıkma yasağı günlerinde vakit geçirmenize umarım katkısı olur. Her zamanki gibi şartsız, şurtsuz dostlara hediyem olsun.

Wild Bill Clanton öyküleri, "Spicy Stories" denilen, bol aksiyon, bol macera, hafif cinsellik, biraz mizah içeren öyküler kategorisine giriyor. Alışıldık Howard öykülerine benzerlikleri olsa da hayli farklı yönlere de sahip öyküler bunlar. Okumuş olanlar, bu öykünün atmosferi olmasa da ana kurgusunun Kara Adamın Havuzu adındaki Conan öyküsüyle paralelliğini fark edecektir.

Öyküde geçen "Davy Jones'in Sandığı" Gemicilerin okyanusun dibini ifade etmekte kullandığı bir şablon. Ambergis ise esasns yapımında kullanılan balina kusmuğu diyebileceğimiz bir tür değerli ifrazat. Kopyalarken dipnotları yapıştıramadığımdan burada izah etmiş olalım.

Sürçi lisanımız için affınıza sığınırım.

Sevgilerimle...


DİŞİ İBLİS​
Bir Wild Bill Clanton öyküsü​

Şafağın Güney Pasifik sularından sis demetlerini henüz dağıttığı dışarıda deniz sakindi ama Saucy Wench’in kamarasını bir tayfun kasıp kavuruyordu. Gürlemenin çoğu Kaptan Harrigan tarafından tedarik ediliyordu– şamatacı, melanet ve sülfür yüklü nutku, masaya inen kıllı yumruğun yankılı gümlemeleriyle kesintiye uğruyordu. Bela okuduğu, yıkılıp gitmesini böğürdüğü Raquel O’Shane, masanın karşısından ona cevap yetiştiriyordu. Kendi aralarında o kadar fazla gürültü ediyorlardı ki güvertede patlak veren ani bağırışı işitmediler.
“Kapa çeneni!” diye bağırdı kaptan. Kapı gibi enli yapılıydı, iç gömleği bir maymun kadar kaslı, kıllı bir göğsü ve kolları sergiliyordu. Uzamış bir sakal çenesini diken diken ediyor, gözleri parlıyordu. Bir vesileyle onu kaçakçı, köle tüccarı, İnci hırsızı ve korsan Boğa Harrigan olarak tanımasa bile, her kadını yıldıracak bir görünüşü vardı.
“Kapa çeneni!” diye tekrarladı. “Seni İspanyol-İrlandalı kanal çulluğu; hele bir daha viyakla da çenenin üstüne bir tane indireyim!”
Bir ilkel tepki adamı olduğundan, Raquel’in fazla pratik yapmaktan kaynaklanan bir çeviklikle kaçındığı, tokmak gibi yumruğunun hararetli bir savruluşuyla gösterdi ne demek istediğini. Kadın köpüklü siyah saçlar, şeytanca parlayan kara gözler ve ilk bakışta erkeklerin başını döndüren Kelt Latin kanı karışımından miras fildişi teniyle narin ve kıvraktı. Hareket ederken çalkalanan bedeni, nefes kesici bir cazibe şiiriydi.
“Domuz!” diye haykırdı. “Sakın bana parmağını süreyim deme!” Bu tümüyle lafın gelişiydi. Harrigan, geçen haftalar boyunca koca yumruklar, armadora çubukları, halat uçları şöyle dursun, parmağını bir kereden fazla sürmüştü ona. Fakat kadın hâlâ ehlileşmemişti.
O da masaya vurdu ve üç lisanda kalayı bastı.
“Brisbane’den bu yana köpek gibi davrandın bana!” diye köpürdü. “San Fransisco’da iyi bir işten mahrum edip beni aldıktan sonra şimdi de bıkıyor musun?”
“Seni kabul ettim…” İthamın adiliği kaptanın nefesini kesmişti. “Şey, seni Berberi Sahili fahişesi… Seni ilk kez tam biz yola çıkarken güverteye tırmanıp da o zaman çalıştığın adi Water Street gece kulübünde bir İtalyan’ı bıçaklama ithamı yüzünden polisten kurtarıp denize götürmemiz için dizlerin üstünde yalvardığın o gece gördüm…”
“Böyle deme!” Kız bir savaş dansı yaparak haykırdı. “Tüm yaptığım o batakhanede dans etmekti! Sana dürüst davrandım ama şimdi…”
“Şimdi tepinip durman midemi bulandırıyor,” dedi Harrigan, bir atınkine denk bir hırıltıyı kare yüzeyli bir şişede boğarak. “Benim gibi iyi yürekli bir bahriyeli için bile bu kadarı fazla. Uygar bir liman görür görmez tekmeyle rıhtıma atacağım seni. Bana bir daha dudağını vermezsen, seni karşılaştığım ilk Kanaka şefine satarım, mendebur cadı!”
Bir gök roketinin fitilleyen kibrit gibi, yeniden kadının hararetlenmesine yol açtı bu. Çatıya vurdu, kamara, birkaç saniyeliğine Harrigan’ın kükremelerini bile boğan, kabına sığmaz kadınsı küfürlerle ağzına dek doldu.
“Peki, rotamız ne yöne?” diye sordu başka bir yakınmayı hatırlayarak. “Bilmek istiyorum! Mürettebat bilmek istiyor. Brisbane’den ayrılışımızdan beri hiçbir şey anlatmadın bize! Kargo taşımıyoruz, şu anda sen hariç hiç birimizin neresi olduğunu bilmediği bu Tanrı’nın terk ettiği denizlere geldik, senin tüm yaptığın ise içki ziftlenmek ve lanet haritayı incelemek.”
Haritayı masadan kaptı ve itham edercesine salladı.
“Ver şunu!” Kaptan rastgele tutmaya çalışarak böğürdü. Haritanın adam için değerli olduğunu sezip fırsatı kadınca değerlendiren Raquel çevikçe geriye sıçradı.
“Vermem! Bana vurup durmayı kesmeye söz verene kadar olmaz! Çekil! Yaklaşırsan lombozdan atarım onu!” Kadının hızlı soluğu, çevikliği kadının çekiciliğini tahripkâr kılıyordu ama o an adamın gözü bunu görecek halde değildi.
Harrigan, çılgın bir kükremeyle, masayı paldır küldür devirerek hamle etti. Raquel beklediği veya amaçladığından büyük bir kasırga uyandırmıştı. Bir ihtar ciyakladı ve haritayı elinde rastgele sallayarak geri sıçradı.
“Ver şunu!” Kayıp bir ruhun uluyuşuydu bu. Harrigan’ın saçı dimdik oldu, gözleri dışarı uğradı. Raquel dehşetle bağırdı, istenen şeyi sunmak suretiyle barışamayacak kadar kafası karışmıştı. Arkaya sıçradı, bir sandalyeye takıldı, bir çığlık ve çıplak fildişi bacaklarını göğe doğru sergileyen istemsiz bir hareketle sırtüstü düştü. Fakat Harrigan, bu teşhir girizgâhına kördü. Zira kadın düşerken, kolu rastgele açılmış, haritayı havaya fırlatmış, İblis’in böyle işleri hep yönettiği üzere, açık lombozdan dışarıya uçurmuştu.
Harrigan saçını başını yolarak lomboza koştu. Güvertede aniden kulak yırtan bir hengâme patlak vermişti ama kamara sakinleri bunu umursamadı. Gözleri fal taşı gibi açılarak lombozdan bakan Harrigan, haritanın Davy Jones’in sandığını boylamak üzere kaybolduğunu anlayacak kadar izledi ve sancılı uluması önceki şiddetini solda sıfır bıraktı… O kadar ki soluk soluğa bir telaşla kabin kapısına henüz varmış olan girişteki lostromo, kuyruğunu kıstırdığı gibi geldiği yoldan geri kaçtı. Raquel endişeli bir sessizlikle ayağa kalkmış, el mecbur giysilerini düzeltiyordu. Hızla ona doğru dönen Harrigan’ın gözündeki kızıl parıltı yüzünden, güzel gözleri fal taşı gibi aralandı.
“Onu bile bile attın!” dedi boğuk bir sesle. “Bir milyon dolar lanet lombozdan uçup gitti! Seni şişleyeceğim…”
Kaptan atıldı, kadın da ciyaklayarak geriye sıçradı ama yeterince çabuk değil. Koca pençe omuz askısına kapandı. Bir çığlık, bir yırtılma sesi ve Harrigan’ın elinde kalan giysisi olmadan kapıya doğru kaçtı. Kaptan hemen peşine düştü ama panik kadının ayaklarını kanatlandırmıştı. Kapıyı adamın yüzüne çarparak kapadı, hatta panellerde çatırdayarak narin burnunu sıyıran, gözlerini yıldızlar ve gözyaşlarıyla dolduran koca bir yumruk tarafından aptallığına ikna edilene dek ona karşı kapıyı tutmayı bile denedi. Kadın ince sesiyle havladı, kapıyı terk etti, terlikleri ve pembe kombinezonu içinde ürkek bir figür halinde kamara merdiveninden yukarı tüydü.
Peşinden, tek arzusu pupadan, baş kasarasına dek o kıvrak, çıplak bedenle süpürmek olan, kızıl gözlü, çılgın canavar Kaptan Harrigan böğürerek çıktı.
Biri korku, öbürü öfke duygusu içinde olduğundan, o anda bile, fazlasıyla sıra dışı sahnenin tam ortasına çıkana dek güvertede cereyan eden curcunanın farkına varmadılar. Sonra Harrigan bir anda olduğu kalakaldı.
Raquel’in durumu farklıydı; orta güvertede kaynayan kalabalık tarafından fark edilmeden güvertede seğirtti, dönüp de Harrigan’ı durduran manzaraya bakmadan önce ana direk çarmığına sıçradı.
Ağzı bozuk denizcilerden bir halka içinde sarılan ikinci kaptan Buck Richardson, pantolonu (tek giysisi) deniz suyundan sırılsıklam bir yabancıyla dövüşe kapışmıştı. Sıradışı olan, Bay Richardson’un bir yabancıyla savaşıyor olması değildi; bin limanın dehşeti, muhteşem kabadayı, sıra dışı çetinlikte Bay Richardson’dan, cehennemin temel özünün döve döve çıkarılışıydı sıra dışı olan. Hasmı onun kadar iri yarıydı… Islak yapışık siyah saçı, kavganın neşesiyle parlayan mavi gözleriyle, şu andaki gibi kanla kaplıyken bile vahşice sırıtan dudaklarıyla geniş omuzlu, düzgün belli, iri kollu bir adamdı bu.
Kaşarlanmış izleyicilerini bile ürperten bir keyifle dövüşüyordu. Sürekli başı önde saldırıyordu ama bir boğa gibi rastgele değil –ikinci kaptanın kapattığı biri hariç– gözleri açık halde, talihsiz kabadayıyı örse vuran demirci gibi döverek saldırıyordu. Richardson boğazlanmış bir domuz gibi kanıyor, kırık diş parçaları tükürüyordu. Bir domuz balığı gibi saldırıyordu; tek sağlam gözünde de umutsuz bir ışıltı vardı.
“Kim şu?” diye sordu Harrigan hayretle. “Nereden geldi ki?”
“Onu tam sis kalkarken gördük,” dedi lostromo dikkatle rüzgâr altı yönüne tükürerek. “Açık bir kayıkta vahşi bir mahlûk gibi söve saya, suyu boşaltarak sürükleniyordu. Gemiye ulaşamadan kayığı battı, o da yüzerek geldi. Bir köpekbalığı yolda onu yalayıp yutmaya çalıştı ama ya hayvanın kafasını tekmeledi ya boynundan ısırdı yahut ona feci bir haltlar etti. Wild Bill Clanton o!”
“Hayda!” diye homurdandı kaptan yeni bir ilgiyle bakarak. Sonra, Clanton Bay Richardson’un burnuna neticesi dehşetengiz bir darbe indirirken kalayı bastı. “Nezih güvertemin her yerine kanayıp duruyorlar!”
“Şey,” dedi lostromo, “Küpeşteyi tırmanır tırmanmaz ikinci kaptanı gördü ve üzerine yürüdü. Birbirlerine küfürler etmeden geçen yorumlardan Buck’un bir keresinde Clanton’dan bir kız çaldığını çıkardım. Sana geldim ama meşgul görünüyordun, bu dövüşmeye bıraktım onları.”
Bam! Bay Clanton’un sol yumruğu, gevşek bir halatın ıslak bir yelkende şaklamasına benzer ses çıkaran bir darbeyle buluştu Bay Richardson’un diyaframıyla. Bam! Çeneye çekiç gibi bir sağ yumruk ve Bay Richardson sendeleyerek geri geri gitti, ticari bir ıskunadaki zorba ikinci kaptan haricinde herkesin kafatasını kıracak bir şaklamayla küpeşteye yapıştı.
Clanton kana susamış bir narayla üstüne yürüdü… Sonra gözleri çarmık basamağında dikilen Raquel’e takıldı. Hemen durdu, gözlerini ovaladı, maviliğe karşı çok az gizleyen, tam tersine baştan çıkaran bir tutam pembe saf ipek içinde poz veren fildişi görüntüye vahşice bakarken ağzı ardına dek açıldı.
“Cehennemin mübarek azizleri!” diye soludu Clanton huşu içinde- tam o anda kanlı bir enkaz halindeki Bay Richardson, bir armadora çubuğuyla sinsice yaklaştı. Bam! Çubuk Clanton’un başına çarptı ve savaşçı güverteyi ısırdı. Bay Richardson şükranla gakladı, naif bir tutum ve beynini sadık armadora çubuğuyla dağıtma amacıyla kurbanının göğsüne şevkle yerleşti. Fakat Clanton tasarısını tahmin etti, sırtı üstünde savaşan bir panterin tutumuyla bacaklarını yukarı çekip atılan ikinci kaptanı ayakları ve dizleri üstünde karşılayarak Bay Richardson’u sapanla atılmış gibi savurdu.
İkinci kaptan başı önde, sekerek çarptı güverteye, bu kez darbe onun adamant kafatası için bile fazlaydı. Fakat ayağa sıçrayan Clanton, zayıf da olsa hala bir miktar hayat emaresi müşahede etti ve şiddetle atılıp ikinci kaptanın göğsüne bastığı iki ayağıyla bu hatayı düzeltmeye çalıştı.
“Tutun onu!” diye bağırdı Harrigan. “İkinci kaptanı öldürüyor!”
Hiçbir manzara, mürettebata Bay Richardson’un hunharca vefatından daha fazla keyif veremeyeceğinden, hemen ifa için eyleme geçmediler. Harrigan, söve saya öne koştu ve kocaman bir revolvere asılarak, silahı da sahibini de teveccüh etmeden süzen Bay Clanton’un burnunun dibine dayadı.
“Bu adi çamur teknesinin kaptanı sen misin?” Clanton sordu.
“Benim Tanrı adına!” diye diş gıcırdattı Bay Harrigan. “Ben Bully Harrigan’ım! Ne işin var gemimin güvertesinde?”
“Bir gün bir gecedir, lanet kevgirden bir kayığı su üstünde tutmaya çalışıyordum,” diye terslendi öbürü. “Bristol’dan Damnation’un ikinci kaptanıydım. Kaptan Amerikalıları sevmiyordu. Bir poker partisinde kargodan onun payını üttükten sonra sözünden caydı ve beni–tayfasının da yardımıyla–denize bıraktı.”
Harrigan, kasavetle bunun gerektirmiş olması lazım gelen savaşı gözünde canlandırdı!
“İkinci kaptanı ranzasına götürün ve ayıltın,” adamlarına emretti. “Sana gelince de Clanton, yol ücreti için çalışacaksın! Yıkıl karşımdan!”
Clanton emri duymazdan geldi. Yeniden çarmığın basamak iplerine tutunan güzele baktı. Raquel, adamın düzgün biçimli, simetrik kaslarına dikkat ederek onaylarcasına dikizliyordu onu.
“Kim şu?” diye sordu Clanton ve herkes bakmak için döndü. Harrigan, uyanan hafızasıyla bir deniz aslanı gibi kükredi.
“İndirin onu!” diye bağırdı. “Ana direğe bağlayın! Ben onu…”
“Yaklaşmayın bana!” Raquel haykırdı. “Atlarım ve kendimi boğarım!”
Kastettiği bu değildi ama yapacakmış gibi de görünüyordu. Clanton kaplansı bir sıçrayışla küpeşteye ulaştı, kadının bileğini kaptı ve ne olduğunu anlayamadan güverteye yapıştırdı.
“Oh!” Raquel, irileşmiş gözlerle adama bakarak yutkundu. Adam Yedi Denizin güneşlerinde esmerleşmişti ve bedeni düzgün, sert kas kirişleriyle düğüm düğümdü. Bakışındaki vahşi hayranlık, kadını bakımlı ayaklarından, köpüklü, parlak saç kütlesine kadar yiyip bitiriyordu.
“İyi iş Clanton!” diye kükredi Harrigan öne yürüyerek. “Tut onu!” Raquel umutsuzca ağladı, Harrigan tam ona uzanıyordu ki eli yana itildi, durdu ve pörtlek gözlerle aptallaşmış halde baktı Clanton’a.
“Hop!” diye kükredi Clanton şiddetle. “Bir hanıma böyle davranılmaz!”
“Hanımmış, kahretsin!” diye yakındı Harrigan. “Az önce ne yaptı biliyor musun? Haritamı fırlatıp attı. Aragoa Adası’nı nasıl bulacağımı bana gösterebilecek, dünyadaki tek kabataslak harita!”
“Oraya mı gidiyorduk Kaptan?” diye sordu Lostromo.
“Evet, öyleydi!” diye bağırdı Harrigan. “Peki niçin? Size anlatayım. Ambergis . Bir fıçı dolusu. Onsu otuz iki dolar! Siz sintine fareleri nereye yelken açmakta olduğumuzu bilmek için dır dır ediyordunuz… Tamam, size anlatayım! Sonra da şu karıyı bağlayıp bir ipin ucuyla kıçını yüzeceğim.
“Birkaç ay önce, Avustralya’ya giden bir köle gemisi, fırtınada ıssız bir ada açıklarında resife bindirdi ve ikinci kaptan haricinde kimse sahile sağ çıkamadı. Suda yüzen bir madde öbeği bulmuşlar, büyük bir fıçıyı onunla doldurmuşlardı, bu da adamla beraber sahile yüzüyordu. İkinci kaptan elden geldiğince adanın ıssızlığında ayakta kaldı, sonra kabaca tamir ettiği geminin kayığıyla denize açıldı. Bir harita kurtarmış, adanın pozisyonunu buna işaretlemişti. Honolulu’dan Brisbane’ye son seyahatimde onu gemiye aldığımda, haftalardır denizdeydi. Çıldırmıştı ve ambergis hakkında bir şeyler geveleyip duruyordu… Adam onu kurtardığım için müteşekkir olduğundan her şeyi anlattı ve muhafaza için haritayı bana verdi. Tam bundan sonra da hezeyana kapıldı, güverteden düştü ve boğuldu…”
Birkaç kişi alaycı bir edayla güldü ve Harrigan caniyane bakışlarla etrafı taradı.
“Adaya Aragoa diyordu,” diye gürledi. “Başka bir haritada yok. Şimdi de şu Jezebel’in kızı o haritayı köpekbalıklarına yedirdi-”
“Şey, kahretsin!” dedi Clanton. “Hepsi bu mu? Şey, seni lanet bir harita olmadan da Aragoa’ya götürebilirim! Orada bir düzine kez bulunuştum!”
Harrigan irkildi ve araştırır gibi baktı ona.
“Yalan mı söylüyorsun?”
“Kes şu aşağılamaları!” dedi Clanton hararetle. “Kıza ceza vermeyeceğine söz vermedikçe seni hiçbir yere götürmem.”
“Tamam,” diye hırladı Harrigan, Raquel de rahat bir nefes aldı. “Fakat” dedi kaptan silahını Clanton’un yüzüne sallayarak, “Yalan söylüyorsan, seni köpekbalıklarına yedireceğim. Dümeni al da Aragoa’ya yön belirle. Adaya varışımıza dek pupadan ayrılmak yok sana!”
“Yemek yemem lazım,” diye gürledi Clanton.
“Ona yemek söyleyin. Sonra şu dümenin başına geç.” Aniden Raquel’in kıt giyimli halini hatırlayarak kükredi. “Geç aşağı da üstüne başına bir şeyler giy, seni utanmaz fahişe!”
Ağır bir topuk, güverteye doğrudan bir darbeyle talimatın altını çizdi, kadın da ciyaklayarak merdivenden yana kaçtı.
Clanton kaş çattı, kadırgaya indi ve bir atı doyuracak miktarda yiyecek getirmesi için Çinli aşçıyı tehdit etti. Bunu hallettikten sonra pupa merdiveninden çalımla çıktı ve dümeni aldı. Adamlar refakatçisinin yanından onu dikizleyen Raquel tarafından da paylaşılan bir ilgiyle izledi. Kız onun bahsini işitmişti: Güney Denizlerinde kim işitmemişti ki? İnci dalgıçlığından korsanlığa kadar her şeyi içeren çalkantılı bir meslekte ilerleyen vahşi bir maceracı; Harrigan gibi bir hayvan değil, bir erkekti en azından.
Yuvarlak kolu üstündeki erkeğin güçlü kavrayışının hissinden teni tatlı tatlı sızlıyor, onunla daha mahrem temas hevesiyle tutuşuyordu ama gece çökene kadar fırsatı olmadı; güçlü siluet münzevi bir görkemle dümende duruyordu.
Iskunayı rotasında tutarken, omuzları güney denizi yıldızlarına karşı cesamet kazanıyordu; narin figür pupa merdiveninden yukarı süzülene dek pervasız bir kâşifin heykeli olarak poz verir gibiydi.
“Harrigan buraya çıktığını biliyor mu?” diye sordu.
“Domuz gibi uyuyor,” cevabını verdi. Yıldız ışığında iri kara gözleri üzgün ve melankolikti. “O bir domuz.” Biraz sızlandı ve sanki merhamet ve himaye arar gibi karanlıkta adama yaslandı.
“Zavallı çocuk” dedi Clanton koruyucu bir kol büyük bir şefkatle kadının beline dolanırken… Esnek kalçasının şişkin yamacına indirdiği şaplağın biraz bozduğu pederşahi bir intibaaydı bu. Zevkli bir ürperti kadının kıvrak bedeninde dolandı, kaslı kolun büklümü içine biraz daha sokularak yanağını adamın omzuna bastırdı.
“Harrigan şu adanın adını ne dediydi?” diye sordu Clanton.
“Aragoa!” Kadın hızla başını çekti ve irkilmiş halde adama baktı. “Onu bildiğini söyledindi galiba!”
“Hiç işitmedim onu!” Adam beyan etti. “Sadece seni kurtarmak için öyle dedim!”
“Oh!” Raquel dehşet içinde kalakaldı. “Yalan söylediğini anlayınca ne yapacağız?”
“Bilmem,” cevabını verdi. “Düşünce ve yoğunlaşma gerektiren bir kavanozdayız. Çaktırmadan aşağı inip bana Harrigan’ın içkisinden birkaç şişe yürütsene.”
Kadın ona kararsız bir bakış attı ama merdivenden aşağı, birazdan Clanton’un gözlerini ışıldatan kapkara parlayan bir kucak dolusu şişeyle dönmek üzere merdivenden aşağıya hareketlendi. Adam ufuktaki bir yıldıza rastgele bakarak dümeni sallayarak küpeştenin yanına oturdu.
“Onları şuraya koy,” dedi, kadın itaat etti, daha doğrulamadan Clanton onu kavradı ve kucağına çekti. Kadın teamül gereği bir an hafifçe direndi, sonra da kolları çırpınarak adamın kirişli boynuna atıldı ve erkeğin ayakucuna dek net olarak hissettiği bir öpücükle dolgun, al dudaklarını ona verdi.
“Judas!” Gezgin yaşamının tüm akışı esnasında, daha önce böyle bir insan volkanla hiç karşılaşmamıştı. Baş dönmesini temizlemek için kafasını salladı, derin bir nefes aldı ve daldı. Hava için doğrulduğunda, erkeğin öpücüklerinin enerjik darbesinden titreyerek soluk soluğaydı.
Clanton keyifle şişenin boğazına vurdu, kana kana bir yudum içti ve şişeyi kadının dudağına dayadı. Kadın ancak birazcık içti; gece daha gençti, damarlarında hızlanan sıcak kanı yönetmek için alkolik uyarıcılara filan ihtiyacı yoktu. Zaten tüm hız kayıtlarını aşıyordu bu.
Clanton’un da herhangi bir uyarıcıya ihtiyacı yoktu; sadece susadığından içiyordu, çünkü içki onun için bazı erkekler için ay ışığı ve parfüm neyse oydu. Boğazından geçirdiği her yudumda dibi görmeye çalışıyordu sanki.
Boşalan bir şişeyi denize attığı sırada konuşuyordu: “Harrigan’ın cehenneme kadar yolu var! Eğer bana yamuk yaparsa, dişlerini sökeceğim! Aragoa diye lanet bir yer olduğuna da inanmıyorum zaten!”
“Kimin umurunda?” diye soludu kadın esnek sırtını adamın göğsüne yaslayıp kollarını yukarı, adaleli boyna sarılmak üzere kaldırarak. Adam kadirşinas bir eli ılık, yuvarlak omuzda gezdirdi, öbürünü de bir dizde dinlenmeye bıraktı.

***

Tam gri şafak denizin üstüne çökerken korkunç bir şok hissedildi Saucy Wench’te. Kadırgada bir çatırtı oldu, adamlar ranzalarından düşerken baş kasarasından küfürler yükseldi. Iskuna sarhoş gibi yalpaladı –Önünde sonu gelmez bir küfür bulutu süren Harrigan, kamara merdiveninden atılarak çıktı ve gecelikleri içinde pupa merdivenine sekti.
“Hangi cehennem?” haykırdı. “Tanrım, karaya oturmuşuz!”
Clanton, boş şişelerden bir mezbelelikten kararsızca kalktı, gerindi, esnedi, tükürdü ve iskele pruvası tarafında uzanan, ormanın saçaklandığı sahile –arada sadece dar bir su şeridi uzanıyordu–beğenerek baktı.
“Al sana adan Bully!” muhteşem bir jestle ilan etti.
Harrigan saçını başını yoldu ve kurt gibi uludu. “Onu sahile bindirmeye mecbur muydun seni orospu çocuğu?”
“Bu herkesin başına gelebilir,” diye kendini savundu Clanton; kınarcasına ekledi: “Pantolonun nerede?”
Fakat kaptan, kırık şişeleri görmüş, uluyuşu yaralı bir ruhun tüm kederine bürünmüştü. Sonra başka bir şey gördü. Gürültüden uyanan Raquel çocuk gibi gözlerini ovarak kararsızca kalkıyordu. Önceki gece ziftlendiği tüm şişelerin yeniden tadına bakan bir yüz sunuyordu.
Harrigan morardı, kolu, kolu, alt güverteden izleyen mürettebatı hayran bırakmak üzere fırıldak gibi döndü. Korkunç, çılgın kelimeler buldu.
“İçkimi çaldın!” kükredi. “Tüm gece kadınıma sahip oldun! Gemimi karaya oturttun ve Tanrı adına, ambergis olsun olmasın, seni geberteceğim!”
Silahına uzandı ama ne silah ne kemer taşımadığını fark etti. Böğürerek küpeşteden bir armadora çeliği kaptı ve Clanton’a hamle etti. Clanton, tüm bedeni geriye doğru parabol çizerken, kaptanın kafası pusula tabanını kıracak şiddette bir yumruk aşk etti.
O anda, sancak tarafı merdiveninin başında korkunç bir siluet peyda oldu… Tek sağlam gözünde ürpertici bir ışıltıyla sargılara bürünmüş Bay Richardson’du bu. Dün maruz kaldığı gibisinden bir kötek bile hakiki bir bahriyeliyi ranzasında uzun süre tutamazdı. Elinde bir revolver vardı, bunu yakın mesafeden ateşledi. Fakat hem Bay Richardson’un tek sağlam gözü sulanıyordu hem de iyi nişan alamamıştı. Mermisi Clanton’un kaburgalarını bir şerit halinde dağladı, bir kez daha ateşleyemeden, Richardson’un göğsüne büyük bir şiddetle çarpan Clanton’un ayağı, onu tepe üstü merdivenden aşağı fırlattı. Başı, dipteki güverteyle onu geçici olarak muharebe dışı bırakan bir güçle buluştu.
Fakat Kaptan Harrigan bağırarak iskele merdiveninden aşağı kaçma fırsatı bulmuştu: “Silahımı getirin! İkisini de vuracağım!”
“Denize!” diye bağırdı Clanton Raquel’e. Kadın o an için bocalayınca onu belinden tuttuğu gibi küpeştenin üstünden savurdu ve peşinden atladı.
Suya dalmak, kadının akşamdan kalmalığını anında bitirdi, çığlık attı, kesik kesik soludu, sonra da peşinde Clanton’la sahile yöneldi Tam da Harrigan muzaffer bir uluma ve bir Winchester’le peyda olduğunda sahile varmışlardı. Kumsalda koşarlarken kaptan ateş açtı, sonra ağaçların içine daldılar.
Sığındıkları yerde Clanton durup arkaya baktı. Harrigan’ın pupadaki maskaralıkları, ıslak kalçasına vura vura attığı en yürekten kahkahalarını uyandırmıştı. Raquel, eteğini sıkıp, ıslak bir saç lülesini geriye tarayarak kızgın kızgın baktı ona.
“Bir adaya terk edilmekte bu kadar eğlenceli olan da ne?” diye sordu kızgın kızgın.
Kadına nüktedan bir şaplak indirdi ve cevapladı: “Kaygılanma çocuk. Iskuna yelken açtığında üstünde olacağız. Ben karanın içlerine girip meyve ve taze su ararken, sen burada kalıp onları izle. Karaya kötü oturmadılar; palamar çekerek gemiyi kurtarabilirler.”
“Tamam.” Kadın ıslak giysisini çıkardı ve çalıların arasından gemiyi gözetlemek üzere yumuşak kuma karın üstü yatarken kuruması için astı. Su altında kalmaktan sular damlatan pembe kombinezonun eldivenden gergin biçimde üstüne yapıştığı bu anda, ayartıcı bir tablo sunuyordu. Clanton bir an manzarayı takdir etti, sonra da bu kadar iri bir adam için hafif, yumuşak adımlarla yürüyerek ağaçların arasında kayboldu.
Raquel, kaloma halatlarıyla kayıklara dolan adamları seyrederek oraya uzandı. Birazdan ıskunayı önce baş bodoslaması olmak üzere kaba güç ve küfürlerle çekip kurtarma işine koyuldular. Fakat bu ağır işti. Güneş yükseliyor, Raquel sabırsızlanıyordu. Acıkmıştı ve çok, çok susamıştı.
Artık kurumuş olan entarisini giyerek Clanton’u aramaya koyuldu. Ağaçlar zannettiğinden sıkışıktı, az sonra sahili gözden kaybetti. Birazdan koca bir kütüğe tırmanmaya mecbur kaldı, öbür tarafa atlarken de bir böğürtlen çalısı eteğine yapışarak neredeyse fildişi kalçalarına dek yukarı çekti. Yapışkan dala uzanmak veya eteğini kurtarmak elinden gelmeden, boş yere arkaya büküldü.
O kıvranıp söverken, arkasında hafif bir ayak sesi oldu ve etrafa bakmadan talimat verdi, “Bill, çöz beni!”
Sağlam, erkeksi bir el hayırseverce eteğini kavradı ve sadece eteği birkaç santim kaldırmak suretiyle daldan kurtardı. Fakat kurtarıcısı bundan sonra giysisini indirmedi; Raquel onu daha yukarı –fazla yukarı– kaldırdığını hissetti gerçekte!
“Kes soytarılığı,” diye söylendi başını çevirerek… Sonra güzel ağzını ardına dek açarak ağaçlardaki kuşları ürküten bir feryat patlattı. Eteğini böyle kaba bir pozisyonda tutan adam Clanton değildi. Peştamal giymiş iri yarı bir Kanaka’ydı. Raquel kurtulmak için gayri ihtiyari bir hamle yaptı ama kocaman, kahverengi bir kol kıvrak belini sarıyordu. Sessiz açıklık, anında al dudaklı ağzına kapanan koca elin tümden boğamadığı şiddetli çığlıklarla belirlenen bir kasırga merkezi olmuştu.
Clanton kocaman, bronz bir kaplan gibi sahile doğru süzülürken işitti çığlıkları. Şimşek gibi eyleme geçti. Bir saniye sonra, arkasında bunaltıcı küfürlerden bir dümen izi bırakarak ormana dalmıştı. Çalılar arasında çatırdayarak, çarpıcı, ilkel basitlikte bir sahneye çıktı.
Raquel, uygar ulusların efsanevi eşyalarını savunduğu gibi canla başla savunuyordu iffetini. Giysisi yarı yarıya yırtılarak çıkarılmış, ak teniyle uzuvları, onu yakalayan kişinin esmer teniyle çarpıcı bir tezat oluşturuyordu. Tümden esmer değildi gerçi, kızıl benekleri de vardı, çünkü kız onu rastgele ısırmıştı. Hiddeti şevkine öyle karışmıştı ki, bir anlığına kadına daha keyifli yollarla boyun eğdirmeye çalışmayı bırakıp, onu rüyalar âlemine sürüklemek üzere hesaplanmış bir şamar için koca elini geriye çekti.
Clanton’un sahneye girmesi tam bu anda oldu ve müthiş bir yay çizen çıplak ayağı Kanaka’yı kalçasının altından yakalayarak, elleri ve dört ayağı üstünde koruyucusunun yanına sıvışan tutsağının üstünden perende attırdı.
“Sahilde kal demedim mi sana?” Güm! O sinirle kadının en kolay ulaşabildiği yerine çın çın öten okkalı bir şamarla serzenişini vurguladı Clanton. Raquel’in çığlığı hınçlı bir kükreme içinde boğuldu. Kanaka ayağa kalkmış, tepesi budaklı bir savaş sopasını sallayarak üstlerine atılıyordu. Raquel’e sessizce sokulurken bir ağaca yaslı bırakmıştı sopayı.
Bir nara ve çarpmış olsa Clanton’un beynini açıklığın dört bir yanına saçacak bir darbeyle saldırdı. Fakat Clanton süpüren yayın altına bodoslama bir dalışla omuzlarını Kanaka’nın bacaklarına çarpınca sopa boş havayı dövdü. Bam! Birlikte yere düşünce sopa yerlinin elinden uçtu.
Bir an sonra umutsuz bir it dalaşında, açıklığın her tarafında tırmalayıp yumruklayarak yuvarlanıyorlardı. Sonra Clanton, çılgın dönüşler arasında Raquel’in sopayı ele geçirdiğini ve düşmana bir darbe indirmeye çalışarak etrafta dans ettiğini fark etti. Kadınların nişancılığının ortalama kesinliğini bilen Clanton dehşete kapıldı. Kanaka beyaz adamın soluk borusu ve şahdamarını koruyan kalın kas kirişleri arasına başparmak ve öbür parmaklarını saplamaya çalışarak gırtlağını yakalamıştı ama Raquel’in sopasının rastgele darbesi yüzünden kazaen beyninin dağılması riski Clanton’u daha da umutsuz bir enerjiyle canlandırdı.
Bir anlık kazanç için savaşarak dizini Kanaka’nın kasıklarına gömdü, adamın soluğu kesildi ve gayrı ihtiyari iki büklüm oldu. Clanton kurtulmak için adamın karnını sertçe tekmeledi. Şaşırtıcı şekilde savaşçı kudurmuş bir nara patlattı, ayağı kaptı ve vahşice büktü. Clanton kendini kırık bir bacaktan korumak için hızla döndü ve dört ayak üstüne düştü. Aynı anda Raquel fazla ağır sopayı savurdu. Kanaka eğilince ıskaladı ve karın üstü kuma kapaklandı. Her iki adam aynı anda ayağa kalktı ama sopaya Kanaka yetişti. O eğilirken, Clanton sağ yumruğunu bir balyoz gibi, aşağı yukarı aynı tesirle indirdi. Yumruk, Kanaka’nın kulaktozuna, bir kalafat çekici darbesi gibi çarptı. Kanaka kıpırtısız halde kuma serildi.
Raquel ayağa fırladı ve histeri halinde Clanton’un kollarına attı kendini. Adam onu ürpertici bir belagatle, iyice sarstı.
“Cilveleşmeye vakit yok! Adanın öbür yanına doğru, piçlerin koca bir köyü var. Onu gördüm. Haydi!” Kadının bileğini kaptı, birlikte soluyarak sahile doğru kaçtılar: “Çalılar yoğun; gemide adamlar sövüyor. Çıkardığımız patırtıyı işitmiş olamazlar.” Raquel nedenini sormadı. Koşarken hırpani giysisini etrafında tutuyordu.

***

Sahile çıkınca Saucy Wench’in yüzdürüldüğünü gördüler. Sahilin açığında berrak suya demir atmışlardı, Harrigan, pupada tüfeğini yağlıyordu, yanında sargılar içindeki Richardson vardı..
“Hey!” diye bağırdı Clanton bir ağacın altından. “Harrigan! Ambergris’ini buldum!”
Harrigan şiddetle irkildi ve somurtkan bir ayı gibi başı eğerek bakındı.
“Ne o? Neredesin? Göstersene kendini!”
“Ve vurulayım mı? Asla! Fakat seninle bir alışveriş yapacağım. Malı hiç bulamayacağın bir yere gizledim. Fakat bizi gemiye alıp da uygar bir limanda sahile çıkaracağına söz verirsen, seni ona götürürüm!”
“Seni aptal!” diye fısıldadı Raquel, adamın inciklerini tekmeleyerek. “Hiçbir teminatı yok, ganimeti ele geçirdiğinde de bizi vuracak!”
Fakat Harrigan, mavi su şeridinin karşısından bağırdı.
“Tamam! Geçmişe mazi derler! Sahile geliyorum!”
Birkaç saniye sonra bir kayık sahile ilerliyordu. Raquel gerginlikten kıpır kıpırdı, yırtık entarisi parlak fildişi ten boşluklarını sergiliyordu.
“Delirdin mi? Bizi öldürecekler! Bayılttığın o yerli de gelecek, kabilesini de getirecek ve…”
Sırıttı ve kadını da kendisiyle çekip sahile yürüdü.
“Ambergris’i onlara gösterene dek bizi vurmazlar! Harrigan’ı karanın içlerine götüreceğim; burada kayıkta bekle ve konuşmayı bana bırak!”
Emirlere uysalca uymak Raquel’in âdeti değildi ama suratsız, şaşkın bir sessizliğe gömüldü. Feci korkuyordu.
Harrigan ve Richardson, karaya oturmadan kayıktan indiler. Kaptanın bir Winchester’i, yardımcısının bir çiftesi vardı. Anında Clanton’un etrafını sardılar.
“Burada kalın!” Sahile kürek çekmiş olan yarım düzine adama hitap etti kaptan. “Pekâlâ, Clanton, bizi şu ambergris’e götür, sakın numara yapma!”
“Beni izleyin!” Geride, kayıkta Raquel, fal taşı gibi gözlerle, teni ürpererek seyrederken, Clanton onları ormana götürdü.
Clanton, Kanaka’nın hala baygın halde yattığı –öyle umuyordu–açıklığın etrafında geniş bir kavis çizdi. Bir köke takılıp düştüğünde sahil görüş alanından ancak çıkmıştı. Oturarak inledi, sövdü ve itinayla bileğini yokladı.
“Lanet olası şans! Kırıldı! Bir sedye hazırlayıp beni taşımanız gerek!”
“Taşımak mı, kahretsin!” diye hırladı Harrigan. “Bize hazinenin nerede olduğunu söyle, biz de gidip onu kendimiz bulalım.”
“Yaklaşık üç yüz metre dümdüz gidin.” Diye inledi Clanton. “bir Hint palmiyesi kümesine varana dek ilerleyin. Sonra sola dönün ve bir taze su göletine varana dek devam edin. Fıçıyı onun içine yuvarladım.”
“Tamam,” diye homurdandı Harrigan. “Eğer onu bulamazsak, dönüşte seni vuracağız.”
“Bulsak da bulmasak da vuracağız!” diye hırladı Richardson. “Adamları sahilde bırakmamızın nedeni bu… Tanık istemiyoruz! Yelken açtığımızda, şu karıyı da açlıktan ölsün diye iskeletinle burada bırakacağız. Hoşuna gitti mi, ha?”
Clanton, dehşetli bir umutsuzluk ifadesi takındı, iki adam uzaklaşırlarken de zalimce kıkırdadı. Onlar ağaçların arasında kaybolunca, Clanton bir dakika bekledi… Beş… On… Sonra ayağa fırladı ve sahile koştu.
Sahile öyle aniden çıktı ki lostromo neredeyse vuruyordu onu.
“Kayığa binin ve gemiye kürek çekin, çabuk! Diye bağırdı. “Yamyamlar! Harrigan ve yardımcısını yakaladılar! Dinleyin!”
Ormanın gerilerinden, silah sesleri ve kan donduran naralardan ani bir hengâme yükselmişti. Bu kadarı yeterliydi. Hiçbir yiğit ruh, bir kurtarma seferi teklif etmedi. Bir saniye sonra kayık ıskunaya doğru sıvışıyordu. Sakinleri bordaya üşüştü, ormanda yaklaşan yaygaranın yükselişiyle teşvik edildiler. Clanton pupada ayağa kalktı ve emirler bağırdı, onlar da soru sormadan itaat etti.
Demir bir hamlede alındı, yerliler dans ederek sahile çıktığında, Saucy Wench denize açılmıştı. İçlerinden üç, dört yüz kadarı hınçla bağırarak suyun kenarına üşüştü. Biri kan lekeli bir çifteyi, öbürü kırık bir Winchester’i tutuyordu.
Clanton sırıttı; düşmanlarını kesin olarak –doğruca yerli köyüne–yönelten talimatlar vermişti. Sahildeki şaşkın barbarlara nanik yaptı, sonra döndü ve mürettebata hitap etti.
“Güvertede seyrüsefer bilen tek kişi ve gemi sahibi olduğumdan, kendimi kaptan pozisyonunda sayıyorum! İtirazı olan var mı?”
Lostromo sordu: “Gemi sahibi de ne demek?”
“Harrigan’la kumar oynadık,” diye öne sürdü Clanton. “Benim Ambergris payıma karşı gemi. Ben kazandım.”
“Peki ya ambergris?” diye sordu çetin bir şahıs.
Clanton uzaklaşan sahile doğru kafa salladı. “Dileyen herkes oraya geri yüzüp onun için şu delikanlılarla çatışabilir, denemesi bedava!”
Takip eden mahcup sessizlik içinde, aniden bağırdı: “Tamam, iş başına! Yerlerinize geçin! Yakalanacak bir rüzgâr var ve Queensland için bir zenci yükü almak üzere Süleyman Adaları’na gidiyoruz!”
Mürettebat zinde şekilde atılırken, Raquel onu dürttü.
“O ambergris’i bulmadın,” dedi gözleri hayranlıkla parlayarak. “Doğru ada bile değildi. Hepsi bir yalandı!
“Bir gıdım bile ambergris olduğundan şüpheliyim,” dedi. “Haritayı çizen herif muhtemelen deliydi. Cehenneme kadar yolu var!” Kadının dolgun kalçasını sahiplenircesine tokatladı ve ekledi: “Gemiyle gidiyorsun zannımca; o halde seni derhal aşağıda, kaptan kamarasında görmek istiyorum!”
 
Üst