Normalliğin Deliliği - Arno Gruen

Hones

Guest
11 Nis 2009
3,046
10,048
Nasıl oluyor da "normal" insan bu kadar çok yıkıcılığa neden oluyor? Gözümüzü ister insanlık tarihine çevirelim, ister bugün, burada çevremize şöyle bir göz atalım, tanık olacağımız yıkıcılık, canlılar arasında yıkmak için yıkan tek canlı olan insana aittir.
İnsanın yıkıcılığı üzerine sayısız tez üretilmiştir. Sigmund Freud insanlardaki yıkıcılığın kökenini insanın doğasında var olan ölüm dürtüsüne mal ederken, bu görüşe karşı çıkan psikoanalizci Arno Gruen, insandaki yıkıcı ve ölümcül edimin kişinin, yanıltıcı bir iktidardan pay alma uğruna kendisine ihanet etmesinden kaynaklandığını savunmaktadır.

Normalliğin Deliliği'nde Gruen, çoğu zaman farkında olmadığımız, dostça davranışlar veya düzen sağlayan mantığın arkasındaki yıkıcılığın köklerini açıkça ortaya koyuyor. Yalın diliyle Gruen, gerçek dünyada insani değerlerin kaybolmasına katlanamayanlar "deli" sayılırken, insani köklerinden kopmuş insanların "normal" kabul edilerek onaylanışını resmediyor. Kendi içine giden yoldan saptıkça artan iktidar hırsı ile bu gizli delilik, insanlığı her zamankinden daha çok tehdit ediyor, çünkü iktidara aç olan insanların elindeki yıkıcı potansiyel hiçbir zaman bu kadar büyük olmamıştır.

"İnsanları öldürebiliyorlardı -ve bunu yaparken gayet normaldiler - bunu anlayamıyorum."

Toplama kampından kurtulmuş bir Polonyalı.


Bu kitap, deneyim ve gözlemlerimin, diğer insanlara kendi gerçeklerine daha iyi tutunabilmelerinde yardımcı olmaları beklentisiyle yazıldı. Bu çalışma, sevgi adına ölüm ve yıkım yaratan normalliğin deliliğiyle yaşadığım mesleki ve kişisel deneyimler karşısındaki tepkimdir.

Çocuk, kendi benlik bilincini kaybetmeye başlarsa bu bir kendine ihanet eylemidir. Bu süreç, çocuğun anne babanın duygularını artık dolaysız olarak algılayamaması ve bunun yerine, onların kendilerini nasıl gördüklerine bağlı olarak kendini yönlendirmesiyle başlar. Anne babanın iktidar gereksinimlerine böyle bir “uzlaşma” çocuğun ruhsal yapısında bir yarılmaya yol açar. Bu, çocuğun iç dünyasını dış dünyayla etkileşiminden kopartır. Böylece edimler ve nedenler arasındaki bağ ve etkileşim kaybolur. Kendisine boyun eğdiren iktidarda pay sahibi olabilmek için çocukta, kendi eyleminin sorumluluğunu duymanın yerini tabi olma ve uzlaşma alır. Kişi, kendi içiyle olan ilgisini yitirdiyse artık ancak çarpıtılmış bir kendiliğe; dış dünyanın hoşuna gidecek belli davranış ve duygu durumlarına uygun bir görüntüye yaslanabilir. Böyle bir görüntüyü ayakta tutma ihtiyacı; belki de baskısı, kişinin kendi algılayışı, kendi duygusu ve duygudaşlığı olabilecek her şeyi hükmü altına alır. Kendi içinde köklenememesi, yıkıcı ve kötücül davranışlara yol açar. Bu kitapta söz konusu edilen budur.

İnsandaki yıkıcılıkla ilk ilgilenen ben değilim. Görülen o ki, bütün canlılar arasında yıkmak için yıkan tek canlı insan: Finlandiyalı psikanalist Martti Siirala’nın söylediği gibi bir kendinde amaç olarak yıkıcılık. Sigmund Freud veya Erich Fromm, insandaki yıkıcı yanı öncel olarak mevcut bir ölüm dürtüsüne ya da anal veya ödipal dönemdeki yanlış gelişmelerden kaynaklanan nekrofil eğilimlere bağlarken ben, insandaki yıkıcı ve ölümcül edimin kişinin, yanıltıcı bir iktidardan pay alma uğruna kendi kendisine ihanet etmesinden kaynaklandığını gösteren pek çok belirti bulduğuma inanıyorum. Ama bu bir “üst” alınyazısı olmadığından, aksine birey kendi tabi oluşunda ama az ama çok bilinçle etkin olduğundan yaşam boyu süren bir kendilik nefreti oluşur. Böylesi bir gelişmenin dehşet verici yanı, kendi canlılığını hissetmenin ancak yıkım yoluyla mümkün olmasıdır.

İlk bölümde sorumluluk sorunsalı üzerinde duruyorum ve bunu alışılmış biçimiyle ölçütü kabul edilenle karşı karşıya getiriyorum: görev ve itaat. Buradan yola çıkarak resmi psikoloji ve psikiyatri anlayışından sapan bir delilik tanımlamasına geliyorum. Resmi bakış açısı kendi haklılığı içinde, insan davranışını sadece gerçekle ilintisinin derecesine göre yargılamakla sınırlıdır. Ancak böylelikle, içselleşmiş yöntemi gizlemek olan, kavranması zor ve daha tehlikeli bir patolojiye yaklaşım engellenir: kendi kendini alt eden ve ruhsal sağlıklılık maskesi ardına gizlenen delilik. Yanıltma ve hilenin gerçeğe uygun olduğu bir dünyada bu hiç de zor değildir.

Gerçek dünyada insani değerlerin yitimine katlanamayanlar “deli” kabul edilirken insani köklerinden kopmuş olanlar “normal” olarak onay bulur. Bizim iktidara yetkin gördüklerimiz ve yaşamımız ve geleceğimiz adına karar vermelerine izin verdiklerimiz de onlardır. Onların gerçekle buluşma biçimlerinin doğru olduğuna ve bununla başa çıkabileceklerine inanırız. Ancak bir insanın “gerçekle ilişkisi” ruhsal hastalığını ya da sağlıklığını saptamak için tek ölçüt değildir, aksine çaresizlik gibi insani duyguların, empati gibi insani algılamaların ve coşku gibi yaşama insani katılışların ne ölçüde mümkün olduğunu veya ayıklanmış olduğunu sormak gerekir.

İkinci bölümün konusu kendilik nefreti ve kökeni: tabi oluşta kendi payını görmezden gelmeye dayanan temel yalan. İnsan, kendi iktidar konumunu tehlikeye sokabileceği için kendi benini reddettiğinde yaşamı intikam duyguları belirlemeye başlar. Kişi, başkalarına acı verdiği için sevilme beklentisinde ısrar eder; hatta çoğunlukla bunu bir iyilikmiş gibi gösterir. (Önceleri de anne babamızı acı verdikleri için sevmemiz beklenmez miydi, çünkü bütün istedikleri çocuklarının iyiliğiydi.) Bölünmüş bir kendilik, kendi tabi oluşu ve işbirlikçiliğiyle yüzleşemez, bu yüzden anne babanın taleplerinin sevgiden kaynaklandığı iddiası onaylanır ve savunulur. Diğer insanlar üzerindeki iktidar, böylesi bir anne baba “sevgisi” ve “koruyuculuğu” adına kurulur.

Bu ilintiyi örneklemek için III. Reich’a bakıyorum, Naziler Alman oldukları için değil; Alman faşizmi, insanlar kendi iç yaşantılarından kopartıldıklarında her yerde ortaya çıkan süreçleri özellikle net bir biçimde gösterdiği için. III. Reich’ın sona ermesi, önkoşullarını kesinlikle ortadan kaldırmadı. Desteklenen hâlâ insani öz değil, dışa yansıtılan görüntü; onay bulan içsel özerklik değil, uzlaşma. Bu önkoşullar bugün “hümanizm” ve “insan sevgisi” yanılsamasını her zamankinden daha çok besliyor. Korkulası olan, gülümseyen bir ifadenin ardına daha sık gizlenir ve görünüşte saygılı bir tutumun dostça ifadesi gibi kendini gösterir oldu. Bu nedenle zamanımızın asıl hastalığını teşhis etmek daha da zorlaştı.

Üçüncü bölümde, empati yetilerini bastıran bir insanın kaçınılmaz olarak kapıldığı ölüm saplantısı üzerinde duruyorum. İnsani gelişimin tamamen farklı iki yönde gerçekleşebileceğinden yola çıkıyorum; bunlardan biri dış dünyaya bağlı bir iç yaşantı oluşturma yolu, diğeri ise kendi beninden ödün veren bir dışa yöneliş yolu. Dışa yönelen bir gelişim sadece boyun eğişi ve uzlaşma sağlamayı tanır ve artık acı hissetmez, bunun “doğal” ürünü yıkıcı davranıştır. İçe ve dışa doğru gelişimler arasındaki yol ayrımı sadece kişisel özyapılanmanın iki farklı yolunu açıklamakla kalmaz, aynı zamanda birbirinden tamamen farklı iki ayrı gerçeği kurar: iktidarın gerçeği ve sevginin gerçeği.

Dördüncü bölümün konusu aslında duygu olmayan duygular. Bu da bizi, fark edebildiğimizden daha sık olarak kendi kimliğine değil, ondan vazgeçmeye götüren özdeşleşme sorunsalının alanına sokuyor.

Beşinci bölümde aynı soruyu, isyan ve uzlaşmacılığın ayırt edici özellikleri ve şiddetle ilişkisi açısından geliştirmeye devam ediyorum. uzlaşmacılığa doğru gelişimle isyana doğru gelişim arasında pek çok örtüşme olduğunu ve bunların “kötü” anne ilişkisine bağlandığını öne sürüyorum. Uzlaşmacı, kötü anneyi “iyi” anne olarak savunurken isyankâr, tutumunu aslında kötü annenin etkisi belirlese de iyi anneden yanadır.

Altıncı bölümde bu durumun, bu dünyanın güçlü erkeklerinin iktidar uygulamaları üzerinde nasıl etkili olduğu gösterilmektedir. Diğerlerinin yanı sıra ABD başkanları Kennedy, Nixon ve Reagan’ı ve uyguladıkları dış politikayı inceliyorum.

Yedinci bölümde, benim için şizofrenin abartılı bir karşıtını oluşturan ve en belirgin özelliği, görünüşteki normalliğin ardına gizlenen deliliğin en üst düzeyi olan psikopat tipini daha yakından tanımlamaya çalışıyorum. Bazı okurlar için şaşırtıcı olabilir, ama bu tipi dünya edebiyatından bir karakter; İbsen’in Peer Gynt’i oldukça verimli bir biçimde temsil etmektedir.

Son olarak sekizinci bölümde deliliğin iki karşıt çizgisini ele alıyorum: Yaşam biçimi olarak delilik ve sosyal yaşamın ve insanlar arası ilişkilerin katlanılmaz olarak algılanan biçimlerine bir karşı çıkış olarak delilik. Deliliğin birinci türü bizim kültürümüzde “gerçekçilik” olarak kabul edilir, hastalık olarak kabul edilen sadece ikincisidir.

Burada ele aldığım soruların bazılarına “Kendine İhanet” adlı kitabımda daha önce de değinmiştim. Aynı konuları bu kitapta yinelemek amacıyla değil, derinleştirmek amacıyla ele alıyorum.

Sık sık edebiyata başvurmam dikkat çekebilir. Edebiyat ve şiirin insan gerçeğine psikoloji alanındaki araştırmalardan daha yakın olduğuna inanıyorum. Psikoloji biliminin, “gerçeklik” mitine; buradan üreyen iktidar yapılanmaları mitine yönelimi çok baskın.

Ancak sanatçı, insani gereksinimlerle ve güdülerle ilişkisini koruyandır. Bir yazar, yaratıcı gücünü “egemen görüş”ün aldatmacalarına karşı mücadele etme amacıyla kullanmak istediği için yazmaz. İnsanlık deneyiminin bütünlüğünün farkında olan bir dilden konuşur.

Bilim, Michael Polanyi’nin çok yerinde bir tanımlamasıyla, “bizi anlamsızlığa yöneltmek için insani bakış açısını dünyaya dair bilgimizden uzaklaştırmaya çalışıyor”6 Bu nedenle yazarın tanıklığı benim için, insani deneyimin hem bütünlüğü, hem de yarılmışlığı adına bu kitaptaki tezler açısından çok önemli. Yazarın tanıklığı, sağlıklılık maskesi ardına gizlenen ve günümüzde insanlığı giderek daha fazla yıkıma sürükleyen deliliğin gözle görülür örneklerini sunuyor. Bağlantılara dair görüşümü elle tutulur hale getirmek ve ampirik olarak desteklemek amacıyla zaman zaman insan davranışının uç noktaları olarak görülebilecek örneklere başvuruyorum. İnsani davranışın çeşitliliğini bir süreklilik olarak görmeyen bazılarına bu örnekler yeterince aydınlatıcı gelmeyebilir. Ancak böylesi bir dışlama, hepimizi birbirimize bağlayan bağların yaygınlaşmış reddini yansıtır. Bu sadece yoldan saptırmaya yarayacak sözde mantıklı bir manevradır. İnsan varoluşunu kategorilere ve çerçevelere bölen mantık, yalnızca bütünlüğümüzden kuşkuyu güçlendirmeye ve bizi güvensizleştirmeye yarar. Fakat bütünlüğümüzün temelinde duygularımızın ve yüreğimizin söyledikleri vardır.

Yüreğin dili, insanın hem vermek hem almak istediği sevgi ve sıcaklığa duyulan derin gereksinmeden seslenir. Ama uygarlığımız bizi korkaklaştırdı ve kendimizi yaralanabilir hissettiğimizde utanca boğdu. “Gerçeklik”in dili, insanı ihtiyaçlarının “yük”ünden kurtarmayı vaat ederek bizi artık kendi algılayışlarımıza güvenemeyecek hale getiriyor. Bu nedenle tek kurtuluşumuz yüreğin dilidir. Yarılmayı, sözde bir “gerçeklik”in mantığına bağlanarak değil, aksine kendi duygudaşlık yetimizde, acıyı ve sevinci yaşama yetimizde ısrar ederek aşmak gerekir. Bu kitabı yazmamın bir nedeni de bu.

Bu kitaba katkıda bulunan üç dosta destekleyici fikirleri ve zenginleştirici varlıkları için teşekkür etmek istiyorum. İkisi olağandışı birer psikiyatr ve psikanalist olan Walther H. Lechler ve Martti Siirala. Üçüncüsü teolog ve filozof Aarne Siirala. Bu dostların düşüncelerinin ve yaşamlarının bütünlüğüne çok şey borçluyum. Aynı şekilde, derin insanlığıyla bize şizofrenle buluşmanın yolunu açan ve beni yüce gönüllülüğüyle kişisel olarak destekleyen Gaetano Benedetti’ye teşekkür ediyorum. Hans Krieger, kişisel desteğiyle düşünce süreçlerinin daha açık ve özenli ifade edilmesinde çok yardımcı oldu. Coşkusu ve anlayışıyla, isteklerimin daha iyi aktarılmasına katkıda bulunan yayıncım Ulrike Buergel–Goodwin’e de teşekkür ediyorum.

Arno Gruen



Kod:
Pek tanımadığım bir yayınevinin, Çitlembik Yayınları’nın çıkardığı bir kitap elime geçti. Adı “Normalliğin Deliliği”. Bir de alt başlığı var: “Hastalık Olarak Gerçekçilik - İnsandaki Yıkıcılık Üstüne Bir Kurum”. Alt başlıktaki “Hastalık Olarak Gerçeklik”, özellikle hoşuma gitti. Biz solcular, yıllarca, ‘reel - sosyalizm’ diye adlandırılan bir şeyin ne olduğunu ve nasıl böyle olduğunu anlamaya çalışarak yaşadığımız için, kavram oldukça âşina.


“Sosyalizm dediğin işte bu kadar bir şey” demek istiyorlardı bu adı bulup beğenenler, “Daha iyisini arama!” Peki, niçin aramayayım? Bunu sorsan, herhalde, “Zaten ‘insan’ dediğin de bu kadar bir şey” diye cevap verirlerdi. “O da, daha iyisine layık değil”. İyi ama, adam oturduğu yerde otururken “Haydi devrime!” diye ayaklandırdınız, şimdi de böyle muamele ediyorsunuz. Bunun içinde ‘akıl’ diye bir şey var mı?

Doğal olan ne?
Ama bu ‘normal’. Olanı beğenmemek söz konusu ‘reel - sosyalist’ toplumlarda ‘anormal’ sayılıyordu; böyle davranan insanları yakalayıp psikiyatrik kurumlara kapatıyorlardı. Çünkü bu durumdan ancak bir akıl hastası şikayetçi olabilirdi.
‘Norm’ kökü Latinceden geliyor. Norma, marangoz âletlerinden biri. Türkçesini bilmiyorum, ama cetvel gibi kullanılan bir kare âlet vardır, işte o. Yani ölçme işini yapıyor, sınırları, kuralları belirtiyor. Standart anlamına geliyor. İsim hali norm, ta 19. yüzyılın başlarında girmiş İngilizceye, ama sıfatı, yani normal eskiden beri var. Başlangıçta onun da geometriye ilişkin anlamları varken, zamanla ‘olağan’ ya da ‘kurala uygun’ anlamını yüklenmiş. İnsanoğlu bir ‘norm’a, bir ‘kod’a göre yaşayacak; başka yolu yok.
‘Deli’ dediğimiz kişiler de bizim geçerli görmediğimiz bir koda uyarak yaşıyorlar, onun için ‘deli’ diyoruz (daha nazik kelimeler bulmadan önce öyle diyorduk). Ünlü fıkradaki adam, kendisinin bir darı tanesi olduğuna inanıyor, onun için de tavuk gelip yiyecek diye korkuyor. E şimdi sahiden darı olsa, darılık koduna göre pekâlâ mantıklı davranıyor. Sorun, kodun yanlış olmasında.
İyi ama kod geleneğe, göreneğe göre de belirleniyor, biçimleniyor. Bu geleneklerin, göreneklerin hepsi de mantıklı mı, akılcı mı? Çinli kadınların ayaklarını küçültmesi ya da Doğu Afrikalı kadınların dudaklarını büyütmesi mantıklı ya da akılcı bir şey mi? Bu alışkanlıklara temel oluşturan maddî koşullara göre muhtemelen öyle.
Daha sıradan durumlarda da ‘normal’ dediğimiz pek çok şey aslında hiç de ‘normal’ değil. Normal, ‘doğal’ın üstünde bir baskı öğesi olabiliyor. Ama doğal olan ne, onun da ayrıca analizine girmek gerekir. Bu kavramların hiçbiri masum değil; hepsi söylediğini iddia ettiği şeyden farklı bir başka şey söylüyor.

Kodların çatışması
Onun için de bütün bu kelimeler; normal ya da doğal ya da gerçek ve şimdi aklıma gelmeyen bütün yakın anlamlı kelimeler, kavramlar, bir ‘egemenlik kurma’ çabasının faydalı araçları haline gelebiliyor. Sık sık geliyor da. Egemenliği, “Bu normaldir“ diye kuruyorsunuz.
Bazan, gene bu yöntemle, insanları normal ya da sağlıklı olmaktan çıkarıyorsunuz. Birinin kendi normali varken siz onun önüne başka bir ‘norm’ koyuyorsunuz. Kodlar, normlar çatışıyor, o ‘biri’ bunun içinden çıkamıyor.
Sonuç, şizofreni.
Ronald David Laing’in anlattığı gibi, birçok durumda bununla da karşılaşabiliyoruz. Yani normal deyip normal olduğuna inandığımız durum, her zaman o kadar da normal olmayabilir. Normal bir dünyada, normal olduğuna inandığımız bir düzende yaşamaya ihtiyacımız var; ama ‘normal’ dediğimiz şey her zaman normal değil. Olmayınca, “Normalliğin Deliliği” devreye giriyor.
Bu kitap daha çok toplumsal psikoloji çalışmış birinin elinden çıkmış, sanıyorum. Ya da en azından ‘normal’e bakışında en çok ‘politik’in açısını kullanıyor. Politik deyince de ast-üst ilişkisini gözetiyor, normal kavramının üst tarafından asta ne gibi biçimlerde empoze edilebileceğini araştırıyor. Bence, iyi bir kitap...

[B]MURAT BELGE[/B]

zn1kkw.jpg


3461doi.jpg



 

yeryüzü

Yönetici
3 Eki 2011
17,045
75,448
hiçbiryerde :)
"...bir iktidardan pay alma uğruna kendisine ihanet etmesi..."
"...Yarılmayı, sözde bir “gerçeklik”in mantığına bağlanarak değil, aksine kendi duygudaşlık yetimizde,
acıyı ve sevinci yaşama yetimizde ısrar ederek aşmak gerekir. Bu kitabı yazmamın bir nedeni de bu..."
"...empati yetilerini bastıran bir insanın kaçınılmaz olarak kapıldığı ölüm saplantısı..."

Hangi dinden olduğunun önemi yok, cennetten
bir yer kapmak için bir diğerini öldürüyor insanlar
hem de binlerce yıldır!

Teşekkürler Hones.
 
Üst