Harem Ağalarının Hikayesi

ilhanx

Süper Üye
15 Ağu 2009
5,401
178
Harem ağalarının Hikayesi



kitapaayaseyahatadszlm3.png

Gökhan Akçura'nın bu kitabında Osmanlı İmparatorluğu'nda " Harem Ağaları"nın gizemli ve trajik yaşamlarına dair bir çok bilgi vardır..

'Son Haremağalarına Ne Oldu?' bölümü oldukça ilginç..

Karıştırırken şimdi şunları okudum aktarıyorum ;

" Gerçek Anber Ağa, hikayedeki Anber Ağa gibi ömrünün son zamanlarını varlık içinde ve sefahat alemlerinde geçirmemiştir. Hikaye yazarı M.S. kendi kahramanına tesadüfen mi bu adı vermiştir, Anber adı gerçek Anber Ağa ile kendince eleştirmek için mi seçilmiştir bilinmez...

Ancak gerçek Anber Ağa'ya 1936 Şubat'ında yayınlanan Ayda Bir Dergisi'nde Çamlıca eteklerinde küçük bir evde patates soyarken rastlarız. Hikaye kahramanı Anber Ağa ile onun sonunun hiçbir benzerliği yoktur. Gerçek Anber Ağa, dergideki röportajda, 'Kırk sene evvel bir zalim tesadüfün kurbanı olmasaydık kim bilir şimdi Habeş cengaveri arasında harp mı edecektik, yoksa çoluk çocuğumuzla baş başa mı bulunacaktık? Bizim de bir yuvamız olacaktı, biz de insanların saadet dedikleri sırrı bilecektik... Baba olmak isterdim. Bana göğsünü açacak ve bugünümde şefkatle elimden tutarak bana baba diye kendine çekecek bir delikanlım olsaydı' der.

Bu son haremağalarından birinin, tarihin tozlu sayfaları arasında yitip giden son ahıdır olsa olsa... Peki hikayedeki Anber Ağa, hani yatak odasında bırakmıştık, ona ne oldu? Zifaf gecesi Envare ile Ağa'nın yatak odasındayız yine. Metnin diline sadık kalarak okumaya devam edelim;

'...Anber Ağa da soyundu. Kutuyu alıp abdesthaneye gitti. Çünki, bunun ta'l”kı biraz külfetli olduğundan her halde yatak odasında olamaz idi. Aradan bir saat kadar zaman geçti, Anber Ağa henuz meydana çıkmadığından bu hali Envare'ye merak oldu.

Abdesthaneye kadar gitmek istedi, fakat ona da sıkıldığından muvaffak olamadı. Yarım saat daha bekledi. Artık sabrı tükenmiş olduğundan ne olursa olsun diye zevcini aramağa müsaraat eyledi. Zatıgül kutunun içinde o sun'” aleti çıkararak yerine Ömer delaletiyle tedarik etmiş olduğu yılanı koymuş idi.

Abdesthane de aydınlık olmadığından ve Anber Ağa ise, sarhoşluğuna inzımam eden galebe-i şehvet ile ışık almağa lüzum görmediğinden oraya dar koşup hemen kutuyu açınca içindekini bacakları arasına geçirmeğe uğraştığı sırada yılan bunu sokmuş ve derhal harem ağası zehirlenerek vefat edivermiştir.' "

kitapahareminsonglleriajy3.png

Bu kitap ta alınıp muhakkak okunmalı...

Nadir Ağa ile ilgili şu bilgiler var ;

"Bir kaç isim...

1880 yılında İstanbul’a getirilen Habeş esirlerinden küçük bir zenci çocuğu öyle zayıf ve çelimsizdi ki 11 yaşında olmasına rağmen ancak 5-6 yaşlarında gösteriyordu. Esir pazarında hiç kimse 5 altına kıyıp da onu satın almak istememişti. Canı yemek istiyor ama tek kelime Türkçe bilmediğinden derdini anlatamıyordu. Afrika’dan getirilen esirlerin satıldığı en büyük pazar olan Mekke’de “Bu çocuk mutlaka ölür verilecek paraya yazık “düşüncesiyle satılmayan küçük zenciye bir hanım acımış İstanbul’a getirtmişti. Çocuğun kaderi Abdülhamitin Sudanlı ağalara kızmasıyla değişecektir.Saraya Habeşli ağaların alınması emri ile girenlerin içinde yer alır.Padişahın huzuruna getirilen 22 çocuğun arasındaki küçük Zenci Abdülhamitin dikkatini çekecektir.Böylece Nadir Ağa olarak Osmanlı sarayına girer ve terbiyesi, iyilikseverliği ile Abdülhamid’in musahipliği derecesine yükselir.Bunun yanısıra Abdülhamitin kararlarını da etkileyecek kadar nüfus sahibidir. Habeşistan’ın güneyindeki Limnu köyünden padişahın musahipliğine uzanan yaşamı Abdülhamitin halinden sonra değişecektir. Padişahın “oğlum Nadir ” seslendiği haremağası saraydan ayrıldıktan sonra elindeki parayla 40 kırım ineği almış ve sokaklarda süt satmaya başlamıştı. Böylece değişken ve renkli bir hayatı 1950’lerde Göztepe’ deki bir konakta noktalayan Nadir Ağa ilk defa İstanbul’da kapalı şişeyle süt satan kişi olmuştu. İlginç öyküsü olan diğer haremağası da Tayfur Ağa’ dır. Habeşistan’ın Gimmu Gabbu Dükalığında bir prens olarak dünyaya gelmişti. 10 yaşına dek iyi bir hayat süren prens Lalası Cafer tarafından kaçırılarak Yemen’de esir pazarına götürülmüştü Orada bir paşaya satılan prens 15 yaşında Seniye Sultan’ın Hareminde ağa olacaktı. Tayfur ağa cumhuriyet sonrasında 1935 yılında Şişli Çocuk Bakımevinde kapıcılık yapacaktı..."

" Haremağaları :

Sudan: Afrika'da, Habeşistan'ın batısında, Çad'ın ve Orta Afrika Cumhuriyetinin doğusunda, Mısır'ın güneyinde ve Uganda'nın kuzeyinde, Zaire'nin kuzey doğusunda, Kenya'nın da kuzey batısında yer alan, Kızıl denize sahili olan, Müslüman bir Afrika ülkesidir.

Osmanlı toprağı olduğu yıllarda Selim adında genç çocuk kaçırılarak Mısırda, Kıpti Papazlar tarafından hadım edilir. Günlerce kırk derece sıcaklıklar içinde yattıktan sonra ölümden döner, iyileşir.

Selim hastalıktan kurtulup iyileştikten sonra, Mısır'da Hıdiv olan İsmail Paşa'ya hediye edilir. Selim on iki, on üç yaşında iken Hıdiv İsmail Paşa tarafından Pertevniyal Valide Sultan'a hediye edilir.

Önceleri hiç Türkçe bilmeyen bu zayıf uzun boylu yakışıklı sudanlı zenci Selim: kendisi gibi Sudanlı olan, Haremağası Zencilerle sarayda buluşunca meramını onlar vasıtası ile anlatır. Türkçeyi öğrendikçe de Sarayda kendini sevdirmeye başlar Selim…

Valide Sultan yani Pertevniyal Sultan, Selim Ağayı pek tutmazmış, o yüzden onu Şuhucihan hanımın hizmetine vermiş. Selim Ağa Şuhucihan hanımı pek sever, onun hizmetlisi olmaktan mutlu olur. Yıllarca ona hizmet eder kapısının önünden hiç ayrılmaz, bir dediğini iki etmedi yıllarca.

Gün gelip de Şuhucihan Hanım Halit beyle Çırağ edileceği söylentileri duyulunca Selim Ağayı bir korku bir heyecan bir üzüntü sarar, çok korkar. Selim Ağa, ne yer ne içer, büyük kederler içindedir.

Diğer cariyeler, "Selim Ağa size âşık" diye Şuhucihan Hanıma takılırlar. Ancak Selim Ağa hiç öyle bir davranışta bulunmadığı gibi hürmette ve saygıda da kusur etmez Hanımına karşı.

Hiçbir maddi karşılık beklemeden Şuhucihan Hanıma hizmet etmeyi teklif edince Şuhucihan Hanım, Valide Pertevniyal Sultandan gerekli izni alarak onu da birlikte götürür Halit Beyin köşküne.

Osmanlı Rus harbi 1293 te Osmanlı aleyhine sonuçlanınca Kafkaslardan çekildikten sonra Ruslar Kafkas Halklarını Osmanlı topraklarına Tehcir ederler. Yani Sürerler, Göçürürler. Çerkez Abaza, diğer adıyla Adıgey olan bu kardeş halkların kahraman erkekleri yurtlarını savaşarak korumaya çalışırken diğer yandan da eşlerini ve çocuklarını Karadeniz tarikiyle İstanbul'a, soydaşlarının Valide sultan olduğu Osmanlı saraylarına sığınmaları için gönderirler.

İstanbul'a kundaktaki çocuğu Meyyale ile gelenler arasında (Fatma) Şuhucihan da vardı. Annesi ile birlikte onları Saraya alan Pertevniyal Sultan çocuğa Meyyâle, Annesi Fatma'ya da Şuhucihan ismini verir ve kendi öz torunu ile birlikte büyütür Meyyâle'yi…

Pertevniyal Sultan iyilik edecek diye, yaşı başı oldukça büyük olan biri ile evlendirir Şuhucihan. Bu evliliği umduğu gibi bulamayan Şuhucihan bir hafta sonra geri Saraya döner. İkinci evliliğini Halit beyle yapar Şuhucihan.

Şuhucihan Hanım bu ikinci evliliğinde de mutlu olmadı. Kısa zamanda hastalandı ve öldü. Biçare Selim Ağa çok sürmez Hanımının ardından o da yataklara düşer. Ne yer ne içer derdine kimseye söyleyemez, söyleyecek olsa derdini dinleyen yok.

Selim Ağa, hep çocukluğunu düşünür olur, gece gündüz yatakta yattığı sürece. Sudan'da Kordofan'ın güneyindeki bir köyde dünyaya geldiğini söylemişlerdi kendisine diğer Sudanlı Harem ağaları. Bütün çocuklar çıplak dolaşırlardı geldiği köyde.

Ormandan yemiş toplar, soğuk sularda yıkanırlar, rengârenk kuşların ötüştüğü, yağmurlardan sonra yeşeren ovaları, o güzelim günleri hayal ederdi!

Sonra da köle tüccarları tarafından kaçırılışı, Hartum'a götürülüşünü oradan da Kahire'ye ve Hadım edilişini. Günlerce kırk derece sıcaklıklar içinde yatışı ve nihayet; Dünyalar güzeli Ubıh kökenli sarışın Mavi gözlü Şuhucihan Hanımı tanıyınca bütün çektiği acıların son bulduğunu hatırlar. Ama Şuhucihan Hanımın ölümünden sonra her şeyin tekrardan bozulduğunu ve acılara ve karanlıklara tekrardan gömüldüğünü, dünyasının karardığını, üzülerek derinden hissetmeye başlar.

Konağın sahibi Şuhucihan Hanımın eşi Halit Bey eve bir doktor çağırır. Doktor tüberküloz teşhisi koyar. Selim Ağa hastaneye kaldırılır: Şuhucihan Hanım'ın ölümünden altı ay sonra o da ölür…

İstanbul'da bir zamanlar kıvırcık saçları ağarmış, beli iki büklüm vaziyette Beşiktaş, Bostancı, Göztepe ve Kadıköy sokaklarında, azat edilmiş yaşlı eski Haremağalarına rastlanmaktaydı. Tarihin bir kısmına şahit olmuş; tarihi bire bir yaşamış bu mazlum insanlar geride kendilerine ait hiçbir iz bırakmadan sessizce teker teker göçüp gitmişlerdi…

Nadir Ağa diye bir başka Haremağası vardı. Oturduğu Göztepe semtindeki konağın karşısındaki boş araziye gezintiye gittiği için oraya sonradan Nadir Ağa Çayırı denmeye başlanmış. Nadir Ağa acılarından dolayı olacak, eski günlerden söz edilmesinden hiç hoşlanmadığı söylenirdi.

Haremağalığı yapmış bu Nadir Ağa geçimini sağlamak için bakkal dükkânı açmış ama yürütemediğini de yine kendi ağzından işitenlerce başkalarına aktarılmıştır. Maddi imkânsızlıklar içinde olan Nadir Ağa iş bankasında küçük bir maaşla çalışmaya başlamışsa da yine yeterli nafaka elde edememiş.

Sahibi olduğu bir konağı zamanın Profesörlerinden Abdullah Kemal'e satar. Kendi de Başka bir Konağa, Nuri Ağa'nın köşküne taşınır. Nuri Ağa saraydan Çerkez asıllı bir cariye ile evliydi ve Tekelde çalışırdı. Haremağaları da zamana ayak uydurmak zorundaydı. Uzun çileli bir hayat yaşamış olmaları, çilelerinin bittiği anlamına gelmezdi. Ne olur ne olmaz! Bir hayır cemiyeti kurarlar başına da bizim Nadir Ağa getirilir. Mirasçısı olmayan Haremağaları mülklerini bu cemiyete bırakırlardı.

"Haremağalarından 1960 lı yıllarda hayatta üç kişi kalmıştı. Biri Sadi Yaylım Ateş, Tuzlada yaşıyordu, ağzını açıp tek kelime söylemiyordu. İkincisi Cafer Ağa, Darülaceze'de yatıyordu. Üçüncüsü de Sultan Reşat'ın ağalarından Hayrettin Efendi. Bu son Haremağasının boyu iki metreye yakındı. Çok sevilen sayılan zarif, iyi kalpli, duygulu ve efendi bir insandı. Bostancı'da tren yolu üzerinde bahçeli bir evde saraylı bir hanımla yaşıyordu.

Saraylı hanım da uzun boylu, elmacık kemikleri çıkık, zarif ve eskiden çok güzel olduğu belli olan, Çerkez kökenli bir Hanımefendiydi. Nerede birlikte olmuşlar ve birlikte yaşamaya ne zaman karar vermişlerdi? Ama yaşamlarını birlikte sürdürüyorlardı.

Gözlerinde hep bir zamanlar Saray'da yaşanmış gizli bir aşkın izleri vardı, ama açık vermiyorlardı. Hayrettin efendi Saraylı Hanıma hep çok saygılı, iki büklüm, gözleri önüne eğik bir havadaydı. Kim bilir bir zamanlar aralarında neler geçmişti, nasıl ve ne güç koşullar altında sevişmişlerdi?

Rastlantılar onları bir araya getirmiş, ama bu beraberlik, hiç tadına varılmamış gizli ve güçsüz bir aşkın izleri olarak görünüyordu."

"Hayrettin Efendinin ölümünden bir yıl kadar önce, Bostancı'da Hatboyu'ndaki evinde bir yakınına yaşam öyküsünü anlatmıştı: 'Çocukluğumu dün gibi anımsıyorum.' Ben Hebeşistan'lıyım. Galla Kabilesinden. Gallalılar Müslüman'dır. Benim adım Gülnata idi, hiç adımı unutmadım.

Anamın, Babamın sesi hâlâ kulaklarımda. Damları sazlarla örtülü kulübelerden oluşan ufak bir köyde yaşıyorduk, çok mutluyduk, yedi sekiz yaşlarındaydım galiba. Kendi yaşımdaki çocuklarla köyün önündeki alanda oyun oynuyorduk. Neydi oynadığımız oyun anımsamıyorum, her gün ayni oyunu oynar, çok eğlenirdik, kırlarda koşar, birbirimizi yakalamaya çalışırdık.

O zamanlar top daha bizim oralara girmemişti. Yine bir gün böyle koşuşturup duruyorduk, birden birkaç atlı belirdi çevremizde. Bizim insanlara benzemiyorlardı, yüzleri daha açık renkliydi, ellerinde silahlar vardı. Atlarından inip hepimizi teker teker kucaklayıverdiler. Neye uğradığımı anlayamadım.

Adamın biri ağzımı tıkayıp beni atına aldı boğuluyorum sandım, hiç sesim çıkmadı, bağıramadın, gözlerim yerinden fırlamıştı.

Baktım bütün arkadaşlarımı toplayıp atlarına almışlar, koşuşturuyorlar. Kıskıvrak yakalanmış götürülüyorduk. Atlıların kendi aralarında konuştukları dili de hiç anlamıyordum, Arapça konuşuyorlarmış. Dörtnala bir hayli yol gitmişiz. Sonra bir köye geldik atlılar durdu. Bizi attan indirdiler. Yine kıskıvrak sararak hepimizi bir avluya kapattılar. Orada bizim gibi başka çocuklar da vardı.

Aynı dili konuşuyorduk, onlar da gözyaşlarına boğulmuş, hıçkırıyorlardı. Bizi neden kaçırdıklarını anlayamıyorduk. Onlar da hiçbir şey bilmiyordu. Dert ve yazgı ortağı olmuştuk. Beklemeye başladık. Bir gün… İki gün… Bize ne yemek verdiler ne de su: korku içinde kıvranıyorduk. Birkaç gün sonra bizi başka bir yere götürüp hadım ettiler…"

Hayrettin Ağa Bu yaşam öyküsünü anlattığı yıllarda yetmiş yaşındaydı ve hâlâ daha bir türlü nasıl hadım edildiğini utancından anlatamıyordu…

Anlatılacak olaymıydı zaten! Yirminci yüzyıla çeyrek kala İstanbul'da ve Mısır'da yaşamış olan o zamanın ünlü hekimlerinden, Doktor Zambako Paşa'nın anlattığına göre bugünkü Eritrenin doğusunda Massava Kenti'nde Halil Ağa adında eski bir Haremağasının açtığı Hadım Merkezi varmış.

Bu Halil Ağa, bizim Mısır Hıdiv'i İsmail Paşanın annesinin konağında uzun yıllar Ağalık ettikten sonra azat edilmiş. Herhalde onun da canı çok yanmış bu hadım işinden! Bir de çok büyük getirisi olduğunu da işitince. Demiş ki adam gibi hadım edeyim çocukları, canı yanmadan, ben para kazanayım, üstelik fire de vermez insanlık deyip (!) soluğu Eritre'de almış. Massava'da bir hadım merkezi açmış, başlamış hadım işine. Ondan sonra gelsin paralar! Bizim Halil Ağa bu Hadım merkezini açmadan hadım işleri çok ilkel yöntemlerle yapıldığı için çok fire veriliyormuş. Hadım edilen çocukların yüzde doksanı ölüyormuş.

Köle tüccarları tarafından toplanan çocuklar, Mısırda bir yerlerde ve hatta Nil kıyısında Asyut kentinde Der-el Abiad adlı eski bir Hıristiyan-Kıpti manastırında hadım edilirlermiş. Hadım edilecek çocuklar ellerinden ve kollarından bağlanarak uygun bir şekilde masaya yatırılırlar.

Bir sağlam sicimle cinsel organları boğularak sıkıştırıldıktan sonra cinsel organlarını, Kıpti papazı eline aldığı ustura ile kesermiş! Ne bayıltmak için iğne ne ağrı kesici için ilâç verilirmiş. Doktor Zambako'ya göre çocukların daha masada ölmelerinin, kesilen sperm kordonlarından karın boşluğuna sızıntı olması ve iç kanama oluşması sebebiyleymiş.

Cerrah papazlar ölümleri azaltmak için kestikleri damarları ve kordonları bağlayarak üzerine de eritilmiş çam sakızı dökerlermiş. Ve yarayı da kızgın demirle dağlarlarmış. Hadım edilen çocuklardan hayatta kalan olursa bu defa da idrar yollarına kamış takılır ve yarı beline kadar kuma gömülürlermiş iyileşmeleri için… Bu İngiliz Milleti de bir tuhaf Millet sormayın gitsin!!! Hemen sudanı ele geçirdikten sonra işi gücü bırakmış Kıpti cerrahlara göz açtırmamışlar.

Bizim Hayrettin efendinin de Massava'da hadım edildiği tahmin ediliyor. "çektiğim acıyı, işkenceyi yıllar boyu unutamadım. Yaşamak varmış kaderde ölmeden kurtulduk" diyecekti ama her aklına geldiğinde de ürperdiğini hissedecekti!

"İnsanlarda din iman, insaf yoktu. Tam kurtulduk derken bizi bir gemiye doldururlar. Gemide, denizin ortasında başka bir rezalet. Gemidekiler hep ayni dili konuşuyorduk. Oğlanların hepsi de hadım edilmişlerdi. Canımız, canavar heriflerin elinden kurtuldu diyorduk. Ama nereye götürülüyorduk, acaba bizi açık denize mi atacaklardı? Denizi ilk kez görüyorduk.

Hiçbir şey bilmiyorduk. Köyümüz, anamız, babamız, kardeşlerimiz gerilerde kalmıştı. Acaba bir daha onlara kavuşmak kısmet olacakmıydı? Bazılarımız durmadan ağlıyordu. Herkes sularda boğulmaktan korkuyordu. Denizi ilk kez görmüş ve çok ürkmüştük. Hepimiz güvertede toplandık. Ilık bir rüzgâr esiyordu. Köpüklü dalgaları seyrediyorduk. Başımıza daha ne felâketler gelecekti acaba?"

"Karşıdan bir büyük geminin geldiğini görünce bizi ite kaka ambarlara doldurdular. Gemi stop etti. Ambar kapıları açıldı. Beyaz insanlar göründü kapıda. Sonra hepimizi yeniden güverteye çıkarttılar. Bir de baktık bizim kaptanın, tayfaların ve Arapların ellerini kollarını bağlamışlar onları ambara kapattılar. Beyazlar hiç duymadığımız bir dil konuşuyorlardı, biri de onların sözlerini Arapçaya ve Habeş'çe ye çeviriyordu. O küçücük kafamızla sorunu anladık. Meğer İngilizler Kızıldeniz'de köle ticaretini önlemek için devriye geziyorlarmış."

Avrupa'da kölelik yasaklandığı halde, köle tüccar'lığı da Avrupalılardan Araplara geçmiş hızla devam ediyordu."Bunları görünce sevinçten çığlıklar atıp 'lü, lü, lü, lü,' çekmeye başladık artık köylerimize gideriz diye bayram ediyorduk. Çevirmen, çok güçmüş yurdumuza götürmek, kim bilir nerelerden toplamışlar bizleri. Kölelik yasak edilmiş o yüzden özgürmüşüz artık. Ama ne yapacaktık deniz ortasında bu özgürlüğü. İngilizler bizim gemide birkaç nöbetçi bıraktıktan sonra kendi gemilerine döndüler. Önde İngiliz devriye gemisi, arkada biz yeniden yola koyulduk."

"Bir limana geldik, orası Yemen'in Aden limanıymış. Bizi gemiden çıkardılar. İnsanlar toplanmış çıkışımızı seyrediyordu. Pazar yerine götürüldük. İngiliz komutan halka seslenerek bir şeyler anlattı, çevirmen de bunları Arapçaya çevirdi. Sonra da bu sözleri Habeş'çe ye çevirdiler. Köle satışı yasak olduğu için bizleri güvendikleri subayların ve memurların ailelerine vereceklermiş." Kölelik yasak edildi arada para dönmedi ama insan sömürüsü devam etti! Bu da Köleliğin İngiliz versiyonu olacak her halde!…

"Başladık pazarda mal gibi beklemeye. Halk başımıza üşüştü, uzun uzun bizi süzmeye başladılar. Sonradan anladım, bunlar hep oradaki Osmanlı subayları ve sancak görevlileriymiş. Bir ara temiz giyimli bir adam dikildi karşıma. Bana bir şeyler söyledi, anlamadım. Sonra başımızdaki çavuşla konuştu. Yine çevirmen araya girdi, 'bak çocuğum' dedi 'bu efendi seni istiyor, gider misin?' gitmeyip de ne yapacağım? 'evet,' diye kafamı salladım. Adam sevindi. Yine çavuşa bir şeyler söyledi. Meğer ben 'Ben bu çocuğu yarın gelip alacağım, sakın kimseye vermeyin,' demiş."

"Ertesi sabahı iple çektim. Geceyi çarşıda geçirdik, sergilerin üzerinde yattık. Üstte yok, başta yok. Bizi nasıl kaçırdılarsa öyleyiz. Ayağımızda kan lekeleriyle kaplı bir don, yalınayak bekleşiyoruz. Derken bir başka adam gelip beni beğendi. Nöbetçi çavuş, 'Yalla' dedi 'gidiyorsun.' O adamı hiç sevmedim, ama ne diyebilirdim ki? Peşine düştüm, beni evine götürdü. Evde asık suratlı lânet bir kadın, iki de ufak çocuk. Benim görevim en ufak çocuğa bakmakmış, hemen bebeği kucağıma verdiler.

Ben ne anlarım çocuktan, hiç hoşlanmadım. Çocuk da beni sevmedi, ağladı durdu. Derken akşama doğru o beni ilk isteyen tatlı yüzlü adam oraya geldi. 'bu çocuk benim, onu ben aldım, kimseye vermem,' demiş çavuş araya girdi, bana 'sen kimi istersin diye sordu, ben de o ilk adamı istedim. Kavga bitti, adam beni evine götürdü.""Beğendiğim adam Yakup Bey adında bir Osmanlı subayıymış. Beni hemen çarşıya çıkardı. Sırtıma mintan, ayağıma pabuç, pantolon, bir de fes aldı.

Ben çok sevdim o subayı, Aden'e görevli olarak gelmiş. Birkaç gün sonra bir gemiye bindik. İstanbul'a gidiyormuşuz. Günlerce Kızıldeniz'de, Akdeniz'de sallandık. Sonunda İstanbul'a vardık. Mevsim kıştı, kar yağıyordu. Karı ilk kez o zaman gördüm, çok şaşırdım, çok da üşüdüm. Yakup Bey meğer beni İstanbul'a ünlü bir kişiye hediye etmeye götürmüş, çok bozuldum.

Oysa ben Yakup Beyi baba gibi sevmiştim. Beni Çerkez Mehmet Paşaya hediye etti. İnsan hiç hediye olur mu? Oluyormuş, o zaman anladım. Beni giydirip kuşatıp Paşanın konağına götürdü. Kocaman bir konaktı orası. Yaşamımda ilk kez sobayı orada gördüm. Türkçeyi o konakta öğrendim. İnsan olmanın zevkini orada tattım.""1908'de meşrutiyet ilân edilince hepimizi azat ettiler.

Ben oradan Sultan Hamit'in kızı Naime Sultan'ın konağına geçtim oradan da Sultan Reşat'ın sarayına." "Cumhuriyetin ilânından sonra hepimiz dağıldık. Eski dostlarımdan bir Behzat Ağa vardı, gidip Paris'e yerleşmişti. Beni de çağırıyordu. Kalkıp gittim. Meğer o ben gelmeden önce ölmüş. Kaldım mı tek başıma koca Paris'te? Elçiliğe başvurdum. Allah razı olsun beni İstanbul'a gönderdiler. Bir saraylı hanım arkadaşımla birlikte bu evi satın aldık, geçinip gidiyoruz. Buymuş kaderimiz…" 1976 yılında ölen Son Haremağası Hayrettin Efendinin kendi ağzından hayat hikâyesi böyleydi…

alıntıdır
 
Son düzenleme:
Üst