Bir Hyboria Çağı Öyküsü...

hüseyin aksakal

Onursal Üye
Çeviri & Balonlama
7 Eyl 2010
773
5,727
Kdz. Ereğli
SINIRIN ARDINDAKİ KURTLAR

(Kaligrafi Üstadımız muratusta için)

Üç Kısım Tekmili Birden...


BÖLÜM I

Robert E. Howard​

Bir davul mırıltısı oldu beni uyandıran. Sığındığım çalıların ortasında, yerini belirlemek için kulaklarımı dört açarak kıpırdamadan uzandım zira böyle sesler derin ormanda yanıltıcıdır. Etrafımdaki sıkışık ormanlarda çıt çıkmıyordu. Arap saçı gibi sarmaşık ve dallar üstümden yekpare bir çatı oluşturmak üzere sarkıyor, bunların üstündeyse yüce ağaç dallarından daha yüksek, daha karanlık bir kemerin karaltısı görünüyordu. Tek bir ağaç bile parlamıyordu o yapraklı kubbede. Alçak bulutlar tam ağaç tepelerine üstüne dek bastırır gibi görünüyordu. Ay yoktu. Gece, bir cadının nefreti kadar karaydı.

Bana göre hava hoş. Eğer ben düşmanlarımı göremezsem onlar da beni göremezdi. Fakat o uğursuz davulun fısıltısı gecenin içinde sinsice kol geziyordu: Dumm! Dumm! Dumm! Meçhul sırlar homurdanıp gürleyen kesintisiz, monoton bir ses. Sesi karıştırıyor olamazdım. Dünyada sadece tek bir davul çıkarabilirdi o derin, tehditkâr, suratsız gürlemeyi: Westermarck sınırının ötesindeki yabanlığı mesken tutan o barbar boyalı vahşilerin elindeki bir Pict savaş davulu.

Ben de o sınırın ötesindeydim, yalnızdım ve zamanın en ezelki şafaklarından beri o çıplak iblislerin hüküm sürdüğü koca ormanın ortasındaki dikenli bir sığınakta gizleniyordum.

Şimdi belirledim sesin yerini; davul durduğum yerin batısında çalıyordu ve zannımca uzakta değildi. Çabucak kemerimi sıkıca kuşandım, savaş baltamı ve bıçağımı boncuklu kınlarına koydum, yayımı gerdim ve sadağımın sol kalçamdaki yerinde olduğundan—zifiri karanlıkta el yordamıyla—emin oldum. Sonra da çalılıktan süründüm ve dikkatle davul sesine doğru ilerledim.

Bunun şahsen benimle alakası olduğunu zannetmiyordum. Eğer orman adamları beni keşfetmiş olsa, keşifleri boğazıma aniden dayanan bir bıçakla ilan edilirdi; uzaktaki bir davul sesiyle değil. Ancak bir savaş davulunun vuruşu, hiçbir orman kolcusunun görmezden gelemeyeceği bir belirtiydi. Bu bir uyarı ve tehditti; kırsalın ebedi ıssızlığını tehdit eden balta eseri açıklıklar ve yalnız kulübelerdeki şu ak tenli istilacılar için bir ölüm vaadiydi. O ateş ve işkence; alevli okların karanlıkta kayan yıldızlar gibi düşüşü, kızıl baltaların erkek, kadın ve çocukların kafataslarına çatırtıyla inişi demekti.

Bu yüzden, kara ormanın siyahlığı içinde muazzam ağaç gövdelerinin arasında yolumu özenle sezerek, kimi zaman ellerim ve dizlerim üstünde koca ağaç gövdeleri arasında sürünüp, bazen bir sarmaşık yüzüm veya yoklayan elime sürtündüğünde yüreğim ağzıma gelerek ilerledim. Zira kendilerini kuyruklarından dallara asan ve bu sayede avlarını pusuya düşüren dev yılanlar vardı bu ormanda. Oysa aradığım yaratıklar herhangi bir yılandan daha korkunçtu; davul sesinin şiddeti artarken, sanki çıplak kılıçların üstünde yürür gibi dikkatle ilerledim. Birazdan gözüme ağaçların arasındaki kızıl bir ışıltı ilişti ve davulun hırlamasıyla karışık barbarca sesler işittim.

Şuradaki karaağaçların altında hangi acayip merasim gerçekleşirse gerçekleşsin, alanın etrafına nöbetçiler yerleştirilmiş olması muhtemeldi; biliyordum ki, ne kadar sessiz ve hareketsiz olursam olayım, bir Pict, loş ışıkta ormanın doğal bitki örtüsüni karışarak durabilir, bıçağı kurbanının kalbine saplanana dek dikkat çekmeyebilirdi. Karanlıkta böyle zalim bir nöbetçiye toslayabileceğim düşüncesinden ürperdim ve bıçağımı çekerek önüme uzattım. Yine de o arap saçı gibi ormanın karanlığı ve bulutlu göğün altında bir Pictin bile beni göremeyeceğini biliyordum.

Işık, siyah silüetlerin cehennemin kızıl alevlerine karşı kara ifritler gibi hareket ettiği bir ateş olarak ortaya çıkardı kendini. Az sonra sıkışık bir çamlıkta çömelmiş, siyah duvarlı bir açıklık ve içinde hareket eden kişileri izliyordum.

Sırtları bana yüzleri ateşe dönük, yarım çember halinde çömelmiş, peştemaller dışında çıplak, iğrenç boyalı kırk veya elli Pict vardı. Siyah, gür saçlarındaki şahin tüylerinden, adamların ya Şahin klanından ya da Onayaga’dan olduklarını anladım. Açıklığın ortasında bir araya yığılmış kaba taşlardan yapılma ilkel bir mihrap vardı. Bu görüntüden tenim yeniden ürperdi. Çünkü daha önce de bu Pict mihraplarını görmüştüm; hepsi boş orman açıklıklarında, ateşten kararmış ve kan lekeli şeylerdi. Onların kullanıldığı ayinlere hiç tanık olmasam da, Pictler arasında esir olarak bulunmuş veya şimdi gözetlediğim gibi onları gözetlemiş adamlar tarafından onlara dair anlatılan masalları işitmiştim.

Tüylü bir şaman ateşle sunak arasında dans ediyordu, tüylerinin etrafında sallanıp dalgalanmasına yol açan, tarif edilmez gülünçlükte yavaş, ayak sürüyerek yapılan bir danstı bu. Şamanın suratı da bir orman şeytanının yüzüne benzer sırıtkan, kızıl bir maskeyle gizlenmişti.

Savaşçılardan yarım çemberin önünde, dizlerinin arasındaki büyük davulla çömelen biri, o davula yumruklarıyla vuruyor, uzaktaki bir gökgürültüsünü andıran o alçak, gürleyen homurtuyu çıkarıyordu.

Savaşçılar ve dans eden şaman arasında Pict olmayan biri duruyordu. Çünkü boyu benimki kadar uzundu ve ateşin oynaştığı teni açık renkliydi. Oysa sadece geyik derisinden bir peştamal ile mokasenler giyinmiş, tüm bedeni boyanmıştı; saçında da bir şahin tüyü vardı, bu yüzden genelde Pictlerle savaş halinde, kimi zaman da barış içinde ve müttefik olan, büyük ormanda küçük kabileler halinde yaşayan açık tenli vahşi Ligurean’lardan olması gerektiğini anladım. Bunların teni bir Aquilonialı kadar beyazdır. Pictler de beyaz bir kavimdir; ne zenci, ne kahve tenli, ne de sarı tenlidirler, sadece kara gözlü, kara saçlı ve esmer tenlidirler ve Westermack halkı ne onlardan, ne de Ligureanlar’dan ‘Beyaz’ olarak söz etmez; sadece Hyboria kanından birini tanımlar bu ifade.

Üç savaşçının bir adamı ateş ışığı çemberine sürükleyişini seyrediyordum şimdi—hala dağınık saçına Şahin Klanı ile daima savaş halindeki Kuzgun Klanı’nı tanımlayan bir tüy takan çıplak, kan lekeli başka bir Pict. Muhafızlar onu mihraba uzattı, elini ayağını bağladı; onu bağlayan ham deri sırımları beyhude yere koparmaya uğraşırken, adamın kaslarının ateşin ışığında kabarıp büküldüğünü gördüm.

Sonra şaman, sunak ve üstündeki adamın etrafında karmaşık figürler örerek yeniden dans etmeye başladı, Davula vuran adam, bir iblis musallat olmuş gibi mutlak bir deliliğe kaptırmıştı kendini. Aniden sarkan dalların birinden daha önce sözünü ettiğim o koca yılanlardan biri düştü. Sunağa doğru kıvrılırken ateşin ışığında pulları ışıldadı, boncuk gözleri parladı ve çatal dilini ağzına sokup çıkardı; Kimilerinin birkaç metre yakınından geçmesine rağmen savaşçılar korku belirtisi göstermedi. O yılanlar bir Pictin normalde korktuğu tek canlı yaratık olduğundan tuhaf şeydi bu.

Canavar mihrapta, kemerli boynu üstünde başını kaldırdı; hayvan ve şaman, mahkûmun yüzükoyun yatan bedeninin iki tarafından bakıştı. Şaman, ayaklarını pek az oynatıp beden ve kollarının bir kıvrılışıyla dans ediyor, dans ettikçe koca yılan da büyülenmiş gibi salınıp çağıldayarak onunla birlikte sallanıyordu. Ve rüzgârın deniz kenarındaki kuru sazlıklar arasında esişine benzer acayip bir inilti yükseldi şamanın maskesinden. Koca sürüngen de usulca giderek daha yükseğe şahlanıp kendini mihrap ve üstündeki adama düğümlemeye başladı; ta ki, adamın bedeni ışıltılı düğümler altında görülmez hale gelene, öteki korkunç kafa hemen üstünde salınırken sadece başı görülebilir halde kalana dek.

Şamanın ciyaklaması cehennemi bir zafer kreşendosu halinde yükseldi ve ateşe bir şey attı. Büyük yeşil bir duman bulutu mihrabın etrafında kabarıp dalgalandı, dış hatlarını bulanık ve yanıltıcı hale getirerek neredeyse üstündeki ikiliyi gizledi. O bulutun ortasında, iğrenç bir kıvrılma ve değişim görüyordum oysa—dış hatları eriyor, korkunç şekilde biraraya akıyordu; bir an hangisi yılan, hangisi adam bilemedim. Karanlık dallar arasında rüzgârın inleyişine benzer, tüyler ürpertici bir iç çekişi geçti toplanan Pictlerin üstünden.

Sonra duman aralandı ve adamla yılan sunağa yığılıp kaldı. İkisinin de öldüğünü zannettim. Ancak şaman yılanı boynundan tuttu, gevşek gövdeyi mihraptan çözerek koca sürüngeni yere süzülmeye bıraktı, canavarın yanına düşsün diye adamın bedenini de taştan yuvarladı ve el ve ayaklarını bağlayan sırımları kesti.

Sonra, kollarını delice hareketlerle sallayıp dans ederken, şarkı söyleyerek bir dans örmeye başladı çevrelerinde. Birazdan adam kımıldadı. Fakat kalkmadı. Kafasını bir taraftan diğer tarafa salladığını, dilini ağzına sokup çıkardığını gördüm. Ve Mitra adına, karnının üstünde bir yılanın süründüğü gibi kıvrılıp kımıldanarak ateşten uzaklaşmaya başladı!

Yılan da aniden kasılmalarla sarsıldı, boynunu kaldırdı ve neredeyse boylu boyunca doğrulmaya uğraştı, ardından düğüm düğüm geri düştü ve korkunç şekilde yeniden doğruldu. Tıpkı bir insanın bacaklarının kesilmesinin ardından kalkmaya, ayakta durup dik yürümeye çabaladığı gibi.

Pictlerin vahşi uluması geceyi sarstı; çalıların arasında çömeldiğim yerde midem bulandı ve bir öğürme dürtüsüyle boğuştum. Bu korkunç merasimin anlamını kavrıyordum artık. Öykülerini işitmiştim bunun. Bu ilkel, karanlık ormanın derinliklerinde tohumlanıp gelişen kara, insanöncesi çağlara ait büyü vasıtasıyla boyalı şaman tutsak bir düşmanın ruhunu, bir yılanın iğrenç bedenine aktarmıştı. Bu bir ifritin öcüydü. Kana susamış Pictlerin çığlıkları ise tüm cehennem zebanilerinin bağırışı gibiydi.

Ve kurbanlar—adamla yılan—yan yana kıvranıyor, can çekişiyordu. Şamanın elindeki bir kılıç hızla inip iki kafa da birlikte düşene dek devam etti bu—ve Tanrılar! Bir parça sıçrayıp kıpırtısız kalan yılanın gövdesi; yuvarlanan, düğümlenen ve başsız bir yılan gibi çırpınan da adamın bedeni oldu. Üstüme ölümcül bir baygınlık ve halsizlik çöktü, zira hangi beyaz adam istifini bozmadan seyredebilirdi böyle kara bir şeytana taparlığı? Şu savaş boyası sürmüş, uluyan, poz kesen, bir düşmanın korkunç yazgısı üzerinde zafer kazanan boyalı vahşiler de tümüyle insan değil, öldürmenin bir görev ve yükümlülük olduğu kara bir dünyanın iğrenç ifritleriymiş gibi geliyordu bana.

Şaman sıçradı, savaşçı çemberine döndü, maskesini sıyırıp başını geri attı ve bir kurt gibi uludu. Ateşin ışığı yüzüne tam karşıdan vurunca da onu tanıdım; o tanıyışla birlikte tüm dehşet ve tiksinti yerini kızıl bir öfkeye bıraktı; tüm kişisel tehlike ve ilk önceliğim olan görevim aklımdan çıkıverdi. Zira Güney Şahinleri’nden ihtiyar Teyanoga’ydı bu şaman. Dostum Gaiter oğlu Jon’u diri diri yakan kişi.

Nefretimin şehvetinden neredeyse gayrı ihtiyari eyleme geçtim—yayıma asıldım, kertiğe bir ok yerleştirdim ve bıraktım. Hepsi bir anda oldu. Ateşin ışığı yanıltıcıydı ama mesafe çok fazla değildi ve biz Westermarcklılar da yay çınlamasıyla yaşarız. İhtiyar Teyanoga bir kedi gibi miyavladı, sendeleyerek geriledi ve savaşçıları aniden göğsünde titreyen bir ok görünce hayretle uludu. Uzun boylu, açık tenli savaşçı süratle döndü ve ilk kez yüzünü gördüm—ve Mitra, bir beyazdı o!

Bu sürprizin korkunç şoku, beni bir an felç etti ve az kalsın işimi bitiriyordu.

Zira Pictler anında ayağa sıçramış, o oku atan düşmanı arayarak panterler gibi ormana koşuyordu. Hayret ve dehşetimin büyüsünden silkinip kurtulduğumda, çalılıkların kenarına ulaşmışlardı. Ben de ayağa fırladım ve her zamanki kadar karanlık olduğundan, başka her şeyden çok içgüdülerle sakındığım ağaçların arasında eğilip yana sıçrayarak koşa koşa uzaklaştım. Ancak Pictlerin benim izimi bulamadığını, sadece kaçışım gibi rastgele avlamaya mecbur olduklarını biliyordum.

Birazdan, kuzeye doğru koşarken, bir orman kaçakçısının bile kanını dondurmaya yetecek, kana susamış bir öfkeyle atılan, iğrenç bir uluma işittim arkamdan. Şamanın göğsünden okumu çekmiş ve bunun bir beyaz adamın oku olduğunu keşfetmişlerdi demek. Onları her zamankinden daha vahşi bir kana susamışlıkla peşimden getirirdi bu.

Kalbim, korku, heyecan ve tanık olduğum kâbusun dehşetinden gümbür gümbür dövünerek kaçmaya devam ettim. O beyaz adam bir Hyborialıydı; orada hoş karşılanıyordu ve bir onur konuğu olarak bulunuyor olsa gerekti—çünkü silahlıydı—kemerinde bıçak ve baltasını görmüştüm—bu öyle korkunçtu ki, acaba sonuçta her şey bir kâbus mu diye merak ettim. Zira daha önce bir beyaz adam ister bir mahkûm, ister benim gibi bir casus olsun; Değişen Yılan Dansı’nı gözlemlememişti.

Bu hangi korkunç şeye delalet ederdi bilmiyordum. Yine de düşüncenin duygu ve dehşetinden sarsılıyordum.

Dehşetim yüzünden gizliliği sürate feda ederek, kimi zaman daha dikkatli olsam kaçınabileceğim bir ağaca toslayarak palas pandıras ilerledim.

Pict’i üzerime çeken, şüphe yok ki bu bodoslama ilerleyişin gürültüsü oldu, zira bu zifiri karanlıkta beni görmüş olamazdı.

Arkamda artık çığlıklar yankılanmıyordu ama ben Pictlerin geniş bir yarım çember gibi yayılıp, koşarken ormanı didik didik arayarak ateş gözlü kurtlar gibi sıralandıklarını biliyordum. İzimi bulamadıkları sessizliklerinden belliydi, zira avlarının ellerine düştüğünden ve kısa bir koşu mesafesinde olduğundan emin oldukları zamanlar haricinde asla bağırmazlardı.

Kaçışımın seslerini işiten savaşçı, o gruptan biri olamazdı, çünkü onların epey önündeydim. Kuzeyden beklenmedik dostlara karşı önlem olarak ormana dizilen bir nöbetçi olsa gerekti bu.

Her halükarda koşarak yaklaştığımı işitti ve siyah bir gece iblisi gibi geldi. Onu önce sadece çıplak ayağının çevik, hafif sesinden fark ettim, hızla döndüğümde solgun kütlesini bile çıkaramadım, sadece karanlıkta görünmeden gelen o amansız ayakların patırtısını işittim.

Pictler karanlıktaki kediler gibi görürler. Bunun da karanlıkta şüphesiz sadece solgun bir bulanıklık olsam da yerimi tespit etmeye yetecek kadar iyi gördüğünü biliyordum. Rastgele yukarı salladığım balta, inen bıçağı karşıladı ve ölüm çığlığı orman çatısının altında bir ölüm çanı gibi çın çın öterek öne atılırken, kendi kendini bıçağıma çiviledi. Bu da sadece birkaç yüz metre güneyden şiddetli bir yaygara tarafından cevaplandı, sonra da avlarından emin kurtlar gibi havlayarak çalılıklarda koşmaya başladılar.

Hızın hatırına güvenliği tamamen terk edip karanlıkta bir ağaç gövdesinde beynimi dağıtmamak için şansa güvenerek, iyi bir avantaj için koşuyordum artık.

Fakat burada orman bir parça aralanıyordu; ağaç altında çalılıklar yoktu, Işık denilebilecek bir şey dalların arasından süzülüyordu, zira bulutlar bir parça aralanmıştı. Önce kana susamış zaferle giderek daha yüksek perdeye yükselen, sonra zayıflayıp arkamda gerilerken kızgınlık ve öfkeyle keskinleşmiş çığlıkları işiterek, iblisler tarafından takip edilen lanetli bir ruh gibi kaçtım ormanda. Çünkü doğru düzgün bir koşuda hiçbir Pict, beyaz bir orman kolcusunun uzun ayaklarına yetişemezdi. Asıl umutsuz risk, kaçışımı işiterek rahatça yolumu kesebilecek önümdeki nöbetçi veya savaş gruplarıydı. Ama almaya mecbur olduğum bir tehlikeydi bu. Yine de hiçbir boyalı adam önümdeki gölgelerden fırlamadı, az sonra da bir derenin yakınlığına delalet eden gür bitki örtüsü arasında, ağaçların epey ilerisinde bir ışıltı gördüm ve bunun Schohira’nın en güneydeki sınır karakolu olan Kwanyara kalesinin ışığı olduğunu anladım.


BÖLÜM II
Belki de bu kanlı yıllar tarihçesiyle devam etmeden önce kendim tanıtıp gece vakti tek başına Pict kırsalından niye geçtiğimi açıklamam iyi olabilir.

Benim adım Gault Hagar oğlu. Conajohara eyaletinde doğdum. Ancak on yaşına geldiğimde, Pictler Kara Nehri aşıp Tuscelan kalesine saldırarak bir kişi hariç içindeki herkesi katletti ve eyaletteki tüm göçmenleri Thunder Nehri’nin doğusuna sürdü. Conajohara yeniden sadece vahşiler ve vahşi hayvanlar tarafından mesken tutulan bir kırsal parçasına dönüştü. Conajohara halkı tüm Westermarck’a, Schohira, Conawaga veya Oriskawny’nin her tarafına dağıldı ama çoğu güneye ilerledi ve Savaşatı Nehri üzerinde soyutlanmış bir sınır karakolu olan Thandara Kalesi civarına yerleşti, ailem de onların arasındaydı. Sonradan, daha sık yerleşimli daha eski eyaletlerden başka yerleşimciler de geldi ve kısa süre sonra göçmenlerle eyaletin eski sakinleri bir araya gelince Özgür Thandara Eyaleti olarak bilinen mıntıka bir anda gelişti, çünkü kraliyetin sınırlarının doğusundaki yüce lordlara ihsanı olan ve onlar tarafından mesken tutulan öbür eyaletlere benzemiyordu burası. Aquilonia aristokrasisinin yardımı olmadan, bizzat öncüler tarafından Yabanlıktan kesilip çıkarılmış topraklardı bunlar. Hiçbir barona vergi ödemezdik. Valimiz bir lord tarafından tayin edilmez, kendi aramızda yaptığımız seçimle, kendi halkımız arasından belirlenirdi ve sadece krala karşı sorumlu olurdu. Kendi kalelerimizi kendimiz inşa eder, adam yerleştirir böylece savaşta da, barışta da kendimizi sürekli hazır tutardık. Ve Mitra biliyor, savaş bizim için vakayi adiyedendi. Zira biz ve yabani komşularımız Vahşi Panter, Timsah ve Su Samuru Pict kabileleriyle aramızda hiç barış olmuyordu.

Fakat gelişiyor ve büyükbabalarımızın geldiği krallığın doğu sınırlarında nelerin olup bittiğini nadiren sorguluyorduk. Fakat Aquilonia’daki son olaylar biz kırsaldakileri de etkiledi. İç savaş ve bir savaşçının eski hanedandan tahtı ele geçirmek için ayaklandığı haberi geldi. O yangının kıvılcımları sınırları ateşe verince komşu komşuyla, kardeş kardeşle karşı karşıya kaldı. Aquilonia ovalarında ışıltılı çelik giyimli şövalyeler savaşıp birbirini öldürürken, benim tüm Westermarck’ın yazgısını değiştirebilecek haberlerle Thandara’yı Schohira’dan ayıran kırsal şeridinde tek başıma, hızla ilerlemem bu yüzdendi.

Kwanyara Kalesi, Bıçak Deresi sahilinde kütük bir surla, yontma ahşaptan kare şeklinde bir hisardan ibaret küçük bir sınır karakoluydu. Sancağını sabahın solgun kızıllığına karşı dalgalanırken gördüm ve üstünde sadece eyaletin ambleminin bulunduğunu gördüm. Üstünde dalgalanması gereken gösterişli altın yılanın imi timi yoktu. Bu çok şey veya hiçbir şey demek olabilirdi. Biz sınır adamları, sınırların ötesindeki şövalyelere büyük anlam ifade eden hassas gelenek ve etiket merakına duyarsızdık.

Tan ağarırken sığlıklarda yürüyerek Bıçak Deresi’ni geçtim ve karşı sahilde bir korucunun güderi giysisini giymiş, uzun boylu bir gözcü tarafından durduruldum. Benim Thandara’dan olduğumu öğrendiğinde: “Mitra adına!” dedi, “Daha uzun yoldan geleceğine doğruca yabanlığı geçtiğine göre işin acil olmalı.”

Zira dediğim gibi, Thandara diğer eyaletlerden kopuktu ve onunla Bossonia sınırı arasında Küçük Yabanlık vardı; oysa güvenli bir yol bunun içinden sınırlara, oradan da diğer vilayetlere ulaşıyordu ama uzun, meşakkatli bir yoldu bu.

Sonra Thandara’dan haber sordu ama Susamuru ülkesindeki uzun devriye görevinden henüz döndüğümü, bu yüzden son olaylar hakkında pek az bilgim olduğunu anlattım ona. Çünkü Schohira’nın siyasi rengini bilmiyordum ve öğrenene kadar kendiminkini ele vermek istemiyordum. Sonra ona Kwanyara Kalesi’ndeki Strom oğlu Hakon’u sordum, bana aradığım adamın kalede değil, kaleden birkaç mil doğuda kalan Schondara kasabasında olduğunu söyledi.

“Thandara’nın Conan’a destek vermesini umuyorum,” dedi bir küfürle, “Zira seninle açık konuşmam gerekirse bizim politik rengimiz de bu. Benim kahrolası şansım Pict akınlarına karşı sınırı gözleyen bir avuç kolcuyla kalmamı gerektiriyor. Yoksa tam şu anda yayımı ve avcı gömleğimi bırakmış, Ogaha Deresi’ndeki Thenitea’da Torhlu Brocas ve kahrolası dönmelerini katletmeyi bekleyen ordunuzla olacaktım.”

Bir şey demedim ama şaşırmıştım. Haber buydu gerçekten. Çünkü Torh Baronu Conawaga’nın efendisiydi, Schohira’nın değil. Orada patron Kormonlu Thasperas’tı.

“Thasperas nerede?” diye sordum, Kolcu kısa bir süre düşündükten sonra cevapladı: “Aquilonia’da Conan için savaşıyor,” Acaba casus muyum diye gözlerini kısarak baktı bana.

“Schohira’da” diye başladım “Pictlerle bağlantıları olan, aralarında çıplak ve boyalı halde yaşayarak kan içici şölenlerine katılan biri var mıdır?”

Schohira’lının suratını kasan öfke yüzünden kendimi tuttum.

“Seni kahrolası,” dedi tutkuyla boğularak, “Buraya gelip bize böyle hakaret etmekteki kastın nedir?”

Aslında bunu demek istememiş olsam bile bir adama dönek lakabı takmak Westermarck’ın her tarafında doğrudan hakaret kabul edilirdi. Fakat adamın gördüğüm dönekten bihaber olduğunu anladım, bilgi vermeye de gönlüm olmadığından sadece beni yanlış anladığını söylemekle yetindim.

“Çok iyi anladım,” dedi tutkuyla sarsılarak. “Esmer tenin ve güneyli aksanın olmasa seni Conawaga’dan bir casus sayacaktım neredeyse. Casus veya değil; Schohiralılara bu şekilde hakaret edemezsin. Eğer askeri görevde olmasam, silah kemerimi çözüp, biz Schohira’da doğanların ne menem adamlar olduğunu gösterirdim sana.”

“Kavga istemiyorum,” dedim. “Ama eğer çok istiyorsan, Schondara’ya gidiyorum, beni orada bulman zor olmaz.”

“Bir an evvel orada olacağım,” dedi sertçe. “Ben Gromoğlu Storm’um ve Schohira’da iyi bilirler beni.”

Onu sahil boyundaki nöbet noktasına uzun adımlarla yürüyüp, keskin ağzını kafamda denemek ister gibi bıçağının kabzası ve baltasını yoklarken bıraktım ve diğer devriye ve nöbetçilerden kaçınmak için ufak kalenin olabildiğince açığından dolandım. Çünkü bu sıkıntılı devirde, kolayca bir casus şüphesi yıkılabilirdi üstüme. Yo; şu Gromoğlu Storm kendisine çamur atıldığı yanlış anlamasına dayanan şahsi gücenikliğiyle yanıp tutuşurken, böyle düşünceleri kalın kafasında çark ettirmeye başlıyordu. Benimle kavgası varken—aklından geçse bile—şahsi onur duygusu bir casus olduğum şüphesiyle tutuklamasına izin vermezdi. Sıradan zamanlarda kimse sınırı geçen bir beyaz adamı durdurup sorgulamayı düşünmezdi. Fakat şu an her şey delice bir anafor halindeydi—Conawaga hamisi, komşu muhitleri istila ediyorsa öyle de olması gerekirdi.

Orman, kalenin etrafında her yönde birkaç yüz metre yekpare yeşil bir duvar oluşturarak açılmıştı. Açıklığı geçerken bu duvarın içinde kaldım ve kaleden çıkan birkaç yolu geçtiğimde bile kimseyle karşılaşmadım. Açıklıklar ve çiftliklerden kaçınıyordum. Doğuya yöneldim, Schondara’nın çatılarını gördüğümde ise güneş gökyüzünde yükselmemişti.

Orman; çoğu kalastan, bazıları boyalı Thandara’da sahip olmadığımız muntazam evleriyle, bir sınır köyü için oldukça şık görünen kasabaya yarım milden az mesafeye kadar sokuluyordu. Fakat köyün çevresinde bir hendek veya çit yoktu. Bana garip geldi bu. Zira biz Thandaralılar meskenlerimizi barınak kada çok savunma için inşa ederiz. Eyaletin hiçbir yerinde hallice bir köy olmasa da her kulübe ufak bir kale gibidir.

Köyün epey sağında, bir çayırın ortasında, hendek ve çitleriyle Kwanyara Kalesi’nden hallice bir kale vardı ama kütük duvarda, ya tolgalı, ya da başlıklı birkaç kafa görüyordum. Bayrak direğinde ise Schohira’nın kanatlarını açmış şahini dalgalanıyordu yalnızca.

Acaba neden diye merak ettim, eğer Schohira Conan’ın yanındaysa, neden onun seçtiği sancağı dalgalandırmıyorlardı—bir Aquilonia paralı asker generaliyken komuta ettiği birliğin sancağı olan, siyah zemindeki altın aslan.

Epey solda, ormanın kenarında bahçe ve meyve ağaçları arasında taştan bir ev gördüm ve burasının Batı Schohira’nın en zengin toprak sahibi olan Lord Valerian’ın mülkü olduğunu anladım. Onu hiç görmemiştim, ama zenginlik ve kudretini bilirdim. Oysa Konak denilen yer ıssız görünüyordu şu an.

Kasaba da aynı şekilde ıssız görünüyordu, en azından erkekler tarafından; zira etrafta sürüsüne bereket kadın ve çocuk vardı. Bana öyle geldi ki, erkekler ailelerini emniyette olsunlar diye buraya bırakmıştı. Birkaç güçlü kuvvetli adam gördüm. Caddeden çıkarken sürüyle göz beni şüpheyle beni izledi ama sorularıma kısaca cevap vermek dışında hiç biri konuşmadı.

Tavernada birkaç ihtiyar ve sakat, bira lekeli masaların etrafında toplanmış, alçak sesle tartışıyordu, ben yıpranmış güderi giysiler içinde eşikte belirdiğimde tartışma kesildi ve hepsi birden bana bakmak için döndü.

Strom Oğlu Hakon’u sorduğumda daha da kayda değer bir suskunluk oldu ve tavernacı bana Hakon’un güneşin doğuşundan hemen sonra, milis ordusunun kamp kurduğu Thenitea’ya at sürdüğünü anlattı ama yakında dönecekti. Çok aç ve yorgun olduğumdan, üstüme odaklanan, sorgulayıcı gözlerinin bilinciyle meyhanede yemek yedim, sonra da tavernacının benim için getirdiği bir ayı postuna uzanıp uyudum. Strom oğlu Hakon gün batımına yakın döndüğünde hala öylece uyuyordum.

Çoğu Batılı gibi uzun boylu, düzgün ve geniş omuzluydu, Tıpkı benim gibi güderi avcı gömleği, saçaklı tozluk ve mokasenler giyiyordu. Yarım düzine kolcu da onunlaydı, bunlar da kapının yakınındaki bir sofraya oturdu ve bira kupalarının kenarından ikimizi seyrettiler.

Kendimi tanıtıp, ona verilecek haberim olduğunu söyledim, bana dikkatle baktı ve tavernacımın deri tulumlar içinde köpüklü bira getirdiği köşedeki bir masada kendisiyle oturmamı istedi.

“Thandara’da gidişat hakkında hiç haber geldi mi sana?” diye sordum.

“Kesin şeyler değil; sadece söylentiler.”

“Pekâlâ,” dedim. “Sana Thandara Valisi Drago oğlu Brant ve şefler konseyinden haber getirdim, bu işaret sayesinde de dürüst biri olduğumu anlayacaksın.” Böyle diyerek parmağımı köpüklü biraya daldırıp onunla masanın üzerine bir sembol çizdim, bir anda da silindi. Gözleri ilgiyle parlayarak başını salladı.

“Sana getirdiğim haber şu,” dedim: “Thandara Conan’ı desteklediğini, dostlarına yardıma ve düşmanlarına direnmeye hazır olduğunu deklare etti.”

Bunun üzerine sevinçle tebessüm etti ve kaba parmaklarıyla esmer elimi sımsıcak sıktı.

“Güzel!” diye bağırdı. “Ama zaten bekliyordum bunu.”

“Hangi Thandaralı Conan’ı unutabilirdi?” dedim ben. “Yo, Conajohara’da sadece bir çocuktum ama orada bir orman koşucusu ve devriye olduğu dönemden hatırlarım onu. Muhaberecisi Thandara’ya Poitain’in taht için vuran Conan’la birlikte isyanda olduğunu ve desteğimizi istediğini söyleyince—ordusu için gönüllü değil, sadece bağlılığımızı istiyordu—ona tek bir cümle yolladık: ‘Conajohara’yı unutmadık.’ Sonra Baron Attelius sınırı aşıp üzerimize yürüdü, fakat onu Küçük Yabanlıklarda pusuya düşürdük ve ordusunu kılıçtan geçirdik artık Thandara’da bir işgalden korkmamıza gerek yok bence.”

“Schohira için söyleyebileceklerime gelince,” dedi sertçe. “Baron Thasperas bize dilediğimizi yapabileceğimiz haberini gönderdi—Conan’ı desteklediğini açıkladı ve ordusuna katıldı. Ama batıda silâhaltı istemedi. Yo; o da Conan da Westermarck’ın sınırı koruma yükümlülüğü için her erkeğe ihtiyaç duyduğunu bilir.

“Her halükarda kalelerden birliklerini çıkardı, biz de onlara kendi ormancılarımızı konuşlandırdık. Aramızda bazı ufak çatışmalar yaşandı, özellikle de Namedides’e bağlı bazı toprak sahiplerinin yaşadığı Goy-aga gibi kasabalarda—Şey, şu kralcılar ra ya maiyetleriyle Conawaga’ya kaçtılar ya da teslim oldular ve Schondaralı Lord Valerian gibi bazıları ise şatolarında tarafsız kalmak için güvence verdi. Kaçan kralcılar geri dönüp hepimizin gırtlağını kesmeye yemin ettiler. Çok geçmeden Lord Brocas sınıra yürüdü.

“Conawaga’da toprak sahipleri ve Brocas, Namedides’i tutuyor, Conan’ı destekleyen avamdan insanlara ettiklerine dair acıklı öyküler işittik.”

Başımı salladım, şaşırmamıştım. Conawaga, tüm Westermarck eyaletinin en geniş, en zengin ve en kalabalık yerleşimiydi ve nispi olarak geniş ve kudretli bir soylu toprak sahibi sınıfı vardı—ki bizim Thandara’da yoktu ve Mitra’nın izniyle asla olmayacak.

“Bu fetih için açık bir istila,” dedi Hakon. “Brocas, bize, Namedides’e sadakat yemini etmemizi emretti—köpek. Bence kara gerdanlı salak tüm Westermarck’a boyun eğdirip Namedides’in genel valisi olarak yönetmeyi planlıyor. Aquilonialı askerler, Bossonialı okçular, Conawagalı kralcılar ve Schohiralı dönmelerden bir orduyla, Ogaha Deresi’nin on mil ötesindeki Coyaga’da duruyor. Thenitea kasıp kavurduğu doğu kırsalından mültecilerle dolu.

“Sayıca az olsak bile ondan korkmuyoruz. Bize saldırmak için Ogaha Deresi’ni geçmesi gerek, biz de batı sahilini takviye ettik ve süvarilerine karşı yolu tıkadık.”

“Tam da görevimle ilgili bu,” dedim. “Yüz elli kişilik Thandaralı kolcu desteği sunma yetkisi verildi bana. Thandara’da hepimiz aynı fikirdeyiz ve iç savaşta savaşmıyoruz; Panter Pictleriyle muharebemizden birçok adamı ayırabiliriz.”

“Kwanyara Kalesi komutanı için iyi haber bu!”

“Ne?” dedim. “Komutan sen değil misin?”

“Hayır,” dedi. “Kardeşim Strom oğlu Dirk.”

“Bunu bileydim, mesajı ona götürürdüm,” dedim. “Drago oğlu Brant Kwanyara’ya senin komuta ettiğini zannediyordu. Her neyse, önemli değil.”

“Bir kupa bira daha,” dedi Hakon. “Sonra da kaleye gidelim ki Dirk haberlerini ilk elden öğrensin. Bir kalenin komutası bela demek… Bir kolcu grubu yeterince iyi bir şey bence.”

Sahiden de Hakon bir sınır karakoluna veya kalabalık bir insan kütlesine komuta edecek adam değildi, zira yiğit biri ve neşeli bir haydut olsa da fazla pervasız ve aceleciydi.

“Sınırı gözlemek için sadece bir iskelet gücünüz var,” dedim. “Ya Pictler?”

“Yemin ettiklerinden barışı koruyorlar,” diye cevapladı. “İki kavmin bireyleri arasındaki olağan çatışmalar haricinde hudut boylarında aylardır barış var.”

“Valerian Konağı ıssız görünüyordu.”

“Lord Valerian birkaç uşak dışında yalnız yaşıyor orada. Askerleri nereye gitti kimse bilmiyor. Fakat onları gönderdi. Kendini rehine olarak vermese, gözetim altına alınması gereği duyardık zira Pictlerin itibar ettiği birkaç beyazdan biridir o. Eğer aklına onları sınırlarımıza karşı kışkırtmak olsaydı bir yanda onlara, diğer yanda Brocas’a karşı savunma yapmakta zorlanabilirdik.

“Şahin, Vahşikedi ve Kaplumbağa’lar Valerian’ın sözünü dinliyor, hatta Kurt Pictlerinin köylerini ziyaret edip sağ salim geri dönüyor o.”

Eğer bu doğruysa sahiden tuhaftı zira bahsettiği üç daha küçük kabilenin av topraklarının batısında yaşayan, Kurt Kabilesi olarak tanınan büyük müttefik klanlar konfederasyonunun vahşetini cümle âlem bilirdi. Çoğu vakit sınırdan uzak dururlardı ama nefretleri hep bir tehditti Schohira sınır boylarında.

Hakon, kısa pantalonlu, çizmeli ve kızıl pelerinli uzun boylu biri içki meyhaneye girerken yukarı baktı.

“Lord Valerian da geldi,” dedi.

Baktım, irkildim ve derhal ayağa fırladım.

“O adam mı?” diye bağırdım. “Onu dün gece Değişen Yılan Dansı’nı izlerken sınırın ötesindeki bir Şahin kampında gördüm!”

Valerian beni işitti, benzi solarak hızla döndü. Gözleri bir panterinkiler gibi parlıyordu.

Hakon da ayağa fırladı.

“Ne diyorsun?” diye haykırdı. “Lord Valerian teminat verdi—”

“Umurumda değil!” uzun soylunun karşısına doğru uzun adımlarla yürüyerek öfkeyle bağırdım. “Onu şimal çamları arasında gizlendiğim yerden gördüm. Bu şahine benzer yüzü karıştırmam. Sana diyorum, oradaydı; bir Pict gibi çıplak ve boyalıydı—”

“Yalan söylüyorsun kahrolası!” diye bağırdı Valerian; pelerinini yana savurarak kılıcının kabzasına yapıştı. Fakat daha çekemeden ona yaklaşıp yere çaldım, orada bir deli gibi söve saya iki eliyle gırtlağıma sarıldı. Sonra hızlı ayak sesleri oldu ve adamlar öfkeden bembeyaz, burnundan soluyan ve hala boğuşmada boğazımdan koparılan boyunbağımı tutan lordu sıkıca tutarak bizi ayırdı.

“Bırakın beni, sizi köpekler!” diye köpürdü. “Çekin köylü ellerinizi üstümden! Bu yalancının kellesini çenesine dek yarayım—”

“Yalan falan yok,” dedim daha bir sükûnetle. “Dün gece kuzey çamlarının altında uzanmış, İhtiyar Teyanoga’nın bir Kuzgun şefinin ruhunu bedeninden çekip bir ağaç yılanının içine sokuşunu seyrediyordum. Şamanı öldüren benim okumdu. Seni de orada gördüm—sen, bir beyaz adam, çıplak ve boyalıydın, klandan biri olarak kabul ediliyordun.”

“Eğer bu doğruysa—” diye başladı Hakon.

“Bu doğru, al sana kanıt!” diye bağırdım. “Şuraya bak! Göğsüne!”

İtişip kakışma esnasında yelek ve gömleği yırtılıp açılmıştı; çıplak göğsünde de solgun bir halde Pictlerin sadece beyazlara karşı savaştayken boyadığı beyaz kurukafanın ana hatları görülüyordu. Onu teninden yıkamaya çalışmıştı ama Pict boyası öyle kolay çıkmaz.

“Silahlarını alın,” dedi dudakları beyazlayan Hakon.

“Boyunbağımı ver,” dedim ama hazretleri bana tükürdü ve kumaşı gömleğinin içine soktu.

“Bu sana döndüğünde, bir cellât ilmeği olarak o asi boynuna düğümlenmiş olacak,” diye hırladı.

Hakon kararsız görünüyordu.

“Onu kaleye götürelim,” dedim. “Onu komutanın gözetimine ver. Yılan dansına katılması iyi bir amaç için değildir. O Pictler savaş için boyanmıştı. Göğsündeki sembolün anlamı savaş oyunlarında yer almaya niyeti olduğu anlamına geliyor.”

“Ama Yüce Mitra; bu inanılmaz!” diye bağırdı Hakon. “Bir beyaz adam, o boyalı iblisleri dostları ve komşularının üzerine nasıl salar?”

Lord bir şey demedi. Kollarını tutan adamların arasında durdu, solgun, ince dudakları dişlerini açıkta bırakan bir hırlamayla çekildi ama delilik ışıklarını sezer gibi olduğum gözlerinde tüm cehennem sarı ateş gibi yanıyordu.

Ancak Hakon kararsızdı. Valerian’ı serbest bırakmayı göze alamıyor, lordun bir tutsak gibi kaleye götürüldüğünü görürlerse halkın göstereceği tepkiden de çekiniyordu.

“Bunun nedenini soracaklar,” diye akıl yürüttü, “Bunun savaş boyaları sürmüş Pictlerle ilgili olduğunu öğrendiklerinde panik yaşanabilir. Dirk’i onu sorgulamak için buraya getirene dek onu bir hücreye hapsedelim.”

“Böyle bir durumda ödün vermek tehlikeli,” diye cevap verdim dobra dobra. “Fakat karar sana kalmış. Burada komuta sende.”

Böylece hazretlerini arka kapıdan gizlice çıkardık. O esnada karanlık olduğundan da aslında çoğu zaman kapalı kapılar ardında kalan insanlar tarafından fark edilmeksizin hapishaneye ulaştık. Dört hücresi ve gece vakti sarhoş olup kavga eden şişko bir haydut olan tek sakiniyle hapishane, köyden biraz uzakta, ufak, kütükten bir yapıydı. Haydut tutsağımızı görmek için baktı. Hakon parmaklıklı kapıyı üstüne kilitleyip, nöbetteki adama ayrıntıları anlatırken Lord Valerian tek laf etmedi. Ancak solgun yüzünün maskesinin ardında, sözde habis bir zaferle bize gülerken, kara gözlerinin içinde bir iblis ateşi yanıyordu.

“Nöbete sadece bir adam mı koyuyorsun?” diye sordum Hakon’a.

“Niye fazlası olsun ki?” dedi o. “Valerian firar edemez, onu kurtaracak kimse de yok.”

Bana öyle geldi ki, Hakon’un durumu hafife almaya meyilliydi ama netice itibarıyla bu benim işim değildi, bu yüzden başka şey demedim.

Sonra Hakon ve kaleye gidip, Jon Storm oğlu’nun yokluğunda Thenitea’da bulunan milis ordusu komutanlığındaki Lord Thasperas tarafından kasaba yöneticiliğine atanan Komutan Dirk Strom oğlu ile konuştum. Hikâyemi işittiğinde sahiden de ayılır gibi oldu ve görevlerinden vakit bulduğunda en kısa sürede hapishaneye geleceğini, inatçı ve kibirli bir adam olan Lord Valerian’ın konuşacağına pek az inansa da, onu sorgulayacağını söyledi. Hizmetine sunulan Thandaralıları işittiğine sevindi ve bana, eğer Schohira’da kalmak istiyorsam—ki istiyordum—tekliflerini kabul ettiğini bildirmek için Thandara’ya dönecek bir adam bulabileceğini söyledi. Sonra Hakon’la birlikte meyhaneye döndük zira niyetimiz o gece orada uyumak ve sabahleyin Thenitea’ya doğru yola koyulmaktı. Devriyeler, Brocas’ın hareketlerini izleyen Schohiralılara göz kulak oluyordu, o gün kamplarında bulunmuş olan Hakon Brocas’ın karşı hareketine dair bir emare bulunmadığını söyledi ki bu durum sınıra karşı Pictlerini yönetmek için Valerian’ı beklemekte olduklarına inandırdı beni. Ancak Hakon, Valerian’ın Pictleri her zaman yaptığı gibi sadece dostça ziyaret etmiş olduğuna inanarak, ona tüm anlattıklarıma rağmen hala kuşkudaydı.

Ancak her ne kadar Pictlerle dost olsa da, hiçbir beyaz adamın bugüne dek Yılan Dansı gibi bir ayine tanık olmasına izin verilmediğine dikkatini çektim; Valerian kabileye kanla bağlı bir üyesi olsa gerekti.


BÖLÜM III
Aniden uyandım ve yatağımda doğruldum. Pencerem ve kepengim serinlik gelsin diye açıktı zira odam üst kattaydı, yakında da bir hırsızın girebileceği ağaç yoktu. Oysa beni bir gürültü uyandırmıştı ve pencereye bakınca yıldız ışıklı göğün hantal, şekilsiz bir gövde tarafından örtüldüğünü gördüm. Kim olduğunu bilmek isteyip, baltamı aranarak ayaklarımı yataktan sallandırdım ama mahlûk dehşetengiz bir hızla üstüme geldi, ben daha kalkamadan beni tıkayan, boğan bir şey boynuma dolandı. Az kalsın yüzüme değen solgun, korkunç bir çehre vardı ama karanlıkta tüm çıkarabildiğim bir çift yanan göz ve sivri bir kafaydı. Burun deliklerim hayvani bir kokuyla dolduruldu.

Yaratığın bileklerinden birini kaptım, bu da bir maymununki gibi kıllıydı ve demir adalelerle kalınlaşmıştı. Sonra baltamın sapını buldum, kaldırdım ve o biçimsiz kafatasını tek darbede yardım. Uzağıma düştü, ben de tıkanıp soluyarak, tepeden tırnağa titreye titreye ayağa fırladım. Çakmaktaşı, çelik ve kav buldum, çakıp bir kandil yaktım ve vahşice yerde yatan yaratığı inceledim.

Eğri büğrü, biçimsiz ve gür kıllarla kaplı olsa da şeklen bir insana benziyordu. Tırnakları bir hayvanın pençeleri gibi uzun ve karaydı; çenesiz, alçak alınlı kafası bir maymununkine benziyordu.

Bu mahlûk bir Chakan’dı; ormanların derinliklerinde yaşayan yarı insan varlıklardan biri.

Kapımdan bir çalınma sesi geldi. Hakon’un sesi meselenin ne olduğunu soruyordu. İçeri girmesini söyledim. Balta elde içeri daldı, yerdeki yaratığın görüntüsünden gözleri fal taşı gibi açıldı.

“Bir Chakan!” Fısıldadı. “Epey batıda ormanlarda koklayarak iz sürdüklerini görmüştüm—kahrolası tazılar! Parmaklarındaki şey de ne?”

Yaratığın parmakları içinde hala tuttuğu bir boyunbağını görünce, bir dehşet ürpertisi süründü belkemiğinde—bir cellât ilmeği gibi boynuma düğümlemeye çalıştığı boyunbağı.

“Pict şamanlarının bu yaratıkları yakalayıp düşmanları izlemeleri için ehlileştirdiğini işittiydim,” dedi usulca. “Fakat Lord Valerian nasıl kullanabildi bunu?”

“Bilmiyorum,” diye cevap verdim. “Ancak bu boyunbağı hayvana verildi, o da tabiatı gereği izimi sürdü ve boynumu kırmaya çalıştı. Hapishaneye gidelim; hem de çabucak.”

Hakon kolcularını uyandırdı ve oraya koşturduk; Valerian’ın boş hücresinin açık kapısının önünde kesik bir boğazla bulduk nöbetçiyi. Hakon taş kesmiş gibi durdu, sonra alçak bir çağrı dönmemize yol açtı ve bir sonraki hücreden bize bakan sarhoşun kireç rengi çehresini gördük.

“Gitti,” dedi, “Lord Valerian gitti. Kulak verin: bir saat önce ben ranzamda yatarken, dışarıdan gelen bir sesle uyandırıldım ve yabancı, esmer bir kadının gölgelerin arasında belirip muhafıza yaklaştığını gördüm. Adam yayını kaldırıp kadına durmasını söyledi ama o gözlerine bakarak güldü ve adam transtaki birine dönüştü. Aptal aptal bakarak durdu—ve Mitra, kadın kemerinden adamın kendi bıçağını aldı ve gırtlağını kesti; adam düşüp öldü. Sonra kadın kemerinden anahtarları aldı ve kapıyı açtı, Valerian göründü ve cehennemden çıkan bir iblis gibi güldü; karıyı öptü, o da onunla güldü. Yalnız da değildi, arkasındaki gölgelerin içinde bir şey gizleniyordu—kapının üstünden sarkan fenerin ışığı içine hiç girmeyen, bir tür bulanık, korkunç bir mahlûk.

“Kadının yan hücredeki şişko sarhoşu da öldürseler iyi olacağını söylediğini işitince korkudan az kalsın ruhumu teslim ediyordum, hala nasıl sağ kaldım bilmiyorum. Fakat Valerian sarhoşluktan geberdiğimi söyledi, o söz için onu öpebilirdim. Böylece gittiler; giderlerken lord kadının arkadaşını bir göreve yollayacağını söyledi, sonra da Vaşak Deresinde bir kulübeye gidecek ve Valerian Konağı’ndan gönderildiklerinden beri ormanda gizlenen hizmetkârlarıyla buluşacaklarmış. Teyanoga’nın oraya onlar için geleceğini, sınırı geçeceklerini, Pictlerin arasına katılıp hepimizin boğazını kesmek için onları getireceklerini söyledi.”

Fenerin ışığında Hakon’un benzi solgun görünüyordu.

“Kim şu kadın?” diye sordum ciddiyetle.

“Lordun Pict kırması metresi,” dedi. “Yarı Şahin Picti, yarı Ligueran. Onu işittiydim. Skandaga Cadısı derler ona. Kendisini hiç görmedim, Lord Valerian ve onun hakkında anlatılan masallara da daha önce hiç itibar etmedim. Meğer hepsi gerçekmiş.”

“İhtiyar Teyanoga’yı öldürdüğümü zannediyordum,” diye mırıldandım. “İhtiyar zebani dokuz canlı olmalı—okumu göğsünde titrerken gördüm. Peki ya şimdi?”

“Vaşak Deresi’ndeki kulübeye gidip hepsini gebertmemiz gerek,” dedi Hakon. “Eğer Pictleri sınıra salarlarsa, kızılca kıyamet kopacaktır. Kale ya da kasabadan kimseyi alamayız. Biz yeteriz. Vaşak Deresi’nde kaç adam olacağını bilmiyorum, umurumda da değil. Onları bir baskınla alt ederiz.”

Yıldız ışığında bir kez daha yola koyulduk. Diyar sessizdi, evlerde ışıklar solgun solgun göz kırpıyordu. Batıda karaltısı görünen kara orman, girmeye cüret eden insanlar için, sessiz, ilkel ve kasvetli bir tehditti.

Tek küme halinde ilerledik, yaylar gerili ve sol ellerimizde duruyor, baltalar sağ ellerimizde sallanıyordu. Mokasenlerimiz çiyden ıslak çimlerde çıt çıkarmıyordu. Ormanın içine karışıp meşe ve akçaağaçlar arasında dolanan bir yola vurduk. Her adamın arasında yaklaşık beş metre açıklık bırakmıştık, Hakon öndeydi. Az sonra da çimenlik bir boşluğa daldık ve bir kulübenin pencerelerini örten kepenklerin yarıklarından hafifçe akan ışığı gördük.

Hakon bizi durdurdu ve biz ileriye doğru sürünüp onları gözlerken beklemelerini fısıldadı adamlara. Sessizce ilerleyip nöbetçiyi faka bastırdık— nefesini ekşiten şarap olmasa sessiz sokuluşumuzu işitmiş olması gereken bir Schohira döneği Bıçağını hainin kalbine saplarken, Hakon’un sıktığı dişlerinin arasından çıkan vahşi keyif fısıltısını asla unutmayacağım. Cesedi uzun otlarin içine saklı bıraktık ve gizlice kulübenin duvarına sokularak bir yarıktan içeriyi dikizlemeyi göze aldık. İçeride, alev alev yanan azgın gözleriyle Valerian ile geyik derisinden bir peştamal ve boncuklu mokasenler giymiş, kapkara, parlak saçlarını acayip işlemeli altın bir şeritle geriye bağlamış esmer, delicesine güzel bir kız vardı. Yarım düzine Schohiralı dönme de vardı; kuşaklarında palalarıyla yün pantolonlar, çiftçi yelekleri giyen suratsız haydutlardı bunlar. Geyik derisi içinde üç vahşi görünüşlü ormancı vardı; düz kesilmiş ve çelik başlıklar altında toplanan sarı saçlarıyla, örgü zırh ve cilalı dizlikler giyen yarım düzine güçlü kuvvetli Gunderli muhafız da vardı. Kılıç ve hançer kuşanmışlardı—açık tenleri, çelikten gözleri ve Westermarck ulusundan büyük oranda farklı aksanlarıyla sarı saçlı adamlar. Çetin savaşçılardı bunlar; amansız, disiplinliydiler ve sınır boylarının mülk sahipleri arasında muhafız olarak hayli revaçtaydılar.

Orada dinlerken, tüm gülüşme ve tartışmalarını işittik; Valerian kaçışıyla böbürleniyor, o kahrolası Thandaralıya bir ziyaretçi yolladığına yemin ediyordu. Bu ziyaretçi işini bitirmiş olsa gerekti şimdi. Dönmeler suratsızdı, eski dostlarına küfür ve beddualar ediyorlardı. Ormancılar sessiz ve dikkatli; Gunderliler ihmalkâr ve neşeliydi; bu neşe, onların tümden zalim huylarını pek az gizliyorlardı. Kwarada dedikleri melez kız da gülüyor, zalimce eğleniyor gibi görünen Valerian’ı kışkırtıyordu. Lord, Brocas, Coyaga’dan saldırırken, Pictleri nasıl ayaklandıracağı, Schohiralıları cezalandırmak için sınırın ötesine götüreceğiyle böbürlenişini dinlerken, öfkeden titriyordu Hakon.

Sonra duvarın yakınından ilerleyen hafif bir ayak patırtısı işittik ve duvarın yakınına sokulduk. Kapının açıldığını ve tüyler ve boyalar içinde korkunç görünen yedi boyalı Pictin girdiğini gördük. Göğüs kasları sarılmış ihtiyar Teyanoga tarafından yönetiliyorlardı; bu sayede okumun o iri kasları sadece sıyırdığını anladım. Acaba o sahiden övündüğü ve birçoğunun inandığı gibi fani silahlarla öldürülemeyen bir kurt adam olup olmadığını merak ettim.

Hakon ve ben oracıkta uzanırken, Teyanoga’nın Şahinler, Vahşi Kediler ve Kaplumbağa’ların onlara saldırabilecek kudretli Kurtlarla müttefik olmadıkça sınıra saldıramayacaklarını söylediğini işittik; zira kendileri Schohiralılarla savaşırken Kurtlar’ın ülkelerini harap etmesinden korkuyorlardı. Teyanoga daha ufak üç kabilenin Hayalet Bataklığı’nın kıyısında Kurtlarla bir görüşme için buluştuğunu, Kurtlar’ın Bataklık Büyücüsü’nün nasihatlerine uyacaklarını da söyledi.

Bunun üzerine Valerian adamlara Hayalet Bataklığı’na gideceklerini ve Büyücüyü Kurtları öbürlerine katılmaya ikna edip edemeyeceklerine bakacaklarını söyledi. Bunun üzerine Hakon da bana geriye sürünüp öbürlerini getirmemi söyledi, aklından bir saldırının geçtiğini anladım; sayıca azdık ama dinlediğimiz rezil plan yüzünden öyle ateşlenmiştim ki ben de onun kadar hevesliydim. Geri döndüm ve öbürlerini getirdim, gelişimizi duyar duymaz Hakon ayağa sıçradı ve baltasıyla indirme için kapıya koştu.

Aynı anda, geri kalanlarımız da kepenkleri patlatarak odanın içine bazılarını vuran oklar yağdırdı ve kulübeyi ateşe verdi.

Karman çorman olduklarından kulübeyi elde tutma girişiminde bulunmadılar. Mumlar devrilip söndü ama yangın loş bir ışık sağlıyordu. Kapıya koştular, bazıları o anda, bazıları da onlarla kapıştığımızda öldürüldü. Fakat az sonra öldürdüğümüz Gunderliler, dönmeler ve boyalı Pictler haricinde hepsi ormanlara kaçtı ama Valerian ve kız hala kulübedeydi. Sonra çıktılar, kız güldü, yere patlayıp iğrenç dumanıyla bizi körleştiren bir şey attı. Bu dumanın içinde kaçtılar.

Umutsuz çatışmada adamlarımızdan dördü hariç hepsi öldürülmüştü, yine de yaralılardan birini köyü uyarmaya geri göndererek derhal takibe başladık.

İzler yabanlıkların içine gidiyordu.

Peşlerine takıldık. Kavga ve çatışmalarda kalanlardan birkaçını daha öldürdük, kısa süre sonra Hakon ve ben hariç tüm adamlarımız katledildi. Valerian’ı sınırın ötesinde, şeflerin bir Pict öncesi Şamanı olan büyücüye danışmaya gittiği, Hayalet Bataklığı yakınındaki savaş kabilelerinin bir kampına dek izledik.

Valerian’ı şamanların talimatı üzerine gizlice gittiği bataklığın içinde izledik. Ben büyücüyü öldürmek için sessizce kampa sokulurken, Hakon da yolda öldürmek için Valerian’ı bekledi. Fakat ikimiz de savaş için onay veren büyücü tarafından ele geçirildik. Büyücü onlara beyaz adamlara karşı kullansınlar diye korkunç bir büyü verdi ve kabileler uluyarak sınıra doğru ilerledi. Fakat Hakon ve ben kaçtık, büyücüyü öldürdük ve vakti gelince büyülerinin onlara karşı çevirmek için takip ettik ve onları bozguna uğrattık.


Not: Bu öykü iki taslak halinde günümüze ulaştı. Burada ikinci ve daha detaylı olan aktarılıyor. Ancak ikinci taslak öykünün sonunu anlatmadığı için, son iki paragraf ilk taslaktan alıntılandı (ÇN)
 
Son düzenleme:

BRAN MAK MORN

Çeviri & Balonlama
13 Tem 2011
193
2,213
Değerli bir paylaşımınızla daha bizleri buluşturup, arşivimize olan katkılarınızdan dolayı çok teşekkür ederim.
 

hüseyin aksakal

Onursal Üye
Çeviri & Balonlama
7 Eyl 2010
773
5,727
Kdz. Ereğli
Bu öykü, Hyboria Çağı'nda geçip de doğruca Conan Macerası olmayan tek öykü. Howard'ın ömrünün son demlerinde ilgi duymaya başladığı Amerikan Sınır Adamları-Yerli Kızılderililer temasından izler taşıyor. Aynı zamanda Conan'ın bir isyan lideri olarak ayaklandığında bir bölgenin bunu nasıl algıladığının ipuçlarını da bulabiliyoruz. Bu aynı zamanda sınır adamlarının Amerikan Bağımsızlık Savaşı'na bakışını da anlatıyor. Bu açıdan değerli bir öykü... Keşke sonu da tamamlansaymış.
 
Son düzenleme:

hüseyin aksakal

Onursal Üye
Çeviri & Balonlama
7 Eyl 2010
773
5,727
Kdz. Ereğli
Conan'ın krallığa yükselişini anlatan Conan the Liberator'da bu öyküye göndermeler aradım ama De Camp ve Lin Carter o öyküyü yazdığında bu öykü taslağı henüz bilinmediği için olsa gerek, bu yapılamamış. O öykü de bunun gibi eksik kalmış.
 

muratusta

Süper Üye
14 Ağu 2012
570
2,146
İSTANBUL
Sevgili Hüseyin AKSAKAL;
Paylaşımlarınızın hepsi ayrı bir değer, ayrı bir kalitede.

Mücevherden sarraflar anlar ancak,başkası bilmez.
Ne fark eder ki kör insan için,elmas da bir cam da
Sana bakan bir kör ise,sakın kendini camdan sanma...
Hz.Mevlana

Teşekkürler,saygı ve sevgilerimle.
 

hüseyin aksakal

Onursal Üye
Çeviri & Balonlama
7 Eyl 2010
773
5,727
Kdz. Ereğli
Sevgili Hüseyin AKSAKAL;
Paylaşımlarınızın hepsi ayrı bir değer, ayrı bir kalitede.

Mücevherden sarraflar anlar ancak,başkası bilmez.
Ne fark eder ki kör insan için,elmas da bir cam da
Sana bakan bir kör ise,sakın kendini camdan sanma...
Hz.Mevlana

Teşekkürler,saygı ve sevgilerimle.

Sağolun varolun muratusta... Benim için yaptığınız eseri çerçelevetip saklayacağım. Bir masada oturup çay içmeden, yüzyüze hiç karşılaşmadan gönüllerin buluşabildiğini kanıtladınız bana... Mesajınızda alıntıladığınız Mevlana ruhuna uygun bir davranış... Çok, mutlu, sağlıklı yaşayın.
 

muratusta

Süper Üye
14 Ağu 2012
570
2,146
İSTANBUL
Sevgili Hüseyin AKSAKAL;
Bir masada oturup çayda içeriz inşallah.
Yüzyüze karşılaşmadan da gönüller bir olur tabiki,yeterki gönüller bir olsun deyimide burdan anlam kazanıyor.
E-derginizin son sayısında ç.d toplantısında çekindiğimiz resimde bende varım sima olarak merak ettiyseniz resmi ekledim.



Başka bir ç.d toplantıda inşallah karşlaşır sohbet eder,çayımızı zevkle yudumlarız.
Saygılar sevgiler.
 
Üst