Gecenin çocukları

hüseyin aksakal

Onursal Üye
Çeviri & Balonlama
7 Eyl 2010
773
5,728
Kdz. Ereğli
GECENİN ÇOCUKLARI
(The Children Of The Night)​


ROBERT E. HOWARD​


Tüm dünyadan tuhaf kalıntılar, Mandrake Press’in Boccaccio edisyonu ile 1740 Venedik baskısı, meşe kapaklı bir Missale Romanum’a doğru dizilen uzun kitap sıralarıyla, Conrad’ın acayip biçimli çalışma odasında içimizden altısının olduğunu hatırlıyorum. Clemants ve Profesör Kirowan bir parça asabi bir antropolojik tartışmaya henüz kapışmıştı: Clemants ayrı, net bir Alp ırkı teorisini destekliyor; buna karşın Profesör, söz konusu ırkın, sadece orijinal Aryan varlığından bir sapma--muhtemelen güney veya Akdeniz ırkları ile Nordic halkı karışımının sonucu olduğu görüşünü savunuyordu.

“Peki,” diye sordu Clemants, “Onların brakisefalliğini nasıl açıklarsın? Akdenizliler Ariler gibi uzun kafalıdır: bu dolikosefal halklar arasındaki bir karışım geniş kafalı bir ara tipi üretmez miydi?”

“Özel koşullar orijinalde uzun kafalı olan bir kavimde bir değişim meydana getirebilir,” diye terslendi Kirowan. “Örneğin Boaz, Amerika’ya göç sonucunda bir kuşak içinde kafatası şekillerinin çoğunun değiştiğini kanıtlamıştı. Flinders Petrie de uzun kafalı Lombardların birkaç yüzyıl içinde yuvarlak kafalı bir ırka dönüştüğünü göstermişti.”

“Fakat bu değişimlere ne yol açtı?”

“Çoğu henüz bilim için meçhul,” diye cevap verdi Kirowan. “Ve sabit fikirli olmamak gerek. Şu an bile ataları Britanya halkı ve İrlandalı olan halkın Avusturalya’nın Darling bölgesinde —onların deyimiyle Cornstalks’ta—sıra dışı bir boya ulaşmaya meylettiğini veya böyle bir halkın torunlarının neden New England’da birkaç kuşağın ardından ince çeneler edindiğini bilmiyor. Evren açıklanamayan şeylerle doludur.”

“Machen’e bakarsan bundan dolayı da ilgi çekici değil,” Taverel güldü.

Conrad kafasını salladı. “Aynı fikirde değilim. Benim için bilinmeyen, en erişilmez cazibeyi taşır.”

“Raflarında gördüğüm cadılık ve iblisbilim üstüne tüm çalışmalar bakarsan buna kuşku yok,” dedi Ketrick, elinin kitap sıralarına doğru bir hareketiyle.

İzin verin de Ketrick’ten söz edeyim. Altımızın her biri aynı soydandı— yani Briton veya İngiliz soyundan Amerikalı. İngiliz derken, Britanya Adaları’ndaki tüm yerli halkları kast ediyorum. İngiliz ve Kelt soyunun değişik özelliklerini temsil ediyorduk ama temelde bu özellikler sonuç itibarıyla aynıydı. Oysa Ketrick: adam daima tuhaf bir şekilde yabancı gelirdi bana. Yabancı olduğunu gösteren bu fark gözlerindeydi. Bu gözler bir tür kehribar renginde, neredeyse sarı ve hafifçe çekikti. Bazen birisi yüzüne belli bir açıdan baktığında bir Çinlininki kadar çekik görünürlerdi.

Bu yüzde fark ettiğim diğer özellikler de, saf kan Anglo Saxon kökenli bir adam için fazla sıra dışıydı. Onun çekik gözlerini doğum öncesi etkilere dayandıran olağan mitler tartışmalıydı; Profesör Hendrik Brooler’in bir keresinde Ketrick’in kuşku götürmez bir şekilde Mongol soyundan bir tür karanlık ve uzak atanın tipine bir dönüşü temsil eden bir soyaçekim olduğunu belirttiğini hatırlıyorum—ailesinden kimsenin böyle belirtiler taşımadığına bakılırsa, bir tür evrim garipliğiydi bu.

Hâlbuki Ketrick, Sussex Cetric’lerinin Gal kolundan geliyordu ve soy ağacı Book of Peers’e —Akranlar Kitabı— girmişti. Ata soyu, Canute günlerinden bu güne kadar kesintisiz şekilde okunabiliyordu. Şeceresinde en ufak bir Mongoloid karışımı görünmüyordu; zaten eski Saxon İngiltere’sinde böyle bir karışım nasıl gerçekleşmiş olabilirdi ki? Çünkü Ketrick, Cedric’in modern şeklidir ve o kol Danimarkalı işgali önünde Galler içlerine kaçmış olsa da, erkek varisler sürekli olarak sınır düzlüklerindeki İngiliz ailelerle evleniyordu ve bu, güçlü Sussex Cedric’lerinin —neredeyse saf Saxon— saf kan kalmasını sağlıyordu. Kendisine sorarsan tabiri caizse gözlerindeki bu kusur, zaman zaman konuşmasındaki hafif pelteklik sayılmazsa sadece kendi anormalliğiydi. Son derece entelektüel biriydi ve hafif bir yücelik ve aşırı duyarlı bir doğayı gizlemeye yarayan oldukça katı kayıtsızlığı dışında iyi bir dosttu.

Onun yorumunu kast ederek bir kahkahayla konuştum: “Tıpkı kimilerinin aşk romanlarını takip ettiği gibi Conrad da belirsizlik ve gizemi takip ediyor; raflarını her türden keyifli kâbuslarla doldurmuş.”

Ev sahibimiz kafasını salladı. “Orada çok sayıda hoş takımlar bulursunuz; Machen, Poe, Blackwood, Maturin; bak işte ender bir şölen; Horrid Mysteries, Grosse Markizi’ne ait—hakiki onsekizinci yüzyıl baskısı.”

Taverel rafları taradı. “Gizemli kurgu, cadılık, voodoo ve kara büyü üzerine çalışmalarla yarışıyor gibi görünüyor.”

“Doğru; tarihçiler ve günlükler çoğunlukla ruhsuzdur; masal dokuyanlar asla—üstadlar demek istiyorum. Bir voodoo kurban töreni; ruhsuz bir tavırla içindeki tüm gerçek fantezi unsurlarını çıkardığınızda sadece kirli bir cinayet olarak tarif edilebilir. Dehşetin gerçek zirvesine ulaşan birkaç kurgu yazarı olduğunu itiraf ederim—çoğunun mayası, dünyevi şekil ve boyutlar göz önüne alındığında çok sağlamdır. Yalnızca Poe’nin Fall of the House Of Usher, Machen’in Black Seal ve Lovecraft’ın Call of Cthulhu’su gibi öyküler—bana göre üç korku öyküsü başyapıtı bunlar—okuru, muhayyilenin bulanık ve daha dıştaki âlemlerine sürükler.

“Hâlbuki şuraya bakın,” diye devam etti, “işte, Huysmans’ın Kâbusları ve Walpole’nin Castle Of Otranto’su arasına sıkışmış—Von Junzt’un Nameless Cults’ü. Sizi tüm gece uyanık tutacak bir kitaptır bu!”

“Onu okudum,” dedi Taverel. “Ve adamın deli olduğuna ikna oldum. Çalışması bir manyağın sohbeti gibi—bir süre ürkütücü bir berraklıkla devam ediyor, sonra aniden belirsiz ve alakasız saçmalıklara dönüşüyor.”

Conrad kafasını salladı. “Belki de bu şekilde yazmasına yol açan çok mantıklı sebepleri olduğunu hiç düşündün mü? Ya tüm bildiklerini kâğıda dökmeye cesaret edemediyse? Ya belirsiz varsayımları karanlık ve gizemli ipuçları, bilenler için bulmacanın anahtarıysa?”

“Pöh!” Bu Kirowan’dı. “Von Junzt’un değindiği kâbus kültürlerinden herhangi birinin bugün hayatta olduğunu mu ima ediyorsunuz—ya çılgın bir şair ve filozofun cadı istilasına uğramış beyni haricinde hiç var olmadılarsa?”

“O sırf gizli anlamlar kullanmıyordu,” diye cevapladı Conrad. “Eğer belli başlı büyük şairlerin çeşitli çalışmalarını tararsan, çift anlamlı ifadeler bulabilirsin. İnsanlar geçmişte kozmik sırlara rastlar, dünya için gizemli sözler halinde bir ipucu bırakırdı. Von Junzt’un ‘Issızlığın içinde bir şehir’ imalarını hatırlıyor musunuz? Ya Flecker’in dizeleri hakkında ne düşünüyorsunuz:

“‘Geçme altından! İnsanlar taş çöllerde sakin bir gül yetişti diyor,
Oysa hiç kızıl yok yaprağında—kalbinden de hiç koku yükselmez.’”


“İnsanlar gizli şeylere denk gelebilir, hâlbuki Von Junst, yasak gizemlerin ta derinlerine dalıyordu. O, Necronomicon’u orijinal Yunanca çevirisinden okuyabilen birkaç kişiden biriydi örneğin.”

Taverel omuzlarını silkti. Profesör Kirowan da homurdanıp şiddetle piposuna şiddetle üflese de, açıkça karşılık vermedi; çünkü o ve Conrad, kitabın Latince nüshasını taramış, orada soğukkanlı bir bilim adamının bile cevap veremeyeceği veya çürütemeyeceği şeyler bulmuşlardı.

“Pekâlâ,” dedi az sonra, “farzedin ki, Cthulhu, Yog Sothoth, Tsathoggua, Gol Goroth ve benzeri isimsiz korkunç tanrı ve varlıkların etrafında dönen kültürlerin eskiden var olduğunu kabul edelim, aklımda bu kültlerin hayatta kalanların bugünün dünyasının karanlık köşelerinde kol gezdiğine inanmak için bir neden bulamıyorum.”

Bizi şaşırtan bir şekilde Clemants cevap verdi. Neredeyse ketumluğun son noktasında sessiz, gençliğinde yoksullukla yaptığı mücadele yılları aşan şekilde yüzüne kazınmış, uzun boylu ince bir adamdı. Başka sanatçıların çoğu gibi, kelimenin tam anlamıyla ikili bir hayat yaşardı, palavracı romanları cömert bir gelir getiriyor ve Cloven Hoof’taki editörlük görevi tüm sanatsal ifadelere zaman ayırmasını sağlıyordu ona. Cloven Hoof, sık sık muhafazakâr eleştirmenleri şoke eden bir ilgi uyandıran acayip içerikli bir şiir dergisiydi.

“Von Junzt’un sözde Bran kültünden söz edişini hatırlayın,” dedi Clemants, piposunun deposunu özel olarak ince kıyılmış adi tütünle doldururken. “seninle Taverel’in bir keresinde bunu tartıştığınızı işittiydim zannımca.”

“İmalarından çıkardığım kadarıyla,” diye tersledi Kirowan, “Von Junzt hala var olanlar arasında bu kültü de sayıyor. Saçma.”

Clemants tekrar başını salladı. “Ben üniversitenin birinde yolumu bulmaya çalışan bir delikanlıyken, benim kadar yoksul ve hırslı bir genç olan bir oda arkadaşım vardı. Size onun adını söylesem irkilirsiniz. Gallowaylı eski bir İskoç soyundan olsa da, belli ki Aryan olmayan bir türdendi

“Anlayacağınız bu mutlak bir sırdaşlık halidir. Fakat oda arkadaşım uykusunda konuşuyordu. Dinlemeye başladım ve tutarsız mırıltılarını bir araya topladım. Von Junzt tarafından ima edilen kadim kültü de ilk olarak onun mırıldanmaları esnasında işittim; Taş Çağı’na dek uzanan daha yaşlı, daha karanlık bir imparatorluktan bugüne kalan Kara İmparatorluk’a hükmeden kral ve Kara Adam’ın —yüce kral hala yaşarken usta bir el tarafından kopyası halinde yontulmuş Bran Mak Morn heykeli— durduğu muazzam meçhul mağara hakkında… Ve Bran’ın her ister kadın, ister erkek her müridinin hayatı boyunca bir kez bir hac yolculuğu yapışı hakkında... Evet, o kült bugün Bran’ın halkının torunlarında yaşamayı sürdürüyor—Yüce Bran’ın taştan heykelinin nefes almasını, canlanmasını ve o kayıp imparatorluklarını yeniden inşa etmek için o büyük mağaradan çıkmasını bekleyen, büyük yaşam okyanusu içinde akmaya devam eden sessiz, meçhul bir akıntı…”

“Peki ya o imparatorluğun halkı kimdi?” diye sordu Ketrick.

“Pictler,” diye cevap verdi Taverel, “Kuşkusuz bu halk daha sonra çoğunlukla Kelt kökenli olan Galloway’ın Vahşi Pictleri olarak bilinir— Gael, Cymric, yerli ve olası Töton unsurların bir karışımı. İsimlerini daha eski kavimden mi aldıkları, yoksa kendi isimlerini mi o kavme verdikleri henüz tartışılmamış bir meseledir. Fakat Von Junzt Pictlerden söz ederken özellikle, Britanya’ya neolitik kültürü getiren Akdenizli kanından, ufak tefek, esmer, sarımsak yiyicileri kastediyor. Gerçekte, o ülkenin toprak ruhları ve goblin masallarının doğmasına yol açan ilk yerleşimcileri.”

“Şu son beyanı kabul edemem,” dedi Conrad. Bu efsaneler deforme ve görünüşleri insanlıkdışı karakterleri tarif ediyor. Aryan halkları arasında Pictlere yönelik korku ve tiksinti duygusu yaşandığına dair hiçbir veri yok. Ben inanıyorum ki, Akdenizliler, gelişim basamağında epey alçakta bir Mongoloid tipin selefleriydi. Bu yüzden öyküler—”

“Oldukça doğru,” Kirowan araya girdi, “Fakat ben onların Britanya’da olduğunu söylediğin Pictlerin selefi olduğunu pek düşünemiyorum. Kıtanın her tarafında trol ve cüce masalları buluyoruz, ben de Akdeniz ve Aryan halklarının bu masalları kendileriyle birlikte Kıta’dan getirdiğini düşünme taraftarıyım. Şu erken Mongoloidlerin, aşırı derecede insanlıkdışı görünüşe sahip olsalar gerek.”

“En azından,” dedi Conrad, “Burada Galler tepelerinde bir madencinin bulup bana verdiği, asla tam olarak açıklanamamış çakmaktaşından bir tokmak var. Belli ki sıradışı bir Neolitik dönem yapımı. Bakın, o çağın çoğu aletine kıyasla ne kadar küçük, neredeyse bir çocuk oyuncağı; yine de şaşırtıcı şekilde ağır ve onunla ölümcül bir darbe vurulabileceğine şüphe yok. Sapını kendim uydurdum ve onun kafasıyla uygun bir şekil ve denge halinde yontmanın nasıl zor olduğunu bilseniz şaşar kalırdınız.”

Nesneye baktık. Düzgün yapılıydı, gördüğüm diğer Neolitik çağ kalıntıları gibi bir parça parlatılmıştı, oysa Conrad’ın dediği gibi tuhaf bir şekilde farklıydı. Küçük ölçüsü garip şekilde rahatsız ediciydi, çünkü diğer yönlerden hiç de bir oyuncağa benzemiyordu. Görünüşü bir Aztek kurban hançeri kadar uğursuzdu. Conrad meşe sapını az rastlanan bir ustalıkla uydurmuştu ve kafaya uydurmak için yontarak tokmağın kendisinin sahip olduğuyla aynı doğadışı görünüşü vermeyi başarmıştı. Hatta kafayı sapın yarığının içine sırımlarla sabitlemek suretiyle de ilkel çağların işçiliğini bile kopyalamıştı.

“Bak şimdi!” Taverel hayali bir düşmana sakarca bir hamle yapınca az kalsın pahalı bir Shang vazosunu parçalıyordu. “Bu şeyin dengesi tamamen merkezinin dışında; elime almak için tüm duruşum ve denge mekaniğimi yeniden ayarlamak zorunda kaldım.”

“İzin verin bakayım,” Ketrick nesneyi aldı ve uygun biçimde tutmanın sırrını bulmaya çalışarak yokladı. En sonunda, bir parça tedirgin halde yukarı kaldırdı ve yakındaki duvarda asılı kalkana sert bir darbe indirdi. Ben kalkanın hemen yakınında durmaktaydım; korkunç tokmağın Ketrick’in elinde canlı bir yılan gibi büküldüğünü gördüm; telaşlı bir uyarı bağırışı işittim—sonra kafama çarpan tokmak darbesiyle karanlığa gömüldüm.



Yavaşça bilincimi yeniden kazandım. Önce körlük ve nerede veya ne olduğuma mutlak bir bilgi yokluğuna dair bulanık bir duygu vardı; sonra da hayat ve varoluşun belirsiz farkındalığı ile kaburgalarıma bastıran sert bir şey. Ardından sisler aralandı ve tamamen kendime geldim.

Bir tür çalılığın yarı yarıya altında sırtüstü yatıyordum ve başım feci şekilde zonkluyordu. Aynı zamanda saçım kandan kabuk bağlayıp pıhtılaşmıştı, zira kafa derim açılmıştı. Fakat gözlerim geyik derisinden bir peştamal ve aynı malzemeden sandaletler dışında çıplak olan gövdem ve uzuvlarımda gezinince başka bir yara bulamadım. Böyle rahatsız edici şekilde kaburgalarıma bastıran üstüne düştüğüm baltamdı.

Şimdi iğrenç anlaşılmaz sesler kulaklarıma geliyor ve berrak şekilde bilincime sokuluyordu. Ses hafifçe lisana benziyordu ama insanoğlunun alışkın oldukların türden bir lisan değildi bu. Daha çok, bir sürü büyük yılanın tekrar eden tıslaması gibi geliyordu kulağa.

Baktım. Muazzam, iç karartıcı bir ormanda yatıyordum. Açıklık gölgelenmişti, bu yüzden gündüz vakti bile oldukça karanlıktı. Evet— bu orman karanlık, soğuk, sessiz, devasa ve son derece ürperticiydi. Ve açıklığın içine baktım.

Bir mezbaha görüyordum. Beş adam yatıyordu orada— en azından eskiden beş adamdılar eskiden. Şu anda ürpertici sakatlıklarını fark ederken gönlüm bulanıyordu. Ya etraflarında kümelenenler—Mahlûklar. Öyle kabul etmesem de bir çeşit insandı bunlar. Cılız bedenleri için fazla büyük, enli kafalarıyla kısa ve tıknazdılar, Yılansı ve tel tel saçları yassı burunları, iğrenç bir şekilde çekik gözler, ağız yerine ince bir yarık ve sivri kulaklarıyla yüzleri enli ve köşeliydi. Benim gibi onlar da hayvan postları giyiyordu fakat bu postlar kaba dikilmişti. Küçük yaylar, çakmaktaşı uçlu oklar, çakmaktaşı bıçaklar ve sopalar taşıyorlardı. Kendileri kadar menfur bir lisanda tartışıyorlardı; içimi korku ve tiksintiyle dolduran bir tıslama, bir sürüngen lisanıydı bu.

Oh, orada yatarken nasıl nefret ediyordum onlardan; beynim akkor öfkeyle yanıyordu. Ve artık hatırlıyordum. Ava çıkmıştık. Kılıç Halkı’ndan beş delikanlı… Halkımızın genellikle kaçındığı o merhametsiz ormanın derinliklerine dalmıştık. Takipten yorgun dinlenmek için durmuştuk; ilk nöbet bana verilmişti zira o günlerde bir nöbetçi olmadan hiçbir uyku güvenli değildi. Şu anda utanç ve tiksinti tüm varlığımı sarsıyordu. Uyumuştum—arkadaşlarıma ihanet etmiştim— Şu anda onlar kesilmiş, ezilmiş halde yatıyordu—eşit şartlarda asla karşılarına çıkmaya cesaret edemeyen asalaklar tarafından uyurken boğazlanmışlardı. Ben, Aryara, emanete hıyanet etmiştim.

Evet—hatırlıyordum. Uyumuştum ve bir av rüyasının ortasında başımın içinde ateş ve kıvılcımlar patlamış ve hiç rüya olmayan daha derin bir karanlığa gömülmüştüm. Şu andaki de cezaydı. Ormanın derinliklerinden sessizce sokulup, bana vurarak bayıltanlar beni sakatlamak için durmamıştı. Öldüğümü sanarak hızla korkunç işlerine girişmişlerdi. Şimdi muhtemelen bir süreliğine beni unutmuşlardı. Diğerlerinden biraz ayrı bir yerde oturmuş, vurduklarında yarı yarıya çalıların altına düşmüştüm. Fakat birazdan beni hatırlarlardı. Artık avlanmayacaktım; artık av, aşk ve savaş danslarında dans etmeyecek; Kılıç Halkı’nın hasır kulübelerini görmeyecektim artık.

Fakat kaçma isteğim yoktu. Alçakça, rezil öykümle geri mi sıvışacaktım? Kabilemin bana atacağı küçümseyen lafları mı işitseydim, kızların aşağılayıcı parmaklarıyla, uyuyarak yoldaşlarını asalak bıçaklarına terk eden genci işaret edişini mi görseydim?

Gözyaşları gözlerimi acıtıyor, göğsüm ve beynimde nefret usulca kabarıyordu. Asla savaşçıyı niteleyen kılıcı taşıyamam. Asla değerli düşmanlara karşı zafer kazanamam; Pict okları veya Kurt Halkı ve Nehir Halkı’nın baltaları altında şerefimle de can veremem. Uzun zaman önce Pictlerin sıçanlar gibi ormandaki inlerine sürdüğü mide bulandırıcı bir ayaktakım altında gidecektim ölüme.

Delice bir öfke beni ele geçirdi ve yerlenrine gazabın çılgın alevini koyarak gözyaşlarımı kuruladım. Eğer bu sürüngenler beni çöküşün eşiğine getirmişse, ben de uzun zaman hatırlayacakları bir çöküş sunacaktım—eğer böyle hayvanların hatıraları varsa.

İhtiyatla harekete geçerek, elim baltamın sapının üstünü bulana dek doğruldum; sonra İl-marinen’e sığınarak bir kaplanın sıçradığı gibi ayağa fırladım. Bir kaplanın sıçradığı gibi düşmanlarımın arasında daldım ve düz bir kafatasını ezdim. Tıpkı bir insanın bir yılanın kafasını ezdiği gibi… Kurbanlarımdan aniden vahşi bir korku yaygarası patlak verdi ve kesip saplayarak bir anda etrafımı kuşattılar. Bir bıçak göğsümü kesti ama kulak asmadım. Gözlerimin önünde kızıl bir sis dalgalanıyor ve bedenimle uzuvlarım savaşçı beynimle mükemmel bir uyum içinde hareket ediyordu. Hırlayan, kesip biçen bir kaplandım sürüngenler arasında. Bir anda çöktüler ve beni bırakıp yarım düzine bodur cesedi çiğneyerek kaçtılar. Fakat ben tatmin olmamıştım.

En uzun olanın peşine düştüm; bunun başı belki omzuma geliyordu ve şefleri oymuş gibi görünüyordu. Bir canavar kertenkele gibi ciyaklayarak bir çeşit koşu pistinden aşağı kaçıyordu; yetiştiğim zaman da, yılan gibi çalıların içine daldı. Ama ona kıyasla çok hızlıydım, onu geri çektim ve kan dondurucu bir şekilde boğazladım.

Çalıların arasında da ulaşmaya çabaladığı yolu gördüm—dolanarak ağaçların arasına girip çıkan ve neredeyse normal ölçülerde bir adamın geçişine izin vermek için bile fazla dar bir patika. Kurbanımın iğrenç kellesini kestim ve onu sol elimde taşıyarak, sağ elimde kızıl baltamla yılan izinden tırmandım.

Şimdi uzun adımlarla yol boyunca hızla yürüyüp, her adımda ayağımın yanına düşmanımın kesik şahdamarından kanlar dökülürken şu avladıklarımı düşünüyordum Evet— onlara öyle az değer veriyorduk ki, mesken tuttukları ormanın içinde gündüz vakti avlanıyorduk. Kendilerine ne dediklerini bilmiyorduk zira kabilemizden hiç kimse dil olarak kullandıkları lanet olasıca vızıltıyı öğrenmemişti; fakat onlara Gecenin Çocukları diyorduk. Gece mahlûklarıydılar sahiden de. Zira sadece fatihler uyuduğunda tepelerin arasından çıkmayı göze alarak kara ormanların derinliklerinde, toprağın altındaki meskenlerinde sinsice yaşıyorlardı. İğrenç işlerini de gece yapıyorlardı—sığır veya belki aylak aylak dolanan bir insanı öldürmek, köyden uzaklaşan bir çocuğu kapmak gibi…

Fakat onlara bu ismin verilmesinin nedeni daha fazlasıydı; onlar aslında gece ve karanlığın, geçmiş çağların kadim korkutucu gölgelerinin halkıydı. Çünkü bu yaratıklar çok yaşlıydı ve geçmiş bir çağı temsil ediyordu. Onlar bir kez bu ülkeyi istila edip bu toprağı ele geçirmişti, şimdi de bizimle rekabet eden ve onlardan bizim kadar vahşice nefret edip tiksinen esmer, vahşi, ufak tefek Pictler tarafından gizlilik ve karanlığa sürülmüştü.

Pictler genel görünüş olarak bizden farklıydı; onlar saç, göz ve tenleri kara, daha kısa yapılı insanlardı oysa biz sarı saç ve açık renk gözlerimizle uzun boylu ve güçlü kuvvetliydik. Fakat sonuçta aynı hamurdan yaratılmışlardı. Şu Gecenin Çocukları, deforme cüce bedenleri, sarı derileri ve iğrenç yüzleriyle insan değildi bize göre. Evet—onlar sürüngendi—haşereler.

Öldürerek baltamı doyurduklarımın bu asalaklar olduğunu düşününce ise beynim öfkeden patlayacak gibi doluyordu. Pöh! Yılanları öldürmenin de, onların ısırıklarıyla can vermenin de şerefli bir yanı yoktur. Tüm bu öfke ve şiddetli hayal kırıklığı, nefretimin nesnelerine yöneliyordu; önümde o eski kızıl sis dalgalandığı anda, ölmeden önce kızıl bir yıkım yaratmak ve sağ kalanların aklında korkunç bir hatıra bırakmak için bildiğim tüm tanrılar adına yemin ettim.

Halkım, Çocuklar’ı aşağılık yaratıklar olarak kabul ettiğinden beni onurlandırmazdı. Hiç olmazsa şu sağ bıraktığım Çocuklar, beni hatırlasın ve ürpersindi. Böyle and içtim, meşe saptaki bir yarığa yerleştirilip sırımlarla sıkıca bağlanan bronzdan baltamı vahşice kavrayarak.

Artık önümde bir ıslık, menfur bir mırıltı işitiyor, berbat bir kokunun ağaçların arasından bana doğru süzüldüğünü hissediyordum; hem insan, hem de insandan azıydı bunlar. Birkaç saniye sonra derin gölgelerden enli, açık bir meydana çıktım. Daha önce Çocuklar’ın köylerinden birini hiç görmemiştim. Toprağa gömülü alçak eşikleri, yarısı toprak üstünde, yarısı altında sefil meskenlerden ibaret bir kilden kubbe topluluğu... Yaşlı savaşçıların anlattıklarından bu meskenlerin yerin altındaki koridorlarla bağlanmış olduğunu, bu yüzden tüm köyün bir karınca yuvası veya yılan deliği sistemi olduğunu da biliyordum. Yerin altında akıp giderek köyden uzaklara çıkan başka tüneller var mı diye de merak ediyordum.

Kubbelerin önünde, çoğu tıslayıp hızlı hızlı konuşan büyük bir yaratık grubu toplanmıştı.

Yürüyüşümü çabuklaştırmıştım, şu anda da sığındığım yerden atılırken kavmimin çevikliğiyle koşmaktaydım. Ormandan atılan uzun boylu, kan lekeli ve yanan gözlü intikamcıyı gördüklerinde güruhtan vahşi bir yaygara koptu; ben de kanlı kafamı sallayarak şiddetle bağırdım ve yaralı bir kaplan gibi en kalabalık oldukları yere atıldım.

Ah, onlar için kaçış yoktu artık! Tünellere dalabilirlerdi ama ben onları gerekirse Cehennem’in bağırsaklarına dek izleyecektim. Beni öldürmeleri gerektiğini biliyorlardı ve bunu yapmak için güçlü yüz tanesi etrafımı kuşatıyordu.

Değerli düşmanların karşısındayken olduğu gibi bir vahşi şeref alevi yoktu içimde. Fakat kavmimin eski çılgın cinneti kanımda, kan ve yıkım kokusu burun deliklerimdeydi.

Kaç tane öldürdüğümü bilmiyorum. Tek bildiğim, kıvranan, çırpınan bir kütle halinde, bir kurdun etrafındaki yılanlar gibi etrafımı doldurdukları ve baltamın ağzı dönüp eğilene, bir sopa dışında bir işe yaramaz hale gelene dek vurduğumdu; kafataslarını ezip kafaları yarıyor, Kılıç Halkı’nın tanrısı İl-marinen için kızıl bir kurban olarak kemikleri kırıp, kan ve beyinleri saçıyordum.

Elli yaradan kanlar akıtıp, gözlerimi çaprazlayan bir kesik tarafından körleşirken, kasığımın derinliklerine saplanan çakmaktaşından bir bıçak hissettim ve aynı anda bir topuz açık kafa derime indi. Dizüstü çöktüm ama yeniden sendeleyerek kalktım; kalın, kızıl bir sisin içinden kötü kötü bakan çekik gözlü bir yüz halkası görüyordum. Can çekişen bir kaplanın vurduğu gibi vurdum ve çehreler kızıl bir harabeye dönüştü.

Darbemin şiddeti yüzünden dengemi yitirerek çökerken, pençeli bir el de gırtlağımı yakaladı, çakmaktaşından bir bıçak kaburgalarımın arasına saplanıp kinle büküldü. Darbe yağmuru altında yeniden yere yıkıldım ama bıçaklı adam altımdaydı ve sol elimle onu bulup, kıvrıla kıvrıla kaçamadan önce boynunu kırıverdim.

Yaşam hızla soluyordu; Çocuklar’ın tıslama ve ulumasının arasından İl-marinen’in sesini işitebiliyordum. Yine de tam bir sopa ve mızrak kasırgası arasında bir kez daha inatla doğruldum. Artık düşmanlarımı kızıl bir sis içinde bile göremiyordum. Oysa darbeleri hissediyor, etrafımda dalgalandıklarını biliyordum. Baltamın kayganlaşan sapını iki elimle kavrayıp ayaklarımı iki yana açtım ve bir kez daha İl-marinen’ei anıp baltamı kaldırarak son bir müthiş darbe indirdim. Ayaklarımın üzerinde ölmüş olsam gerek, çünkü bir düşme duygusu olmamıştı; tam son bir vahşet titreşimiyle öldürdüğümü anlayıp, baltamın altında kafataslarının parçalanışını hissediyordum ki unutuluşla birlikte karanlık geldi.




Aniden kendime geldim. Büyük bir koltuğa yarı yaslanmaktaydım, Conrad da üstüme su serpmekteydi. Başım ağrıyordu ve yüzüme akan kan yarı yarıya kurumuştu. Kirowan, Taverel ve Clemants endişeyle geziniyor, bu esnada hala çekici elinde tutan Ketrick tam önümde duruyordu. Yüzü kibar bir tedirginlikle terbiye edilmişti ama gözlerinden belli olmuyordu bu. O lanetli gözlerin görünüşü de içimde kızıl bir deliliğin kabarmasına yol açtı.

“İşte,” Conrad konuşuyordu, “Size bir saniyede kendine gelir demiştim; sadece hafif bir darbe. Daha beterine de dayanır o. Artık iyisin değil mi O’Donnel?”

Onları yana ittiğim gibi tek, kısık bir nefret hırlamasıyla Ketrick’in üzerine attım kendimi. Sürpriz yüzünden gafil avlandığından kendisini savunmaya fırsat bulamamıştı. Ellerim gırtlağına kilitlendi ve ikimiz birlikte bir divanın harabelerinin üstüne düştük. Diğerleri hayret ve dehşet içinde bağırıp bizi ayırmaya atıldılar— daha doğrusu beni kurbanımdan ayırmaya. Zira Ketrick’in çekik gözleri daha şimdiden yuvalarından uğramaya başlamaktaydı.

“Tanrı aşkına O’Donnel,” diye bağırdı Conrad, ellerimi açmaya çalışarak, “Sana ne oluyor böyle? Ketrick sana vurmak istemedi—bırak artık, seni aptal!”

Dostlarım, benim kabilemden olan bu adamlara duyduğum vahşi öfke neredeyse beni alt ediyordu; en sonunda boğan parmaklarımı Ketrick’in boğazından koparmayı başarırlarken onlara ve körlüklerine sövüyordum. Ben dördünün birleşik çabalarını neredeyse alt ederek köpürüp söverken, Ketrick doğrulup oturdu, öksürdü ve parmaklarımın bıraktığı mavi izleri yokladı.

“Sizi aptallar!” diye bağırdım. “Bırakın beni! Bırakın bir kabile mensubu olarak görevimi yapayım! Sizi kör aptallar! Onun bana vurduğu hafif darbe umurumda değil— geçmiş çağlarda o ve eli bundan daha sert darbeler vurdu bana. Sizi aptallar hayvanın damgasıyla işaretlenmiş o —Sürüngen— asırlar önce ortadan kaldırdığımız asalaklar! Onu ezmem, çiğnemem, temiz toprağı onun kahrolası pisliğinden arındırmam gerek.”

Böyle sayıklıyor ve çırpınıyordum; Conrad omzunun üzerinden soluk soluğa Ketrick’e seslendi: “Çık dışarı çabuk! Aklı başında değil! Aklını oynatmış! Ondan uzaklaş.”


Şu anda kadim düşsel geçmişin, tepelerin ve derin ormanların ötesine bakıp derin derin düşünüyorum. Her nasılsa beni bayıltan o lanet olası tokmak darbesi başka bir çağa ve başka bir yaşama döndürmüştü. Ben Aryara iken, başka herhangi bir yaşamın bilincinde değildim. Bu rüya değildi; bir zamanlar yaşayıp öldüğüm, rastgele bir darbe tarafından zaman ve mekânın boşluklarının ötesine kaçırılarak geri götürüldüğüm, içinde benim, John O’Donnel’in olduğu başıboş bir gerçeklik parçasıydı. Zaman ve dönemler eşsiz, unutulmuşlukta üst üste gıcırdayan çarklardır sadece. Bazen —Ah, çok nadiren!— çarkın dişlileri birbirine uyar; planın parçaları bir anlığına bir araya gelir ve gerçeklik dediğimiz bu basit körlüğün peçesinin arkasından hafif belirtiler verir insanlara.

Ben John O’Donnel’im ve ben savaş, av ve ziyafet zaferi rüyaları gören ve geçmiş çağların birinde kurbanlarından oluşan kızıl yığının üzerinde ölen Aryara idim. Ama hangi çağda ve nerede?

Sonuncuyu sizin için cevaplayabilirim. Dağlar ve nehirler dış hatlarını değiştirir, manzaralar dönüşür, fakat ağaçsız tepeler bir gıdım değişmez. Şu anda onlara bakıyor ve onları hatırlıyorum. Sırf John O’Donnel’in gözleriyle değil, Aryara’nın gözleriyle de hatırlıyorum onları… Sadece birazcık değişmişler. Sadece koca orman çekildi, soldu ve pek, pek çok yerde tamamen kayboldu. Fakat burada, tam şu ağaçsız tepelerin üstünde Aryara yaşadı, savaştı, sevdi; şu taraftaki ormanda da öldü. Kirowan yanılmıştı. Küçük, vahşi, esmer Pictler Adalar’ın ilk insanları değildi. Onlardan önce de yaratıklar vardı—evet Gecenin Çocukları. Efsaneler—ki şimdi Britanya adası denilen yere geldiğimizde, Çocuklar bizce meçhul değildi. Onlarla daha önce, çağlar önce karşılaşmıştık. Hala onlara dair efsanelerimiz var. Britanya’da birlikte bulunduk onlarla. Pictler onları bütünüyle yok etmemişti daha.

Pictler de çoğunun zannettiği gibi bizden çok sayıda asır önce gelmemişti. Doğudan uzun göç esnasında gelirken önümüzde biz sürmüştük onları. Ben Aryara, o yüzyıllık uzun yolculukta yürümüş yaşlıları tanıyordum—ki orman ve ovalarda sayısız mil boyunca sarışın kadınların kollarında taşınmış, gençken istilacıların keşif kolu olarak yürümüştüm.

Çağa gelince—onu bilemiyorum. Fakat Ben, Aryara, kesinlikle bir Aryan idim ve halkım da Aryanlardı—sarı saçlı, mavi gözlü kabileleri dünyanın dört bir tarafına dağıtan bin meçhul ve kayda geçmemiş göçten birinin mensupları. Keltler önce Batı Avrupa’ya gelmemişti. Ben Aryara, Roma’yı yağmalayan adamlarla aynı soydandım, aynı görünüşteydim, fakat benimki çok daha eski bir soydu. Konuştuğum dilin, John O’Donnel’in uyanık aklında en ufak bir karşılığı yoktu ama ben biliyordum ki Aryara’nın lisanı kadim Keltçenin eski haliydi; tıpkı kadim Keltçenin modern Gaelcenin eski hali olduğu gibi.

İl-marinen! Yakardığım tanrıyı hatırlıyorum. Metallere —daha sonra da bronza— işlenmiş eski, çok eski bir tanrıydı bu. Çünkü İl-marinen çok sayıda tanrı türeten, esas Aryan tanrılarından biriydi; demir çağında Wieland ve Vulcan idi. Oysa Aryara için İl-marinen idi o.

Ve Aryara—Birçok kabile, birçok göçün mensuplarından biriydi. Sırf Kılıç Halkı gelmemiş veya yerleşmemişti Britanya’ya. Nehir Halkı bizden önce gelmişti, Kurt Halkı da bizden sonra. Fakat onlar da bizim gibi Aryandı; açık renk gözlü, uzun boylu ve sarışındılar. Aryanların çeşitli göçer gruplarının birbiriyle hep savaştığı nedenlerden dolayı onlarla savaştık, tıpkı Akalar ve Dor’ların savaştığı gibi. Tıpkı Keltler ve Germenlerin birbirini boğazladığı gibi… Evet, tıpkı bir zamanlar aynı halk ve aynı dalgadan olsalar da, Uzun Göç sırasında iki farklı yola saparak, yüzyıllar sonra karşılaştıklarında Yunanistan ve Anadolu’yu kanla sulayan Helenler ve Persler gibi.

Aryara iken bilmediğim tüm bunları şimdi anlıyorum. Ben, Aryara, kavmimin tüm bu dünyayı aşan göçleri hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Sadece uzak doğuda büyük ovalarda yaşayan atalarımın, bir asır önce kendim gibi vahşi, sarı saçlı, açık renk gözlü insanlarla dolu ovalardan gelen fatihler olduğunu biliyordum; muazzam bir göç halinde batıya gelmiş ve o göç esnasında soydaşlarım başka kavimlerle karşılaşmış, onları çiğneyip yok etmişti. İster daha eskiden göçmüş, ister daha sonra gelmiş sarı saçlı açık renk gözlü halklarla karşılaştıklarında da Aryan halkının eski, mantıksız geleneğine uygun olarak, vahşice ve merhametsizce savaşmışlardı. Bunu Aryara biliyordu; ben John O’Donnel ise Aryara iken olduğundan daha fazlasını ve daha azını biliyordum, bu ayrı yaşamların bilgisini bir araya getiriyor, birçok ünlü bilim adamı ve tarihçiyi ürkütecek yargılara ulaşıyordum.

Yine de şu gerçek iyi bilinmelidir: Aryanlar, yerleşik ve barış dolu yaşamları içinde hızla bozulurlar. Mayaları göçebeliktir onların; tarımsal bir varoluş biçimine geçtikleri vakit çöküşlerinin yolundaki taşları döşerler; kendilerini şehir duvarları içine kapattıklarında, kaderlerini mühürlerler. Ki ben Aryara iken ihtiyar adamların öykülerini hatırlıyorum—Kılıç halkının oğulları o uzun göç esnasında, daha önceki asırlarda batı ülkelerine göçmüş, ak tenli sarı saçlı insanların köylerini bulmuştu. Bunlar gezgin yaşamını terk etmiş, sarımsak yiyen halkın arasına yerleşerek rızıklarını topraktan çıkarmaktaydı. Yaşlılar onların nasıl yumuşak ve zayıf olduklarını, Kılıç Halkı’nın bronz kılıçları önünde nasıl kolayca düştüklerini anlatırdı.

İşte—Aryan oğullarının bütün tarihi, şu satırlarda değil mi? Bakın— Persler nasıl süratle takip etmiş Med’leri; Grek-Pers, Romalı-Grek ve German-Romalı. Evet ve asırlık bir barış ve aylaklık döneminde güçten düştükleri zaman da Norveçliler German kabilelerini takip etti ve güneyde buldukları ganimetleri yağmaladılar.

Fakat Ketrick’ten söz etmeme izin verin. Ah—adını her andığımda, ensemdeki tüyler diken diken oluyor. Bir soyaçekim—evet! Ters bir evrim— fakat doğrudan son dönemlerin Çinli veya Mongol tipine değil. Danimarkalılar atalarını Galler tepelerinin içine sürmüştü; hangi ortaçağ asrında, hangi iğrenç şekilde o lanet olası yerli kanı Kelt soyunun temiz Saxon kanının içine sızmış ve bunca zaman hareketsiz kalmıştı? Pictler gibi Kelt Gallileri de Gecenin Çocukları ile çiftleşmezdi. Hâlbuki orada sağ kalanlar olsa gerekti—şu zaman ve çağlardan uzun dayanan merhametsiz tepelerin içinde kol gezen asalaklar. Aryara’nın zamanında bile pek az insandılar. Geriye evrimin bin yılı soyu nasıl etkilemişti?

Hangi iğrenç yaratık unutulmuş bir gecede Ketrick şatosuna gizlice girmiş ya da, tepelerde yolunu kaybeden o soydan kadını yakalamak için çıkmıştı karanlığın dışına?

Akıl büzülüyor böyle bir imgeden. Fakat şunu biliyorum: Ketrick’ler Galler’e geldiğinde o iğrenç, sürüngen çağından hayatta kalanlar olsa gerekti. Hala da olabilir. Fakat bu değiştirilmiş, kayıp karanlık çocuğu, soylu Ketrick adını taşıyan bu dehşet yılanın damgasıyla damgalanmıştı ve o yok edilene kadar rahat yok bana. Onun ne olduğunu biliyorum artık; taze havayı kirletip, yeşil toprakta yılanın sümüksü maddesini bırakıyor o. Peltek konuşmasının tıslayan sesi içimi sürüngen bir dehşetle dolduruyor, çekik gözlerinin görünüşü delilik aşılıyor bana.

Çünkü ben asil bir kavimden geliyorum, o da ayakaltında sürünen bir yılan gibi sürekli bir hakaret ve tehdit örneği. Artık fatih ırklarla sürekli karışmaktan dolayı çürümeye başlamış ve bozulmuş olsa da muhteşem bir kavim benimkisi. Yabancı soy dalgaları saçımı siyaha boyadı, tenimi esmerleştirdi fakat ben hala asil Aryan kavminin asil duruşu ve mavi gözlerine sahibim.

Ve tıpkı atalarım gibi— Aryara iken topuklarımın altında kıvranan pisliği nasıl yok ettiysem, John O’Donnel olarak, yılan-yaratık artığının Aryan Oğullarıyla alay etmek için bıraktığı; temiz Saxon damarlarında bilinemeyecek kadar uzun süredir uyuklayan yılansı kusurun ucube dölü olan o sürüngen yaratığı öyle yok edeceğim. Yediğim darbenin aklımı etkilediğini söylüyorlar; Bunu biliyorum ama gözlerimi açtı. Benim kadim düşmanım sık sık, kendisi bunu bilmese de, atalarından kalma bir dürtüyle çekildiği bataklıklarda yalnız başına dolaşıyor. Bu yalnız yürüyüşlerden birinde onunla karşılaşacağım; onunla karşılaştığım zaman da iğrenç boynunu ellerimle kıracağım, tıpkı Aryara olarak çok, çok uzun zaman önce iğrenç gece yaratıklarının boynunu kırdığım gibi…

O zaman isterlerse beni alıp, bir kemendin ucunda boynumu kırabilirler. Dostlarım öyle olsa da ben kör değilim. Ve böylece insanoğlunun körelmiş gözlerinde olmasa da, eski Aryan tanrısı nazarında kabileme sadakatimi korumuş olacağım.


 
Son düzenleme:

direnc11

Yönetici
11 May 2009
10,088
36,756
İstanbul
Epey şanslıyız. Bu öyküyü kendi dilimizde ve üstelik kusursuz bir anlatımla okuma şansına sahip mutlu insanlar arasındayım.

Teşekkürler, üstadım.
 

savok

Admin
30 Eki 2009
19,991
83,656
Kasımpaşa
"...temiz Saxon damarlarında bilinemeyecek kadar uzun süredir uyuklayan yılansı kusurun ucube dölü olan o sürüngen yaratığı..."
Bu betimleme bile tek başına nasıl bir öykü ve çeviri ile karşı karşıya olduğumuzun göstergesi...
Üstad eline, kalemine sağlık.
Çok beğendim...
Saygılarımla..
 

hüseyin aksakal

Onursal Üye
Çeviri & Balonlama
7 Eyl 2010
773
5,728
Kdz. Ereğli
Bu metin, dönemin ırkçı yaklaşımlarının temellerine göndermeler var. Irkçılığın bilim içinde nasıl temellendirildiğini algılamak açısından da önemli bir örnek oluşturuyor bu öykü.
 

hüseyin aksakal

Onursal Üye
Çeviri & Balonlama
7 Eyl 2010
773
5,728
Kdz. Ereğli
Irkçılık dedim de... Rusty Burke Bran Mak Morn Son Kral'ın bir arasözünde bu yaklaşımın nasıl algılanması gerektiğine ilişkin şu bilgileri veriyor:

"Bu öykülerde kavimsel hafıza ve kadim kabile nefretleri hâkim bir rol oynar. Bunu mazur göstermeye girişmeden bu öykülerin yaradılışındaki şartları anlamamız gerekir. Irkçılık, Hitler öncesi yıllarda hayli entelektüel kabul görürdü. Önde gelen bilim adamları, naturalistler ve filozoflar, kavimsel farklılık teorilerini desteklerdi ki, beyaz Avrupalıların üstünlüğü genellikle ‘kanıtlanır’; çoğu sadece beyazların kültürel eserler ve yenilik kapasitesi olduğunu ima edecek kadar ileri giderlerdi. Kimileri daha da ileri gider ve beyaz Avrupalıları da, Kuzey Avrupalıları (Aryanlar ve Nordikler) Slavlar (Alpinler) ve Güney Avrupalılara (Akdenizliler) üstün göstermek için ayrı ‘kavimler’ halinde bir kez daha bölerdi. Antropoloji ve Arkeolojinin odak noktası, ortak bir dilleri olan, özel alet tipleri kullanan ve tek davranışsal kimliğe dayanan bir halk veya etnik, kavimsel grup fikriydi. Cari milliyetçiliğin hüküm sürdüğü zamanlara dayanan bu fikirler Gustaf Kossina ve V. Gordon Childe gibi seçkin bilginler tarafından da öne sürülmüştür. Sosyal evrim, bu bilginler tarafından üstü kapalı şekilde ırksal/etnik zindelik, entelektüel ve dilbilimsel üstünlük ve çetin işlere uygunluk şeklinde görülmüştür. Birey ve toplumlara uygulanabilecek bir evrim teorisi fikri olan ‘Sosyal Darwinizm’ revaçtaydı; ‘uygun olanın sağ kalması’ da en zinde olan kavmin yaşayacağı anlamına gelmekteydi. Çoğu yazar, gözde konumlarını yitirmesinler diye, ‘renkli’ dünyanın yükselen gücü karşısında ilgisiz kalamayan beyaz ırkı uyarmayı üstleniyordu. Bilimin, o ‘aşağılık’ genlerin üremesi üstüne tahditler ve genetik faktörlerin kontrolü vasıtasıyla ırkların gelişimini sağlamakla ilgilendiği genetiğin altın çağıydı bu. Zekâ testi hareketi ve yapay (ya da sadece uydurma) verilerle, insanoğlunun bazı ırklarının diğerlerinden doğuştan daha zeki olduğunu ‘kanıtlayan’ verileri kullanma istim kazanmaktaydı. Bu uydurma bilimin veya çaprazlama peşin hükümlerin desteğindeki seçici veri arzının çoğu vaktiyle enikonu kabul görmüştü ve Birleşik Devletler Kuzey Avrupalılara öncelik veren sert göçmenlik kotasını koyduğunda da ispat olarak kullanılmıştı. Franz Boas (Howard’ın Boaz’ı) gibi ırkçılık ve ayrımcılığı kabul etmeyen bilim adamları bile kavimlerin fiziksel karakterlerini ayrıştırmayı deneyerek zaman ve emek harcamaktaydı.

Robert E. Howard için en önemlisi, gözde yazarlarından birisi olan Jack London’un çalışması içinde bu fikirlerin çoğunu ilan etmesidir. Misal olarak Herbert Spencer (‘Yaşamaya en uygun’ terimini uyduran ve Sosyal Darwinism çalışmalarını geliştiren kişidir) ve Ernst Haeckel ( türlerin evrimsel seviyelerini bireysel yeni üretimlerinin biyolojik gelişmesini “Ontojeni tekrarları filojenezi” olarak kabul etmiş ve zencilerin gerçek bir öz kültür ve daha yüksek bir zihinsel gelişim kapasitesi olduğunu yazmıştır) gibi önde gelen düşünürlerin çoğundan etkilenen London, diğer taraftan Howard üstünde derin bir etki bırakmıştır. (Sahiden de Howard bazı mektuplarında önce London tarafından ortaya konulmuş olabilecek bazı Spencer ve Haeckel görüşlerini tartışır)

Howard’ın The Little People ve The Children of the Night gibi kavimsel hafıza öykülerinde, London’un Human Drift (Kavimler Göçü), Before Adam (Adem’den Önce) ve belki de en önemlisi “Okuduğum ve yıllar boyu tekrar tekrar okuduğum ve genellikle başımı şarap gibi döndüren bir kitap” olan Star Rover’i (Yıldız Gezgini) içeren çalışmalarının güçlü etkisi açıkça görülebilir. Bin yıllık uzun yürüyüşler, daha alçak soyları önlerinde süren üstün Ariler ve Kuzeyliler, “feryad-ü figan iptidai vahşilik,” ve genetik yapısının içinde ‘Irsi Hafızasına” şifrelenen tüm geçmiş yaşamlarını canlı şekilde hatırlayabilen anlatıcı London dan ödünç alınmadır. Howard tamamen kendisine özgü tutkulu bir yoğunluk ve öykü anlatma enerjisini ekler bunlara. Fikirler, gözden düşmüş uydurma bilim içinde temellendirilmiş olabilir ama öykülerin gücünü inkâr etmek doğru olmaz."

 

hüseyin aksakal

Onursal Üye
Çeviri & Balonlama
7 Eyl 2010
773
5,728
Kdz. Ereğli
"...temiz Saxon damarlarında bilinemeyecek kadar uzun süredir uyuklayan yılansı kusurun ucube dölü olan o sürüngen yaratığı..."
Bu betimleme bile tek başına nasıl bir öykü ve çeviri ile karşı karşıya olduğumuzun göstergesi...
Üstad eline, kalemine sağlık.
Çok beğendim...
Saygılarımla..

Bugün için bilinmeyen birçok düşünce disiplinine göndermeler yapılması çeviriyi inanılmaz zorlaştırmıştı. Çok tedirgin şekilde paylaştım. Umarım netice tatmin edici olmuştur.

Övgü dolu ifadeleriniz özgüven ve paylaşım katsayılarım üzerinde doping etkisi yaptı. Sağolun...
 
Üst