CONAN/KARA DEV-BölümII

hüseyin aksakal

Onursal Üye
Çeviri & Balonlama
7 Eyl 2010
773
5,728
Kdz. Ereğli

KARA DEV​


BÖLÜM II


Söylentiler çayırlardan Hyboria kentlerine sürüklendi. Haber, ince yapılı, şahin gözlü, ak kaftanlı adamlarca yönetilen uzun deve katarlarının kumlar üstünde ağır ağır adımladığı kervan yollarına ilerledi. Otlakların kanca burunlu çobanları üzerinden çadır sakinlerine, kıvırcık kara sakallı kralların tuhaf ayinlerle koca göbekli tanrılara taptığı alçak taş şehirlerde yaşayanlara ulaştı. Haber, sıska yerlilerin kervanlardan bac aldığı tepe eteklerinden geçti. Söylentiler, görkemli kentlerin mavi göl ve nehirlerin üstünde yükseldiği bereketli yaylalara geldi; öküz arabaları, küçükbaş hayvan sürüleri, zengin tüccarlar, çelik giyimli şövalyeler, piyadeler ve papazlarla dolu geniş, ak yollar boyunca ilerledi.

Koth tepelerinin güneyindeki Stygia’nın doğusunda bulunan çölden gelen söylentilerdi bunlar. Göçebeler arasında yeni bir peygamber yükselmişti. İnsanlar kabile savaşından, güneydoğudaki bir akbaba topluluğundan ve sayısı hızla artan orduları zafere götüren müthiş bir liderden söz ediyordu. Kuzey ulusları için daima bir tehdit olan Stygialıların bu hareketle ilgisi yoktu anlaşılan. Zira onlar da ordularını doğu sınırlarına yığmakta ve rahipleri yüzünü daima peçeyle gizlediğinden Peçeli Natohk denilen çöl büyücüsüyle savaşmak için büyü yapıyordu.

Ancak dalga kuzeybatıya yöneldi, mavi sakallı krallar, koca göbekli tanrılarının sunaklarında can verdi, alçak surlu şehirler kana boyandı. İnsanlar, Natohk ve müritlerinin hedefinin Hyboria yaylaları olduğunu söylüyordu.

Çölden gelen akınlar sıradışı değildi ama bu son hareket bir akından fazlasını vaat eder gibiydi. Söylentilere bakılırsa, Natohk otuz bedevi kabilesi ve on beş kenti bir araya getirmişti. Asi bir Stygia prensi de katılmıştı ona. Bu son katılım, meseleye gerçek bir savaş görünümü katıyordu.

Hyboria uluslarının çoğu tipik tutumlarıyla artan tehdidi görmezden gelmeye meyilliydi. Ama Kothlu maceracıların kılıçları ile Shem topraklarından ayrılarak kurulan Khoraja’da haber önemsendi. Koth’un güneydoğusundaki ülke istila darbesine maruz kalacaktı. Üstelik genç kralları kalleş Ophir kralı elinde tutsaktı. Ophirliler onu büyük bir fidye karşılığında geri vermek veya altın veremese de, kârlı bir ticaret anlaşması sunan düşmanı Koth kralına teslim etmek arasında gidip geliyordu. Bu esnada sarsılan krallığın idaresi, kralın kız kardeşi, genç Prenses Yasmela’nın ak ellerindeydi.

Batı dünyasının bir ucundan öbür ucuna dek onun güzelliğine türküler yakardı ozanlar; bir hanedanın şanı onundu. Ama o gece üstünden bir pelerin gibi düşmüştü gururu. Tavanı lapis lazuli bir kubbe, mermer zemini nadir kürklerle kaplı, duvarları altın frizlerle süslü odasında, narin uzuvları mücevherli bilezikler ve halhallarla ağırlaşmış asilzade çocuklarından on ince belli kız; altın kürsülü, ipek örtülü kraliyet yatağının çevresindeki kadife divanlarda uyukluyordu. Ancak Prenses Yasmela o ipek yatakta yatmıyordu. Kara zülüflerini ak omuzlara dökmüş, çıplak mermerin üstünde en adi ricacılar gibi ellerini birbirine kenetleyerek yüzükoyun yatıyordu. Yatıyor, kıvrak bedenindeki kanı donduran, güzel gözlerini fal taşı gibi açan, kara saçlarının dibini diken diken edip esnek belkemiği boyunca ürpertiler yollayan saf bir dehşetle kıvranıyordu.

Üstünde, mermer odanın en karanlık köşesinde büyük şekilsiz bir gölge kol geziyordu. Et ve kandan, fani bir varlık değildi bu. Bir karanlık pıhtısı, bakıştaki bir bulanıklıktı; iki göz gibi karanlıktan bakan sarı ateş noktaları olmasa, mahmur beyninin ürünü korkunç bir kâbus olarak kabul edilebilirdi.

Dahası ondan bir ses—bir yılanın yumuşak, tiksinç tıslamasını andıran pes, insanlık dışı bir ıslık—yayılıyordu. İnsan dudaklarından çıkıyor olamayacağı belliydi bu sesin. Tınısı Yasmela’nın içini öylesi ürpertici bir dehşetle doldurdu ki narin bedeni bir kırbacın altında gibi kıvranıp büküldü; sanki maddi kıvranışlar iğrenç imaları aklından kovabilirmiş gibi.

“Sen benim için mimlendin Prenses,” diyordu habis fısıltı. “Uzun uykumdan uyanmadan seni mimlemiştim ve hasrettim. Fakat düşmanlarımdan kaçmamı sağlayan kadim büyü tarafından alıkonuluyordum. Peçeli Natohk’un ruhuyum ben! Bana iyi bak Prenses! Yakında cismani bedenimi de görecek ve seveceksin!”

Korkunç fısıltı şehvetli bir kıkırtı içinde soldu. Yasmela da inleyip, dehşetten kendinden geçerek küçük yumruklarını mermer döşemeye vurdu.

“Akbatana sarayında uyuyorum,” fısıltı devam etti. “Bedenim orada, etten kemikten bir kabuk halinde yatıyor. Fakat ruh içinden kısa süreliğine uçup gittiğinden bu boş bir kabuk sadece. Sarayımın penceresinden bakabilsen, direnmenin beyhude olduğunu anlardın. Çöl, ayın altında yüz bin savaşçının ateşlerinin çiçek açtığı bir gül bahçesi. Tüm ordularım ve hızımı toplayarak kadim düşmanlarımın ülkelerini bir çığ gibi ezip geçeceğim. Kralları bana kadeh yerine kullandığım kafatasları sağlayacak; kadın ve çocukları kölelerimin kölelerinin kölesi olacak. Uzun düş yılları içinde güç kazandım…

“Ama sen kraliçem olacaksın, Ey Prenses! Sana evvel zamanın unutulmuş hazlarını öğreteceğim. Biz…” Yasmela, karanlık devden akan kozmik şehvet seli önünde, bir kamçı narin, çıplak tenini yüzüyormuş gibi kıvranarak sindi.

“Unutma!” diye fısıldadı dehşet. “Benim olanı almak için gelmeden önceki günler çok değil!”

Yasmela, yüzünü döşemeye bastırıp pembe kulaklarını zarif parmaklarıyla tıkadı; yine de yarasa kanatlarının vuruşu gibi tuhaf, hışırtılı bir ses işitiyor gibi geldi ona. Sonra korku içinde yukarı bakınca, hayaletin gizlendiği noktanın karşısında bir kılıç gibi duran ışın demetiyle, pencerede parlayan ayı gördü. Tepeden tırnağa titreyerek doğruldu ve ağlayarak saten bir divana sendeledi. Kızlar uyumaya devam ediyordu. Fakat biri kalktı, esnedi, narin kollarını gerdi ve gözlerini kırpıştırarak etrafına baktı. Hemen divanın yanına diz çöküp kollarını Yasmela’nın beline doladı

“O… O muydu?” Kara gözleri korkuyla açılmıştı. Yasmela gayrı ihtiyarı kavradı onu.

“Oh Vateesa. O yeniden geldi! Gördüm onu… Konuştuğunu işittim! Adını söyledi… Natohk! O Natohk’tu! Kâbus değildi… Kızlar uyuşturulmuş gibi uyurken üstümde yükseldi. Ne, Oh! Ne yapsam?”

Vateesa düşünürken yuvarlak kolundaki altın bir bileziği çevirdi.

“Ey Prenses,” dedi, “Belli ki hiçbir fani güç bununla baş edemez. Isthar rahiplerinin verdiği tılsım da yararsız. Bu yüzden Mitra’nın unutulmuş kehanetine başvurmalısınız.”

Az evvelki korkusuna rağmen ürperdi Yasmela. Dünün tanrıları, yarının şeytanlarına dönüşürler. Kothlular evrensel Hyboria tanrısının meziyetlerini unutmuş, Mitra dinini çok önce terk etmişlerdi. Yasmela’nın onun çok eski olduğuna ve çok korkunç bir ilahiyatı izlediğine dair bulanık bir fikri vardı sadece. Isthar ve tüm Koth tanrıları ziyadesiyle korkutucuydu. Koth kültür ve inancı, Stygia ve Shem cinsleriyle karışmaktan zarar görmüştü. Hyborialıların basit usulleri, büyük oranda tensel zevk ve lüks düşkünlüğü, hatta doğunun despotik alışkanlıkları ile tadil edilmeye başlamıştı.

“Mitra bana yardım eder mi?” Hevesle Vateesa’nın bileğini tuttu. “O kadar zamandır İsthar’a ibadet ediyoruz ki—”

“Emin ol edecek!” Vateesa, politik düşmanlarından Khoraja’ya kaçtığında adetlerini de beraberinde getiren Ophirli bir rahibin kızıydı. “Mabedi bulalım! Ben de sizinle geleyim.”

“Tamam!” Yasmela doğruldu ama Vateesa onu giydirmeye hazırlanırken itiraz etti. “Mihrabın önüne ipek giyerek gitmem uygun değil. Mitra tevazu mahrumu saymasın diye bir duacıya layık şekilde dizlerim üstünde çırılçıplak gideyim.”

“Saçmalık!” Vateesa’nın sahte din saydığı şeyin usulüne pek az hürmeti ediyordu. “Mitra’nın önünde dimdik duran bir halkı vardır—solucan gibi karınüstü sürünüp mihraplarına hayvan kanı dökmezler...”

Böyle paylanan Yasmela, kızın hafif kolsuz ipek gömleğini giydirmesine, üzerine ipek bir tunik geçirmesine ve beline geniş, kadife bir kuşak bağlamasına izin verdi. Narin ayaklarına saten terlikler geçirildi, Vateesa’nın pembe parmaklarının birkaç becerikli dokunuşu da dalgalı, siyah buklelerini düzeltti. Sonra Prenses, yaldız işlemeli ağır perdeyi kenara çekip gizlediği kapının ağır altın sürgüsünü açan kızın peşine takıldı. Kapı dar, dolambaçlı bir koridora açılıyordu. İki kız hızla buradan inip başka bir kapıdan geçerek geniş bir hole çıktı. Orada, elinde uzun saplı savaş baltasıyla, sorguçlu bir tolga, gümüş göğüs zırhı ve altın kabartmalı dizlikler giymiş bir muhafız duruyordu.

Yasmela’dan bir işaret muhafızın bağırmasını önledi, adam selam vererek yeniden kapının yanında pirinç bir heykel gibi esas duruşa geçti. Kızlar, yüksek duvarlara dizili kandiller ışığında uçsuz bucaksız, ürkütücü görünen holü geçip duvar diplerinde Yasmela’yı ürperten gölgeler bulunan bir merdiveni indiler. Nihayet üç kat aşağıda, tavanına mücevher kakılı, zeminine kristal tuğlalar döşeli, duvarları da altın frizlerle süslü dar bir koridorda durdular. Bu ışıltılı yolda el ele tutuşup, sessizce enli bir kapıya indiler.

Vateesa kapıyı iterek açtı. Birkaç sadık mürit ve başlıca görevi Khoraja saray misafirleri için mabedi koruyanlar hariç, uzun zaman önce unutulmuş bir mabet serildi gözlerinin önüne. Yasmela sarayda doğmasına rağmen, evvelce buraya hiç girmemişti. Isthar mabetlerinin müsrif görünüşüne kıyasla düz ve süssüzdü burası; her tarafa sade bir tanrısallık ve Mitra inancının karakteristik güzelliği hâkimdi.

Tavan yüksek ama kubbesizdi ve çevresinde altın bir friz dolanan duvarlarla zemin gibi düz, beyaz mermerdendi. Kurbanla kirlenmemiş açık yeşil mihrabın arkasındaki bir kaidede duruyordu ilahın maddesel tasviri. Yasmela, muhteşem omuzların eğimine, biçimli yüze; iri, dürüst gözlere, pederşahi sakala; basit bir şeritle alında toplanan gür saçlara huşuyla baktı. O bunu bilmese de, en yüksek sanat şekliydi bu; geleneksel sembolizmle engellenmemiş, ileri bir estetik duygusuna sahip bir kavmin özgür, yapmacıksız sanatsal ifadesi.

Dizüstü çöktü ve Vateesa’nın tembihlerine aldırmadan secdeye vardı, Vateesa da ne olur ne olmaz diye ona uydu; çünkü sonuçta o da sadece genç bir kızdı, Mitra mihrabı da epey korkutucuydu. Yine de Yasmela’nın kulağına fısıldamaktan kendini alamadı.

“Bu tanrının simgesi dışında bir şey değil. Kimse Mitra’nın neye benzediğini bildiğini öne süremez. İnsan aklının tasavvur edebileceği kadarıyla onun mükemmelliğe yaklaşan ideal insan şeklindeki bir tasviri bu. Sizin rahiplerinizin İsthar’ı anlattığı gibi soğuk taşta yaşamaz Mitra. Her yerdedir, üstümüzde, etrafımızda… Aynı zamanda da yıldızların arasındaki yüce makamında hayal kurar. Ama varlığı burada odaklanır. Bu yüzden ona dua edin.”

“Ne diyeyim?” diye fısıldadı Yasmela dehşetten kekeleyerek.

“Daha siz konuşamadan Mitra düşüncelerinizi okur…” diye başladı Vateesa. O anda tepelerindeki havada bir ses konuşmaya başlayınca iki kız da şiddetle irkildi. Derin, sakin, çan gibi öten ses heykelden değil, odanın her yerinden doğuyordu. Yasmela yeniden onunla konuşan bedensiz bir ses önünde ürperdi; ama ürpertisi dehşet veya tiksintiden değildi bu kez.

“Konuşma kızım, ihtiyacını biliyorum çünkü.” Akorlar, altın bir sahil boyuna ritmik şekilde vuran derin, melodik dalgalar gibiydi. “Krallığını ve beraberinde tüm dünyayı çağların karanlığından sürünüp gelen yılanın dişlerinden kurtarmanın tek bir yolu var. Yalnız başına sokağa çık ve krallığını orada karşılaşacağın ilk kişinin ellerine bırak.”

Yankısız sesler kesilince kızlar birbirine baktı. Sonra kalkarak sessizce çıktılar. Bir kez daha Yasmela’nın odasına varana dek konuşmadılar. Prenses altın parmaklıklı pencereden dışarı baktı. Ay batmıştı. Geceyarısı geçeli epey olmuştu. Şehrin bahçe ve çatılarında cümbüş sesleri kesilmişti. Khoraja, bahçeler arasında, caddeler boyunca ve halkın uyuduğu evlerin düz çatılarında göz kırpan kandilleri yansıtır gibi görünen yıldızlar altında uyukluyordu.

“Ne yapacaksınız?” diye fısıldadı Vateesa tepeden tırnağa ürpererek.

“Bana pelerinimi ver” Yasmela dişlerini sıkarak cevap verdi.

“Ama tek başına, caddelerde, bu saatte!” diye karşı koydu Vateesa.

“Mitra böyle dedi,” diye karşılık verdi Prenses. “Bu tanrının sesi ya da bir rahibin hilesi olabilir. Fark etmez. Gideceğim!”

Bol, ipek bir pelerini kıvrak bedenine sarıp ince bir peçe bağlı kadife bir başlık giydi ve alelacele koridorları aşarak, aralarından geçerken apışıp kalan bir düzine mızraklı piyade bekleyen bronz bir kapıya yaklaştı. Sarayın doğruca caddeye açılan kanadındaydı bu kapı. Tüm diğer kanatlar yüksek duvarlarla çevrili geniş bahçeler tarafından kuşatılırdı. Yasmela, düzenli aralıklarla yerleştirilmiş kandillerce aydınlatılan sokağa çıktı.


Bocaladı, sonra kararlılığı sarsılmadan kapıyı arkasından kapadı. Sessiz, boş sokağın aşağısına yukarısına bakarken hafif bir ürpertiyle sarsıldı. Bu aristokrat kızı, ecdat sarayından dışarı refakatçisiz adım atmamıştı daha önce. Sonra kendini çelikleştirip hızla sokaktan yukarı yürüdü. Saten terlikli ayakları kaldırıma usulca basıyordu ama onların yumuşak sesi bile yüreğini ağzına getiriyordu. Ayak seslerinin lağımlar arasındaki gizli inlerde hırpani, fare gözlü kişileri uyandırdığını, mağaralarla dolu kentte gök gürültüsü gibi yankılandığını hayal etti. Her gölge pusuya yatmış bir caniyi saklıyor, her boş eşik karanlığın sinsi tazılarını gizliyor gibi geldi ona.

Sonra şiddetle irkildi. İlerisinde, ürkütücü caddede biri peyda olmuştu. Nabzı hızlanarak şu an sığınacak bir liman gibi görünen bir gölge kümesine çekildi. Yaklaşan kişi ne bir hırsız gibi sinsi sinsi geliyordu, ne de korku dolu bir yolcu gibi ihtiyatla. Karanlık caddede, usulca yürümekten başka ihtiyacı da arzusu da olmayan biri gibi yürüyordu. Yürüyüşünde gayrı ihtiyari bir çalım vardı, ayak sesleri kaldırımda yankılanıyordu. Bir kandilin yanından geçerken açıkça gördü onu—bir paralı asker örgü zırh yeleği giymiş uzun boylu bir adam. Cesaretini toplayıp pelerinine iyice sarınarak gölgeden çıktı.

“Sa-ha!” kılıç yarıya dek kınından fırladı. Karşısındakinin sadece bir kadın olduğunu görünce durdu ama çevik bakışı muhtemel suç ortakları için gölgeleri araştırarak başının üstünden etrafı dolaştı.

Eli, zırhlı omuzlarına özensizce atılan kızıl pelerinin altından çıkan uzun kabzanın üstünde, Yasmela’ya bakarak durdu. Meşale ışığı baldır zırhı ve miğfer çeliğinde donuk donuk parladı. Daha meş’um mavi bir ateş de gözlerinde yanıyordu. İlk bakışta Kothlu olmadığını gördü; konuşunca Hyborialı da olmadığını anladı. Bir paralı asker yüzbaşısı gibi giyinmişti. Uygar yabancılardan başka barbarları da kapsayan birçok memleketten adamlar da vardı o gözükara birlikte. Barbar olduğuna işaret eden kurdumsu bir hali vardı. Ne kadar vahşi ve suçlu olursa olsun hiçbir uygar adamın gözleri böyle bir ateşle parlamazdı. Nefesi şarap kokuyor ama ne sendeliyor, ne de kekeliyordu.

“Sokağa mı attılar seni?” ona doğru uzanarak barbarca bir Koth aksanıyla sordu. Parmakları yuvarlak bileğinin etrafına hafifçe kapandı ama kemiklerini kolayca parçalayabileceğini hissetti Yasmela. “Açık son meyhaneden geliyordum—Isthar’ın laneti meyhaneleri kapatan şu beyaz ciğerli ıslahatçıların üstüne olsun! ‘Bırak da insanlar içeceklerine uyusun’ diyorlar—Evet, efendileri için daha iyi çalışıp savaşabilsinler diye! Yumuşak mideli hadımlar derim onlara. Ben Corinthialı paralı askerlerle birlikte görev yaparken bütün gece kafayı çekip zamparalık ederdik ve bütün gün de savaşırdık—evet, kılıç kanallarımızdan kan akardı. Fakat ya sen kızım? Çıkarsana şu kahrolası maskeyi—”

Ondan tiksintisini belli etmemeye çalışarak bedeninin zarif bir bükülüşüyle pençesinden kurtuldu. Sarhoş bir barbarla yalnız olmanın tehlikesinin farkındaydı. Kimliğini açıklasa, adam kendisine gülebilir veya kaçırabilirdi. Gırtlağını kesmeyeceğinden de emin değildi. Barbarlar tuhaf, açıklanamaz şeyler yapardı. Yükselen bir korkuyla boğuştu.

“Burada değil,” güldü. “Gel benimle…”

“Nereye?” Kanı kaynıyordu, yine de kurt gibi temkinliydi. “Beni bir hırsız inine mi götürüyorsun?”

“Hayır, hayır, yemin ederim!” Yeniden peçesini yoklayan elden sakınmakta zorlanıyordu.

“İblis yesin seni kız!” Keyifsizce homurdandı. “Bu Allah’ın belası peçeyle bir Hyrkanialı kadın kadar adisin. İşte—bırak da boyuna posuna bakayım her halükarda”

Yasmela engelleyemeden pelerinine asıldı ve adamın nefesinin dişleri arasında tısladığını işitti. Sanki pahalı elbiselerin görünüşü onu ayıltmış gibi pelerin elinde bakakaldı. Gözlerinde kasvetli bir şüphe kıvılcımı gördü kız.

“Sen de kimsin?” diye mırıldandı. “Bir sokak kadını değilsin—yardakçın urbaların için kralın haremini soymadıysa tabii.”

“Boşver.” Ak elini demir giyimli güçlü kolun üstüne koymayı göze aldı. “Benimle sokağın dışına gel.”

Asker tereddüt etti, sonra güçlü omuzlarını silkti. Prenses onun, kibar âşıklarından bezip kendisine eğlence arayan soylu bir kadın olduğuna neredeyse inandığını sezdi. Kızın pelerinini yeniden kuşanmasına izin verdi ve peşine takıldı. Sokaktan inerlerken Yasmela gözünün ucuyla süzdü onu. Zırhı, kaplansı gücünün sert çizgilerini gizleyemiyordu. Her hali kaplansı, doğal ve evcilleşmemişti. Alışkın olduğu güler yüzlü saray mensuplarından farklıydı; tıpkı prensesin bir ormana yabancı olduğu kadar büyüktü bu fark. Ondan korkuyordu. Onun ham hayvani gücü ve utanmaz barbarlığından tiksindiğini söylüyordu kendisine; yine de, içindeki nefesini tutan, tehlikeli bir şey ona doğru çekiyordu onu. Her kadının ruhunda pusuya yatan gizli, ilkel duygu sesleniyor, cevaplanıyordu. Adamın nasırlı elini kolunun üzerinde hissetmişti ve ta içinde bir şey bu temasın anısıyla sızlıyordu. Birçok erkek diz çökmüştü Yasmela’nın önünde. Buradakinin hiç kimsenin önünde diz çökmemiş biri olduğunu hissetti. Zincirleri çözülmüş bir kaplanın önünde yürüyen birininki gibiydi duyguları; korkutuluyor, korkusu tarafından cezbediliyordu.

Prenses sarayın kapısında durdu ve usulca itti. Göz ucuyla yoldaşına bakınca, gözlerinde hiç şüphe görmedi.

“Saray ha?” diye gürledi. “Huzurda bir hizmetçisin demek?”

Yasmela hayretle tuhaf bir kıskançlığa kapılmış buldu kendini. Hizmetçilerinden biri de bu savaş kartalını saraya çekebilirdi demek. Onu aralarından götürürken muhafızlar tepki vermedi ama adam onları yabancı bir sürüyü süzen azgın bir köpek gibi süzdü. Onu perdeli bir eşikten bir iç odaya götürdü. Adam burada bronz bir masadaki kristal şarap sürahisini görene dek, saf saf perdelere bakınarak durdu. Hoşnut bir iç çekişiyle sürahiyi kaparak dudaklarına kaldırdı. Vateesa soluk soluğa bağırarak içteki bir odadan koştu. “Oh, Prensesim…”

“Prenses!”

Şarap sürahisi gürültüyle yere düştü. Paralı asker, gözün izleyemeyeceği kadar çevik bir hareketle Yasmela’nın peçesine asıldı. Kılıcı mavi çeliğin enli bir ışıltısıyla eline fırladı ve bir küfürle geriledi. Gözleri tuzağa düşmüş bir kaplanınki gibi parlıyordu. Hava fırtına patlamadan hemen önceki durgunluğu andıran aşırı bir gerilimle doldu. Vateesa dehşetten dili tutularak yere yığıldı ama Yasmela çekinmeden öfkeli barbarın karşısına çıktı. Hayatının pamuk ipliğine bağlı olduğunun farkındaydı: şüphe ve akıldışı bir panikle çıldıran adam en ufak bir kışkırtmada öldürmeye hazırdı. Ama buhran içindeki bir tür soluksuz gönül ferahlığını tecrübe ediyordu prenses.

“Korkma,” dedi. “Ben Yasmela’yım ama benden korkmana gerek yok.”

“Beni buraya niye çektin?” odanın her tarafına yanan bakışlar atarak hırladı. “Nasıl bir tuzak bu?”

“Hile filan yok,” diye cevap verdi. “Seni buraya getirdim, çünkü bana yardım edebilirsin. Tanrılara yakardım—Mitra’ya—o da sokaklara çıkıp rastladığım ilk adamdan yardım istememi emretti bana.”

Bu anlayabileceği bir şeydi. Barbarların da kehanetleri vardı. Kınına koymasa da, kılıcını indirdi.

“Pekâlâ, eğer sen Yasmela isen, yardıma ihtiyacın var,” diye homurdandı. “Krallığın lanet bir kargaşa içinde… Fakat sana nasıl yardım edebilirim? Bir boğaz kesmek istiyorsan tabii ki…”

“Otur,” diye rica etti. “Vateesa, ona şarap getir.”

İtaat etti ama dikkatliydi. Sırtını odanın tamamını görebileceği çıplak bir duvara vererek oturduğunu fark etti Yasmela. Çıplak kılıcını zırhlı dizlerine uzattı. Prenses hayran hayran baktı kılıca. Katliam ve yağma hikâyeleri anlatıyordu bu kılıcın donuk mavi ışıltısı. Onu kaldırabileceğinden kuşkuluydu; oysa paralı askerin kılıcını tek elinin hafif bir hareketiyle, kendisinin bir süvari kırbacını kullandığı gibi kullanabileceğini biliyordu. Adamın ellerinin genişliği ve gücüne dikkat etti; bir mağara adamının gelişmemiş, güdük pençeleri değildi bunlar. Bir suçluluk duygusuyla, o güçlü parmakların kara saçına kilitlendiğini düşlerken yakaladı kendini.

Kız karşısındaki saten divana yerleştiğinde, asker sakinleşir gibi oldu. Tolgasını çıkarıp masaya koydu, zırh katmanlarını güçlü omuzlarının üstüne bırakarak bonesini çıkardı. Artık onun Hyboria kavimleriyle uzaktan yakından ilgisi olmadığını daha iyi görüyordu. Karanlık, yaralı yüzünde, fesat ve kötülükten iz bulunmayan kasvetli bir ifade vardı. Çehresindeki uğursuzluk imasından çoğu da içten içe yanan mavi gözleri tarafından vurgulanıyordu. Alçak geniş bir alın, kuzgun kanadı kadar kara, düz kesilmiş, dağınık bir saçla kapatılmıştı.

“Kimsin sen?” diye sordu prenses birden.

“Conan. Bir paralı asker yüzbaşısı,” Şarap kadehini bir dikişte boşaltıp tekrar uzatırken cevapladı. “Cimmeria’da doğmuşum.”

Bu ad pek az şey ifade ediyordu ona. Onun kuzeyde, Hyboria uluslarının son sınır karakollarının ötesinde vahşi, kasvetli bir kavmin yaşadığı yalçın, çetin bir tepe ülkesi olduğunu biliyordu belli belirsiz. Daha önce onlardan birini hiç görmemişti.

Çenesini ellerine yaslayıp, sürüyle kalbi köle etmiş derin, kara gözlerle baktı ona.

“Cimmerialı Conan,” dedi, “Yardıma ihtiyacım olduğunu söyledin. Niye?”

“Eh,” diye cevap verdi. “Herkes görebilir onu. Çünkü kral biraderin bir Ophir hapishanesinde; çünkü Koth sana egemen olmayı planlıyor; çünkü şu cehennemde yanası büyücü Shem’i kasıp kavuruyor—daha beteri de askerlerin günbegün firar ediyor.”

Hemen cevap vermedi; bir erkeğin onunla böyle dosdoğru konuşması yeni bir deneyimdi. Saray cümleleriyle ifade edilmemişti bu sözcükler.

“Askerlerim niye firar ediyor Conan?” diye sordu.

“Bazıları Koth hizmetine giriyor,” şarap sürahisini keyifle çekerek cevapladı. “Çoğu Khoraja’nın bağımsız bir devlet olarak sonunun geldiğini düşünüyor. Çoğu da şu Natohk köpeği masallarından korkuyor.”

“Paralı askerler kalır mı?” Prenses endişeyle sordu.

“Ödemeleri düzgün yaptığınız sürece,” diye cevapladı dürüstçe. “Sizin siyasetiniz bizi ilgilendirmiyor. Generalimiz Amalric’e güvenebilirsin ama geri kalanlarımız yalnızca yağmadan anlayan sıradan adamlardır. Eğer Ophir’in istediği fidyeyi ödersen, bize para vermen mümkün olamaz diyorlar. Bu durumda o lanet pintinin benimkiler arasında pek dostu olmasa da, Koth kralının tarafına geçebiliriz. Yahut bu kenti yağmalayabiliriz. Bir iç savaşta yağma daima bereketlidir.”

“Niçin Natohk’tan yana geçmiyorsunuz?” diye sorguladı.

“Bize ne ödeyebilirdi?” diye hırladı. “Shem kentlerinden yağmaladığı şişman göbekli pirinç heykelleri mi? Natohk ile savaştığın sürece bize güvenebilirsin.”

“Yoldaşların seni izler midi?” Yasmela birden sordu.

“Ne demek istiyorsun?”

“Demek istediğim,” diye cevap verdi düşünerek, “Seni Khoraja ordularına komutan yapacağım!”

Bir an durdu; kupası enli bir tebessümle kıvrılan dudaklarındaydı. Gözleri yeni bir ışıkla parladı.

“Komutan ha? Crom! Ama parfümlü soyluların ne der buna?”

“İtaat edecekler!” Bir köle çağırmak için ellerini çırptı, içeri giren adam yerlere kadar eğildi. “Kont Thespides derhal bana gelsin, Danışman Taurus, Lord Amalric ve Shupras Ağa da..”

“Ümidimi Mitra’ya bağladım,” dedi; tir tir titreyen Vateesa tarafından getirilen yemeği yalayıp yutan Conan’a döndü. “Çok savaş gördün mü?”

“Bir savaşın ortasında doğmuşum,” diye cevap verdi koca buttan güçlü dişleriyle bir et külçesi koparırken. “Kulaklarımın duyduğu ilk ses, kılıç çınlayışı ve katledilenlerin çığlığı oldu. Kan davaları, kabile savaşları ve imparatorluk seferlerinde savaştım.”

“Ama adamları yönetip savaş hatlarını düzenleyebilir misin?”

“Şey, deneyebilirim.” Kaygısızca karşılık verdi. “Daha geniş ölçekli bir kılıç oyunundan fazlası değil bu. Gardını al, sonra sapla, kes! Ve ya onun kellesi uçar, ya seninki.”


Köle, çağırmaya gönderildiği adamların gelişini anons ederek yeniden girdi. Yasmela da kadife perdeyi arkasından çekerek dış odaya geçti. Soylular diz çöktü. Böyle bir saatte çağrılmalarından ötürü şaşkın oldukları belliydi.

“Size kararımı bildirmeye çağırdım,” dedi Yasmela “Krallık tehlikede—”

“Çok doğru Prensesim.” Kont Thespides’ti konuşan—kara bukleleri kıvrık ve parfümlü, uzun boylu bir kişi. Beyaz ellerinden biriyle sivri bıyığını düzeltiyor, diğer elinde de altın bir tokayla tutturulmuş kızıl tüyüyle kadife bir şapka tutuyordu. Sivri ayakkabıları satenden, kadife şapkası altın işlemeliydi. Davranışları biraz yapmacıktı ama ipeğin altındaki kasları çeliktendi. “Kral kardeşinizin fidyesi olarak Ophir’e daha fazla altın teklif etsek iyi olurdu.”

“Şiddetle karşı çıkıyorum,” Danışman Taurus araya girdi. Ermin saçaklı giysiler giymiş, yüzü uzun devlet görevinin izlerini taşıyan yaşlıca bir adamdı. “Zaten krallığı sefalete sürükleyecek kadar teklif ettik. Daha fazlasını teklif etmek Ophir’in açgözlülüğünü daha da uyandırır. Prensesim, evvelce de söylediğim gibi Ophir biz bu işgalci sürüsünü karşılayana dek harekete geçmeyecektir. Eğer biz kaybedersek Kral Khossus’u Koth’a verecek, kazanırsak ilişkilerimizi tamir etmek için majestelerini fidye karşılığında iade edecektir muhakkak.”

“Aynı zamanda da,” diye araya girdi Amalric, “Askerler günden güne firar ediyor ve paralı askerler ne beklediğimizi bilmek için huysuzlanıyor.” Aslanınki gibi sarı yelesiyle geniş yapılı bir Nemedialıydı. “Çabuk harekete geçmeliyiz, eğer hepsi—”

“Yarın güneye yürüyoruz,” diye cevap verdi Prenses. “Sizi yönetecek adam da burada!”

Kadife perdeyi çekerek, dramatik bir edayla Cimmerialıyı işaret etti. Muhtemelen ifşa etmek için tümüyle mutlu bir an değildi bu. Conan koltuğuna yayılmış, ayaklarını bronz masaya yaslamış, iki eliyle sıkıca tuttuğu kemikli sığır budunu kemirmekle meşguldü. Gözleri tesadüfen şaşkın soylulara takıldı. Amalric’e hafifçe sırıttı ve gizlemediği bir keyifle çiğnemeye devam etti.

“Mitra koru bizi!” diye patladı Amalric. “Bu kuzeyli Conan, benim hırsızların en kavgacı olanı. Zırh yelek giymiş en iyi silahşor olmasa onu uzun süre önce asmıştım—”

“Haşmetmeapları şakayı seviyor!” diye bağırdı Thespides, soylu çehresi karararak. “Bu adam bir vahşi—ne kültürü, ne de soyu olmayan bir adam! Bir beyefendiden onun altında hizmet etmesini istemek onur kırıcı! Ben—”

“Kont Thespides,” dedi Yasmela, “Omuz kayışının altında eldivenim var. Lütfen onu bana ver, sonra da git.”

“Gitmek mi?” Kont irkilerek bağırdı.”Nereye?”

“Koth’a veya Hades’e!” diye cevap verdi. “Eğer bana dilediğim gibi hizmet etmeyeceksen, hiç etme.”

“Beni yanlış anladınız Prenses,” diye cevap verdi içten bir kırgınlıkla eğilerek. “Sizi terk etmeyecektim. Hatırınız için kılıcımı bu vahşinin emrine bile sunarım.”

“Peki ya siz, Lordum Amalric?”

Amalric içinden küfretti, sonra sırıttı. Gerçek bir paralı asker, ne kadar aşağılayıcı, ne kadar şaşırtıcı olursa olsun kısmetini başka şeyle değiştirmezdi.

“Onun emrinde hizmet ederim. Hayat kısa ve neşeli bir şey derim ben—ve boğazkesen Conan’ın emri altında muhtemelen hem daha neşeli, hem daha kısa olacak. Mitra! Eğer bu köpek daha önce bir boğazkesen çetesinden daha fazlasına komuta ettiyse, onu yiyeceğim, koşumlarıyla birlikte hem de!”

“Peki ya sen Ağam?” Yasmela Shupras’a döndü.

Adam kaderine razı bir edayla omuzlarını silkti. Güney Koth sınır boylarına yayılan kavmin tipik bir örneğiydi o. Çöldeki daha saf kanlı akrabalarından fazla şahine benzeyen, daha zayıf yüzüyle uzun, cılız bir adam.

“Isthar verir, Prenses.” Atalarının kaderciliği onun yerine konuştu.

“Burada bekleyin,” diye emretti Prenses. Thespides burnundan soluyarak kadife başlığını kemirir, Taurus nefesinin altından bezgin bezgin mırıldanır, Amalric sarı sakalını çekiştirip aç bir aslan gibi sırıtarak uzun adımlarla ileri geri odayı arşınlarken, Yasmela yeniden perdeler arasında kayboldu ve kölelerini çağırmak için ellerini çırptı.

Emri üzerine Conan’ın örgü zırhını değiştirmek üzere kıyafetler getirdiler—boyun zırhı, göğüs zırhı, miğfer, dizlik, kolluk, uyluk zırhı ve aksesuarlar. Yasmela perdeleri yeniden çektiğinde huzurlarında parlak çeliğe bürünmüş bir Conan duruyordu. Levha zırh giymişti; vizörü kalkıktı ve esmer yüzü, tolgasının tepesinde sallanan kara sorguçla gölgeleniyordu. Thespides’in bile gönülsüzce fark ettiği, merhametsiz bir etkileyiciliği vardı. Amalric’in dudaklarındaki bir espri aniden söndü.

“Mitra adına,” dedi usulca, “Seni levha zırh kuşanmış göreceğimi hiç ummazdım ama onlara kara çalmadın. Parmak kemiklerim adına, Conan, bu giysileri giymiş, nice krallar görmüşlüğüm var ki senden az haşmetliydiler.”

Conan sessiz kaldı, aklından bir kehanet gibi belirsiz bir gölge geçti. Gelecek yıllarda, düş gerçek olduğunda Amalric’in sözcüklerini hatırlayacaktı.


4 Bölümden 3.'sü haftaya
 
Son düzenleme:

Shoryuken

Yönetici
9 Nis 2013
4,044
20,234
Kamlançu
Sağol Hüseyin abi.
Şahsen bir Conansever olarak orijinal hikayeleri okumayı çok istiyorum ve benim gibi düşünen dostlar olduğunu da tahmin ediyorum. Ama sanki bir ilgisizlik varmış gibime de geliyor. Böyle bir fırsat her zaman ele geçmez, umarım kıymeti bilinir. Tekrar teşekkürler...
 

hüseyin aksakal

Onursal Üye
Çeviri & Balonlama
7 Eyl 2010
773
5,728
Kdz. Ereğli
Ama sanki bir ilgisizlik varmış gibime de geliyor. Böyle bir fırsat her zaman ele geçmez, umarım kıymeti bilinir. ...

Sevgili Shoryuken,
Forum için deneysel bir çabaydı bu. Çizgi roman forumunda yazılı öykülerin okunmasını beklemek pek doğru olmayabilir. En azından bunu görüp öğrenmiş oluruz... Her koşulda bu öykü tamamlanacak. Güzel düşünceleriniz için sağolun.
 

savok

Admin
30 Eki 2009
19,991
83,656
Kasımpaşa
Forumlarda açılan konular bazen hak ettiği ilgiyi görmeyebilir, insanlar tarafından fark ediilmeyebilir.. Bizim gibi çok paylaşım yapılan bir forumda bu normal de karşılanabilir.
Bu işin bir yüzü, diğeri ise paylaşımın kendisi.. Bazen paylaşmak bile yeterlidir.. Bu nedenle bu serinin devamını çok arzularım..
Çok beğendiğimi daha önce belirtmiştim. Hele öncelikle bizim foruma ait paylaşımları daha çok beğeniyorum.. Saygılar efendim...
 

hüseyin aksakal

Onursal Üye
Çeviri & Balonlama
7 Eyl 2010
773
5,728
Kdz. Ereğli
Hele öncelikle bizim foruma ait paylaşımları daha çok beğeniyorum.. SIZE]


Çizgi Diyarı için sunduğum makale öykü ve pasajların hiç birisi daha önce yayınlanmadı. Yayınlanan öyküleri yayınlamaktan özellikle imtina ediyorum. Şu anda öncelik 4 bölümlük "Kara Dev" in tamamlanmasında. Gerisi için bir plan yok
 
Üst