Tuzun Thune'nin Aynaları (Bir Kull Öyküsü)

hüseyin aksakal

Onursal Üye
Çeviri & Balonlama
7 Eyl 2010
773
5,728
Kdz. Ereğli
SUNUŞ:

Kull çok yanlış şekilde, Conan'ın bir benzeri olarak algılanır. Oysa bu iki karakter, güçlü fizikleri, göz renkleri dışında genel görünüşleri bir yana bırakılırsa hayli farklı profiller çizerler.

Conan gerçekliğini Yazarı Robert E. Howard'ın yaşam tecrübeleri ve 1932'de yazdığı Hyboria Çağı'ndan alır. Oysa Kull, gerçeklik algısını yabancı bir ortamda kalmış yalnız birinin varoluş problemlerini her ortamda sorgulayan felsefi bakış açısı ile üretir. Conan karşılaştığı olağandışı durumları kısa bir an dışında sorgulamaz. Buna karşılık Kull, sadece dış görünüşleri değil, arkasındaki tüm anlamları da bilmek ister.

Steve Tompkins'in dediği gibidir Kull:

"Pandora’nın kutularını doğum günü armağanları gibi açandı Kull. Derin Zaman’ın bakışlarına karşılık veren ve yüce, soğuk ve kozmik perpektiflere çıkan merdivenlere meydan okuyandı. Enli bir kılıçla felsefe yapan, bir savaş baltasıyla kanun koyan kraldı o;"

Savok üstada söz verdiğim Kull öyküsünü sunmaktan dolayı mutluyum:




TUZUN THUNE’NİN AYNALARI
Vahşi, garip bir diyar uzanır yücelerde
Mekânın Dışında, Zamanın dışında
Poe



Gün gelir krallar için bile büyük bir bezginlik vakti gelir. O zaman taht altını pirince, saray ipeği adi basmaya dönüşür. Taç ve kadınların parmaklarında parlayan mücevherler denizlerin ak buzu gibi kasvetle ışıldar; insanların konuşmaları bir soytarı çanının boş takırtısına benzer, varlıklar duyulara gerçek değilmişler gibi gelir; güneş bile gökyüzünde bakıra çalar, yeşil okyanusun nefesi hiç serin değildir artık.

Kull Valusia tahtında oturuyor, bezginliğin saati üstüne çöküyordu. Önünde erkekler, kadınlar, rahipler, olaylar ve olayların gölgeleri ebedi, anlamsız bir manzara halinde geçip gidiyordu; görüşülen şeyler, elde edilen şeylerdi bunlar. Oysa gölgeler gibi, bilincinde büyük bir zihinsel bitkinlik dışında iz bırakmadan gelip gidiyorlardı. Yine de Kull yorgun değildi. Kendisi ve Valusia sarayının ötesindeki şeylere bir özlem vardı gönlünde. İçinde bir huzursuzluk canlanıyor, ruhunda ışıltılı düşler geziniyordu. Emri üzerine Batı adalarından Pictland savaşçısı Mızraklı Katil Brule yanına geldi.

“Kral Efendi, saray hayatından yoruldun. Benimle kadırgama gel de bir süre dalgalarda gezinelim.”

“Hayır.” Kull, kasvetle çenesini güçlü eline yasladı. “Ben tüm bu şeylerin ötesinde bıkkınım. Kentler benim için hiç çekici değil; sınırlar da sakin. Atlantis’in gürleyen kayalıkları üstünde bir delikanlı olarak yattığım, gecenin tutuşan yıldızlarla dirildiği zamanlarda işittiğim deniz şarkılarını da işitmiyorum artık. Yemyeşil ormanlar artık eskiden olduğu gibi çağırmıyor beni. Üstümde bir yabancılık ve hayatın özlemlerinin ötesinde bir özlem var. Git!”

Brule, kralı tahtında arpacı kumrusu gibi düşünür halde bırakıp şüpheci bir ruh haliyle çıktı. Sonra saraydan bir kız Kull’a sokularak fısıldadı:

“Yüce Kral, Büyücü Tuzun Thune’yi bul. Hayatın ve ölümün sırları onundur; gökteki yıldızlar ve deniz altındaki diyarlarınki de."

Kull kıza baktı. Saçları parlak altın rengiydi ve menekşe gözleri tuhaf şekilde çekikti; güzeldi ama güzelliğinin Kull için pek kıymeti harbiyesi yoktu.

“Tuzun Thune mi,” diye tekrarladı. “Kim ki o?”

“Kavm-ı Kadim’den bir büyücü. Burada, Valusia’da yaşar. Hayaller Gölü yakınlarındaki Bin Ayna Evi’nde. Her şey onun malumudur Efendi Kral; Ölülerle konuşup Kayıp Diyarlar’ın iblisleriyle söyleşir o.”

Kull doğruldu.

“Bu hokkabazı arayıp bulacağım ama gidişimi haber verme, işittin mi?”

“Kulunuzum efendim.” Ve uysalca dizlerinin üzerine çöktü. Oysa Kull’un arkasından, al dudaklarının gülümseyişi kurnazca, kısık gözlerinin ışıltısı hilekârdı.




Kull Hayaller Gölü’nün yanındaki Tuzun Thune evine geldi. Göl suları göz alabildiğince masmavi uzanıyor, sahilinde de bir sürü güzel konak yükseliyordu; durgun yüzeyinde çok sayıda kuğu kanatlı temaşa sandalı usulca süzülüyor ve yumuşak bir müzik sesi geliyordu.

Yüksek, ferah ama tevazuyla yükseliyordu Bin Ayna Evi. Muazzam kapılar ardına dek açık duruyordu; Kull da anons edilmeden, geniş bir merdivenden çıkıp içeri girdi. Duvarları aynalardan büyük bir odada, büyücü Tuzun Thune’ye rastladı. Adam Zalgara tepeleri kadar yaşlıydı; cildi buruşuk parşömen gibiydi, oysa soğuk, gri gözlerinde kılıç çeliğinin kıvılcımları vardı.

“Evim senindir Valusialı Kull,” dedi, evvel zaman kibarlığıyla eğilip, Kull’a bir koltuğu işaret ederek.

“Sen bir büyücüsün, diye işittim,” dedi Kull dobra dobra. Çenesini yumruğuna koyup, kasvetli bakışlarını adamın yüzüne dikti. “Mucizeler yapabiliyor musun?”

Büyücü elini öne uzattı; parmakları bir kuşun pençeleri gibi açılıp kapandı.

“Bu bir mucize değil mi? Şu kör etin aklımdaki düşüncelere itaat etmesi? Yürüyor, nefes alıyor, konuşuyorum; bunların hepsi mucize değil mi?”

Kull bir süre düşündükten sonra konuştu. “İblisleri çağırabilir misin?”

“Evet, hayaletler diyarındaki tüm iblislerden daha vahşi bir iblisi çağırabilirim—yüzüne bir tokat atarsam.”

Kull irkildi, sonra başını salladı. “Peki ya ölüler, ölülerle konuşabiliyor musun?”

“Ben hep ölülerle konuşurum; tıpkı şimdi konuştuğum gibi. Ölüm doğumla başlar ve herkes doğduğu zaman ölmeye başlar; şu anda bile ölüsün Kral Kull, çünkü doğdun sen.”

“Fakat sen insanlara nazaran daha ihtiyarsın; büyücüler hiç ölmez mi?”

“İnsanlar vakti geldiğinde ölür. Ne önce, ne de sonra. Benimki daha gelmedi.”

Kull bu cevapları aklında evirip çevirdi.

“O zaman öyle görünüyor ki, Valusia’nın en büyük büyücüsü sıradan birinden fazlası değilmiş, ben de buraya geldim diye aldatılmış oluyorum.”

Tuzun Thune kafasını salladı. “İnsanlar sadece insandır, en büyükleri de onlardır ki; daha basit şeyleri en başta öğrenirler. Yo; aynalarımın içine bak Kull.

Tavan sürüyle büyük aynadandı; duvarlar da mükemmel bir şekilde birbirine ekli ama farklı büyüklük ve biçimlerde aynalardan oluşuyordu.

“Aynalar dünyadır Kull,” diye söylendi büyücü. “Aynalarıma bak da bilgelik öğren.”

Kull rastgele birini seçip içine dikkatle baktı. Karşı duvarın üstündeki aynalar, diğerlerini yansıtarak oraya yansıyordu. Bu yüzden aynanın arkasındaki aynalar tarafından oluşturulan uzun, ışıltılı bir koridora bakıyor gibi geliyordu ona; bu koridorun epey aşağılarında da küçük bir figür hareket ediyordu. Kull bu figürün kendi yansıması olduğunu anlayana dek uzun uzun baktı ona. Baktıkça üstüne tuhaf bir acziyet duygusu çöktü; ona öyle geliyordu ki, o ufak figür kendisinin hakiki ölçülerini tasvir eden gerçek Kull’du. Bu yüzden uzaklaşarak başka birinin önünde durdu.

“Dikkatle bak Kull. Bu geçmişin aynasıdır,” dediğini duydu büyücünün.

Kül rengi sisler, sürekli yükselerek büyük bir nehrin ruhu gibi değişken, muazzam duman katmanları halinde görüntüyü kararttı. Kull bu sislerin arasında hızla uçuşan korkunç ve tuhaf görüntüler yakaladı; orada hayvan ve insanlar geziniyordu; biçimleri de ne insan, ne hayvandı. Büyük egzotik çiçekler griliğin içnde parlıyor; uzun tropik ağaçlar sürüngenlerin yuvarlanıp böğürdüğü pis kokan bataklıkların üstünde yükseliyordu; uçan ejderlerle kaynayan gökyüzü korkunçtu; huzursuz denizler dalgalanıp kükreyerek dövüyordu çamurlu sahilleri. İnsan yoktu, yine de tanrıların düşlerindeydi insanoğlu. Gürül gürül ormanlarda süzülen kâbus yaratıkları yabancıydı. Savaş ve katliam da vardı, dehşetli bir aşk da. Ölüm de vardı; zira Yaşam ile Ölüm el ele gider. Dünyanın çamurlu sahillerinin ötesinde canavarların böğürüşleri yankılanıyor, kesintisiz yağmurun puslu perdesi arasında inanılmaz şekillerin karaltısı görünüyordu.

“Bu geleceğinki.”

Kull sessizce baktı.

“Ne görüyorsun?”

“Acayip bir dünya,” dedi Kull ağır ağır. “Yedi İmparatorluk ufalanıp toza dönüşerek unutulmuş. Huzursuz yeşil dalgalar Atlantis’in ebedi dağlarının epey bir kulaç üstünde kükrüyor; Batı’nın Lemuria dağları, meçhul bir denizdeki adalar. Tuhaf vahşiler kadim diyarlarda dolanıyor ve yeni topraklar tuhaf şekilde derinliklerden fırlayarak kadim mihrapları dağıtıyor. Valusia ve bugünün tüm ulusları kaybolmuş; Yarınınkiler de yabancı. Bizi tanımıyorlar.”

“Zaman uzun adımlarla ilerler,” dedi Tuzun Thune sükûnetle. “Biz bugünü yaşarız; yarın için ne diye kaygılanalım… Veya dün için? Devran döner ve uluslar yükselip düşer; dünya değişirken, çoğu kez uzun çağların ardından yeniden yükselmek üzere vahşiliğe geri dönerler. Önce Atlantis vardı, Valusia vardı ve Valusia’dan önce Kavm-i Kadim vardı. Evet, biz de ilerleyişimiz esnasında kayıp boyların omuzlarına bastık. Sen ki, Valusia’nın kadim tacını ele geçirmek üzere Atlantis’in yemyeşil deniz dağlarından geldin; Kabilemin eski olduğunu düşünüyorsun; Valusialılar doğudan gelmeden önce, deniz diyarlarında insanoğlunun görülmediği günlerde bu ülkeleri mesken tutanlarız biz. Fakat insanoğlu Kadim Boy’lar ıssızlıklardan at sırtında geldiği esnada da buradaydı. İnsanlardan önce insanlar, boylardan önce boylar vardı. Uluslar gelip geçer ve unutulur; zira insanoğlunun kaderi budur.”

“Evet,” dedi Kull. “Yine de, insanoğlunun gurur ve güzelliğinin yaz denizinin üstündeki bulut gibi solup gitmesi yazık değil mi?”

“Niye ki, kaderleri bu diye mi? Kavmimin kayıp ihtişamları üstüne de kafa yormam, gelecekteki kavimler üstüne de. Anı yaşa Kull, anı yaşa. Ölenler öldü; doğmayanlar ise yok. Bizzat sen ölümün sessiz diyarlarında unutulduğunda, sen insanoğlunu unutsan ne yazar, unutmasan ne yazar?”

Kull başka bir ayna seçti ve içine baktı.

“Bu en derin büyünün aynasıdır; ne görüyorsun Kull?”

“Kendimden başka hiçbir şey.”

“Yakından bak Kull; gerçekten sen misin o?”

Kull büyük aynanın içine baktı, yansıması olan görüntü de bakışına karşılık verdi.

“Bu aynanın önüne geliyorum,” diye düşündü Kull çenesi yumruğunda. “Ve bu adamı vücuda getiriyorum. Bu, Atlantis göllerinin durgun sularında onu ilk görüşümden, Valusia’nın altın çerçeveli aynalarında yeniden görene dek benim kavrayışımı aşan bir şey oldu. O benim; benim bir gölgem, kendimin bir parçası —onu kendi irademle varlığa dönüştürebilir ya da öldürebilirim; fakat…” Tereddüt etti; tuhaf düşünceler, büyük bir mağarada belli belirsiz uçuşan yarasalar gibi aklının engin, loş köşelerinde fısıldıyordu. “Fakat ben bir aynanın karşısında değilken o nerede? Yaşam ve varoluşun bir gölgesine böyle kolayca vücut verip yok etmek insanoğlunun kudreti dâhilinde olabilir mi? Aynadan bir adım geri çekildiğimde, onun Hiçlik’in boşluğunda yok olduğunu nereden biliyorum?”

“Yoksa, Valka adına, İnsan olan ben miyim o mu? İkimizden hangisi diğerinin eseri? Ola ki, bu aynalar başka bir dünyanın içine baktığımız pencerelerden başka bir şey değildir. O da benimle aynı şeyi düşünür mü? Ben, ona göre bir gölgeden, kendisinin bir yansımasından fazlası değil miyim? Onun bana göre olduğu gibi… Ya ben hayalsem, bu aynanın diğer tarafında ne tür bir âlem var? Hangi ordular at sürüyor ve hangi krallar hüküm sürüyor? Tüm bildiğim bu dünya. Diğer dünya hakkında hiçbir şey bilmeden nasıl karar verebilirim? Muhakkak orada da yeşil tepeler, gürleyen denizler ve insanların savaşmaya gittiği geniş ovalar vardır. Söyle çoğu âdemoğlundan daha bilge olan büyücü; anlat bana, âlemlerimizin ötesinde âlemler var mı?”

“Bırak da gözü olan görsün,” diye cevapladı büyücü. “Önce inanması gerektiğidir göreceği.”




Saatler akıp gittiğinde Kull hala kendi resmine bakarak Tuzun Thune’nin aynalarının önünde oturuyordu. Kimi zaman katı bir sığlığa bakıyor gibi görünüyordu; başka zamanlarda ise önünde devasa derinlikler uzanıyordu belli belirsiz. Denizin yüzeyi gibiydi Tuzun Thune’nin aynaları; güneşin eğik ışıkları altında, yıldızlı karanlıktaki deniz kadar katıydı, o zaman hiçbir göz delemezdi derinliklerini; güneş muzzam derinliklerine göz atan izleyicinin nefesini kesecek şekilde vurduğunda ise deniz kadar engin ve gizemliydi. Böyleydi Kull’un baktığı aynanın içi.

Kral nihayet içini çekerek doğruldu ve hala hayret içinde olsa da ayrılmayı başardı. Kull Bin Ayna Evi’ne tekrar geldi; günden güne gelip aynanın önünde saatlerce oturdu. Onunkilerle özdeş gözler ona bakıyordu, yine de Kull bir farklılık hissediyor gibiydi. Onunki olmayan bir gerçeklik… Saatler boyunca tuhaf bir yoğunlukla aynaya bakıyor; saatler boyu görüntüsü bakışına karşılık veriyordu.

Saray ve konsey meseleleri savsaklanıyordu. Halk mırıldanıyordu; Kull’un aygırı ahırında huzursuzca tepiniyor, askerleri ise zar atıp, amaçsızca birbiriyle tartışıyordu. Kull umursamıyordu. Kimi zaman büyük, akıl sır ermez bir esrarı açığa çıkarmak üzereymiş gibi geliyordu ona. O artık aynadaki görüntüyü kendisinin bir gölgesi olarak görmüyordu; onun için dış görünüşünün aynısı bir varlıktı o; oysa Kull’un şahsından temel itibarıyla ayrı kutuplar kadar uzaktı. Kull’a öyle geliyordu ki, yansıma onunkinden ayrı bir şahsiyete sahipti; o Kull’a, Kull’un ona bağlı olduğundan fazla bağımlı değildi. Günden güne Kull gerçekte yaşadığı dünyadan kuşku duymaya başladı; o diğerinin isteğiyle çağrılan bir yansıma mıydı? O, gerçek dünyanın yansıması olan bir hayal dünyasında diğerinin yerine mi yaşıyordu?

Kull, ne olabileceğini görmek için bir süreliğine aynanın ötesine şahsen girebilmeyi dilemeye başlıyordu; fakat kapının ötesine gitmeyi başarmış olsa, bir daha geri dönebilir miydi? İçinde kıpırdadığının eşi bir dünya mı bulurdu orada? Kendisininkinin soyut bir yansıma dışında bir şey olmadığı bir dünya mı? Hangisi gerçeklik, hangisi yanılsamaydı?

Kimi zaman Kull, böyle düşünce ve hayallerin aklına nasıl girmiş olduğuna hayret etmek için duruyor, kimi zaman da onların kendi iradesiyle mi geldiğini merak ediyordu; yoksa —bu noktada kafası karışmaya başlıyordu. Düşünceleri kendisinindi; kimse onun düşüncelerini yönetemezdi ve onları kendi keyfine göre çağırırdı; yoksa çağıramaz mıydı? Onların geliş gidişleri yarasalar gibi kendi keyfine göre değil de, birinin emri veya kararıyla mı —kimin? Tanrılar mı? Kader’in ağlarını dokuyan Kadınlar mı— oluyordu? Kull bir karara varamıyordu, zira aklı, her adımda yanıltıcı sav ve karşı savların bulanık gri sisi içinde biraz daha sersemlemeye başlamıştı. Şu kadarını biliyordu: Bu tuhaf görüntüler yokluğun fısıltılı boşluklarından çağrılmadan gelen yarasalar gibi aklına geliyordu; onları daha önce hiç düşünmemişti, oysa artık uyurken, uyanıkken aklını onlar yönetiyordu; bu yüzden kimi zaman şaşkın şaşkın yürür gibi görünüyordu; uykusu da acayip, korkunç düşlerle doluydu.

“Söyle bana büyücü,” dedi aynanın önünde oturarak. Gözleri dikkatle yansımasına dikiliydi. “Şuradaki kapıyı nasıl geçebilirim? Zira hakikaten bunun gerçek dünya, onun gölge olduğundan emin değilim; bari böylece varolması lazım geleni anlarım.”

“Bak ve iman et,” dedi büyücü monoton bir sesle. “Âdemoğlu başarmak için iman etmelidir. Biçim gölgedir, madde yanılsama, maddesellik rüya; insan olduğuna inandığı şeyin sebebidir; âdemoğlu tanrıların rüyasından başka nedir ki? Yine de insan varolmak istiyor olabilir; biçim ve madde sadece yansımalardır. Akıl, benlik, rüya-tanrının özü— odur gerçek, odur baki olan. Bak ve inan, eğer başaracaksan Kull.”

Kral tümüyle anlamadı; O büyücünün esrarengiz konuşmalarını asla tümüyle anlamıyordu ama bu sözler yaradılışının içinde duyarlı bir kirişe vuruyordu. Böylece günler boyu Tuzun Thune’nin aynalarının önünde oturdu. Büyücü hep bir gölge gibi arkasında pusudaydı.
Sonra Kull’un gözüne tuhaf diyarların belirtileri ilişir gibi görünen bir gün geldi; bilincinin önünde karanlık düşünce ve tasavvurlar uçuşuyordu. Günden güne dünyayla temasını yitiriyor gibiydi; her geçen gün, her şey daha hayali, daha gerçekdışı da, sırf aynadaki adam gerçek gibiydi. Artık Kull bazı daha muazzam âlemlerin eşiğinde gibi görünüyordu; koskocaman manzaralar bir anlığına ışık saçıyor; gerçekdışılığın sisleri inceliyor, “biçim, gölgedir, madde yanılsamadır, sadece gölgedir onlar,” diye çınlıyordu bilincinin uzak bir bölgesinde. Büyücünün sözlerini hatırlıyor, artık neredeyse anlar gibi oluyordu. —biçim ve madde; eğer bu kapıyı açan asıl anahtarı bilirse, dilediğinde kendisini değiştiremez miydi? Hangi dünyaların içinde, hangi dünyalar bekliyordu cesur kâşifi?

Aynadaki adam ona gülümsüyor gibi görünüyordu —daha yakına, daha yakına… Bir sis her şeyi kuşatırken yansıma birden soldu —Kull bir soluş, değişim ve kaynaşma hissini fark etti.




“Kull!” Nara sessizliği tuzla buz ederek böldü!

Kull o çılgın narayla geriye savrulurken, dağlar gürül gürül çöktü ve âlemler sallandı. Nasıl veya niye bilmeden insanüstü bir çaba sarf etti.

Bir çatırtı ve Kull Tuzun Thune’nin odasında kırık bir aynanın önünde duruyordu; kafası karışmış ve şaşkınlıktan yarı kördü. Önünde, nihayet vakti gelen Tuzun Thune’nin cesedi yatıyor; üstünde de kılıcından kızıl damlalar dökülen ve gözleri bir tür dehşetle fal taşı gibi açılan Mızraklı Katil Brule duruyordu.

“Valka!” dedi savaşçı. “Kull, tam vaktinde gelmişim!”

“Öyle ama ne oldu ki?” Kral kelimeleri arıyordu.

“Bu hain kadına sor,” kralın önünde dehşetten çömelmiş bir kızı işaret ederek cevapladı Mızraklı Katil; Kull bunun Tuzun Thune’nin evine onu gönderen kız olduğunu gördü. “Geldiğimde, şu aynanın içinde, dumanın gök kubbede solduğu gibi solmakta olduğunu gördüm, Valka adına! Gözümle görmesem inanmazdım; bağırışım seni geri getirdiği zaman neredeyse kaybolmuştun.”

“Evet,” diye mırıldandı Kull, “O an neredeyse kapının ötesine geçmiştim.”

“Bu zebani en hilekâr işini yaptı,” dedi Brule. “Kull, nasıl bir büyü ağı örüp üstüne attığını hala görmüyor musun? Blaallı Kaanuub şu büyücüyle birlikte seni öldürmeyi planlamış. Kavm-ı Kadim’in kızlarından olan bu kadın da, buraya gelme düşüncesini aklına soktu. Konsey üyesi Kananu komployu bugün öğrendi; aynada ne gördüğünü bilmiyorum ama Tuzun Thune ruhunu onunla büyüledi. Az kalsın büyüsü vasıtasıyla bedenini sise dönüştürüyordu—”

“Evet.” Kull hala şaşkındı. “Fakat bir büyücü olmak, tüm çağların bilgisine sahip olmak, altın, görkem ve mevkiyi hor görmektir; Kaanuub, Tuzun Thune’ye onu iğrenç bir haine dönüştürecek ne sunmuş olabilir ki?”

“Altın, güç ve mevki,” diye homurdandı Brule. “Eğer daha iyi yöneteceksen Kull, en kısa zamanda ister büyücü, ister kral, isterse köle olsun; insanın insan olduğunu öğren artık. Ya kız ne olacak?”

“Hiçbir şey, Brule,” Kız inliyor ve Kull’un ayaklarının dibinde yaltaklanıyordu. “O bir maşa dışında bir şey değil; kalk çocuk, yoluna git; kimse sana zarar vermeyecek.”

Brule ile yalnız kalınca, Kull son kez Tuzun Thune’nin aynalarına baktı.

“Belki komplo kurdu ve büyüledi Brule; hayır senden kuşkum yok, yine de… Onun büyüsü beni ince bir sise mi dönüştürüyordu, yoksa ben bir sırrın üstünde mi tökezledim? Beni getirmemiş olsan, yok oluşta solmuş mu olurdum, yoksa bunun ardındaki âlemleri bulmuş mu?

Brule aynalara kaçamak bir göz attı, ürperir gibi omuzları seğirdi. “Evet, Tuzun Thune tüm cehennemlerin bilgeliğini burada topluyordu. Artık gidelim Kull, aynalar beni de büyülemeden.”
“Gidelim o halde,” diye cevap verdi Kull. Belki de insan ruhlarının hapsedildiği Bin Aynalar Evi’nden yan yana çıktılar...




Artık kimse Tuzun Thune’nin aynalarına bakmıyor. Temaşa kayıkları büyücünün evinin durduğu sahilden sakınıyor ve kimse Tuzun Thune’nin evine veya kuru ve buruşuk cesedinin yanılsama aynalarının önünde yattığı odasına gitmiyor. Mekândan sanki lanetlenmiş bir yer olarak sakınılıyor. Gelecek bin yıl boyunca ayakta kalsa da, hiç ayak sesi yankılanmayacak orada. Yine de Kull tahtında oturup, sık sık orada gizlenen tarifsiz gizemler ve tuhaf bilgelikler üstünde düşünüyor ve merak ediyor…

Zira Kull’un da bildiği gibi âlemlerin ötesinde âlemler var. Kral, büyücünün o tuhaf kapının ötesini onu sözcükler veya hipnozla büyüleyerek mi gösterdiğini bilmiyor. Kull, Tuzun Thune’nin aynalarına baktığından bu yana gerçeklikten de daha az emin...
 
Son düzenleme:

denizkara

Yeni Üye
28 Mar 2010
98
165
denizci
Eline sağlık üstadım, Conan çeviri müjdesini almıştık, balonlamasını da bir arkadaşımız yaptığında; muhteşem kalitede işler çıkacağı kesin :)
 

savok

Admin
30 Eki 2009
19,991
83,661
Kasımpaşa
Öncelikle adımın zikredildiği bu bu öykünün çevrilmesine vesile olmuşsam bu beni gururlandırır. Çok teşekkür ederim. Keyifle okudum...
Kull ile Conan arasındaki bir fark da bu öyküde kendini gösterdi... Conan, sonunda Brule gibi birisinin yardımı ile değil kendi iradesi ile Büyücüyü öldürür ve zordan kurtulurdu...
Aslında çevirirlerinizin sayısı artarsa size ait özel bir bölüm de yapabiliriz..
Saygılarımla!..
 

hüseyin aksakal

Onursal Üye
Çeviri & Balonlama
7 Eyl 2010
773
5,728
Kdz. Ereğli
Öncelikle adımın zikredildiği bu bu öykünün çevrilmesine vesile olmuşsam bu beni gururlandırır. Çok teşekkür ederim. Keyifle okudum...
Kull ile Conan arasındaki bir fark da bu öyküde kendini gösterdi... Conan, sonunda Brule gibi birisinin yardımı ile değil kendi iradesi ile Büyücüyü öldürür ve zordan kurtulurdu...
Aslında çevirirlerinizin sayısı artarsa size ait özel bir bölüm de yapabiliriz..
Saygılarımla!..

Robert E. Howard'ın tüm Conan öykülerini, Kull öykülerini, Bran Mak Morn'u, Yazarın Ortadoğu coğrafyası ve tarihi arkaplanında geçen tüm tarih öykülerini zaten çevirdim. Bu arada Sprague De Camp ve Lin Carter'in Conan külliyatının hepsini de tamamladım. Fakat hepsinin yeniden bir gözden geçirilmesi ihtiyacı var. Bu da zaman istiyor biraz.
Yine de çeviri öykülerin makaleler bölümü yerine başka bir yerde bulunması gerçekten daha güzel olabilirdi... Bu konuda takdir yönetici arkadaşlara aittir.
 

savok

Admin
30 Eki 2009
19,991
83,661
Kasımpaşa
Robert E. Howard'ın tüm Conan öykülerini, Kull öykülerini, Bran Mak Morn'u, Yazarın Ortadoğu coğrafyası ve tarihi arkaplanında geçen tüm tarih öykülerini zaten çevirdim. Bu arada Sprague De Camp ve Lin Carter'in Conan külliyatının hepsini de tamamladım. Fakat hepsinin yeniden bir gözden geçirilmesi ihtiyacı var. Bu da zaman istiyor biraz.
Yine de çeviri öykülerin makaleler bölümü yerine başka bir yerde bulunması gerçekten daha güzel olabilirdi... Bu konuda takdir yönetici arkadaşlara aittir.

Üstadım çeviri ve balonlama yapan arkadaşlar 10 adet iş yaptıkları zaman kendilerine özel bölüm açıyor ve üye statüsünü değiştirip rengini sarıya çeviriyoruz.
Saygılarımla!
 
Üst