ROBERT E. HOWARD-DEDEKTİF STEVE HARRİSON ÖYKÜSÜ-KABRİSTAN SIÇANLARI

hüseyin aksakal

Onursal Üye
Çeviri & Balonlama
7 Eyl 2010
773
5,727
Kdz. Ereğli
Dostlar, yine Robert E. Howard'ın başka bir karakterini tanıtmak istiyorum. Steve Harrison, en doğaüstü görünen olayları bile kendine özgü yöntemleriyle çözen bir dedektif. Howard, fantezi, tarih, mizah, western öyküleri gibi türlerin yanı sıra, çok ilginç dedektif öyküleri de yazdı. Bu öykülerde, fantastik görünen olaylar, mantıklı neticelere bağlanıyor. Bu öykülerin, bir olayı çözmek için güvenli kalesinden çıkan Sherlock Holmes'in tersine, tıpkı diğer türde eserlerinde olduğu gibi, daimi bir tehdit ortamında, fiziksel güç, zeka ve yeteneğiyle sonuca giden kararlı bir dedektif portresi çizdiğine dikkatinizi çekerim.

Bu kapanma günlerinde meraklısı olan arkadaşların ilgisini çekeceğini sunarım. Karadeniz Ereğli'den sevgilerle...


KABRİSTAN SIÇANLARI
(Graveyard Rats)
İlk olarak Thrilling Mystery dergisi, Şubat 1936 sayısında yayınlandı.​


BÖLÜM I- MEZARDAN ÇIKAN KAFA​

Saul Wilkinson aniden uyandı, elleriyle yüzü soğuk terden boncuklanmış halde karanlıkta uzandı. Uyandığı rüyanın hatırasından ürperdi.
Fakat hiç de sıra dışı değildi korkunç rüyalar. Tüyler ürpertici rüyalar, uykusuna erken çocukluğundan beri musallat olmuştu. Buzdan parmaklarla yüreğini pençeleyen başka bir korku—onu uyandıran sesin korkusu—idi. Karanlıkta sinsi bir ayak sesi—el yordamıyla araştıran eller vardı.
Şu anda da odanın içinden hafif bir koşuşturma—zeminde ileri geri koşturan bir sıçan—sesi geliyordu
Titrek parmaklarla yastığının altını yokladı. Ev sakindi ama muhayyilesi karanlığı dehşet biçimleriyle dolduruyordu. Fakat tamamen muhayyile değildi bu. Havadaki hafif kıpırtı ona geniş koridora çıkan kapının açık olduğunu söylüyordu. Yatmadan önce o kapıyı kapadığını biliyordu. Böyle gizlice odasına girenin biraderlerinden biri olmadığını da biliyordu.
O korku gerilmiş, nefret basmış hane halkından kimse, önce kendini tanıtmadan, geceleyin biraderinin odasına gelmezdi.
Özellikle de dört gün önce, eski bir husumetin en büyük ağabeyin—Wilkinson’lardan daha ağır bir öç yemini ederek, meşelik tepelere kaçan Joel Middleton tarafından küçük tepe kırsalı kasabasının sokaklarında vurulan John Wilkinson—canına mal olmasından beri böyleydi durum.
Yastığının altından revolverini çekerken, tüm bunlar gelip geçti Saul’un zihninden.
Yataktan süzülürken, yay gıcırtısı, yüreğini ağzına getirdi ve bir an nefesini tutup, gözlerini karanlığa içine doğru zorlayarak orada çömeldi.
Richard üst katta uyuyordu; Peter’in Joel Middleton’u avlamak için getirdiği şehirli dedektif Harrison da öyle. Peter’in odası zemin katta, fakat başka kanattaydı. Bir yardım çığlığı üçünü de uyandırırdı ama Joel Middleton orada, karanlıkta çömeliyorsa, üstüne bir kurşun yağmuru da getirirdi beraberinde.
Saul, bunun onun savaşı olduğunu, hep korktuğu, nefret ettiği karanlıkta tek başına verilmesi gerektiğini biliyordu. Tüm bu süre esnasında da ufak ayakların yukarı aşağı koşturma tıkırtısı geliyordu…
Kalbinin çarpışına söverek duvarın önüne çömelen Saul, titrek sinirlerini sakinleştirmek için savaştı. Odası ve koridor arasındaki bölümü oluşturan duvara verdi sırtını.
Pencereler, karanlığın içinde hafifçe solgun karelerdi ve odanın bir tarafı haricinde her taraftaki mobilya parçalarını belli belirsiz seçebiliyordu. Joel Middleton karanlıkta görünmeyen eski şömine civarında çömeliyor olsa gerekti.
Fakat niye bekliyordu? Şu kahrolası sıçan da ne diye şöminenin önünde korku ve hırstan çıldırmış gibi yukarı aşağı koşuyordu? Aynısını, erişim dışına asılan ete ulaşmak için çıldıran ve mezbaha zemininde yukarı aşağı delice koşturan sıçanlarda görmüştü Saul.
Saul, çıt çıkarmadan duvar boyunca, kapıya ilerledi. Eğer odada bir adam varsa, az sonra kendisi ile bir pencere arasına girmesi gerekirdi. Fakat pijamalı bir hayalet gibi duvar boyunca süzülürken, meşum bir gövde çıkmadı karanlıktan. Kapıya vardı, dış koridorun hafiflemeyen karanlığına yakınlıktan çekinerek sessizce kapadı.
Fakat hiçbir şey olmadı. Yüreğinin şiddetli atışı ve şömine rafının üstündeki eski saatin yüksek sesli tik takları—görünmez sıçanın çıldırtıcı patırtısı—idi tüm sesler. Saul acı içindeki sinirlerinin feryadına karşı dişlerini sıktı. Dehşeti artarken bile o sıçanın şöminenin önünde niye aşağı yukarı koştuğunu çılgınca merak etmeye vakit buldu.
Gerilim katlanılmaz bir hal aldı. Açık kapı, Middleton veya birisinin—veya bir şeyin—o odaya girmiş olduğunu kanıtlardı. Middleton, öldürmek değilse niye gelirdi ki? Fakat Tanrı aşkına niye hala saldırmamıştı? Ne bekliyordu?
Saul’un sinirleri birdenbire koptu. Karanlık onu boğuyordu, o patırdayan sıçan ayakları, ufalanan beynindeki kızıl kor balyozlardı. O ışık, içini yırtacak sıcak kurşunu getirse bile yakmalıydı ışığı.
Tökezleyen bir süratle lambayı arayarak şömine rafını yokladı. Ve haykırdı–odasının ötesine erişemeyen boğuk, dehşetengiz bir gaklama. Zira karanlıkta şömine rafını yoklayan eli, bir insan kafa derisindeki saça değmişti!
Ayaklarının dibindeki karanlıktan öfkeli bir ciyaklama yükseldi ve sıçan, sanki o. çok istediği bir şeyi saldırmaya çalışan davetsiz bir misafirmiş gibi saldırırken keskin bir acı deldi ayak bileğini.
Fakat Saul, beyni anaforlanan bir kargaşa içinde onu tekmeleyip arkaya sendelerken, kemirgeni zar zor farkındaydı. Kibritler ve mumlar masadaydı, elleri karanlığı tarayıp aradığı şeyi bularak ona doğru sallandı.
Bir mum yaktı, döndü ve silah titrek bir elde kalktı. Odada kendisi haricinde canlı insan yoktu. Fakat şişmiş gözleri şömine rafına—ve üstündeki şeye—odakladı kendini.
Beyni, ilk başta gözlerinin ortaya çıkardığı şeyi kaydetmeyi reddederek donup kaldı Sonra insanlık dışı bir şekilde gakladı, silah uyuşan parmaklarından kayarak gürültüyle ocağın üstüne düştü.
John Wilkinson yüreğinde bir kurşunla ölmüştü. Saul’un cesedin kaba tabutun içine çivilenmesi ve eski Wilkinson aile kabristanındaki mezara indirilmesini gördüğünden bu yana üç gün geçmişti. Üç gündür sert, killi toprak, John Wilkinson’un tabutlu bedeni üstündeki sıcak güneşten pişmişti.
Yine de şömine rafından John Wilkinson’un yüzü—beyaz, soğuk ve ölü—kem nazarlarla bakıyordu ona.
Kâbus da değildi, delice bir rüya da. Orada, şömine rafında, John Wilkinson’un kesik kellesi duruyordu.
Şöminenin önündeyse kızıl gözlü, bir yaratık ciyaklayarak yukarı aşağı koşturuyordu—korkunç açlığının hasret kaldığı ete erişmeyi başaramadığı için çıldıran büyük, boz bir sıçan.
Saul Wilkinson—boz gulyabaninin ciyaklamasıyla karışan korkunç, ruh sarsıcı feryatlarla—gülmeye başladı. Saul’un bedeni ileri geri sallandı, kahkaha anlamsız bir ağlamaya dönüştü, sonra eski evde yankılanan ve uyuyanları uyandıran tiksinç feryatlara bıraktı yerini.
Bir delinin çığlıklarıydı bunlar. Gördüğü şeyin dehşeti, söndürülen bir mum alevi gibi üflemişti Saul Wilkinson’un aklını.

BÖLÜM II. DELİNİN NEFRETİ

Üst katta bir odada uyuyan Steve Harrison’u uyandıran bu çığlıklardı. Daha tamamen uyanmadan, bir elinde tabanca, öbüründe el feneriyle karanlık merdivenden iniyordu.
Koridorun aşağısında kapalı bir kapı altından ışık süzüldüğünü gördü ve oraya yöneldi. Fakat önünde başka biri vardı. Tam Harrison sahanlığa varırken, koridorda koşan birini gördü ve ışığını üstüne tuttu.
Elinde bir demir çubukla, uzun boylu, cılız biri olan Peter Wilkinson’du bu. Abuk sabuk bir şey bağırdı, kapıyı hızla açtı ve içeri daldı.
Harrison bağırdığını işitti: “Saul! Sorun nedir? Neye bakıyorsun—” Sonra korkunç bir çığlık: “Tanrım!”
Demir çubuk, zeminde çınladı, sonra delinin çığlıkları bir öfke kreşendosu haline dek yükseldi.
Harrison’un kapıya varıp da tek bir ürkek bakışla sahneyi algılaması bu anda oldu. Şömine rafından rastgele bakan soğuk, ölü, beyaz bir yüz, ayaklarının dibinde çılgınca çemberler çizen bir boz sıçan, mum ışığında kapışan pijamalı iki adam görüyordu.
Güçlü, kalın yapılı bedenini, o korku ve delilik sahnesinin içine attı Harrison. Peter Wilkinson, fena halde zor durumdaydı. Demir çubuğunu düşürmüştü; şu anda da başındaki bir yaradan kanayarak, Saul’un ince parmaklarını gırtlağından sökmeye çalışıyordu boş yere.
Saul’un gözlerindeki parıltı, Harrison’a adamın çıldırdığını söylüyordu. Anormal deli kuvvetinin bile karşı koyamayacağı saf bir güç sarfiyatıyla, iri bir kolu delinin boynuna bükerek kurbanından zorla ayırdı.
Delinin kirişli kasları dedektifin elleri altında çelik halatlar gibiydi, Saul, pençesinde büküldü ve dişleri Harrison’un boğa boynu için hayvanca sesler çıkararak açıldı. Dedektif pençeleyen, köpüren öfkeyi kendinden uzağa itti ve delinin çenesine bir yumruk aşk etti. Saul yere serildi ve hareketsiz kaldı; gözleri camlaşmış, uzuvları ürperiyordu.
Yüzü moraran, kesik kesik soluyan Peter, masaya doğru geri geri sendeledi.
“Sicim bul, çabuk!” dedi hemen Harrison, gevşek bedeni yerden kaldırıp büyük bir koltuğa yığılmaya bırakarak. “Şu çarşafı şeritler halinde yırt. Kendine gelmeden onu bağlamamız lazım. Cehennem ateşi!”
Sıçan, baygın adamın çıplak ayaklarına hırslı bir saldırıya girişmişti. Harrison onu tekmeledi ama yaratık öfkeyle ciyakladı ve korkunç bir ısrarla tekrar saldırdı. Harrison onu ezerek çılgın ciyaklamasını kısa kesti.
Gayrı ihtiyarî soluyan Peter, dedektifin ellerine çarşaftan yırttığı şeritleri uzattı, Harrison da profesyonel bir beceriyle gevşek uzuvları bağladı. İşinin ortasında, yüzü kireç gibi eşikte duran en genç kardeş Richard’a bakmak için gözlerini kaldırdı.
“Richard!” diye tıkandı Peter. “Bak! Tanrım! John’un başı!”
“Görüyorum!” Richard dudaklarını yaladı. “Ama niye Saul’u bağlıyorsunuz ki?”
“Delirdi,” diye terslendi Harrison. “Bana biraz viski getir, olur mu?”
Richard perdeli bir rafta duran bir şişeye uzanırken, çizmeli ayaklar dışarıdaki verandaya vurdu ve bir ses bağırdı: “Hey, oradakiler! Dick! Sorun nedir?”
“Komşumuz Jim Allison bu,” diye mırıldandı Peter.
Koridora açılanın karşısında bulunan kapıya yürüdü ve anahtarı antika kilitte çevirdi. Kapı bir yan verandaya açılıyordu. Pijamasının üstüne çektiği pantolonuyla, saçı başı dağınık bir adam, paldır küldür girdi.
“Mesele nedir?” diye sordu. “Birisinin bağırdığını işittim ve elimden geldiğince çabucak koşup geldim. Saul’a ne yapıyorsunuz—Yüce Tanrım!”
Şömine rafındaki kelleyi görmüş, yüzü küle dönmüştü.
“Şerife git Jim!” diye gakladı Peter. “Joel Middleton’un işi bu!”
Allison, marazi bir çekimle omzu üstünden geriye bakıp apar topar çıktı.
Harrison, Saul’un solgun dudakları arasına biraz içki dökmeyi başarmıştı. Şişeyi Peter’e uzattı ve şömine rafına ilerledi. Hafifçe ürpererek korkunç nesneye dokundu. Gözleri aniden kısıldı.
“Middleton ağabeyinin mezarını kazdı ve kellesini mi kesti sence?” diye sordu.
“Başka kim olacak?” Peter boş boş baktı ona.
“Saul delirmiş. Deliler tuhaf şeyler yapar. Belki Saul yaptı bunu.”
“Hayır! Hayır!” diye bağırdı Peter ürpererek. “Saul tüm gün evde kalmadı. Bu sabah, çiftliğe gelirken eski mezarlıkta durduğumda, John’un mezarına dokunulmamıştı. Yatmaya gittiğinde Saul’un aklı başındaydı. Onu çıldırtan, John’un kellesini görmek oldu. Joel Middleton, bu korkunç intikamı almak için buradaymış!” Haykırarak ayağa fırladı birden. “Tanrım, evde bir yerlerde gizleniyor olabilir!”
“Onu arayalım,” dedi hemen Harrison. “Richard, sen Saul’le burada kal. Sen benimle gelebilirsin Peter.”
Dışarıdaki koridorda kalın ön kapıya bir ışık demeti yöneltti dedektif. Anahtar koca kilitte çevrilmişti. Döndü ve koridordan aşağı inerken sordu: “Herhangi bir yatak odasına en uzakta bulunan kapı hangisi?”
“Arka mutfak kapısı!” Peter cevapladı ve yolu gösterdi. Birkaç saniye sonra kapının önünde duruyorlardı. Yıldız ışıklı bir gök çatlağı oluşturacak şekilde aralıktı.
“Bu yoldan gelip gitmiş olmalı,” diye mırıldandı Harrison. Bu kapının kilitlendiğine emin misin?”
“Tüm kapıları kendim kilitledim,” diye teminat verdi Peter. “Dış taraftaki şu çiziklere bak! Anahtar da içeride, yerde duruyor.”
“Eski moda kilit,” diye homurdandı Harrison. “Adamın biri, anahtarı dışarıdan bir telle çıkarmaya çalışabilir ve kilidi kolayca zorlayabilirdi. Zorlanması en mantıklı olan kilit de bu, çünkü kırılışını evdeki kimsenin işitmesi muhtemel değildi.”
Geniş arka verandaya çıktı. Ağaç veya çalı bulunmayan geniş arka avlu, Lost Knob köyünü her taraftan kuşatan ormanların parçası olan meşelerin yoğun şekilde büyüdüğü ağaçlık bir arsaya dek uzanan mera alanından, dikenli bir telle ayrılıyordu.
Peter, cılız yıldız ışığında alçak, kara siper gibi görünen o ağaçlığa doğru baktı ve ürperdi.
“Dışarıda bir yerlerde!” diye fısıldadı. “Bize kendi evimizde saldırmaya cesaret edebileceği alkımın ucuna bile gelmezdi. Seni buraya onu avlamaya getirdim. Sana bizi korumak için ihtiyaç duyacağımızı hiç düşünmemiştim.”
Harrison, cevap vermeden avluya indi. Peter yıldız ışığından geriye sindi ve çömelerek verandanın kenarında kaldı.
Harrison dar merayı geçti ve onu ağaçlıktan ayıran eski demiryolu çitinde durdu. Sadece meşe çalılıklarının olabileceği kadar siyahtı ağaçlar.
Ne yaprak hışırtıları, ne dalların sürtünüşü ele veriyordu gizli bir varlığı. Joel Middleton burada bulunmuşsa da şimdiden Lost Knob’u saran engebeli tepelere sığınmış olmalıydı.
Harrison yeniden eve doğru döndü. Lost Knob’a dün akşam geç saatte varmıştı. Şu an gece yarısını biraz geçmiş olmalıydı. Fakat korkunç haberler, gecenin ölü saatlerinde bile yayılıyordu.
Wilkinson konağı, kasabanın batı yakasında kalıyordu, yüz metre mesafesindeki tek ev Allison eviydi. Fakat Harrison uzak pencerelerin ışıklarla kaynadığını görüyordu.
Peter verandada duruyordu; kafasını uzun, akbabayı andıran boynu üstünden uzattı.
“Bir şey buldun mu?” diye seslendi endişeyle.
“Bu sertleşmiş toprakta izler görünmez,” diye homurdandı dedektif. “Saul’un odasına koştuğunda tam olarak ne gördün?”
“Saul, ardına kadar açtığı ağzıyla haykırarak şömine rafının önünde duruyordu,” cevabını verdi Peter. “Gördüğümde—onun gördüğünü—çığlık atıp demir çubuğu düşürmüş olmalıyım. Sonra Saul vahşi bir hayvan gibi üstüme atıldı.”
“Kapısı kilitli miydi?”
“Kapalıydı ama kilitli değildi. Kilit birkaç gün önce kazara kırılmıştı.”
“Bir soru daha: Middleton bu evde daha önce hiç bulundu mu?”
“Bildiğime göre bulunmadı,” cevabını verdi Peter sertçe. “Ailelerimiz yirmi beş yıldır birbirinden nefret eder. Joel, soyunun sonuncusu.”
Harrison yeniden eve girdi. Allison, dedektifin varlığına açıkça gücenen uzun boylu, ketum bir adam olan Şerif McVey’le dönmüştü. Yan veranda ve avluda insanlar toplanıyordu. Kızgınlığından bağırıp çağıran Jim Allison haricindekiler, alçak mırıltılar halinde konuşuyordu.
“Bu Joel Middleton’u bitirir!” diye ilan etti yüksek sesle. “John’u öldürdüğünde kimileri onun tarafını tuttu. Merak ediyorum, şimdi ne düşünüyorlar? Bir ölünün mezarını kazıp kafasını kesmek! İnjun işi bu! Joel Middleton’a yapılacak şeyi söylesinler diye insanlar jüriyi beklememek lazım bence!”
“İyisi mi, linç etmeye girişmeden onu yakala,” diye homurdandı McVey. “Peter, Saul’u kasaba merkezine götürüyorum.”
Peter, sessizce başını salladı. Saul bilincini yeniden kazanıyordu ama gözlerindeki delice parıltı değişmemişti. Harrison konuştu:
“Wilkinson mezarlığına gidip, ne bulabileceğimize bakmaya ne dersiniz? Oradan Middleton’un izini sürmemiz mümkün olabilir.”
“Buraya, benim yapacak kadar iyi olmadığımı düşündükleri işi yapmaya getirdiler,” diye hırladı McVey. “Tamam. Git ve yap—tek başına. Ben Saul’u ilçe merkezine götürüyorum.”
Yardımcılarının yardımıyla bağlı deliyi kaldırdı ve çıkıp gitti. Ne Peter, ne de Richard ona eşlik etmeyi teklif etmedi. Uzun boylu, sırık gibi bir adam, arkadaşlarının arasından çıktı ve sakarca Harrison’a hitap etti.
“Şerif ne yapacağını kendi bilir ama eğer bir posse toplayıp, civarı taramak isterseniz, buradaki hepimiz elden geldiğince size yardıma hazırız.”
“Yok, teşekkürler.” Harrison kasıtsız bir anilikle cevapladı. “Şu anda hepiniz burayı boşaltmak suretiyle yardım edebilirsiniz bana. Bu işi şerifin önerdiği gibi kendi başıma, kendi usulümle halledeceğim.”
Adamlar, sessiz bir güceniklikle hemen ayrıldı, bir anlık tereddütten sonra Jim Allison da onları izledi. Hepsi gidince Harrison kapıyı örttü ve Peter’e döndü.
“Beni mezarlığa götürür müsün?”
Peter ürperdi. “Korkunç bir risk değil mi bu? Middleton, onu hiçbir şeyin durdurmayacağını gösterdi.”
“Niye dursun ki?” Richard vahşice güldü. Ağzı acı, gözleri haşin bir alayla canlanmış, ıstırap çizgileri yüzünü derinlemesine yarmıştı.
“Onu takip etmeyi hiç bırakmadık,” dedi. “John onu son toprak parçasından ederek kazıkladı—Middleton’un bu yüzden öldürdü onu. Bu yüzden sen de ona cidden müteşekkirsin!”
“Desteksiz atıyorsun!” diye bağırdı Peter.
Richard acı acı güldü. “Seni ihtiyar riyakâr! Biz Wilkinson’lar, hepimiz avcı hayvanlarız—bu yaratık gibi!” Ölü fareyi kinle tekmeledi. “Hepimiz birbirimizden nefret ettik. Saul’un delirmesine sevindin! John’un öldüğüne sevindin. Artık sadece ben kaldım, ben de kalp hastasıyım. Oh, istediğin kadar bak! Ben aptal değilim. Titus Andronicus’taki Aaron’un satırlarını okurken gördüm seni:
“Çok kez çıkardım kazdığım mezarlarından ölü adamları,
Ve aziz dostlarının kapılarına dimdik yerleştirdim onları!”
“Sen de delisin!” Peter solarak ayağa fırladı.
“Ah, öyle miyim?” Richard neredeyse bir çılgınlığa kapılmıştı. “John’un kellesini senin kesmediğin ne malum? Saul’un böyle bir şokun delirtebileceği bir nevrotik olduğunu biliyordun! Dün mezarlığı da ziyaret ettin!”
Peter’in kasılan çehresi bir öfke maskesiydi, sonra demirden bir kontrol çabasıyla gevşedi ve sakince konuştu: “Sinirlerin çok bozulmuş Richard.”
“Saul ve John senden nefret ediyordu,” diye hırladı Richard. “Sebebi biliyorum. Wild River’deki çiftliğimizi şu petrol şirketine kiralamayı kabul etmemen yüzünden... Katır inadın olmasa hepimiz zengin olabilirdik.”
“Niye kiralamayacağımı biliyorsun,” diye terslendi Peter. “Orada sondaj yapmak toprağın tarımsal değerini—petrol gibi riskli bir kumar değil, kesin kazanç—yok ederdi.”
“Sen öyle diyorsun,” diye alay etti Richard. “Fakat bu sadece bir paravansa? Ya tek yaşayan varis olmayı ve paylaşacak kardeşin olmaksızın kendi başına petrol milyoneri olmak istiyorsan— ”
Harrison araya girdi: “Tüm gece çene mi çalacağız?”
“Hayır!” Peter sırtını kardeşine döndü. “Seni mezarlığa götüreceğim. Bu çılgının saçmalıklarını daha fazla dinlemektense, geceleyin Joel Middleton’la yüzleşmeyi tercih ederim.”
“Ben gitmiyorum,” diye hırladı Richard. “Dışarıdaki o zifiri gecede, kalan varisi ortadan kaldırman için bir sürü fırsat var. Ben gecenin kalanını Jim Allison ile geçirmeye gideceğim.”
Kapıyı açtı ve karanlıkta kayboldu.
Peter kelleyi kaldırdı, bir yandan hafifçe ürpererek bir kumaşa sardı.
“Yüzün ne kadar iyi korunduğunu fark ettin mi?” diye mırıldandı. “Üç gün sonra insan düşünür ki—haydi. Onu alıp olduğu mezara geri koyacağım.”
“Şu ölü sıçanı kapının dışına tekmeleyeyim,” Harrison dönerek söze girdi—sonra aniden durdu. “Lanet yaratık kaybolmuş!”
Gözleri boş zemini tararken, Peter Wilkinson soldu.
“Oradaydı!” diye fısıldadı. “Ölmüştü. Onu ezdin! Canlanıp kaçacak değildi ya.”
“Peki, biz ne yapalım buna?” Harrison bu ufak gizeme zaman harcamak istemiyordu. .
Peter’in gözleri mum ışığında bezgince ışıldadı.
“Bir kabristan sıçanıydı bu!” diye fısıldadı. “Daha önce, kasabadaki meskûn bir hanede birini hiç görmemiştim. Kızılderililer onlar hakkında tuhaf hikâyeler anlatıp durur! Onların tamamen hayvan değil, cesetlerini kemirdikleri kötü ölülerin ruhlarına giren yamyam iblisler olduğunu söylerler!”
“Cehennem ateşi!” Harrison mumu üfleyerek homurdandı. Fakat teni karıncalandı. Ölü bir sıçan kendi başına sürünüp gidemezdi ne de olsa.

BÖLÜM III. TÜYLÜ GÖLGE​

Bulutlar yıldızların karşısına ilerlemişti. Hava sıcak ve boğucuydu. Batı yönünde tepelerin içlerine dolanan dar, tekerlek izleriyle delik deşik haldeki yol feciydi. Fakat Peter Wilkinson eski model Ford T’sini beceriyle kullanıyor, köy arkalarında çabucak gözden kayboluyordu. Artık başka evlerin yanından geçmiyorlardı Her iki yanda bodur meşe çalıları, dikenli tel çitlerin yakınına toplanıyordu.
Peter, aniden sessizliği böldü.
“O sıçan evimize nasıl girdi? Dere boylarındaki ormanları istila eder, tepelerdeki her taşra mezarlığına üşüşürler. Fakat köyde birini daha önce hiç görmedim. Kelleyi getirdiğinde John Middleton’u takip etmiş olmalı—”
Bir sarsıntı ve monoton bir darbe Harrison’dan bir küfür koparttı. Araba bir fren cayırtısıyla durdu.
“Patlamış,” diye mırıldandı Peter. “Lastiği değiştirmem çok sürmez. Sen ormanları gözle. Joel Middleton her yerde gizleniyor olabilir.”
İyi bir öğüde benziyordu bu. Peter, paslı metal ve inatçı lastikle güreşirken, Harrison da elinde tabancasıyla o ve en yakın ağaç kümesi arasında durdu. Gece yeli, yapraklar arasında kesik kesik esiyordu, bir keresinde de kökler arasında ufak gözlerin ışıltısını yakaladığını zannetti.
“Tamamdır,” diye ilan etti sonunda Peter krikoyu indirerek. “Yeterince zaman harcadık.”
“Dinle!” Harrison irkilerek gerildi. Epey batıdan ani bir acı ve korku çığlığı yükselmişti. Sonra yoldan birkaç yüz metre mesafede birisi çalılar arasında rastgele koşuyormuş gibi sert toprakta koşan ayakların darbeleri ve çalı çatırtıları geldi. Harrison bir anda çiti aşmış, seslere doğru koşuyordu.
“İmdat! İmdat!” müthiş dehşetli bir sesti bu. “Yüce Tanrım! İmdat!”
“Bu tarafa!” diye bağırdı Harrison açık bir düzlüğe dalarak. Görünmez kaçak, karşılık olarak yönünü değiştirmişti anlaşılan, zira sert ayak sesleri daha da yükseldi, sonra korkunç bir çığlık koptu, birisi açıklığın karşı tarafındaki çalılardan sendeleyerek çıktı ve yere kapaklandı.
Solgun yıldız ışığı, peşinde daha kara bir figürle, bulanık, kıvranan bir bedeni gösterdi. Harrison çelik ışıltısını yakaladı, bir darbe sesi işitti. Silahını hızla kaldırarak rastgele ateşledi. Silahın patlaması üzerine daha koyu olan figür açığa yuvarlandı, ayağa fırladı ve çalıların içinde gözden kayboldu. Harrison, patlamanın parıltısı içinde gördüğü şey yüzünden belkemiğinde tuhaf bir serinlik ürpertisiyle koşmaya devam etti.
Çalıların kenarına çömeldi ve içine baktı. Gölgeli figür gelmiş, açıklıkta inleyerek yatan adam haricinde iz bırakmadan gitmişti.
Harrison işaret fenerini yakarak adamın üstüne eğildi. Keçeleşmiş beyaz saç sakalıyla vahşi, dağınık, ihtiyar bir adamdı. O sakal şu an kırmızıyla lekelenmiş, sırtındaki derin bıçak yarasından da kan süzülüyordu.
“Kim yaptı bunu?” diye sordu Harrison, kanı durdurmayı denemenin işe yaramayacağını anlayarak. İhtiyar ölüyordu. “Joel Middleton mu?”
“O olamaz!” Peter dedektifi takip etmişti. “Bu Joel’in dostu ihtiyar Joash Sullivan. Yarı delidir ama Joel ile temasta kaldığı ve ipucu verdiğinden şüpheleniyordum– ”
“Joel Middleton,” diye mırıldandı ihtiyar adam. “Onu bulsaydım, John’un kellesine dair haberleri anlatacaktım—”
“Joel nerede gizleniyor?” diye sordu dedektif.
Sullivan, bir kan akımıyla tıkandı, tükürdü ve başını iki yana salladı.
“Benden asla öğrenemeyeceksiniz bunu!” Gözlerini tüyler ürpertici bir ölüm parıltısıyla Peter’e çevirdi. “Kardeşinin kellesini mezarına geri mi götürüyorsun Peter Wilkinson? Dikkatli ol ki bu gece bitmeden kendi mezarını bulmayasın! Lanet olsun soyunuza sopunuza! İblis ruhlarınızı alsın, kabristan sıçanları da etinizi yesin! Ölülerin hayaleti gecede geziniyor!”
“Ne demek istiyorsun?” diye sordu Harrison. “Kim bıçakladı seni?”
“Bir ölü!” Sullivan hızla göçüyordu. “Joel Middleton’la buluşmamdan geri dönerken. Büyükbabanın çok uzun süre öldürdüğü Tonkawa Şefi Kurt Avcısı, Peter Wilkinson. Onu yıldız ışığında net olarak gördüm—tıpkı deden onu öldürmeden evvel, çocukluğumda gördüğüm gibi, peştamal, tüyler ve boya haricinde çıplaktı!
“Mezardan kardeşinin kellesini Kurt Avcısı aldı!” Sullivan’ın sesi korkunç bir fısıltıydı. “Kabilesinin sahiplendiği toprağı elde etmek için büyükbaban onu sırtından vurduğunda ettiği laneti tamamlamak üzere ta cehennemden döndü. Dikkat et! Hayaleti gecede geziniyor. Kabristan sıçanlarıdır onun hizmetkârı. Kabristan sıçanları— ”
Beyaz sakallı dudaklardan kan boşandı ve geri yığıldı, ölmüştü.
Harrison kasvetle doğruldu.
“Bırak kalsın. Kasabaya dönerken cesedini kaldırırız. Kabristana gidiyoruz.”
“Yeltenmesek mi?” Peter’in yüzü beyazdı. “Bir insandan, Joel Middleton’dan bile korkmam, ama bir hayalet—”
“Aptallaşma!” diye homurdandı Harrison. “İhtiyar adam yarı deli demedin mi?”
“Ama ya Joel Middleton yakınlarda bir yerlerde gizleniyorsa—”
“Bırak ben halledeyim onu!” Harrison’un kendi savaş yeteneğine yenilmez bir güveni vardı. Arabaya dönerlerken, Peter’e anlatmadığı şey, silah ateşinin parıltısında katili bir an görmüş olduğuydu. O görüntünün hatırası, hala kafatasının dibindeki kısa saçı ürpertiyordu.
Bir peştamal, mokasenler ve tüylü bir başlık haricinde çıplaktı o kişi.
“Kurt Avcısı kimdi?” Arabayla ilerlerken sordu.
“Bir Tonkawa şefi,” diye mırıldandı Peter. “Büyükbabamın ahbabıydı, sonra da tıpkı Joash’ın söylediği gibi onun tarafından öldürüldü. Kemiklerinin bugüne dek eski kabristanda yattığını söylerler.”
Peter marazi düşüncelere kapılmış gibi sessizleşti.
Yol, kasabadan yaklaşık dört mil mesafede, loş bir açıklığı dolanıyordu. Wilkinson kabristanıydı bu. Paslı, dikenli telden bir çit, beyaz başlık taşlarının çılgın açılarda eğildiği bir mezar kümesini kuşatıyordu. Yabani otlar, alçak tümseklere dağılarak, sıkışık şekilde büyümüştü.
Bodur meşeler her taraftan yakınlara sokulmuştu; yol aralarından dolanıyor, sarkık kapıyı geçiyordu. Ağaçların tepelerinden, yaklaşık yarım mil batıda Harrison’un bir evin çatısı olduğunu anladığı biçimsiz bir kütle görülebiliyordu.
“Eski Wilkinson çiftlik evi,” dedi Peter sorusuna karşılık olarak. “Ben de orada doğdum, kardeşlerim de. On yıl önce kasabaya taşındığımızdan beri içinde kimse yaşamıyor.”
Peter’in sinirleri gerilmişti. Korkuyla etrafındaki siyah ağaçlara bakındı ve arabadan getirdiği feneri yakarken elleri titredi. Arka koltukta duran yuvarlak, kumaşa sarılı nesneyi kaldırırken yüzünü buruşturdu; muhtemelen o kumaşın gizlediği soğuk, beyaz, taş gibi yüzü canlandırmıştı gözünde.
Alçak kapının üstüne tırmanıp, sazlıklar büyümüş tümsekler arasında ilerlerken mırıldandı. “Aptalız biz. Joel Middleton şuradaki ağaçlıkta uzanmış olsa ikimizi de tavşan gibi kolayca tepeleyebilirdi.”
Harrison karşılık vermedi, bir an sonra da Peter durdu ve ışığını zararlı otlardan arındırılmış bir tepeciğe tuttu. Yüzey altüst olmuş ve karışmıştı, Peter bağırdı: “Bak! Açık bir mezar bulmayı bekliyordum. Niye onu yeniden doldurma zahmetine girdi sence?”
“Anlarız,” Harrison homurdandı. “O mezarı açmaya var mısın?”
“Kardeşimin kellesini gördüm,” cevabını verdi Peter sertçe. “Onun başsız gövdesine bayılmadan bakmaya yetecek cesaretim var sanırım. Çitin köşesindeki takım odasında aletler var. Onları getireyim.”
Birazdan kazma ve kürekle dönerek, yanan feneri yere, kumaşa sarılı kafayı da yanına koydu. Peter solgundu. Ter, alnında iri damlalar halinde belirginleşiyordu. Fener, sazlıklar yetişmiş mezarlara tuhaf şekilde çarpılmış gölgeler düşürüyordu. Hava bunaltıcıydı. Karanlık ufukta aralıklı, donuk bir şimşek titreşimi vardı.
“O neydi?” Harrison durdu, kazmayı kaldırdı Dört bir yandaki yabani otlar arasından hışırtılar ve koşuşturma sesleri geliyordu. Fenerin ışık çemberi ardında, ufak kızıl boncuk kümeleri ona doğru parıldadı.
“Sıçanlar!” Peter bir taş fırlattı, hışırtılar daha da artsa da boncuklar gözden kayboldu. “Bu kabristana üşüşüyorlar. Eğer çaresiz yakalasalar, bir insanı diri diri yiyebilirler bence. Defolun, sizi Şeytan’ın uşakları!”
Harrison küreği aldı ve gevşek toz toprak yığınlarını kürüyerek atmaya başladı.
“Ağır bir iş olmasa gerek,” diye homurdandı. “Eğer o, bugün veya bu gece erkenden kazdıysa, dibine kadar gevşetilmiş olmalı— ”
Küreğinin toprağa iyice sıkışmasıyla bir anda durdu ve ense kökündeki kısa kıllar karıncalandı. Gergin sessizlikte mezarlık sıçanlarının otlar arasında koştuğunu işitti.
“Sorun nedir?” Yeni bir solgunluk ağarttı Peter’in yüzünü.
“Sert toprağa rastladım,” dedi Harrison ağır ağır. “Üç günde bu killi toprak, tuğla gibi pişerek sertleşirdi. Fakat Middleton veya başka biri bu mezarı bugün açıp yeniden doldurduysa, toprak dibine dek gevşemiş olmalıydı. Değil. İlk birkaç santimin aşağısı iyice sıkışıp sertleşmiş. Üstü kazınmış ama mezar üç gün önce ilk doldurulduğundan beri hiç açılmamış.”
Peter insanlık dışı bir çığlıkla sendeledi.
“Demek doğru!” Bağırdı. “Kurt Avcısı döndü! Cehennemden uzandı ve mezarı açmadan John’un kellesini aldı! Ahbabı iblisi bir sıçan biçiminde evimize yolladı! Öldürülemeyen bir hayalet sıçan! Uzak dur kahrolası!”
Zira Harrison homurdanarak yakalamıştı onu: “Kendini topla Peter!”
Fakat Peter kolunu yana çalarak kurtuldu. Döndü ve kaçtı—kabristan dışında park eden arabaya değil, tam karşısındaki çite doğru. Bir kumaş cayırtısıyla paslı tellerden atladı ve Harrison’un bağırışlarını umursamadan ağaçlığın içinde kayboldu.
“Kahretsin!” Harrison kalktı ve hararetle sövdü. Karanlık bir tepe diyarı haricinde nerede olabilirdi böyle şeyler? Kızgınca aletleri aldı ve kavurucu güneş yüzünden neredeyse demir sertliğine dek pişen, sıkışık, killi toprağı kazdı.
Ter, üstünden derecikler halinde aktı, homurdandı, sövdü ama iri kaslarının tüm gücüyle direndi. Aklında büyüyen bir şüpheyi—John Wilkinson’un cesedinin o mezara hiç konulmadığına dair bir şüphe—kanıtlamaya ya da çürütmeye niyetliydi.
Şimşek daha sık, daha yakında çakıyor, pes bir gök gürültüsü homurtusu başlıyordu batıda. Ara sıra bir rüzgâr esintisi feneri titretiyor, mezarın yanındaki tümsek daha da yükselir, orayı kazan adam toprağın giderek aşağısına gömülürken, çimlerdeki hışırtı daha da yükseldi, kızıl boncuklar otların arasında parıldamaya başladı. Harrison dört bir yanda ufak dişlerin tüyler ürperten gıcırtısını işitti ve çocukluğunu geçirdiği bölgede zencilerce mezarlık sıçanlarına dair fısıldanan korkunç efsanelerin hatırasına lanet okudu.
Mezar derin değildi. Hiçbir Wilkinson, ölü için bu kadar emek harcamazdı. Nihayet kaba tabut önünde açıkta duruyordu. Kazmanın ucuyla kapağın bir köşesini kaldırdı ve feneri yaklaştırdı. Ürkek bir küfür kaçtı dudaklarından. Tabut boş değildi. Yığılmış halde, kellesiz bir cesedi barındırıyordu.
Harrison mezardan dışarı tırmandı, aklı hızla çalışıyor, bulmacanın parçalarını bir araya topluyordu. Dağınık parçalar solgun ve daha tamamlanmamış, yine de biçimli bir desen oluşturarak yerine oturuyordu. Kumaşa sarılı kafaya bakındı ve korkunç bir şok yaşadı.
Kelle kayıptı!
Bir an için Harrison ellerinde soğuk, yapışkan terler hissetti. Sonra şirret bir ciyaklama ile ufak dişlerin kemirişini işitti.
Feneri kaptı ve ışığı etrafına tuttu. Onun yansımasında açıklığı istila eden dağınık çalı kümesi civarında beyaz bir leke gördü. Kellenin sarıldığı kumaştı bu. Ötesinde siyah, kıvrım kıvrım bir tümsek mide bulandırıcı bir canlılıkla inip kalkıyor, yuvarlanıyordu.
Bir dehşet küfrüyle vurup tekmeleyerek öne atıldı. Mezarlık sıçanları gıcırtılı ciyaklamalarla siyah gölgeler gibi önünde dağılarak kelleyi terk etti. Harrison ürperdi. Fenerin ışığında ona bakan yüz falan değildi; kemirilmiş et dilimleri sarkan beyaz, sırıtkan bir kafatasıydı sadece.
Dedektif, John Wilkinson’un mezarını kazarken, kabir sıçanları John Wilkinson’un başındaki eti parçalamıştı.
Harrison eğildi, artık üç kat çirkin olan nesneyi kaldırdı. Onu kumaşa sardı, doğrulurken de korkuya benzer bir hisse kapıldı.
Her taraftan, çimenlerde parlayan ışıl ışıl kızıl kıvılcımlardan yekpare bir çember tarafından sarılmıştı. Korkudan gerileyen kabristan sıçanları, nefretlerini ciyaklayarak etrafını sarıyordu
İblisler, diyordu Zenciler onlara, o anda Harrison da kabule hazırdı.
Mezara doğru dönerken önünden çekildiler, o da arkasındaki çalılardan sokulan karanlık silueti görmedi. Gök gürültüsü sıçanların ciyaklamasını bile boğarak gümledi, fakat darbe inmeden bir an önce arkasında hızlı bir ayak sesi işitti.
Başını eğip silahına asılarak hızla döndü, fakat tam dönerken, daha yüksek bir gök gürültüsünün şaklamasına benzer bir şey, gözünün önünde bir kıvılcım yağmuruyla infilak etti başının içinde.
Geri geri sendelerken rastgele ateş etti ve parıltı ona kalkık bir tomahawkla çömelen korkunç, yarı çıplak, boyalı, tüylü bir şahsı gösterince bağırdı—o düşerken açık mezar Harrison’un arkasındaydı.
Mezarın içine devrildi ve kafası mide bulandırıcı bir darbeyle tabutun kenarına çarptı. Güçlü bedeni gevşedi; kabristan sıçanları, her yandan hızla atılan gölgeler gibi, açlık ve kana susamış bir delilikle kendilerini mezarın içine fırlatarak koştu.

BÖLÜM IV. CEHENNEMDEKİ SIÇANLAR​

Karartılmış Cehennem zemininde, ebedi ateşlerden atılan alev oklarınca aydınlatılan bir karanlıkta yatıyormuş gibi geldi Harrison’un sersemlemiş beynine. Kızıl kor şişlerle onu bıçaklarken, iblislerin zafer çığlıkları kulaklarındaydı.
Onları görüyordu şimdi—sivri burunları, seğiren kulakları, kızıl gözleri, ışıltılı dişlerle dans eden ucubeler—keskin bir acı tenini deldi.
Birden sisler aralandı. Yattığı yer Cehennem zemini değil, sadece bir mezarın dibindeki tabutun üstüydü; ateşler, kara gökteki şimşek parıltılarıydı; iblisler de ustura keskinliğinde dişlerle onu yaralayarak üstüne üşüşen sıçanlar.
Harrison bağırdı, çırpınarak debelendi ve hareketinden ürken sıçanlar çekildi. Fakat mezardan ayrılmadılar; gözleri kıpkızıl ışıldayarak duvar boylarında tek yekpare kümeler halinde toplandılar.
Harrison sadece birkaç saniye baygın kalmış olabileceğini anladı. Yoksa bu boz gulyabaniler şimdiden canlı eti kemiklerinden—tıpkı, tabutta yatan adamın kellesindeki ölü eti sıyırdıkları gibi—sıyırmış olurdu.
Bedeninin bir sürü yeri şimdiden acıyordu ve giysisi kendi kanıyla ıslanmıştı.
Söverek kalkmaya davrandı—ve birden bir panik ürpertisi çöktü üstüne! Düşen sol kolu, kısmen açık tabuta sıkışmıştı ve kapağın üstündeki bedeninin ağırlığı elini sıkıca kenetliyordu. Harrison çılgın bir dehşet dalgasıyla boğuştu.
Bedenini tabut kapağından kaldıramadıkça, elini çekemiyor, elinin mahpus oluşu da orada yüzükoyun tutuyordu onu.
Kapana kısılmıştı!
Etini canlı bedeninden sıyırmaya hazır bin korkunç boz sıçanla birlikte, eli kellesiz bir cesedin tabutuna sıkışmış halde, katledilmiş bir adamın mezarındaydı!
Çaresizliğini sezmiş gibi üşüştü sıçanlar üstüne. Harrison kâbustaki biri gibi canı için savaştı. Tekmeledi, bağırdı, sövdü, hala elinde tuttuğu koca altıpatlarıyla vurdu onlara.
Dişleri, giysi ve etini yırtarak onu yaralıyor, ekşi kokuları midesini bulandırıyordu; debelenen, kıvrılan bedenleriyle neredeyse üstünü kaplamıştı. Altıpatlar namlusunun darbeleriyle vurup ezerek püskürttü onları.
Canlı yamyamlar, ölü kardeşlerine yumuldu. Umutsuzluk içinde kendini yarı büktü ve silahının namlusunu tabutun kapağına çevirdi.
Ateş parıltısı ve sağır edici bir patlama üzerine sıçanlar dört bir yana kaçıştı.
Silah boşalana dek arka arkaya tetiği çekti. Ağır kurşunlar kenardan koca bir kıymık kopararak kapağı parçaladı. Harrison, berelenmiş elini açıklıktan çekti.
Öğürüp sarsılarak mezardan dışarı tırmandı ve sarhoş gibi ayağa kalktı. Hayalet baltanın kafatasına açtığı kesikten akan kan saçında pıhtılaşmıştı, derisindeki yirmi diş yarası da kanıyordu. Yıldırım sürekli oynaşıyor ama fener hala parlıyordu. Fakat yerde değildi.
Havada asılı gibi görünüyordu—bir adamın elinde durduğunu fark etti sonra—gözleri geniş kenarlı şapkası altında tehlikeli şekilde parlayan, siyah bir yağmurluk giymiş, uzun boylu bir adamdı bu. Diğer elindeki bir tabancanın siyah namlusu, dedektifin diyaframını tehdit ediyordu.
“Pete Wilkinson’un peşime takmaya getirdiği şu lanet şehirli kanun adamı olmalısın sen!” diye gürledi bu adam.
“Öyleyse Joel Middleton’sun sen de!” diye homurdandı Harrison.
“Kesinlikle!” diye hırladı haydut. “İhtiyar iblis Pete nerede?”
“Korkuya kapıldı ve kaçtı.”
“Saul gibi delirdi belki,” diye küçümsedi Middleton. “Neyse, uzun zamandır çirkin suratı için bir mermi sakladığımı söyle ona. Bir tane de Dick’e.”
“Niye buraya geldin?” diye sordu Harrison.
“Silah sesini işittim. Tam sen mezardan dışarı tırmanırken buraya vardım. Sana ne oldu? Kafanı kıran kimdi?”
“Adını bilmiyorum,” cevabını verdi Harrison ağrıyan başını elleyerek.
“Neyse, benim için fark etmez. Fakat sana John’un kellesini uçuranın ben olmadığımı söylemek istiyorum. Müstahak olduğundan öldürdüm onu.” Haydut sövdü ve tükürdü. “Ama öbür işi ben yapmadım.”
“Yapmadığını biliyorum,” Harrison cevap verdi.
“Ya?” Haydut gözle görülür şekle irkildi.
“Kasabadaki evde, Wilkinson’ların uyuduğu odaları biliyor musun?”
“Yok,” diye hırladı Middleton. “Hayatımda hiç gitmedim evlerine.”
“Ben de öyle düşündüm. John’un kellesini Saul’un şömine rafına kim koyduysa evi tanıyordu. Evdeki birini uyandırmadan kilidi zorlanabilecek tek yer arka mutfak kapısıydı. Saul’un kapısındaki kilit kırılmıştı. Sen bu şeyleri bilemezdin. En baştan içeriden yapılan bir işe benziyor. Kilit, işi dışarıdan yapılmış gibi göstermek için zorlanmış.
“Richard, bunu yapanın Peter olduğuna inanmama yol açan bir şeyler açıkladı. Onu mezarlığa getirip de kardeşinin açık tabutu önündeki bir ithama sinirleri dayanacak mı öğrenmeye karar verdim. Fakat sertleşmiş toprağa rast gelince mezarın açılmadığını anladım. Bu kafamı karıştırdı ve bulduğu şeyi söyledim. Oysa olay basitti neticede.
“Peter kardeşlerini başından atmak istiyordu. Sen John’u öldürünce, Saul’u aradan çıkarmanın bir yolunu getirdi aklına bu. Ertesi gün mezara konulana dek, John’un bedeni Wilkinson’ların misafir odasındaki tabutunda durdu. Ölü nöbeti tutulmadı. Peter, kardeşleri uyurken oturma odasına gitti, tabutun kapağını kaldırdı ve John’un kafasını kesti. Onu korumak için bir yerlerde buza yatırdı Ona dokunduğumda neredeyse donmuş olduğunu keşfettim.
“Tabut yeniden açılmadığından, olup biteni kimse anlamadı. John bir ateistti ve en kısasından bir merasim oldu. Tabut, mutat olduğu üzere, dostları son bir kez görsün diye açılmadı. Sonra bu gece, kelle Saul’un odasına konuldu. Bu zırdeliliğe götürdü onu.
“Peter’in niye bu geceye dek beklediğini veya dava için niye beni çağırdığını bilmiyorum. Kısmen o da kafayı sıyırmış olmalı. Bu gece buraya geldiğimizde beni öldürme niyeti olduğunu zannetmiyorum. Fakat mezarın bu gece açılmamış olduğunu anladığımı keşfedince oyunun bittiğini gördü. Ağzımı kapalı tutacak kadar akıllı olmam gerekirdi ama Peter’in kelleyi almak için mezarı açtığına öyle emindim ki, açılmadığını görünce başka alternatif düşüneceğime baklayı ağzımdan kaçırdım. Peter paniğe kapılmış gibi yaptı ve kaçtı. Sonra ortağını beni öldürmeye yolladı.”
“Kimmiş o?” diye sordu Middleton.
“Nereden bileyim? Kızılderili gibi görünen biri!”
“Bir Tonkawa hayaletine dair şu eski öyküyü kafana sokmuşlar!” diye alay etti Middleton.
“Bir hayaletti demedim,” dedi Harrison, “Bu gece dostun Joash Sullivan’ı öldürecek kadar gerçekti!”
“Ne?” diye bağırdı Middleton. “Joash öldürüldü mü? Kim yaptı?”
“Tonkawa hayaleti, o her kimse. Bana inanmıyorsan, cesedi bir mil geride, yolun yanındaki çalılıklar arasında yatıyor.”
Middleton korkunç bir küfür patlattı.
“Tanrı için, bu yüzden birini öldüreceğim! Olduğun yerde kal. Silahsız bir adamı vurmam ama beni yakalamaya çalışırsan, seni öldüreceğim cehennem kadar kesin. Bu yüzden yoluma çıkma. Gidiyorum, sakın beni takip etmeye yeltenme!”
Bir an sonra Middleton feneri yere çaldı ve ışık, kırılan cam şangırtısıyla söndü.
Harrison, sonra gelen ani karanlıkta gözlerini kırpıştırdı, bir sonraki şimşek çakışı da ona eski mezarlıkta tek başına durduğunu gösterdi.
Haydut gitmişti.

BÖLÜM V. SIÇANLAR YEMEK YİYOR​

Harrison söverek, şimşeğin çakışıyla aydınlanan yeri yokladı. Kırık feneri buldu, başka bir şey de buldu.
Kapıya doğru ilerlerken yağmur damlaları yüzüne çarpıyordu. Bir an kadife karanlıkta tökezledi, sonra mezar taşları göz kamaştırıcı parıltıda bembeyaz parladı. Harrison’un başı dehşetli biçimde ağrıyordu. Sadece şans ve sert kafatası kurtarmıştı canını. Katil her kimse, darbenin ölümcül olduğunu ve ne olduğunu bilmediği meçhul bir niyetle John Wilkinson’un kellesini alıp kaçmayı düşünmüş olsa gerekti. Fakat kelle kayıptı.
Harrison yağmurun açık mezarı dolduracağı fikrinden çekindi ama toprağı içine kürümeye ne gücü vardı, ne de isteği. O karanlık mezarlıkta kalmak, ölüm demek de olabilirdi. Katil dönebilirdi.
Harrison çite tırmanırken arkasına baktı. Yağmur sıçanları rahatsız etmişti; otlar, sıçrayan, alev gözlü gölgelerle canlanmıştı. Harrison, bir ürpertiyle külüstür otomobile ilerledi. Bindi, işaret fenerini buldu ve tabancasını yeniden doldurdu.
Yağmurun şiddeti artmıştı. Çok geçmeden Lost Knob’a giden yol bir çamur deryası olacaktı. O haldeyken, bu iğrenç yol üzerinde, fırtınanın içinde geriye araç sürme görevine yeterli hissetmedi kendini. Fakat şafağa çok kalmış olamazdı. Eski çiftlik evi, gün ışıyana dek bir sığınak sağlardı ona.
Yoldaki çamur birikintilerinde yüksek sesle şapırdayan aracı sürerken, Yağmur, kararsız ışıkları şimdiden soldurup onu ıslatan bir sağanak halinde yağıyordu. Rüzgâr bodur meşelerin arasını yırtıyordu. Bir keresinde homurdandı ve gözlerini kırpıştırdı. Çakan bir şimşeğin, bir an için ağaçlar arasında süzülen boyalı, çıplak, tüylü bir figürü gösterdiğine yemin edebilirdi!
Yol, çamurlu bir dere kenarı civarına yükselerek, sıkışık ağaçlarla kaplı bir tepenin üstüne dolandı. Eski ev çömeliyordu zirvede. Etrafını saran ormandan sarkık verandaya dek otlar ve alçak çalılar uzanıyordu. Arabayı elinden geldiğince evin yakınına park etti, rüzgâr ve yağmurla boğuşarak indi.
Kapının kilidini silahıyla uçurmaya mecbur kalmayı bekliyordu ama parmaklarının altında açıldı. Kepenk çatlaklarında şimşeğin titreşimiyle tuhaf biçimde aydınlanan küf kokulu bir odanın içine tökezledi.
El feneri, bir duvara yaslı kaba bir ranzayı, ağır, el yapımı bir masayı, bir köşedeki bir paçavra yığınını serdi gözünün önüne. Bu paçavra yığınından, dört bir yana siyah, kaçamak gölgeler atılıyordu.
Sıçanlar! Yine sıçanlar!
Onlardan hiç kurtuluş yok muydu?
Kapıyı kapadı, feneri masaya koyarak yaktı. Kırık ocak alevin dans etmesine ve titremesine yol açıyor ama odada onu söndürecek kadar rüzgâr esmiyordu. Evin içine giden üç kapı kapalıydı. Zemin ve duvarlar, sıçan yenikleriyle delik deşikti.
Minik, kızıl gözler açıklıklardan kızgın kızgın bakıyordu ona.
Harrison, ranzaya oturdu, işaret feneri ve tabanca kucağındaydı. Gün doğmadan, canı için savaşmayı bekliyordu. Peter Wilkinson cinayet dolu bir yürekle, dışarıdaki fırtınanın içinde bir yerlerdeydi ve onunla ittifak halinde, ya da ayrı çalışan—her iki durumda da dedektifin düşmanı olan—şu gizemli boyalı adam da cabası.
İster maskeli bir canlı, ister Kızılderili hayaleti olsun, o adam da ölüm demekti. Her halükarda kepenkler karanlıkta bir atıştan korur, düşmanları onu yakalamak için bir şansının olacağı aydınlık odaya girmeye mecbur kalırdı—ki iri dedektifin tüm istediği de buydu.
Yerden ona kızgın kızgın bakan ürkütücü kızıl gözlerden aklını uzaklaştırmak için, katilin düşürmüş olması gereken, kırık fenerin yanında bulduğu nesneyi çıkardı Harrison.
Ham deri bağlarla bir sapa sıkıca bağlanmış, çakmaktaşından pürüzsüz bir ovaldi bu—eski nesil bir Kızılderili tomahawkı. Harrison’un gözleri aniden kısıldı; çakmaktaşında kan vardı ve birazı kendisine aitti. Fakat ovalin diğer ucunda, pıhtılı uca yapışan, onunkinden açık renkte saç telleriyle, koyu ve kabuk bağlamış halde, daha fazla kan vardı.
Joash Sullivan’ın kanı mı? Hayır. İhtiyar adam bıçaklanmıştı. Fakat o gece başka biri de can vermişti. Karanlık, bir başka zalim ameli de gizliyordu…
Zeminde siyah gölgeler sessizce ilerliyordu. Sıçanlar—deliklerinden sürünerek, uzak köşedeki paçavra yığınlarına yaklaşan korkunç şekiller— dönüyordu. Harrison, paçavranın uzun, yekpare bir tomar biçiminde yuvarlanmış eski püskü bir halı olduğunu görüyordu şimdi. Sıçanlar niye o paçavranın üstüne atılsındı ki? Ne diye ciyak ciyak kumaşı ısırarak yanında aşağı yukarı koşturuyorlardı
Bunun dış hatlarında akla iğrenç şeyler getiren—baktıkça netleşen ve korkunç bir biçim alan—bir şey vardı.
Harrison odanın karşısına atılırken sıçanlar ciyaklayarak dağıldı. Kilimi hızla kaldırdı—ve Peter Wilkinson’un cesedini gördü.
Kafasının arkası ezilmişti. Ak çehre müthiş bir dehşet görüntüsü halinde çarpılmıştı.
Bir an, keşfinin uyandırdığı korkunç ihtimallerle sarsıldı Harrison’un zihni. Sonra kendine zorla hâkim oldu; karanlık, uğultulu gecenin fısıldayan kudretiyle, kadim tepelerin çırpınan, ıslak, siyah ormanları ve derin atmosferiyle savaştı ve bilmecenin tek mantıklı çözümünü algıladı.
Karamsarca baktı ölü adama. Peter Wilkinson’un korkusu gerçek olmuştu neticede. Kör paniğinden delikanlılık alışkanlıklarına dönmüş, eski evine doğru kaçmış–ve selamet yerine ölüm bulmuştu.
Gizemli bir ses–bir Kızılderili savaş çığlığının ağlamaklı dehşeti–fırtınanın kükremesini bastırarak kulaklarına çalınınca gayrı ihtiyari irkildi Harrison. Katil yakınındaydı!
Harrison kepenkli bir pencereye atıldı, bir şimşek çakışı bekleyerek bir yarıktan dışarı baktı. Çaktığında da arabanın yakınında, bir ağacın arkasından baktığını gördüğü tüylü kafaya pencereden ateş etti.
Şimşeği takip eden karanlıkta bekleyerek çömeldi—başka bir beyaz parıltı oldu—bir homurtu patlattı ama ateş etmedi. Kafa hala oradaydı; daha dikkatle baktı ona. Şimşek üstünde acayip şekilde bembeyaz parladı.
John Wilkinson’un tüylü bir başlık giydirilerek oraya bağlanmış etsiz kafatası—ve bir tuzak yemiydi bu.
Harrison hızla döndü ve masadaki fenere doğru atıldı. O korkunç kalıntı, katil binanın arkasından ona sokulurken, dikkatini ön tarafa çekmek içindi! Sıçanlar ciyak ciyak dağıldı. Tam Harrison dönerken iç kapılardan biri açılmaya başladı. Ağır bir mermiyle panelleri parçaladı, bir inilti, düşen bir gövde sesi işitti, sonra da tam bir eli feneri söndürmeye uzanırken, dünya başına yıkıldı.
Kör edici bir şimşek patlaması, sağır edici bir gök gürültüsü oldu, eski ev üçgen çatısından temellerine dek sarsıldı! Mavi bir ateş tavanda çatırdadı, hızla duvarlar ve zemine dek indi. Tek bir canlı ok, geçerken tam da dedektifin kaval kemiğini fiskeledi.
Bir balyoz darbesine benziyordu bu. Bir körlük ve uyuşturan acı anı oldu ve Harrison yarı baygın halde yere serilmiş buldu kendini. Fener alt üst olan masanın yanında sönmüş halde duruyordu ama oda kızıl bir ışıkla dolmuştu.
Bir yıldırım okunun eve çarptığını ve üst katın tutuştuğunu fark etti. Silahını aranarak kendini ayakları üstüne çekti. Odanın ortasında duruyordu, tam ona doğru atılırken, merminin parçaladığı kapı savrularak açıldı. Harrison olduğu yerde ölü gibi kalakaldı.
Kapıda, ayaklarındaki mokasenler ve bir peştamal haricinde bir adam topallıyordu. Elindeki bir tabanca dedektifi tehdit ediyordu. Kalçasındaki bir yaradan sızan kan, üstüne sürdüğü boyaya karışıyordu.
“Demek petrol milyoneri olmak isteyen sendin Richard!” dedi Harrison.
Öbürü vahşice güldü. “Evet, olacağım da! Paylaşacak kahrolası kardeşler yok—hep nefret ettiğim kardeşler, lanet olsun onlara! Kıpırdama! Kapıya ateş ettiğinde az kalsın işimi bitiriyordun. Sana fırsat vermeyeceğim! Cehenneme yollamadan, her şeyi anlatayım sana.
“Peter ve sen mezarlığa doğru yola çıkar çıkmaz, sadece mezarın tepesini kazımakla hata yaptığımı fark ettim—sert kile rastlayacağını ve mezarın açılmamış olduğunu anlayacağını biliyordum. O zaman Peter gibi seni de öldürmem gerektiğini anladım. İkiniz de bakmazken ezdiğin sıçanı aldım, böyle kaybolması, Peter’in batıl inançlarına hitap ediyordu.
“Hızlı bir at üstünde ormanın içinden mezarlığa ilerledim. Kızılderili kılığı uzun zaman evvel düşündüğüm şeydi. O bozuk yol ve sizi geciktiren lastik patlaması sayesinde mezarlığa Peter ile senden önce vardım. Gerçi yolda attan indim ve o ihtiyar Joash Sullivan’ı öldürmek için durdum. Beni görüp de tanıyabileceğinden korkmuştum.
“Sen mezarı kazarken seni seyrediyordum. Peter paniğe kapılıp ormana kaçınca da onu takip ettim, öldürdüm ve cesedini buraya, eski eve getirdim. Sonra senin peşine düştüm. Cesedini, daha doğrusu farelerin yapacaklarını zannettiğim gibi işini bitirdikten sonra kemiklerini, buraya getirmek istiyordum. Sonra Joel Middleton’un geldiğini işittim, bunun üzerine kaçtım—silahşor iblisle herhangi bir yerde karşılaşmayı göze alamam!
“Bu evi içinde ikinizin cesediyle yakacaktım. İnsanlar küllerin içinde kemiklerinizi bulunca, Middleton’un ikinizi de öldürüp evi yaktığını zannedecekti! Şimdi de buraya gelerek doğruca elime düştün! Eve yıldırım düştü ve yanıyor! Oh, tanrılar bu gece benim için savaşıyor!”
Richard’ın gözlerinde kutsuz bir delilik ışığı oynaşıyordu ama Harrison koca yumruklarını çaresizce sıkarak ayakta dururken, tabancanın namlusu sabit kaldı.
“Şu ahmak Peter’le burada kalacaksınız!” diye köpürdü Richard. “Kafanda bir mermiyle, kemiklerin, kimsenin nasıl öldüğünü anlayamayacağı şekilde gevreyene dek yanacak! Joel Middleton konuşma fırsatı bulamadan bir posse tarafından vurulacak. Saul günlerini bir tımarhanede sayıklayarak geçirecek! Ben de gün doğmadan önce kasabadaki evimde güven içinde uyuyacak, kalan yıllarımı servet ve şan içinde yaşayacağım, kimse şüphelenmeyecek—asla—”
Siyah namlu boyunca gözleri parlayarak bakıyordu; dişler boyalı dudaklar arasından bir kurdun azı dişleri gibi aralandı—parmağı tetiğin üstüne büküldü.
Harrison, çıplak ellerle kendini katilin üstüne atmaya ve yalın gücünü o siyah namludan tükürülen sıcak kurşuna karşı çıkarmaya hazırlanarak umutsuzca çömeldi—sonra—
Kapı arkasında içeri doğru parçalandı, kızıl parıltıda ıslak bir yağmurluk giyen uzun bir siluet peyda oldu.
Tutarsız bir çığlık çatıya dek yükseldi ve haydudun elindeki silah kükredi. Bir daha, bir daha ve bir daha, odayı duman ve gümbürtüyle doldurarak patladı; boyalı adam parçalayan kurşunun darbesinden sıçradı.
Dumanın arasından Harrison Richard Wilkinson’un devrildiğini gördü—fakat düşerken o da ateş açmıştı. Alevler tavanda patlak vermiş, onların daha parlak ışığında, boyalı biri kişinin yerde kıvrandığını, daha uzun olanın da eşikte sendelediğini gördü Harrison. Richard acı içinde çığlık atıyordu.
Middleton boş silahı Harrison’un ayaklarının dibine attı.
“Silah sesini duydum ve geldim,” diye gakladı. “Husumeti toptan hallolmuş say!” Devrildi, Harrison cansız bir ağırlık halinde kollarına aldı onu
Richard’ın çığlıkları katlanılmaz bir zirve halini aldı. Sıçanlar oluk oluk çıkıyordu deliklerinden. Zemine dökülen kan, deliklerine damlayarak onları kudurtmuştu. Şimdi feryatlar, hareket veya yalayıp yutan alevleri değil, sadece kendi iblisçe açlıklarını kaale alan kudurmuş bir ordu halinde patlak vermişlerdi.
Boz-kara bir dalga halinde ölüyle ölmek üzere olan adamın üstünü aştılar. Peter’in beyaz yüzü o dalga altında kayboldu. Richard’ın çığlıkları kalınlaştı ve boğuldu. Akan kanını emen, etini parçalayan boz, yırtıcı yaratıklar tarafından yarı örtülmüş halde kıvrandı.
Harrison ölü haydudu taşıyarak kapıdan geriye çekildi. Joel Middleton haydut ve katildi, yine de katilinin başına gelenden iyi bir kaderi hak ediyordu.
Elinden gelse bile, o mezar hırsızını kurtarmak için, parmağını oynatmazdı Harrison.
Bu olmazdı. Kabristan sıçanları kendilerinin olanı almıştı. Dışarıdaki avluda Harrison yükünü gevşekçe düşmeye bıraktı. O müthiş boğuk çığlıklar alevlerin kükremesini bastırarak yükseliyordu hala.
Yanan eşikten, bir dehşetin, kanlı bir siluetin dimdik kalktığı, yüz yapışkan, parçalayan yaratık tarafından sarıldığı ilişti gözüne. Tümüyle bir yüz değil, sadece kör, kanlı bir kafatası olan bir çehre ilişti gözüne. Sonra yanan çatı, gürül gürül, kulak paralayan bir gürültüyle çökerken, müthiş sahne gözlerden silindi.
Duvarlar çökerken, göğe kıvılcımlar yağdı, alevler yükseldi; fırtınaya bürünen bir şafak, bezgin bezgin meşelik sırtlara inerken de Harrison, ölü adamı çekerek sendeleye sendeleye uzaklaştı.
 

hüseyin aksakal

Onursal Üye
Çeviri & Balonlama
7 Eyl 2010
773
5,727
Kdz. Ereğli
Dostlar Teşekkür ederim... Bir not... Burada paylaştığım tüm öyküler, ilk kez Çizgi Diyarı'nda yayınlanmıştır. Daha sonra Conan, Kull, Bran Mak Morn, Kara Turlogh, Cormac FitzGeoffrey gibi birçoğu kitap halinde basıldı. Öyküler arasındaki Dark Agnes, El Borak ve Steve Harrison karakterleri ilk kez Türkçe konuşuyor ve hiçbir yerde yayınlanmadılar. İlk kez Çizgi Diyarı'nda...
 
Üst