ROBERT E. HOWARD-DÜŞTEKİ KOBRA/Öykü

hüseyin aksakal

Onursal Üye
Çeviri & Balonlama
7 Eyl 2010
773
5,728
Kdz. Ereğli
Dostlar, Robert E. Howard, kısa yazarlık kariyeri boyunca, birçoğunu Türkçeye çevirdiğim ve yayınlanmasına vesile olduğum, başta Conan olmak üzere pek çok etkileyici karakterin yanında, korku öyküleri de yazdı.
Ocak ayında geçirdiğim operasyon, nekahat döneminin ardından gelen sokağa çıkma yasakları esnasında mecburiyeti fırsat bilip, bu öykülerin tamamına yakınını çevirdim. Bunların yayınlanmasına yönelik bir girişimim olmadı. Muhtemelen yayınlanmayacaklar. Yine de bunları sizinle -dostlarımla- paylaşmak ayrı bir keyif veriyor. Bu öyküyü çevirirken ürpererek çevirdiğimi ifade etmem gerek. Umarım beğenirsiniz.

DÜŞTEKİ KOBRA​

“Uyumaya cesaret edemiyorum!”
Hayretle baktım konuşana. John Murken’i yıllardır tanır, çelikten sinirleri olan bir adam olarak bilirdim. Bir kâşif ve maceracı olarak dünyanın her tarafına seyahat etmiş, dünyanın ıssız yerlerinde her türden tehlikeyle yüzleşmişti; eylemlerinin çoğunu tasvip edemesem de amansız cesaretini hep takdir etmişimdir.
Oysa şu anda, dairemde dururken, gözlerinde hakiki bir dehşet okuyordum. Atletik, çelik ve balık kemiği kadar sert, boylu poslu bir adamdı ama şu anda zihinsel ve fiziksel çöküşün eşiğinde tir tir titriyor gibiydi. Yüzü yıpranmış görünüyor, çukura kaçan gözleri doğadışı biçimde parıldıyordu. Konuşurken parmakları aralıksız oynuyordu.
“Evet, tehlike altındayım… Korkunç bir tehlike! Fakat dışarıdan değil. Kendi beynimin içinde bu!”
“Murken, ne demek istiyorsun? Çıldırdın mı?”
Sarsılarak, neredeyse öfkeyle güldü. “Bilmiyorum. Eğer böyle devam ederse çıldıracağım. Hareket zoruyla kendimi uyanık tutmaya çalışarak son iki gecedir sokaklarda yürüyordum. Dün, kendimi uyumaktan alıkoymak için uyarıcıya vurdum, bu gece o da yetmedi. Korkunç bir çıkmazdayım. Biraz uyumazsam öleceğim; uyursam da…” Bir ürpertiyle sustu.
Bir tür dehşetle baktım ona. Sabahın ikisinde uyandırılıp da böyle bir hikâye dinlemek ürkütücü şeydir. Bakışım, kasılan parmaklarına takıldı. Kanlıydılar ve üstlerinde çok sayıda ufak kesik gördüm. Bakışı benimkini takip etti.
“Durmaya ve birkaç dakika dinlenmeye mecbur kaldığımda, çakımı ellerimin altına bağladım ki, gayrı iradi uykuya dalmaya başlarsam bıçak tarafından kesilsin ve uyuşan duyularımı uyanmaya zorlasın.”
“Gökler aşkına Murken,” Bağırdım, “Bunun ne olduğuna dair bir fikir ver bana. İşlediğin bir tür suç mu peşini bırakmıyor, uykunda öldürülmekten mi korkuyorsun, yoksa nedir?”
Bir sandalyeye çöktü. O an için hayli uyanık görünüyordu ama dudakları bezgince sarkıyor, gözkapakları hızla sinirli bir tükenmişliğin eşiğine gelmiş gibi gözlerine düşüyordu.
“Sana bütün hikâyeyi anlatayım, bu deli saçmalığı gibi gelirse, beynin her şeyi mümkün kılabilecek sürüyle keşfedilmemiş ve karanlık bölgesi olduğunu unutma! Kara Kıta! Afrika değil, sadece insan beyni!” Vahşice güldü, sonra daha bir sükûnetle devam etti.
“Birkaç yıl önce, Hindistan’ın beyaz adamın çok az uğradığı bir kesimindeydim. Orada olma nedenimin öykümle hiç ilgisi yok. Fakat oradayken büyük eşkıya Alam Singh tarafından tepelerin eteğindeki bir mağaraya saklandığı söylenen bir hazineden malumatım oldu. Bir Hindu dönme, haydudun adamlarından biri olduğuna, hazinenin yaklaşık yirmi yıl önce gizlendiği mağarayı bildiğine yemin ediyordu. Olayların kanıtladığı üzere yalan da değildi. Bence, hazineyi benim yardımımla elde etmeye, sonra da beni öldürüp, hepsini kendi almayı amaçlıyordu.
“Her halükarda, ikimiz rengârenk tüylü kuşların iç içe giren dallar arasında uçtuğu, maymunların biteviye gevezelik ettiği alçak, sıkışık ağaçlı bir tepeye çıktık; kayda değer bir araştırmadan sonra ortağımın aradığımız olduğuna yemin ettiği mağaraya rastladık. Tepenin üzerine açılan büyük bir şeydi ama giriş asma dalları tarafından kısmen gizlenmişti. Hindu onu kendi dışında kimsenin bilmediğini düşünüyordu, zira Alam Singh’in adamlarından çoğu, uzun zaman önce öldürülmüş, şefin kendisi de bir sınır akılında kendini öldürmüştü; böylece cesurca içeri girdik.
“Yanıldığımızı hemen anladık. Asma dalları arasında ilerlerken, her taraftan esmer adamlar atıldı üstümüze. Direnmeye fırsat yoktu. Hindu’yu bir anda bıçaklayıp öldürdüler, benim de elimi ayağımı bağladılar ve bir yağ lambasının aydınlattığı mağaranın içine taşıdılar. Lambanın ışığı çıplak duvarlar, mağaranın tozlu zemini ve başımda kötü kötü bakan sakallı yüzlere ürpertici gölgeler düşürüyordu.
“‘Biz Alam Singh ile at süren kişilerin oğullarıyız,’ dediler. ‘Bu hazineyi yirmi yıldır bekliyoruz ve gerekirse yirmi yıl daha koruyacağız. Bir gün büyük dayısının yerini alacak ve bizi İngiliz domuzundan kurtaracak olan Alam’ın kız kardeşinin oğluna saklıyoruz onu.’
‘Beni öldürürseniz, Alam Singh’in adamları gibi asılacaksınız,’ cevabını verdim.
“‘Kimse bilmeyecek ki,’ cevabını verdiler. ‘Bu tepelerde birçok adam kayboldu, kemikleri bile bulunamadı. İyi bir zamanda geldin sahip; zaten hazineyi başka yere nakletmeye karar vermiştik. Mağara sana kalabilir!’ Manidar bir şekilde güldüler.
“Ecelimin mühürlendiğini biliyordum. Fakat kaderimin nihayeti hayal ettiğimden de korkunçtu…” Bir ürperti sarstı dostumun güçlü bedenini.
“Beni ellerimden ayaklarımdan yere çakılı kazıklara bağladılar. Hareket edemiyor, kıpırdayamıyordum; sadece başımı çevirebiliyordum. Sonra ömrüm boyunca gördüğüm en iri kobrayı getirdiler; onu çatallarla yönlendiriyorlardı… Yılan evcilleştirenlerin onları nasıl kullandığını bilirsin, bu sayede yılanlar inanlara saldıramaz.
“Tabaklanmamış deriden ince bir ilmeği, yaratığın çirkin başlığının etrafına bağladılar, sırımın öbür ucu da duvardaki bir yuvaya bağlandı. Elbette ki sürüngen hemen bana saldırmaya başladı ama birkaç santim menzil dışındaydım. Yılanı tutan sırımın üzerine bir kavanoz astılar, bu kavanoz suyla doluydu. Dibindeki ufak bir delik suyun bir seferde bir damla kaçırmasına izin veriyordu. Her damla katı derinin üstüne düşüyordu. Bildiğin üzere tabaklanmamış deri kurudur, sert ve esnemezdir ama ıslandığında, bir hayli uzar. Kuru ip, kobranın bana yetişmesi için fazla kısaydı ama su üstüne damladıkça, ağır ağır nemle uzamaya başladı ve yılan bana saldırdığı her seferde, onu hafifçe uzatıyordu. Ağır sandığı – hazine şüphesiz– kendileriyle taşıyarak beni orada bıraktılar.
“Orada ne kadar yattım hiç fikrim yok. Saniyeler dakikalara karıştı, dakikalar saatlere, saatler ise sonsuzluklara. Bütün evren soldu, daraldı ve içinde yattığım mağara olan bir iğne ucuna odaklandı. Müthiş bir çekimle, bana doğru çağıldayıp aynı ritmik düzenlilikle geri çekilen uzun, kıvrımlı bedene–gözlerinin parladığı habis kafasına, hemen aşağısında geniş, işaretli başlığına– bakıyordum. Debelendim, haykırdım. Fakat bağlar beni sıkıca tuttu ve çığlıklarım mağarada boş boş yankılandı. Sıcaktı ama kaşımda soğuk terler toplandı. Acımdan ölü Hindu’ya ve işkencecilerime aynı şekilde lanet okudum, kendi açgözlülüğüme lanet okudum ve anlamsız bir çılgınlık patlaması halinde tüm yaratıklara, tüm insanlara lanet okudum.
“Sonra, onunki kadar kırpılmayan gözlerle, tutsak yılanı seyrederek bitkin, sessiz halde uzandım. Yazgıma bakmayı reddetmek için başımı çevirmeye çalıştım ama bakışım hep geri çekiliyor ve orada kalıyordu. Nihayet bana yetiştiğinde tam olarak nereye vuracağını belirledim; sol bileğim ona en yakın yerdi, oraya, dış taraftan, tam elin üzerinden vuracaktı.
“Zaman geçti; koca yılan beni hayran bırakan bir ısrar ve sebatla saldırmayı sürdürdü. Artık o kadar sık saldırmıyordu ama düzenli olarak saldırıyordu. Azar azar, çok yavaş ama çok kesin bir şekilde deri ip uzuyordu. Şimdi bileğimden birkaç santim mesafedeydi. Tenim ürperiyor, büzülüyordu; kapıma dayanan ecelimin yakınlığından kanım donmuş gibiydi. Vahşi bir mide bulantısına kapıldım. Aniden yağ lambası cızırdadı ve söndü.
“Yeni bir dehşet pençesine aldı beni; karanlıkta ölmek, bir yağ lambasının ışığında bile olsa ışıkta ölmekten beterdir. Sesim kesilene dek tekrar tekrar haykırdım. Artık uzadıkça uzayan sırımın gıcırtısını işitebiliyordum. Bileğimin karşısında tiksinç, pis nefesi hissedebiliyordum. Yine de bana yetişemiyordu hala! Birkaç darbe daha –sonra aniden mağara ışıkla doldu, adamlar bağırdı. Bir tabanca patladı, ben de ölü gibi bir baygınlığa gömüldüm.
“Sonraki günler boyunda, tekrar tekrar iğrenç tecrübemi yaşayarak hezeyan içinde sayıklayarak yaptım. Saçım şakaklarımdan ağarmıştı. Kurtuluşum öyle kıl payıydı ki buna inanamadım ve hezeyanım esnasında kimi zaman ölüme eşlik eden halüsinasyonlara kapıldığımı zannettim.
“Bir kaplan avcısı grubu –benim civarda olduğumu hiç bilmeyen beyaz adamlar– son çığlık patlamamı işitmiş ve tam vaktinde yetişmişti. Mağarayı elektrik fenerleriyle taramışlar, içlerinden biri son bir darbeyle bana yetişeceğine kesin inandığım kobrayı vurmuş.
“Olabildiğince kısa sürede Hindistan’dan ayrıldım, bugün bile bir yılanın görüntüsü midemi bulandırıyor. Fakat bitmedi. Birkaç ay sonra düzenli aralıklarla düş görmeye başladım, rüya da hep belirsiz ve kaotik oluyordu. Soğuk bir terle uyanıyor, sıklıkla da gecenin kalanında uyumak mümkün olmuyordu.
“Sonra düşler daha da netleşmeye başladı. Sıra dışı canlı bir hal aldı, daha sık tekrarlanmaya başladı. Tüm yaşamımı gölgelediler. Her düşte, en ufak detaylar şayan-ı hayret bir netlikteydi.
“O zamandan beri yüzlerce kez aynı düşü gördüm, her seferde de aynısı oldu. Düş aniden başlıyor; Bir kez daha Alam Singh’in mağarasının tozlu zemininde, yağ lambası başımda titreyip cızırdarken, o pullu iblis de korkunç gövdesini tekrar tekrar üstüme atarken tek başıma yatıyorum. Son zamanlara dek düş, tam yağ lambası sönmeden hemen önce aniden bölünüyordu. Fakat ipin uzadığını görebiliyordum- ve sana söylüyorum, her düşle birlikte biraz daha uzuyor. Onu düşlediğim ilk seferde, yılan hayli iyi bir mesafedeydi benden; ip hiç uzamamıştı. Sonra yavaşça esnemeye başladı ama yılanın bir inç yakınıma gelmesi otuz veya kırk rüya gerektirdi. Fakat bu sıralar korkutucu bir hızla uzamaktaydı.
“Onu rüyamda son görmem geçen geceydi-ve ilk kez için gerçekte hissettiğim gibi, canavarın soğuk, pis nefesi bileğimdeydi. Duvardaki lamba titriyordu. Bir çığlık ve bir ecel farkındalığıyla uyandım. Costigan, rüyamda o yılan bana vuracak, ben de gerçekten öleceğim!”
Karşı koymama rağmen ürperdim.
“Murken, bu delilik! Gerçekte kurtarıldın, rüyandaki olayda… Niye kurtarıldığını görmeyesin?”
“Bilmiyorum. Ben psikolog değilim. Fakat ne vurulduğum noktaya dek gelen olayları, ne de sonraki olayları hiç rüyamda görmedim. Her zaman yalnızca yılan ve ben. Meselenin, yaklaşan ölümün farkındalığının bilinçaltı aklım veya her neyse oraya çakıldığını anlattığım o karanlık köşelerden birine dokunduğuna, beynimin derinliklerine iz bıraktığına inanıyorum. Psikologların kimileri beynin onlara üst beyin tarafından aktarılan düşünceleri talim ettiği belli kesimleri olduğunu söylüyor. Korku ve ölümün kesinliği haricinde her şey aklımdan itelendi. Avcılar içeri dalıp beni kurtardığında sayıklıyordum; alt beynimin kurtarıldığının farkına bile varmadığına inanıyorum, zira orası yaklaşan ölüm düşüncesiyle dolu. Bu açıklama puslu ve bulanık; nasıl bildiğimi açıklayamam ama o düşü bir daha görürsem öleceğim! Sadece üst akıl dinlenirken çalışan o karanlık bilinçaltı akıl o korkunç dramayı sahneleyecek ve aslında şu adamlar onu değiştirmemiş gibi çalışacak, bunun doruk noktası da fiziksel yaşamımı ortadan kaldırmak olacak!”
“Diğer taraftan, “ dedim ben, “O rüyayı görürsen, sanrıdan da ebediyen kurtulmuş olacaksın. Avcılar hızla içeri dalacak, yılan olacak, sen de kendini yeniden bulacaksın.”
Ellerini çaresiz bir tavırla düşmeye bırakarak başını iki yana salladı.
“Ölüm tarafından mimlendim,” dedi, ben de onu kaderci ruh halinden çıkaramadım.
“Bu öyküyü anlatmak bir parça teselli etti beni,” dedi. “Uyuyacağım; eğer haklıysan yeniden kendim olarak, bu lanetten kurtulmuş halde uyanacağım. Ama ben haklıysam, bu dünyaya uyanmayacağım.”
Sonra bana ışığı yanık bırakmamı söyledi ve divanıma uzandı. Hemen uykuya dalmadı. Uykuya karşı bilinçsizce savaşıyor gibiydi ama sonunda gözkapakları kapandı ve hareketsiz kaldı. Yüzü, aydınlıkta çökük yanakları ve sarı, parşömeni andıran teniyle korkunç şekilde bir kafatasına benziyordu. Kâbus, aklı ve bedeninden korkunç bir bedel almıştı anlaşılan. Zaman akıp gitti, benim de çok uykum gelmişti. Gözlerimi açık tutmayı neredeyse imkânsız buldum ve John Murken’i yaklaşık üç gün, üç gece uyanık tutan dayanıklılığa hayran oldum.
Murken uykusunda mırıldandı ve huzursuzca kıpırdandı. Işık tamamen gözlerine vurunca uykusunun bozulduğuna karar verdim. Şömine rafındaki saate baktım. Beşe yaklaşmıştı. Işığı kapattım ve yatağıma doğru tek bir adım attım.
Karanlıkta John Murken’in gözleri son anda açıldı mı, açılmadı mı bilmiyorum ama korkunç bir çığlık koyuverdi: “Oh Tanrım, lamba sönmüş!” Ve damarlarımdaki kanı donduran bir çığlık takip etti.
Soğuk ter, her ürperen uzvumdan uğrayarak ışığı açtım. John Murken ölü yatıyordu ve yüzündeki çarpılmayı görmek korkunçtu. Üstünde yara filan yoktu ama sağ kolu, sol bileğine umutsuz bir ölüm kavrayışı halinde kenetlenmişti.
 

akyıldız

Süper Üye
15 Nis 2010
1,779
2,639
Yaz sıcağında soğuk terler dökmek için okuyorum. Teşekkürler Hüseyin Bey, harikalar yaratıyorsun.
 
Üst