ROBERT E. HOWARD/ DARK AGNES-KILIÇ KADIN - Tam Macera

hüseyin aksakal

Onursal Üye
Çeviri & Balonlama
7 Eyl 2010
773
5,728
Kdz. Ereğli
Dostlar, muhtemelen biliyorsunuz, Marvel Yayınevi, Howard'ın kadın kahramanlarından Dark Agnes'i çizgi roman olarak yayınlamaya başladı. Howard'ın kılıçlı kadınları arasında en önde gelen Dark Agnes'in bir kılıçlı kadına dönüşümünü anlatan bu öyküyü, son öyküler gibi nekahat dönemimde çevirmiştim, sizin de onunla tanışmanızı istedim.

Tamamını tek seferde paylaştığım bu öyküyü, mesaj kutuma yazdıklarıyla şevkimi harlandıran Direnç 11'in şahsında, tüm diyardaşlarıma armağan ediyorum. Herhangi bir şartımız yok, bir dostun bu evlerde mecburi ikamet günlerine katkısı kabul ediniz.

Mutlaka sürçi lisan etmişizdir, bunlar için diyardaşlarımın affına sığınırım.

KILIÇ KADIN
Sword Woman​

1.MACERA KONUSU​
“Agnes! Seni kızıl saçlı iblis tohumu, neredesin?” Alışıldıktavrıyla seslenen babamdı bu.Terden nemlenen saçımı parmaklarımla tarayarak gözümden çektim ve odun demetini yeniden sırtlandım. Çok az istirahat vardı hayatımda.
Babam çalıları araladı ve açıklığın içine seslendi… Haris krallarla açgözlü düklerin hizmetinde edinilen yaraların işaretlediği, sürüyle seferin güneşleriyle kararmış yüzüyle uzun boylu, lagar, sert bir adamdı. Bana kaş çattı, inanın ki başka bir ifade takınmış olsaydı zor tanrırdım onu.
“Ne halt ediyorsun?” Hırladı.
“Beni ormana oduna yolladın ya,” Somurtarak cevapladım.
“Koca bir gün kaybol mu dedim sana?” Kafama, fazlaca pratik yapmaktan kaynaklanan bir maharetle kurtulduğum bir tokat nişanlayarak kükredi. “Bugündüğün günün, unuttun mu?”
Bunun üzerine parmaklarım gevşedi, kolan aralarından kaydı, çalı demeti yere yıkıldı ve dağıldı. Günışığının altın rengi ve kuşların ötüşündeki neşe söndü.
“Unutmuşum,” diye fısıldadımbirden kuruyan dudaklarımın arasından.
“Pekâlâ, al çalılarını da çabuk gel,” Kaş çattı. “Güneş batıya doğru iniyor. Nankör kız… Mendebur cadı!-Seni kocana götürmek için babanın ihtiyar kemiklerini ormanda sürüklemesi gerekti.”
“Kocaymış!” diye mırıldandım. “Francois! İblisin toynağı!”
“Sövüyorsun ha?” diye hırladı babam. “Yine dersini vermem mi gerekiyor? Senin için seçtiğim adamı nasıl küçümsersin? Francois tüm Normandiya’da bulabileceğin kadar hoş, genç bir adam.”
“Şişko bir domuz,” mırıldandım; “Tam olarak hatur hutur tıkınıp duran, burnunu sürten bir domuz!”
“Ses etme!” diye bağırdı. “İhtiyarlığımda bana bir destek olacak. Sabanın kulbunu artık çok fazla yönetemiyorum. Eski yaralarım canımı yakıyor. Kızkardeşin Ysabel’in kocası bir it; bana yardım filan etmiyor. Francois farklı olacak. Seni evcilleştireceğine teminat verdi bana. Benim gibi senin huyuna gitmeyecek. Elinden sopayı yiyeceksin, a benim canım leydim.”
Bunun üzerine kızıl bir sis dalgalandı gözümün önünde. Böylesi evcilleşme sohbetleri esnasında hep böyle olurdu. Attığım çalı demetlerini alışkanlıkla kaldırdım ve kanımdaki tüm ateş dudaklarımdan boşandı:
“Cehennemde çürüyesi, beraberinde sen de!” Haykırdım. “Onunla evlenmeyeceğim. Döv beni-öldür beni! Ne istersen yap bana! Fakat asla Francois’in yatağını paylaşmam!”
Bunun üzerine babamın gözlerinde cehennemler öyle bir harlandı ki kapıldığım delilik olmasa ürperecektim. Bir Özgür Yoldaş olarak gasp ettiği, öldürdüğü ve tecavüz ettiği vakittaşıdığı tüm öfke, şiddet ve tutkunun o gözlere yansıdığını gördüm. Sözsüz bir kükremeyle üstüme atıldı ve kafama sağ yumruğuyla bir sille aşk etti. Darbeden sakındım, o da soluyla vurdu. Yana çekilince yumruğu tekrar boşlukta uçtu, sonra da bir kurdun havlayışı gibi bir feryat atarak, parmaklarıyla çözülmüş saçımı kavradı, bukleleri eline doladı ve boynum kırılacak gibi olana dekbaşımı geriye doğru çekti; kemikli sağ yumruğunu çeneme indirdi ve günışığı bir siyahlık dalgası içinde söndü.
Babamın saçımdan tutup, ormandan köye kadar sürüklemesine yetecek kadar uzun süre baygın kalmış olmalıyım. Bir kötekten sonra ayılmak benim için yeni bir tecrübe değildi ama midem bulanıyordu, halsizdim, başım dönüyordu ve yerde kabaca sürüklenmekten dolayı her yanım ağrıyordu. Sefil kulübemizde uzanıyordum ve sendeleyerek oturur pozisyona doğrulduğumda düz yün gömleğimin üstümden çıkarıldığını ve düğün kıyafetiyle donatıldığımı gördüm. Aziz Denis adına, bunun duygusu,bir yılanın yapışkan temasından daha tiksinçti ve ani bir panik çöktü üstüme; bu yüzdenonu çıkardım; fakat sonra bir baş dönmesi ve mide bulantısı çöktü ve inleyerek geri yığıldım. Karanlık, üstüme çöken gücenik dimağımdakinden derindi, içinde boş yere debelendiğim bir kapana kendimi kaptırdığımı anlamıştım. Tüm gücüm akıp gitmişti, yapabilsem ağlayacaktım. Fakat asla ağlayamazdım, şu an sövmek için fazlasıyla eziktim ve kulübenin fareler kemirmiş kirişlerine fersizce bakarak uzanıyordum.
Sonra odaya birinin girdiğini fark ettim. Dışarıdan insanlar toplanıyormuş gibi bir sohbet ve gülüşme sesi geliyordu. En küçük çocuğunu belinde taşıyarak kulübenin içine giren ablam Ysabel’di. Bana baktı ve nasıl iki büklüm olduğunu, çalışmaktan ellerinin nasıl boğum boğum olduğunu, yorgunluk ve acıdan yüz çizgilerinin nasıl derinleştiğini gözlemledim. Giydiği tatil giysileri bu şeyleri vurguluyordu sanki… Her zamanki köylü kadın urbalarını giydiği zaman bunları fark etmemiştim.
“Düğüne hazırlanıyorlar Agnes,” dedi, tereddütlü biçimde. Karşılık vermedim. Bebeğini yere bıraktı ve tuhaf bir melankoliyle yüzüme bakarak yanıma diz çöktü.
“Genç, güçlü ve tazesin Agnes,” dedi, yine de benden ziyade kendi kendine konuşuyordu sanki. “Düğün kıyafetin içinde güzelsin neredeyse. Mutlu değil misin?”
Bezgince gözlerimi kapadım.
“Gülmen, neşelenmen gerek,”içini çekti. Daha ziyade inler gibi konuşuyordu. “Bu bir kızın yaşamında bir kez olur. Francois’i sevmiyorsun. Fakat ben de Guillaume’u sevmiyorum ki. Hayat bir kadın için zor. Esnek bedenin benimki gibi giderek eğilecek, çocuk taşımaktan bozulacak, ellerin bükülecek… Aklın da tuhaflaşacak ve yaşlanacak… Çile ve yorgunluktan… Bir erkeğin bezdirici suratından nefret edeceksin…”
Bunun üzerine gözlerimi açtım ve ona baktım.
“Ben senden sadece birkaç yaş büyüğüm Agnes,” mırıldandı. “Yine de bana bak. Benim gibi olman şart mı?”
“Bir kızın elinden ne gelir ki?” Çaresizce sordum.
Gözleri, sık sık babamızın gözlerinde için için yandığını gördüğüm bir yırtıcılık emaresiyle dikildi benimkilere.
“Tek şey!” Fısıldadı. “Bir kadının kendini kurtarmak için yapabileceği tek şey var. Annemizin, ablanın başına geldiği gibi, hayata dört elle tutunma. Benim sürdüğüm hayatı sürme. Güçlü, zinde ve güzelken git. Al!”
Çabucak eğildi, elime bir şey sıkıştırdı, sonra çocuğunu kaptığı gibi kayboldu. Elimdeki ince ağızlı hançere bön bön bakarak durdum.
İsli kirişlere baktım ve ne demek istediğini anladım. Fakat narin kabza etrafına kıvrışmış parmaklarımla orada yatarken, tuhaf, yeni düşünceler sel gibi aktı beynime. O kabzanın teması kolumun damarlarına bir sızı yolluyordu; ayakları bulanık bir bağlantı katarı başlatır gibi olan tuhaf bir aşinalık hissi. Daha önce ne bir silah ellemiştim, ne de bir oduncu baltası veya bir lahana bıçağından başka keskin ağzı olan bir şey. Elimde ışıldayan bu ince, ölümcül nesne, bir şekilde, eve yeniden dönen eski bir dost gibi gelmişti biraz.
Kapının dışında sesler yükseldi, ayaklar hışırdadı ve hançeri çabucak göğsüme sakladım. Kapı açıldı, parmaklar pervazı tuttu ve yüzler kötü kötü baktı bana. Bir iş hayvanı duygularıyla ruhsuz, renksiz bir yük hayvanı olan annemi, onun omuz başında da ablamı gördüm. Hala sağ olduğumu görünce, yüzüne ani bir hayal kırıklığı ve unutulmaz bir kederin doldu ve dönüp gitti.
Fakat öbürleri kulübeye doluştular ve köylü yaygaraları içinde güle oynaya, bağıra çağıra ranzadan çektiler. Gönülsüzlüğümü ister bakire utangaçlığıma bağlasınlar, ister Francois’e nefretimi anlamış olsunlar hiç fark etmez. Babamın demir pençesi bir bileğimde, bir tür gürültücü ağızlı kadının iri eli de öbüründeydi, böylece beni kulübeden sürükleyerek şimdiden yarı sarhoşluğu geçmiş erkek ve kadınlardan ibaret bağrışan, gülen bir insan halkasına çektiler. Kaba şakaları ve müstehcen yorumları umarsız kulaklara yağıyordu. Vahşi bir mahlûk gibi körlemesine, mantıksızca savaştım; bu da esircilerimin tüm gücünü beni sürüklemeye vermesini gerektirdi. Babamın alçak sesle bana sövdüğünü işittim, bileğimi kırılacak gibi olana dek büktü ama bana karşı tek elinden gelen, ruhunu hak ettiği cehenneme tahsis eden soluk soluğa bir küfürdü.
Hepsinden nefret ettiğim kadar nefret ettiğim, buruşuk, gözlerini kırpıştıran ihtiyar, aptal rahibin öne çıktığını gördüm. Francois de beni karşılamaya geliyordu… Şişko kızıl boynunda bir çiçek zinciri, tenimi ürperten kalın, şişkin dudaklarında bir sırıtış, yeni deri ceket ve pantolonunu giyen Francois. Beyinsiz bir maymun gibi, yine de kinci bir zafer ve ufak domuz gözlerinde şehvetli bir ifadeyle sırıtarak duruyordu orada.
Onu görür görmez, vurulup düşmüş gibi çabalamayı kestim, tutan insanlar beni bırakarak geri çekildi; böylece, bir an için konuşmadan bakarak, neredeyse çömelmiş halde ona bakarak durdum. Ayyaş bir ayı “Öp onu delikanlı!” diye böğürdü. Tam o anda boşanan gergin bir yay gibi göğsümdeki hançere asıldım ve Francois’in üstüne atıldım. Eylemim o ağır zekâlı soytarılara göre, bırak mani olmayı, kavramak için bile fazla hızlıydı. Hançerim, daha vurduğumu anlayamadan önce adamın domuz yüreğine saplanmıştı, bıçağı kurtarırken, kızıl suratına inanılmaz bir şaşkınlık ve aptalca bir acı ifadesinin dolduğunu görünce çılgın bir sevinçle ciyakladım. Francois, bıçaklanmış bir domuz gibi hırıldayarak ve düğün zincirinden taç yapraklarını kopararak pençeleyen parmakları arasından kan fışkırtarak düştü.
Söylemesi uzun süren olayın yaşanması için sadece bir an gerekmişti. Atıldım, vurdum, kurtuldum ve kaçtım, hepsi bir anda oldu. Akıl ve eylem bakımından diğerlerinden daha çevik olan asker babam bağırdı ve beni yakalamak için atıldı ama aranan elleri boş havaya kapandı. Ürkmüş kalabalık arasından ormanın içine atıldım, ağaçlara varırken de babam bir yayı kaptı ve peşimden bir ok attı. Yana çekildim, ok bir ağaçta kindar, tok bir ses çıkardı.
“Sarhoş aptal! Diye bağırdım vahşi bir kahkaha atarak. “Böyle bir hedefi vuramadığına göre iyice bunamışsın!”
“Geri dön, seni fahişe!” diye kükredi tutkudan çıldırarak.
“Cehennem ateşlerine dek yolun var!” diye terslendim; “Kara yüreğini iblis yiyesice!” Bu da dönüp ormana kaçarken babama vedamdı.
Ne kadar kaçtım bilmem. Arkamda köylülerin uluyuşunu, sendeleyen, palas pandıras takibini işittim. Sonra sadece uzakta, gerilerde bağırışlara dönüştüler, sonra bunlar da soldu. Zira şimdiden gölgelenmeye başlayan derin ormanlarda beni takip edecek mideye yiğit köylülerimin çok azı sahipti. Nefesim, acıyan yudumlar halinde çıkana, dizlerim bükülene ve yumuşak, yaprak kaplı kil üstüne boylu boyunca düşene dek koştum; mehtap daha yüksek dalları buzlu gümüşle kaplayp, daha karanlık gölgeler oluşturana dek yarı baygın halde orada yattım. Etrafımda… Hayvanları… Bir ihtimal hep öğrendiğim kurt adamlar, goblinler ve vampirleri akla getiren hışırtılar ve hareketler işittim. Yine de korkmadım. Gece beni bir çalı çırpı yüküyle köyden uzakta yakaladığında veya babam sarhoşken beni kulübeden kovduğu daha önceleri de ormanda uyumuşluğum vardı.
Kalktım ve yönü pek az kaale alarak ayışığı ve karanlıkta ilerlemeye devam ettim, bu sayede kendimle köy arasına olabildiğince mesafe koydum. Şafaktan önceki karanlıkta üstüme uyku çöktü ve kendimi killi toprağa atarak gün doğmadan önce hayvan gulyabaniler beni yerse diye düşünmeden derin bir uykuya daldım.

Fakat şafak ormanın üstüne yükseldiğinde sağ, tek parça ve kurt gibi bir aç halde buldu beni. Bir an her şeyin tuhaflığına şaşarak oturdum, sonra yırtık düğün urbalarım, kemerimdeki kandan kabuk bağlamış hançerimin görüntüsü her şeyi geri getirdi. Francois’in düşerken yüzündeki ifadeyi hatırlayınca, yeniden güldüm ve vahşi bir özgürlük dalgası aktı üstüme, bu yüzden deli bir kadın gibi dans edip şarkı söyleme isteğine kapıldım. Fakat bunun yerine hançeri birtakım taze yapraklar üstünde temizledim ve yeniden kemerime sokarak doğan güneşe doğru yola koyuldum.
Birazdan ormanda dolanan bir yola rastladım ve buna sevindim, zira düğün ayakkabılarım düşük kaliteli olduklarından büyük oranda yıpranmıştı. Çıplak ayakla yürümeye alışkındım ama öyleyken bile ormandaki çalı ve dallar ayaklarımı acıtmıştı.
Esasen ormandaki patikadan hallice olan yolda bir dönemece vardığımda güneş yükselmemişti. Bir atın nallarının sesini işittim. İçgüdü bana çalıların içine gizlenmemi söyledi. Fakat başka bir içgüdü bana engel oldu. Korkuyor muyum diye ruhumu araştırdım ve bulamadım. Bu yüzden, atlı dönemecin arkasından dolanarak gelip, ürkek bir küfürle dizginleri çektiğinde yolun ortasında elimde hançerle kıpırdamadan duruyordum.
Bana dik dik baktı, ben de konuşmadan bakışına karşılık verdim. Karanlık bir biçimde yakışıklıydı, orta boyun bir parça üstünde ve hayli ince yapılıydı. Kızıl deri ve parlak metalden koşumları olan atı siyah, cins bir aygırdı. Adamın kendisi de ipek çoraplar, etrafına atılmış kızıl bir pelerinle bir parça hırpani kadife bir ceket giyiyor, şapkasına da bir tüy takıyordu. Omuz kayışı takmamıştı ama kemerine yıpranmış deri bir kınıyla bir kılıç asılıydı.
“Aziz Denis için!” bağırdı. “Hangi orman ruhu ya da şafak tanrıçasısın sen kızım?”
“Kim soruyor?” Ne korku, ne de aşırı çekingenlik hissetmeden sordum.
“Şey, eskiden Aquitaineli olan Etienne Villiers’im ben,” diye cevapladı, bir an sonra da dudağını ısırdı ve sanki böyle konuştuğuna sinirlenmiş gibi başını salladı. Sonra, tacımdan terliklerime ve gerisine dek beni süzerek güldü.
“Hangi çılgın öyküden çıktın sen?” diye sordu. “Tam gün doğarken, yeşil ormanlarda, hançer elde, hırpani düğün giysileri içinde kızıl saçlı bir kız! Romantik hikâyelerden daha hoş bu! Gelin latif genç hanım, bana şu şakayı anlatın hele.”
“Burada şaka filan yok,” diye mırıldandım somurtarak.
“Fakat kimsiniz siz?” ısrar etti.
“Benim adım Agnes de Chastillon,” cevabını verdim.
Güldü ve kalçasını tokatladı.
“Kılık değiştirmiş soylu bir hanım!” Alay etti. “Aziz Ives, öykü daha da eğlenceli bir hal alıyor.Bir köylünün üstbaşı içinde, hangi devin koruduğu şatonun gölgesinde kalmış kulübeden kaçtınız leydim?” Ve şapkasını geniş bir reveransla çıkardı.
“İsmim, yüksek göbekli unvanlar taşıyan çoğu kadar hakkımdır benim,” Kızgınca cevap verdim. “Babam bir köylü kadın ve Dük de Chastillon’un piçiydi. O hep bu ismi kullandı, ondan sonra da kızları. Eğer ismimi beğenmediysen var git yoluna. Senden durup da benimle alay etmeni istemedim.”
“Yok, yok, maksadım sizinle alay etmek değildi,” bakışı bedenimde hırsla yukarı aşağı dolanarak itiraz etti. “Aziz Trignan adına, siz o isim altında yapmacıktan gülümseyen ve iç geçiren birçok doğuştan soylu hanımdan daha layıksınız yüce ve soylu bir isme. Zeus ve Apollo, fakat siz uzun boylu kıvrak bir kızsınız… Bir Norman şeftalisi şerefim üzerine. Dostunuzum ben; niçin bu saatte, düğün giysileri ve yıpranmış ayakkabılarla ormanda bir başınasınız anlatın hele.”
Kıvrak bir hareketle iri atından atladı ve şapka elde önümde durdu. Dudakları şu anda gülümsüyordu ve kara gözleri benimle alay etmiyordu, içten içe başıboş bir ateşle parlıyorlar gibi geldi gerçi. Sözcükleri gidecek yeri olmaksızın yalnız ve biçare kaldığımı aklıma getirdi birden. İhtimal, kendimi dostçe gördüğüm bu ilk yabancıya yük etmemem doğal olacaktı… Öte yandan Etienne Villiers’in kadınlara güven veren bir hali vardı.
“Dün gece La Fere köyünden kaçtım,” dedim. “Nefret ettiğim bir adamla evlendirmek istediler beni.”
“Ve bütün gece ormanda tek başına kaldınız?”
“Neden olmasın?”
Buna inanmayı güç bulmuş gibi kafasını salladı.
“Fakat şimdi ne yapacaksınız?” diye sordu. “Civarda dostlarınız var mı?”
“Dostum falan yok,” cevabını verdim. “Açlıktan ölene veya başıma başka bir şey gelene dek devam edeceğim.”
Bir süre başparmağı ve işaret parmağıyla sinekkaydı traşlı çenesini tutarak düşündü. Üç kez kafasını kaldırdı ve bakışı beni taradı; bir seferinde yüzünden, onu neredeyse başka bir adama dönüştüren karanlık bir gölge geçtiğini gördüğümü zannettim. Sonra kafasını kaldırdı ve konuştu: “Sen ormanlarda harap olmak veya şakiler tarafından kaçırılmak için fazla güzel bir kızsın. İstersen seni Chartres’e götüreyim, orada bir hizmetçi kız olarak iş edinebilir ve geçimini kazanabilirsiniz. Çalışabilir misiniz?”
“La Fere’de kimse daha fazla çalışamaz,” diye cevapladım.
“Aziz Ives adına, buna inanırım,” dedi kafasının hayran bir sallanışıyla. “Boyunuz posunuz ve kıvraklığınızla, neredeyse pagan bir şeyler var sizde. Haydi, bana güvenecek misiniz?”
“Sana sıkıntıya sokmamam lazım,” cevabını verdim. La Fere’den adamlar beni izliyor olsa gerek.”
“Sus!” dedi küçümsemeyle. “Bir köylünün köyünden bir fersahtan öteye gittiğini kim işitmiş? Enikonu güvendesiniz.”
“Babamdan değil,” diye cevapladım sertçe. “O sadece köylü değil. Bir zamanlar askerdi. Beni uzaklara dek izler, bulunca da öldürür.”
“O halde,” diye mırıldandı Etienne, “Onu kandırmanın bir yolunu bulmalıyız. Hah! Buldum. Bir milden daha az geride giysileri size uyması gereken bir gencin yanından geçtim. Ben dönene kadar burada saklan. Seni bir delikanlı yapacağız!”
Böyle diyerek hızla döndü ve gürül gürül uzaklaştı; ben de onu bir daha görecek miyim veya benimle sadece dalga mı geçiyor diye merak ederek onu seyrettim. Bekledim, nal sesleri uzaklarda soldu. Yeşil orman üstünde sessizlik hüküm sürüyordu, ben de azgın, içimi kemiren bir açlığın farkına vardım. Sonsuz süre gibi gelen bir süreden sonra, ormanda yeniden nallar tepindi ve sevinçten gülüp, bir elbise bohçasını sallayarak dörtnala çıkageldi.
“Onu öldürdün mü?” diye sordum.
“Yok yahu!” diye güldü Etienne. “Yalnızcaadem baba kadar çıplak halde zırıl zırıl ağlamasına sebep oldum. İşte, kız, şu çalılığa git de şu giyisleri çabucak giyin. Yola çıkmalıyız ve Chartres’e daha çok fersah var. Üstündeki giysileri bana at daonları biraz ötede ormandan dönen şu derenin sahiline götürüp bırakayım. Belki bulunur da insanlar boğulduğunu zanneder.”
Yabancı giysileri üstüme geçirmeyi bitirmeden önce dönmüş, perdeleyen çalılar arasından benimle laflamaya başlamıştı.
“Saygıdeğer baban bir kız arıyor olacak,” diye güldü. “Bir delikanlı değil. Köylülere uzun boylu, kızıl saçlı bir kız gördüler mi diye sorduğu zaman, top kafalarını iki yana sallayacaklar. Ha! Ha! Ha! İhtiyar alçak için güzel bir şaka bu.”
Az sonra çalılardan çıktım ve gömlek, pantolon ve başlık içinde orada dururken dikkatle baktı bana. Kıyafetler bana tuhaf hissettiriyordu ama eteklik giyerken hiç tecrübe etmediğim bir özgürlük de sağlıyordu.
“Zeus!” diye mırıldandı. “Umduğumdan zayıf bir kılık değişikliği oldu bu. Tarlalardaki en kör budala bile o giysilerin gizlediğinin erkek falan olmadığını anlayacaktır. İşte, bırak da şu kızıl bukleleri hançerimle budayayım, belki bu işe yarar.”
Fakat saçımı omuzlarıma ancak düşen düz bir yele halinde kestiğinde, kendi omuzlarını silkti. “Böyleyken bile baştan aşağı bir kadınsın,” dedi. “Yine de ihtimal bir yabancı, yoldan telaşla geçerken kandırılabilir. Bunu da göze almamız gerek.”
“Niye benimle canını sıkıyorsun ki?” diye sordum, kibarlığa alışık olmadığımdan merakla.
“Şey, Tanrı Aşkına,” dedi, “İsim taşımaya layık bir erkek genç bir kızı ormanda şaşkın ve açlıktan ölmeye mi bırakacaktı yani? Kesem, gümüşten ziyade bakır taşıyor, kadifem de yıpranmış ama Etienne Villiers, asalet kuşağı takmış herhangi bir şövalye veya şatolu baron kadar aziz tutar şerefini, kesesi bir sikke, kını bir kılıç taşıdığı sürece de acizler asla acı çekmeyecek.”
Bu sözleri işitince, küçük düştüğümü ve tuhaf biçimde utandığımı hissettim; zira ben eğitimsiz, öğretimsizdim ve şükranımı ifade edecek sözcüklerim yoktu. Bocalayıp kekeledim, o da gülümsedi ve iyiliğin kendi ödülünü barındırdığını, teşekküre ihtiyaç olmadığınısöyleyerek susmam için beni azarladı.
Sonra atına binerek bana el verdi. Arkasına atladım ve yoldan aşağıya gürül gürül indik, ben onun kuşağını tutuyordum ve sabah yelinde arkasında dalgalanan peleriniyle yarı yarıya sarmalanmıştım. Gümbür gümbür giderken bizi gören birinin bir adam veya bir kız yerine genç bir adam olduğuma yemin edeceğine emin hissettim kendimi.
Açlığım güneşle birlikte tırmandı ama yaşamımda bu duygu sıradışı değildi, bu yüzden şikâyet etmedim. Güneydoğu yönünde seyahat ediyorduk ve bana öyle geliyordu ki ilerledikçe Etienne’de tuhaf bir gerginlik kendini belli etmeye başlamıştı. Az konuşuyor, az yolculuk edilen yollar seçiyor, sık sık ağaçla arasında içeri dışarı dolanan bağlantı patikalarını ve ormancıların yollarını izliyordu. Çok az insanla karşılaştık, onlar da omzunda baltalar veya sırtlarında çalı çırpı demetleriyle ağzı açık bize bakan ve hırpani şapkalarını çıkaran çiftçi yamaklarıydı
Bir handa durduğumuzda neredeyse gün ortasıydı… Berbat görünüşlü, neredeyse siliklikten muzdarip, ıssız yalıtılmış bir ormanlık bölge hanıydı bu: Fakat Etienne ona Hilekâr Parmaklar adını veriyordu. Çarpık, fesat bir bakışla ellerini yağlı deri önlüğüne silen ve kalın kafasını sallayan kambur, iriyarı bir ayı olan hancı öne çıktı.
“Yiyecek ve barınak arzu ediyoruz,” dedi Etienne yüksek sesle. “Ben Montaubanlı Gerard de Bretagnne bu da küçük kardeşim. Caen’deydik ve Tours’a seyahat etmekteyiz. Atıma bak ve masaya kızarmış bir horoz getir hancı.”
Hancı kafasını salladı, mırıldandı ve aygırın dizginini tuttu. Fakat Etienne beni indirirken oyalandı zira uzun süre at binmekten kaskatı olmuştum ve kılık değişikliğimin umduğum kadar mükemmel olduğuna inanmıyordum. Zira ev sahibimin uzun uzun dikilen bakışı, bir erkeğin bir delikanlıya attığı türden değildi.
Biz hana girerken, sadecebir taburede oturan ve deri bir kupadan şarap ziftlenen, deri kemerinden karnı taşan şişman, kaba biri olan tek kişi gördük sadece. Biz girerken gözlerini kaldırdı, irkildi, sanki konuşacak gibi ağzını açtı. Etienne konuşmadı ama dik dik ona baktı ve aralarında kısa bir anlaşma kıvılcımı yaşandığını anladım ya da hissettim. Şişman adam sessizce şarap kupasına döndü, Etienne ile ben de pasaklı bir hizmetçi kızın sipariş edilen horozu, bezelyeleri, ekmek dilimleri, iki tas Caen işkembe çorbası ile iki testi şarap koyduğu sofraya ilerledik.
Hançerimle hırsla yumuldum ama Etienne az yedi. Yemekle oynadı, bakışı bir oturaktaki şişman adama bakıyor, bir uyuyacak gibi görünüyor, bir bana dönüyor, sonra elmas biçimli panelli kirli pencerelerden dışarıya, kalın, is lekeli kirişlere falan bakıyordu. Fakat maşrapasını tekrar tekrar doldurarak hayli içti, nihayet niye kendiminkine dokunmadığımı sordu.
“İçemeyecek kadar yemeyle meşguldüm de ondan,” diye kabul ettim ve kararsızca onu aldım, zira daha önce hiç şarap içmemiştim. Sefil kulübemizin içine yol bulan tüm içkiyi babam şahsen götürüyordu. Onun yaptığını gördüğüm gibi maşrapamı boşalttım, öksürdüm ve tıkandım, fakat tadı damak zevkime uygun buldum.
Etienne nefesinin altından sövdü.
“Aziz Michele adına, tüm ömrüm boyu bir maşrapayı böyle kurutan bir kadın görmedim! Sarhoş olacaksın kız.”
“Artık kız falan olmadığımı unuttun,” Aynı alçak tonda ikaz ettim. “Yola devam edecek miyiz?”
Başını iki yana salladı.
“Sabaha kadar burada kalacağız. Yorgun olmalısın, istirahat etmen gerek.”
“Kolum bacağım at binmeye alışkın olmadığımdan kaskatı oldu,” diye cevapladım. “Fakat yorgun değilim.”
“Öyle bile olsa,” dedi bir sabırsızlık belirtisiyle, “Yarına kadar burada dinlenelim. Bence bu yeterince güvenli olacaktır.”
“Nasıl istersen,” diye cevapladım. “Ben tamamen ellerindeyim, sadece söylediğin her şeyi yapmak istiyorum.”
“İyi, güzel,” dedi; “Genç bir kıza, hiçbir şey neşeli bir itaat kadar yakışmaz.” Sesini yükselterek ahırdan dönmüş, arkalarda dolanmakta olan hancıya seslendi. “Hancı, biraderim yorulmuş. Onu uyuyabileceği bir odaya götür. Uzak yoldan geldik.”
“Peki, sayın bayım!” Hancı kafasını salladı ve ellerini ovuşturarak mırıldandı; zira Etienne’nin bir kontu andıran görünüşüyle sıradan halkı etkileyen bir tarzı vardı en azından. Fakat bu sonraya kalsın.
Hancı meyhaneye bitişik ve yukarıdaki daha ferah bir başka odaya açılan alçak tavanlı bir odada paytak paytak ilerledi. Dik çatının altındaydı bu oda, çok az dayalı döşeliydi, öyleyken bile alışkın olduğum her şeyden daha incelikliydi. Gördüm, zira içgüdüsel olarak bazı detayları ayırt etmeye başlamıştım… Tek giriş veya çıkış merdivene açılan kapıdandı, sadece tek pencere vardı o da benim kıvrak bedenimin bile sığmayacağı kadar küçüktü. Kapının içinde sürgü falan yoktu. Etienne’nin kaş çattığını, hancıya çabuk, şüpheci bir bakış attığını gördüm ama koca ayı fark etmişe benzemiyordu, ellerini ovuyor, bizi getirdiği inin mümtaz niteliklerini sayıp döküyordu.
“Uyu birader,” dedi Etienne ev sahibimizi hesap ederek; sonra dönüp giderken kulağıma fısıldadı, “Ona güvenmiyorum, gece çöker çökmez yola çıkacağız. Bu esnada dinlen, alacakaranlıkta senin için döneceğim.”
Neticede şaraptan mıydı, tasavvur edilemez yorgunluktan mı bilemiyorum, Fakat saman şilteye elbiselerimle uzandım, daha bunu anlamadan uykuya gömüldüm ve uzun süre uyudum.



2​
Beni uyandıran şey, kapının usulca açılışı oldu. Karanlığa uyandım, ufak penceredeki yıldız ışığısıkıntımı ancak birazcık hafifletiyordu. Kimse konuşmamıştı ama karanlıkta bir şey hareket ediyordu. Bir kirişin gıcırdadığını işittim ve bastırılmış bir nefes sesi yakaladığımı düşündüm.
“Sen misin Etienne?” Fısıldadım. Cevap falan yoktu ve bir parça daha yüksek sesle konuştum. “Etienne! Sen misin Etienne Villiers?”
Dişler arasında usulca tıslayan bir nefes işittiğimi zannettim, sonra kiriş yeniden gıcırdadı, sinsi, sürünen bir ayak sesi yanımdan uzaklaştı. Kapının açılarak usulca kapandığını işittim ve yeniden odada yalnız olduğumu anladım. Hançerimi çekerek ayağa fırladım. Bu, söz verdiği üzere yanıma gelen Etienne değildi ve karanlıkta üzerime sürünmeye yeltenenin kim olduğunu bilmek istiyordum.
Kapıya doğru sessizce süzülerek açtım ve alt kattaki odanın içine baktım. Bir kuyuya bakıyormuşum gibi sadece karanlık vardı ama birinin odada ilerlediğini, sonra dış kapıyı yokladığını işittim. Hançerimi dişlerimin arasına alarak kendimi şaşırtan bir rahatlık ve sinsilik içinde, çıt çıkarmadan merdivenden aşağı süzüldüm. Ayaklarım zemine değer değmez hançerimi kavrayıp karanlıkta çömeldim, dış kapının savrularak açıldığını, aralıkta bir gövdenin bir anlığına belirdiğini gördüm. Hancının kambur, iri bedenini tanıdım. Öyle yüksek sesle soluyordu ki çıkardığım hafif sesleri işitememişti. Hanın arkasındaki avluyu andıran boşlukta hantal hareketlerle ama süratle koştu. Ahırların içinde kaybolduğunu gördüm. Loş ışıkta gözlerimi zorlayarak seyrettim, az sonra da bir atı çekerek çıktı. Hayvana binmedi, her bakımdan sessizlik ve gizlilik arzusu sergileyen bir tutumlahayvanı ormanın içine götürdü. Az sonra kayboldu ve dörtnala kalkan bir atın hafif sesini işittim. Anlaşılan ev sahibim handan tedbirli bir mesafeye eriştikten sonra at binmişti, şimdi de bir tür meçhul hedefe hızla at sürüyordu.
Tüm düşünebildiğim, nasıl olduysa beni fark ettiğiydi; beni tanımış, babama haber götürmeye gidiyordu. Döndüm, meyhanenin kapısını ince bir yarık halinde araladım ve içeriyi gözledim. Yerde uyuyan hizmetçi kız haricinde kimse yoktu. Masada bir mum yanıyordu ve etrafta güveler uçuşuyordu. Bir yerlerden hafif, bulanık, mırıltılı sesler geliyordu.
Arka kapıdan süzüldüm ve hanın etrafında sessizce ilerledim. Bir gece kuşunun uzaklardaki hafif çığlığı ve ahırdaki koca aygırın huzursuz kıpırtısı haricinde sessizlik çökmüştü kara ormanın üstüne.
Mum ışığı, hanın öbür tarafındaki ufak bir odanın penceresinden süzülüyordu, bu oda ortak salondan kısa bir geçitle ayrılıyordu. Süzülerek bu pencereyi geçerken, adımın konuşulduğunu işitince hemen durdum. Utanmadan dinleyerek duvarın yakınına sokuldum. Etienne’nin alçak perdeden olsa da çabuk, net sesini, bir başkasının homurtusunu işittim.
“-Agnes de Chastillon, dedi. Bir köylü kızın kendisine ne dediği fark eder mi? Güzel bir kız değil mi?”
“Paris’te daha cicilerini görmüşlüğüm var, Chartres’te de,” cevabını verdi hana ilk girdiğimizde taburede oturan şişman adamdan geldiğini anladığım gürleyen ses.
“Ciciymiş!” Etienne’nin sesinde küçümseme vardı. “O kız ciciden fazlası. Onda vahşi, evcilleşmez bir şey var. Taze, zinde bir şey diyorum sana. Eski soyluların hepsi onun için yüksek ödeme yapardı; en yıpranmış sefihin bile gençliğini yenileyecektir. Bak hele Thibault, onunla Chartres’e at sürmek benim için çok büyük tehlike olmasa bu ödülü sana teklif etmezdim. Şu hancı itinden de şüpheleniyorum.”
“Eğer senin Dük d’Alencon’un kellesi için yanıp tutuştuğu adam olduğunu fark ettiyse–” diye mırıldandı Thibault.
“Sessiz olsana ahmak!” diye tısladı Etienne. “Bu kızı başımdan savmam için başka bir sebep. Ona gerçek adımı söyleyecek kadar şaşkındım. Fakat azizler aşkına, Thibault, onunla karşılaşmam bir azizin sükunetini sarsmaya bile yeterdi! Yoldaki bir dönemeci döndüm ve doğan güneş saçında kıpkızıl ışıldayıp elindeki hançeri kandan bir çizgiye dönüştürürken, yırtık düğün esvabı içinde için için yanan mavi gözleriyle dimdik, boylu boyunca o yeşil ormanda duruyordu. Bir an acaba bu insan mı diye kuşkuya kapıldım ve tuhaf bir heyecan, neredeyse dehşet çöktü üstüme.”
“Ormandaki bir taşra kızı çapkınlar arasında bir çapkın olan Etienne Villiers’i korkutsun,” diye hırladı Thibault, yüksek sesli bir emme sesiyle bir kupadan içkisini içerken.
“Bundan daha fazlası o,” diye itiraz etti Etienne. “Trajik bir dramdaki bir oyuncugibi, onda hayra alamet olmayan, korkunç bir niteliği var. Güzel, yine de tuhaf, karanlık bir şey var etrafında. Bunu ne izah edebiliyorum, ne de anlayabiliyorum.”
“Kâfi, kâfi!” diye esnedi Thibault. “Bir Norman fahişesi etrafında bir romans örüyorsun. Sadede gel.”
“Tam da geliyordum,” diye terslendi Etienne. “Onu Chartres’e götürmeye ve şahsen tanıdığım bir kerhaneciye satmaya niyetlenmiştim, fakat aptallığımı fark ettim. Alecnon Dükünün mülkünün fazla yakınından geçmeye mecbur kalacaktım. Ya benim civarda olduğumu öğrendiyse…”
“Unutmamıştır,” diye homurdandı Thibault. “Nerelerde olduğuna dair bilgi için yüksek miktarda para ödeyecektir. Seni açıkça tutuklayamaz; karanlıkta bir hançer, çalılıklardan bir atış olacaktır bu. Eğer elinden gelirse, gizlice, sessizce çeneni kapatacaktır.”
“Biliyorum,” diye hırladı Etienne bir ürpertiyle. “Doğuda bu kadar uzağa geldiğim için bir aptalım. Şafak beni çok uzakta bulacak. Fakat kızı sen Chartres’e korkmadan götürebilirsin. Evet, hatta Paris’e bile. Bana istediğim fiyatı ver, kız senindir.”
“Bu çok yüksek,” diye itiraz etti Thibault. “Ya vahşi bir kedi gibi dövüşürse?”
“Orası senin derdin,” duygusuzca cevapladı Etienne. “Hayli bir kızı evcilleştirdin, demek ki bunu da idare edebilirsin. Gerçi seni uyarıyorum, bu kızda ateşler var. Ama bu seni ilgilendirir. Burdan uzak olmayan bir köyde dostların olduğunu anlattın. Onları yardıma getir. Eğer Chartres’te, Orleans’ta veya Paris’te kızdan güzel bir kar elde edemezsen, benden de büyük bir aptalsın demektir.”
“Tamam, tamam,” diye homurdandı Thibault. “Riski göze alacağım, sonuşta bir iş adamının yapması gereken şeydir bu.”
Masada gümüş sikkelerin çınladığını işittim, bu ses benim için matem çanı gibiydi.
Gerçekten de bu benim matem çanımdı, zira rastgele, midem bulanarak yaslanırken, ben olan kız içimde ölüyor, bunun yerini dönüştüğüm kadın alıyordu. Bulantım geçti ve soğuk öfke beni çelik ve ateş gibi sertleştirdi.
“Anlaşmayı mühürlemek için bir içki,”dediğini işittim Etienne’in, “Sonra gitmem gerek. Kıza gittiğinde–”
Kapıyı hızla açtım, Etienne’in eli dudaklarında kupayla donakaldı. Şarap kadehinin kenarının üstünden bana bakan Thibault’un gözleri dışarı uğradı. Etienne’in dudaklarında bir selam dondu, gözlerimde eceli okuyunca da aniden soldu.
“Agnes!”doğrularak bağırdı. Kapıdan girdim, o daha kalkmadan bıçağım Thibault’un yüreğine gömülmüştü. Şişko dudaklarından bir acı hırıltısı fokurdadı ve al kanlar püskürterek sırasından yere yığıldı.
“Agnes!” diye bağırdı Etienne, kollarını beni engellemek ister gibi sallayarak yeniden. “Beklesene kız…”
“Seni pis köpek!” diye bağırdım çılgınca bir öfkeyle harlanarak. “Seni domuz… Domuz… Domuz!”Hamlemi yapıp saplarken, sadece kendi kör öfkem kurtardı onu.
Kendini savunma pozisyonuna geçiremeden önce üstündeydim, rastgele saplanan çeliğim kaburgalarının üzerinden derisini sıyırdı. Sessizce, caniyane şekilde üç kez vurdum; ucu elini, kolunu ve omzunu çizse de nasıl olduysa bıçağı yüreğinden uzak tuttu. Umutsuzca bileğimi kavradı ve onu kırmaya çalıştı, sarmaş dolaş eğilerek beni boğmaya çalıştığı masanın kenarından yuvarlandık. Fakat boğazımı kavramak için bir eliyle bileğimi tutmaya mecburdu, tek pençesinden bükülerek kurtuldum ve canını almak için vurdum. Uç, metal bir tokada kırıldı, çentikli parça ceketiyle gömleğini yırttı, göğsü boyunca yardı; kan fışkırdı ve bir inleme kaçırdı. Acıdan kavrayışı zayıfladı, altında büküldüm ve sıkılı yumruğumla kafasını geriye savurarak, burun deliklerinden kan getiren bir yumruk aşk ettim. El yordamıyla arayarak beni yakaladı, onun gözlerini oyacaktım ki beni gerisingeri odanın karşısına savuran, duvara çarptıran, oradan da yere düşüren bir güçle kendini arkaya doğru itti.
Yarı afallamıştım ama bir hırıltıyla kırık bir masa ayağını kavrayıp geri sıçradım. Bir eliyle gözlerinden kanı siliyor, diğeriyle de kılıcını yokluyordu ama saldırımın hızını yine yanlış hesaplamıştı ve masa ayağı kafatasını açıp sel gibi kan boşandırarak tepesine indi. Kollarını darbelerden korunmak için hızla kaldırdı, yarı bükük, kör ve sendeler halde masa enkazının içine gürültüyle düşürene dek onu geriye sürerek, kollarıyla kafasının üstüne darbe üstüne darbe yağdırdım.
“Tanrım, kız,” diye sızlandı, “Beni öldürecek misin?”
“Gönlümde neşeyle!” diye daha önce hiç gülmediğim gibi güldüm ve kulağının üstüne, onu el yordamıyla arandığı enkazın arasına geri deviren bir darbe indirdim.
Ezilen dudaklarından iniltili bir feryat hıçkırdı. “Tanrı adına kız,” diye inledi ellerini rastgele bana uzatarak, “Merhamet et! Çek ellerini azizler aşkına! Ölmeye hazır değilim daha!”
Hırpalanmış kafasından kan akıtarak dizleri üstüne kalkmaya çabaladı, giysileri kıpkızıl damlıyordu. “Eline hâkim ol Agnes,” diye gakladı. “Merhamet, Tanrı adına!”
Kasvetle ona bakarak duraksadım. Sonra ucu kalın sopamı yana attım.
“Canını bağışlıyorum,” dedim acı bir küçümsemeyle. “Sen ellerimi kirletmek için fazla zavallı bir yaratıksın. Var git yoluna!”
Kalkmaya çalıştı, sonra yeniden yığıldı.
“Kalkamıyorum,” inledi. “Oda bakışımda yüzüyor ve kararıyor. Ah Agnes, bana verdiğin nice acı bir buseydi! Tanrı bana merhamet etsin, günah içinde öleceğim çünkü. Ölüme gülüyordum ama başa gelince korkuyorum şimdi. Ah Tanrım, korkuyorum! Beni bırakma Agnes, bir köpek gibi ölüme terk etme!”
“Niye etmeyecekmişim?” diye sordum acı acı. “Sana güvendim, sahte şövalyelik ve şeref sözcüklerin yüzünden, sıradan insanlardan daha soylu zannettim senin. Pöh! Beni bir Türk hareminden daha berbat kölelik için satacaktın.”
“Biliyorum,” İnledi. “Ruhum üstüme çöken geceden de kara. Hancıyı çağır da bana bir rahip getirsin.”
“Kendince bir tür göreve gitti,” cevabını verdim. “Arka kapıdan sinsice çıktı ve ormanın içine at sürdü.”
“Beni Dük Alencon’a ihbar etmeye gitmiştir,” diye mırıldandı Etienne. “Beni tanıyordu neticede. Artık sahiden mahvoldum.”
Şu anda bana öyle geliyordu ki, sahte dostumun gerçek kimliğini hancının fark etmeye başlaması, odanın karanlığında Etienne’nin adını seslenmem yüzündendi. Bu yüzden Dük, Etienne’in peşine düşerse, bunun bilinçsiz ihanetim yüzünden olduğu da söylenebilirdi. Çoğu taşra insanı gibi ben de soylulara sadece güvensizlik ve korku besliyordum.
“Seni buradan götüreceğim,” dedim. Bir köpek bile benim iradem yüzünden kanunun ellerine düşmeyecek.”
Aceleyle handan ayrıldım ve ahırlara gittim. Pasaklı fahişeyi hiç görmedim. Ya ormana kaçmış, ya da umursamayacak kadar fazla sarhoş olsa gerekti. Kulaklarını geri çekip birden hareket ederek beni çiftelese de Etienne’nin aygırını eyerleyip dizginledim ve kapıya çektim. Sonra içeri girip Etienne’ye seslendim; sahiden de korkutucu bir görüntüydü onunki, lime lime ceketi ve gömleğiyle berelenmiş, hıpalanmıştı, üstü başı tamamen kanla kaplıydı.
“Atını getirdim,” dedim.
“Kalkamıyorum,” diye mırıldandı.
“Sık dişini,” diye emrettim. “Seni taşıyacağım.”
“Bunu asla yapamazsın kız,” diye itiraz etti ama daha o konuşurken onu omzuma kaldırdım ve kapıdan taşıdım, ölü bir adamınki gibi sarkan kollarıyla ölü gibi de ağırdı. Onu ata götürmek, yürek burkan bir görevdi zira kendi başına çok az şey yapabiliyordu. Fakat en sonunda görev başarıldı, onu eyerin arkasına attım ve yerinde tuttum.
Sonra nereye gideceğimiz konusunda şüphe içinde bocalıyordum ki kararsızlığımı sezer gibi oldu ve mırıldandı: “Batı yolunu tut, Saint Girault’a. Orada kasabanın bir mil bu tarafında bir han vardır, sahibi dostum olan Kızıl Domuz hanı.”
Geceleyin at sırtında o yolculuktan, sadece kısaca bahsedeyim. Siyah orman ağaçlarıyla duvar gibi sarılan bir yıldız ışığı şeridinde at sürerken kimseyle karşılaşmadık. Elim Etienne’nin kanından yapış yapış olmuştu zira ilerlemenin sarsıntısı sürüyle yarasını yeniden kanatmıştı, biraz sonra da sayıklamaya, başka zamanlardan, tanımadığım insanları anlatan kopuk konuşmalara başladı. Kısa süre sonra şöhretlerinden tanıdığım, lordlar, leydiler, askerler, kanunsuzlar ve korsanlardan bahsediyor, kara ameller, rezil suçlar ve acayip kahramanca başarılarını sayıklıyordu. Çok geçmeden de yürüyüş marşları, meyhane şarkıları, müstehcen türküler ve lirik aşk şarkılarından parçalar söylüyor, benim anlamadığım yabancı lisanlarda zırvalıyordu. Ah… Entrikada, şiddette çok yol aldım o geceden beri; yine de geceleyin Saint Girault ormanında o yolculuktan daha tuhaf bir yolculukta hiç at sürmemişimdir.
Etienne’nin kastettiği olduğuna kani olduğum handa dizginlere asıldığımda, şafak, dallarla yaralanmış gökte ağarıyordu. Levhadaki resim, durumun böyle olduğunu kanıtlıyordu, ben de hancıya seslendim.
Genç yaşta sersemin biri esneye esneye, yumruklarıyla uyuşan gözlerini eşeleyerek çıktı, koca aygırla tamamen kandan ıslanmış, kirlenmiş binicilerini gördüğünde de korku ve hayretle bağırdı ve gömleğinin kuyruğu kıçının etrafında çırpınarak tavernanın içine geri koşturdu. Az sonra bir üst kat penceresi dikkatle açıldı ve gece şapkalı bir kafa, koca bir arkebüzün ağzının arkasından uzandı.
“Yolunuza gidin,” dedi gece şapkalı; “Haydutlar ve kanlı katillerle işimiz olmaz bizim.”
“Burada haydut falan yok,” diye bağırdım kızgınca; bezmiştim, sabrım tükenmişti. “Saldırıya uğramış, neredeyse öldürülmüş bir kişi bu. Eğer sen Kızıl Domuz’un hancısıysan, senin dostun… Aquitaineli Etienne Villiers.”
“Etienne!” diye bağırdı ev sahibim. “Aşağı geleceğim. Kesinlikle ineceğim. Niye onun Etienne olduğunu söylemedin?”
Pencere çarpıldı ve merdivenlerde hızla iniş sesleri geldi. Aygırdan indim ve Etienne’nin devrilen bedenini kollarıma aldım, Hancı meşaleler taşıyan hizmetkârlarla koşarak gelirken, onu yere yatırdım.
Etienne ölü gibi yatıyordu, kanla maskelenmeyen yerlerde yüzü solgundu ama kalbi kuvvetle çarpıyordu, onun kısmen bilinçli olduğunu anladım.
“Bunu kim yaptı, Tanrı Aşkına/” diye sordu ev sahibim dehşet içinde.
“Ben yaptım,” diye cevap verdim hemen. Meşale ışığında solarak benden geriye çekildi.
“Tanrım, merhamet et! Senin gibi bir genç… Aziz Denis şahit olsun! Bir kadın bu!”
“Bu kadar geveleme yeter!” diye bağırdım kızarak. “Onu kaldır da en iyi odana götür.”
“A-a-ama” diye başladı ev sahibim, uşakları geri geri giderken, o hala şaşkındı.
Ayağımı yere vurdum ve sövdüm, benim için sıradan bir adetti bu.
“İblisin Eceli ve Judas İscariot!” dedim ben. “Ağzın açık bakıp dururken, dostunu ölmeye mi bırakacaksın? Kaldır onu! Elimi, kendi belimde kuşandığım hançerimin üstüne koydum ve bana şeytanın kızıymışım gibi bakarak itaat için koşturdular.
“Etienne hep makbul karşılanır,” diye mırıldandı ev sahibim, “Fakat pantolon giymiş bir dişi iblis!”
“Eğer daha az konuşup, daha fazla çalışmazsan kendininkini giyemeyeceksin artık…” Silahını hatırlayamayacak kadar korku içindeki bir hizmetçinin kemerinden, çan ağızlı bir pistolu kaparak onu temin ettim. “Dediğimi yap ki bu gece daha fazla cana kıyılmasın. İleri!”
Evet, sahiden de geceki olaylar beni olgunlaştırmıştı. Daha tam bir kadın değildim ama olma yolundaydım.
Etienne’yi ev sahibimizin-ki adı Perducas’tı-hanın en iyisi olduğuna yemin ettiği odaya taşıdılar. Doğrusunu söylemek gerekirse, Hilekâr Parmaklar’daki her şeyden daha kaliteliydi bu oda. Dolambaçlı bir merdivenin sahanlığına açılan bir üst kat odasıydı ve başka kapısı olmasa da uygun ölçüde pencereleri vardı.
Perducas, herhangi bir kişi kadar iyi bir hekim olduğuna yemin edince Etienne’yi soyduk, onu canlandırma işine koyulduk. Gerçekten de ölümcül yaralı değilmiş gibi, gördüğüm herkes kadar hoyratça çalıştığını gösterdi. Yine de bedeninden kanı ve teri yıkayıp temizlediğimizde, hançer yaralarının hiç birinin hayati bir noktaya dokunmadığını, kafa derisi birkaç yerden yarılmış olsa da kafatasının kırılmadığını gördük. Sağ kolu kırık, diğeri çürüklerle kararmıştı ve kırık kemiği sabitlemekte, kazalar ve yaralanmalar La Fere’de vakayi adiyeden olduğundan, maharetle Perducas’a yardım ettim.
Yaralarını sarıp, onu temiz bir yatağa yatırdığımızda, şarap yudumlayıp nerede olduğunu sorgulamaya yetecek kadar bilincini kazanmıştı. Ona söylediğimde mırıldandı:“Beni bırakma Agnes; Perducas iyi bir adamdır ama benim bir kadının hassas ihtimamına ihtiyacım var.
“Aziz Denis, bu cehennem kedisinin gösterdiği hassas ihtimamdan azat etsin,” dedi Perducas alçak sesle. Ben de konuştum: “Yeniden ayağa kalkana dek kalacağım Etienne.” Bunun üzerine sakinleşmiş göründü ve sakin bir uykuya gömüldü.
Ben, sonra kendim için bir oda istedim, Perducas da aygıra bakmak için bir delikanlı göndererek aralarında bir kapıyla bağlanmasa da, Etienne’ninkine bitişik bir odayı gösterdi bana. Tam güneş yükselirken yatağa uzandım, yatmak şöyle dursun, gördüğüm ilk tüy yatak olduğundan saatler boyu uyudum.
Yeniden Etienne’in yanına gittiğimde, onu tamamen duyularını kazanmış ve hezeyandan kurtulmuş buldum. Gerçekten de o günlerde erkekler demirden yapılmıştı ve yaraları anında öldürmedikçe, yaraları hekimlerin özensizliği veya bilgisizliği yüzünden iltihaplanmadıkça çabucak iyileşirdi. Perducas, hekimler tarafından övünçle verilen mide bulandırıcı, çocukça ilaçlardan hiçbirine sahip değildi ama ormanın derinliklerinden çeşitli temiz ot ve bitkiler topladı. Sanatını, gençliğinde aralarında seyahat ettiği Sarazen hekimlerinden öğrendiğini anlattı bana. Sürüyle umulmadık yönü olan bir adamdı Perducas.
O ve ben birlikte hızla iyileşen Etienne’e baktık. Çok az konuşma geçti aramızda. O ve Perducas birlikte epey konuşuyordu ama zamanın çoğunda Etienne sadece yatıyor ve sessizce bana bakıyordu.
Perducas, benimle az konuşuyordu ama benden korkuyor gibiydi. Hesabımı sorduğumda ise ona hiçbir şey borçlu olmadığımı söyledi. Etienne varlığımı istediği sürece yiyecek ve barınma parasız olarak benimdi. Fakat merakları Etienne’nin keşfine yol açmasın diye kasabanın halkıyla tartışmamamı ciddiyetle istedi benden. Uşaklarının sessizliğine güvenilebilirdi. OnaDük Alencon’un Etienne’ye karşı nefretinin nedeni hakkında hiçbir şey sormadım ama şöyle dedi: “Dükün Etienne Villiers’e karşı sürdürdüğü sıradan bir hesap değil. Etienne bir zamanlar bu soylunun maiyetindeydi ve en tatlı görevlerden birini onun için icra edecek kadar akılsızdı. D’Alencon hırslıydı, Fransa’nın Saray Nazırlığı mevkii haricinde hiçbir şeyin onu tatmin etmeyeceği fısıldanıyordu. Şimdi kralın gözünde yüksek mevkide; bu mevki, Dük ve insanların Kutsal Roma İmparatoru olarak tanıdığı Almanyalı Charles arasında bir zamanlar geçen mektuplar bilinmiş olsa, böyle parlamazdı.
“Etienne o planlı ihaneti tüm boyutlarıyla bilen tek kişi. Bundan ötürü d’Alencon, Etienne’nin ölümü için yanıp tutuşuyor, fakat kurbanı son nefesiyle onu ebediyen lanetlemesin diye açıktan saldırmaya cesaret edemiyor. Gizli hançer, zehir veya pusu yoluyla, kurnazca, sessizce saldıracak. Onun menzilinde olduğu sürece, Etienne’nin tek güvenliği gizlilik içinde kalmaktır.”
“Hırsız Thibault gibi başkaları da var mıdır dersin?” diye sordum.
“Olmaz mı,” dedi. “Ona şüphe yok. O darağacı kaçkını çetesini iyi tanırım. Fakat yoldaşlarından birini ele vermemek, onların şeref kuralıdır. Geçmişte Etienne de onlardan biriydi… Yankesiciler, kadın kaçırıcılar, hırsızlar ve katillerdir onlar.”
Erkeklerin tuhaflığı üzerine düşünerek kafamı salladım, dürüst bir adam olan şu Perducas, alçaklığı iyi bilinen Etienne gibi bir hırsızın dostuydu her nasılsa. Eh, çoğu zaman dürüst kişiler, cesareti eksik olmasa olacağı kişiyi görerek, gizliden gizliye bir hırsıza hayranlık duyarlar.
Ah pekâlâ, Muhterem Perducas’ın istediklerine özen gösterdim ve zaman ellerimin üstünden ağır ağır sürüklendi. Geceleri haricinde nadiren handan ayrılıyordum; o da sadece taşra ve Pazar kurulan şehrin halkından kaçınarak geceleri ormanda dolaşmak için. Büyüyen bir huzursuzluk, nedir bilmediğim bir şey, yola çıkan, hazırlanan bir şeyi beklediğim duygusu canlanıyordu içimde. Nedir bilmiyordum. Guiscard de Clisson’la karşılaştığımda bu şekilde bir hafta geçmişti.


3​
Sefil köylü kulübelerinin, fare yeniği kiriş gıcırtılarının ötesinde:
Çamur çukurunda gıcırdayan öküz arabası tekeri iniltisi üstünde:
İşittim uzakta beni çağıran davulların vurduğunu gece ve gündüz
Çelik ve güller donanmızırhlı komutanların at sürdüğü yollara
Dünya üstünü kızıla boyayarak dalgalanan sancaklarla.

-Kulağımdaki Davullar

Bir sabah, ormanlarda erken bir yürüyüşün ardından hana girdim ve sofrada bir sığır budunu kemiren yabancıyı görünce durdum. O da hemen yemeyi bırakıp bana baktı. Uzun boylu, düzgün yapılı, çetin yapılı biriydi. İnce suratını bir yara izi damarlıyordu ve gri gözleri çelik kadar soğuktu. Sahiden de çelikten bir adamdı; göğüs zırhı, kalça parçaları ve bacak zırhları giymişti. Enli kılıcı dizlerine uzatılmış, miğferi yanındaki sırada duruyordu.
“Tanrı için!” dedi, “Sen erkek misin, kadın mı?”
“Ne diyorsun sen?” diye sordum ellerimi sofraya dayayıp ona bakarak.
“Sadece bir ahmak sorar sorduğum soruyu,” dedi o kafasının bir sallanışıyla. “Her halinle kadınsın; yine de kılığın tuhaf şekilde yakışıyor sana. Belinde de bir pistol. Bana bir zamanlar tanıdığım bir kadını hatırlatıyorsun. Bir erkek gibi yürür, savaşırdı, cenk meydanında bir pistol misketiyle de can verdi. Sen sarışınken, o esmerdi fakat çene yapında, tavrında benzer bir şey var…Yokbilmiyorum. Otur da benimle bir iki kelam et. Ben Guiscard de Clisson’um. Beni işitmiş miydin?”
“Birçok kez,” diye cevapladım kendim oturarak. “Ata köyümde, öykülerini anlatırlardı. Bir paralı asker ve Özgür Yoldaş liderisin.”
“İnsanların yönetilmeye kâfi midesi olduğunda,” dedi, içkisini yudumlayıp bana sürahiyi uzatarak. “Hey, Judas’ın işkembesi ve kanı adına, bir erkek gibi içiyorsun! Belki kadınlar erkeğe dönüşüyordur, zira gerçek şu ki, Aziz Trignan adına, erkekler kadına dönüşüyor bugünlerde. Eskiden insanların bir paralı askeri izleyerek şan için savaştığı bu eyaletten birliğime kazandırdığım tek silahaltı bile yok. Şeytan’ın Eceli! Milan dışında, Lautrec’i temizlemek için melun Lanzknecht’lerini toplayan İmparatorla, kral böyle acil asker ihtiyacındayken… İtalya’da zengin ganimetten hiçbir şey konuşulmazken… Eli ayağı tutan her Fransızın güneye yürüyor olması gerekirdi Tanrı için! Ah eski zaman erkeklerinin cesareti!”
Bu savaş yaralı veterana bakıp konuşmasını dinlediğim şu anda, kalbim tuhaf bir özlemle hızla çarpmaya başlamıştı ve tıpkı sık sık düşlerimde işittiğim uzak davulların sesini duyar gibi oldum.
“Seninle at sürerim!” diye bağırdım. “Bir kadın olmaktan bıktım. Birliğine katılacağım!”
Güldü ve sanki büyük bir şaka yapılmış gibi avcuyla sofraya vurdu.
“Aziz Denis adına, kız,” dedi. “Özel bir ruhun var ama bir erkek yaratmak, pantolondan fazlasını gerektirir.”
“Eğer bahsettiğin diğer kadınlar gelip savaşabiliyorsa ben de yapabilirim demek ki!” diye bağırdım.
“Yok.” Başını salladı. “Avignonlu Siyah Margot, milyonda birdi. Unut bu aptalca fanteziyi kız. Etekliğini giy ve yeniden tam bir kadına dönüş. Sonra –şey– tam kendi yerinde benimle at sürmenden memnun olabilirdim!”
Onu irkilten bir küfür patlatıp, oturağımı geriye doğru gürültüyle devirerek ayağa fırladım. Ellerimi sıkıp açarak, içimde her zamanki gibi hızla yükselen öfkeden köpürerek önünde durdum.
“Erkekler arasında hiçbir erkek!” dedim dişlerimin arasından. “bir kadının gerçek yerini kendisinin bulmasına izin vermiyor: Süt vermeye, yün eğirmeye, dikiş dikmeye, yemek pişirmeye ve çocuk taşımaya izin ver; eşiğinin veya beyi ve efendisinin talimatının ötesine bakma! Pöh, tükürürüm alayınıza! Silahlar ve canıyla karşıma çıkıp da sağ kalabilecek erkek yok, ölmeden önce de bunu dünyaya ispat edeceğim. Kadınlar! İnekler! Köleler! İnleyen, yaltaklanan serfler, kötek önünde çömelen, kızkardeşimin beni yapmaya zorladığı gibi kendi yaşamlarını almak suretiyle öçlerini alan kadınlar. Hey! Erkekler arasında bir yerim olmasını istemiyor musun? Tanrı için, Tanrının istediği gibi keyif alarak ve ölerek yaşayacağım ama bir erkeğin yoldaşı olmaya layık değilsem, en azından hiçbir erkeğin metresi olmayacağım. Bu yüzden Cehenneme git Guiscard de Clisson, yüreğini iblis paralasın!”
Böyle diyerek hızla döndüm ve arkamda onu ağzı açık bırakarak uzun adımlarla çıktım. Merdivenden çıkarak yatağında hala solgun ve zayıf, kolu haftalardır olduğu gibi askısında olsa da hayli iyileşmiş halde yatarken bulduğum Etienne’nin odasına girdim.
“Nasıl gidiyor?” diye sordum.
“Yeterince iyi,” cevabını verdi ve bir süre baktıktan sonra: “Agnes,” dedi, “Almak elindeyken niye canımı bağışladın?”
“İçimdeki kadın yüzünden,” cevabını verdim asık suratla; “o kadın canı için yalvaran biçare bir yaratığı işitmeye katlanamıyor.”
“Senin ellerinde can vermeyi hak ettim,” diye mırıldandı, “Thibault’tan bile daha fazla. Niye bana baktın ve benimle ilgilendin?”
“Benim yüzümden Dükün ellerine düşmeni istemiyordum da ondan” cevabını verdim, “zira istemeden de olsa seni ele veren ben oldum. Şimdi de bana bu soruları soruyorsun, ben de sana bir soru sorayım; niye böyle kahrolası bir hırsız oldun ki?”
“Orasını Tanrı bilir,” cevabını verdi gözlerini kapatarak. “Hatırlayabildiğim kadarıyla hiç başka şey olmadım; hafızam çocukken peniler için yalan söylediğim, ekmek kabuklarını çaldığım ve dünya haline dair ilk bilgimi edindiğim Poitiers batakhanelerine dek uzanır. Asker, kaçakçı, muhabbet tellali, boğaz kesici, hırsız olmuşluğum var; kara bir hayduttum hep. Aziz Denis, işlerimin kimisi tekrarlanamayacak kadar karanlık. Yine de şahsım olan yaratığın derinliklerinde bir yerde, içimin gizli bir yerinde yaptıklarım yüzünden lekelenmemiş bir Etienne Villiers hep vardı bir şekilde. Orada vicdan azabı ve korku var, ıstırap var. Bu yüzden ölümü hoş karşılamam lazımken canım için yalvardım, şimdi de seni kandırmak için yalanlar söylemem gerektiği anda gerçeği konuşarak burada yatıyorum. Keşke tamamen aziz veya tamamen haydut olaydım.”
O anda merdivende ayak sesi oldu ve kaba sesler yükseldi. Etienne’nin isminin çağrıldığını işiterek kapıyı sürgülemeye atıldım ama kalkan bir elle beni durdurdu, kulak verdi ve bir rahatlama soluğuyla geri yığıldı.
“Yok, sesi tanıdım. Gelin dostlar!” diye seslendi.
O anda odanın içine, berbat, insafsız bir grup yürüyerek girdi. Muazzam çizmeler içinde şiş göbekli bir hırsız vardı önlerinde. Arkasından kesik kulaklar, yamalı gözler veya kesik burunlarla hırpani, yaralı dört başkası geliyordu. Bana kötü kötü baktılar, sonra da bakışlarını yataktaki adama çevirdiler.
“İşte Etienne Villiers,” dedi şişman hırsız, “Seni bulduk! Bizden gizlenmek Dük d’Alecnon’dan gizlenmek kadar kolay değil ha, seni köpek?”
“Bu nasıl konuşma Tristan Pelligny?” diye sordu Etienne hakiki bir şaşkınlıkla. “Buraya yaralı bir dostu selamlamaya mı geldin, yoksa–”
“Bir sıçana adaleti uygulamaya geldik!” diye kükredi Pelligny. Döndü ve kalın bir işaret parmağıyla ağır ağır pejmürde tayfasının her birini gösterdi. “Bak buraya Etienne Villiers? Siğilli Jacques, Kurt Gaston, Kesikkulak Jehan ve Alman Conrad. Benimle beş yapıyor, iyi, esaslı adamlar. Eski dostların iğrenç cinayetin için seni cezalandırmaya geldi!”
“Delirmişsin!” diye bağırdı Etienne dirsekleri üstüne doğrulmaya çabalayarak. “Kimi öldürdüm de böyle küplere binmenize yol açtı? Sizden biriyken hep hırsızlığın mihnet ve hançerlerinden payımı almadım mı, ganimeti adil bölmedim mi?”
“Ganimetten bahsetmiyoruz şu anda!” diye böğürdü Tristan. “Senin tarafından Hilekâr Parmaklar hanında iğrenç şekilde katledilen dostumuz Thibault Bazas’tan söz ediyoruz!”
Etienne’nin ağzı açılmak için hareketlendi, duraksadı, ürkek bir şekilde bana bakındı, sonra yeniden ağzını kapadı. Öne atıldım.
“Aptallar!” diye bağırdım. “O şişko Thibault domuzunu o değil ben öldürdüm.”
“Aziz Denis!” diye güldü Tristan “Şapşalca konuşan pantolon giymiş bir kız! Thibault’u sen mi öldürdün? Hah! Tam bir yalan, fakat Thibault’u tanıyanları ikna edecek kadar değil. Hizmetçi kız kavgayı işitmiş ve ormana kaçmış. Sonra geriye dönmeye cesaret ettiğinde Thibault ölü yatıyormuş ve Etienne ile dostu birlikte ata binip gidiyormuş. Yok, bu çok açık. Etienne, şüphesiz işte bu fahişe yüzünden Thibault’u öldürdü. Neyse, onu hallettiğimizde, metresiyle de ilgileneceğiz ha çocuklar?”
Zındık, müstehcen bir onay gevezeliği cevapladı onu.
“Agnes,” dedi Etienne, “Perducas’a çağır.”
“Seslen de belanı bul,” dedi Tristan. “Perducas ve tüm uşakları ahırın dışında Guiscard de Clisson’un iğdişini tımar ediyor. Onlar dönmeden işimizi tamamlamış olacağız. İşte… Haini şu sıranın üstüne uzatın, boğazını kesmeden önce, başka kısımlaında bıçağımın ağzını denemeye hevesliyim.”
Beni aşağılarcasına yana itti ve hemen arkasında diğerleriyle Etienne’nin yatağına ilerledi. Etienne kalkmaya çabaladı, Tristan sıkılı yumruğunu ona indirerek yeniden yatağa serdi. O anda oda bakışımda kıpkızıl dalgalandı. Bir sıçrayışta Etienne’nin kılıcını kaptım ve kabzayı hissedince, damarlarıma güç ve tuhaf bir güven ateş gibi doldu.
Vahşi bir sevinç çığlığıyla Tristan’a koştum, o da kılıcını aranıp böğürerek hızla döndü. Kılıcım kalın boyun kaslarını yararken, o böğürüşü kısa kesildi ve kellesi bir et dilimi tarafından asılı halde, kan fışkırtarak devrildi. Diğer kabadayılar bir tazı sürüsü gibi uluyup, korku ve öfkeylebenden yana döndü. Aniden kemerimdeki pistolu hatırlayarak çektim ve Jacques’in yüzüne kafatasını kızıl bir enkaza dönüştüren bir atış yaptım. Havadaki duman içinde iğrenç küfürler bağıran öbürleri bana doğru hamle etti.
Uğruna doğduğumuz eylemler ve öğrenmenin ötesinde kabiliyetlerimiz vardır. Daha önce eline hiç kılıç almamış olan ben, onu elimde canlı bir varlık gibi bulmuş, tahmin edilemez bir içgüdüyle kullanıyordum. Yine gözümün, elimin ve ayağımın çabukluğuna, bu fersiz ahmakların denk gelemeyeceğini de gördüm. Ben ölümcül bir sessizlikle, ölümcül bir kesinlikle vururken, kılıçları kasap satırı gibi güç ve hareketi israf ederek rastgele vuruyordu.
O dövüşün çoğunu hatırlamıyorum; içinde çok az ayrıntının net olduğu kızıl bir sisti bu. Düşüncelerim beynimin kaydetmesi için fazla hızlı hareket ediyordu ve tam olarak hangi sıçrayış, dalış, yana adım ve savuşturmayla inen kılıçları savuşturdum bilmiyorum. Bir insanın bir kavunu yardığı gibi Alman Conrad’ın kafasını yardığımı, beyninin mide bulandırıcı şekilde bıçağın üstüne boşandığını biliyorum. Paçavraları arasına giydiği gövde zırhına fazla güvenen ve umutsuz darbem altında kopan paslı zırh bağlantıları arasından dökülen bağırsaklarıyla yere düşen Kurt Gaston denilen adamı hatırlıyorum. Sonra kızıl bir bulut içinde gibi, sadece Jehan’ın üstüme koştuğunu ve kılıcıyla vurduğunu gördüm. İnen bileğini kılıcımın ağzıyla yakaladım. Kılıç tutan eli bilekten kızıl bir yay halinde fırladı ve aptal aptal kan püskürten köke bakarken, ona doğru öyle bir vahşetle koştum ki kılıcın korumalığı sertçe göğsüne çarptı ve o düşerken üstüne yuvarlandım.
Kalktığımı ve kılıcımı kurtardığımı hatırlamıyorum. Kılıcımı sürüyerek cesetler arasında iki yana açık bacaklarla sendeledim, sonra da ölümcül bir bulantı çöktü üstüme. Pencerede sallandım ve başımı eşiğe dayayarak korkuyla öğürdüm. Omzumdaki bir kesikten, koluma doğru kan aktığını ve gömleğimin lime lime oluğunu gördüm. Oda bakışımda yüzüyordu ve taze kan kokusu, öldürülenlerin bağırsakları içinde yüzmesi beni tiksindirmişti. Sanki bir sis arasından Etienne’nin beyaz yüzünü gördüm.
Sonra merdivende dövünen ayakların sesi geldi ve Guiscard de Clisson kapıdan kılıç elde daldı. Perducas da peşindeydi. Bana dehşetle baktılar. De Clisson dehşetle sövdü.
“Sana söylemedim mi?” diye soludu Perducas. “Pantolon giyen iblis! Aziz Denis, ne katliam!”
“Bu senin işin mi kız?” diye sordu Guiscard tuhaf, alçak bir sesle. Nemli saçımı geriye attım ve baş dönmesinden sallanarak ayağa kalkmaya çabaladım.
“Evet, ödemeye mecbur olduğum bir borçtu bu.”
“Tanrı için!” diye mırıldandı bakakalmış halde. “Tüm güzelliğine rağmen, karanlık, tuhaf bir şey var sende.”
“Evet, Kara Agnes!” dedi Etienne dirseği üstüne doğrularak. “Karanlık bir yıldız o doğarken üstünde parlamış. Karanlık ve huzursuzluğun yıldızı... Her nereye giderse, kan dökülecek, insanlar ölecektir. Elindeki hançeri kana çeviren gündoğumuna karşı dururken onu gördüğümde anlamıştım bunu.”
“Sana borcumu ödedim,” dedim. “Eğer canını tehlikeye attıysam da onu yeniden kanla satın aldım.” Ve kanlı kılıcını ayaklarının dibine atarak, kapıya doğru döndüm.
Bön bön bakmakta olan Guiscard adeta bir transtan silkindi ve peşimden yürüdü.
“İblisin Tırnakları!” dedi. “Bu, aklımdakini bütünüyle değiştiren bir durum! Başka bir Avignonlu Siyah Margot’sun sen. Hakiki bir kılıç-kadın bir düzine erkeğe bedeldir. Hala benimle gelmek istiyor musun?”
“Bir silah arkadaşı olarak,” cevabını verdim. “Kimsenin metresi değilim.”
“Ölüm dışında,” diye cevapladı cesetlere bakarak.


4​
Kızkardeşleri eğiliyor budalaları önünde
Ve kemiriyorlar çamurlu kırıntılarını
Oysa o at sürer ipek ve çelik giyerek
İzlemek için hayalet davulları.

Dark Agnes Baladı

Etienne’in odasındaki kavgadan bir hafta sonra, Guiscard de Clisson ile Kızıl Domuz hanından at sürerek çıktık ve güney yoluna vurduk. Ben atak bir savaş atına biniyordum ve Clisson’un bir yoldaşının olması gerektiği gibi giyinmiştim. Kadife ceket, uzun İspanyol çizmeleri, ipek çoraplar giyiyor, ceketimin altında düz çelik zırh altında kızıl buklelerimi saklıyordum. Pistollar kuşağımdaydı ve pahalı işlemeli bir kılıç kemerimden sarkıyordu. Hepsinin üstüne kızıl ipekten bir pelerin atılmıştı. Bu eşyaları bana Guiscard temin etmiş, müsrifliğine itiraz ettiğimde de sövmüştü.
“İtalya’dan kaldırdığımız ganimetten geri ödeyebilirsin,” dedi, “Fakat Guiscard de Clisson’un bir yoldaşı iyi giyimli ilerlemeli!”
Bazen, Guiscard’ın beni bir erkek olarak kabul etmesinin, düşünmemi istediği gibi eksiksiz olduğundan şüphe ediyorum. İhtimal gizlice orijinal fikrini muhafaza ediyordu – fark etmez.
O hafta, yoğun bir hafta olmuştu. Guiscard her gün saatler boyu beni kılıç ustalığı sanatında eğitmişti. Kendisi Fransa’nın en iyi kılıcı sayılıyordu ve benden daha kabiliyetli bir talebeyle hiç karşılaşmadığına yeminler ediyordu. Adeta bunun için doğmuşum gibi kılıç hilelerini öğrendim ve gözümle elimin hızı sık sık dudaklarından şaşkın küfürler çıkardı. Dahası pistol ve fitilli tüfekle hedefe atış talimi yaptırdı ve bana göğüs göğüse dövüşün birçok kurnaz, vahşi hilesini gösterdi. Hiçbir çırak daha ehil bir öğretmene; hiçbir öğretmen daha hevesli bir talebeye sahip olmamıştır. Mesleğin tüm ince ayrıntılarını öğrenme dürtüsüyle tutuşuyordum. Yeni bir dünyaya, yine de uğruna doğduğum bir dünyaya doğmuş gibiydim. Eski hayatım kısa süre sonra unutulan bir rüya gibi geliyordu.
Neticede, sabahleyin güneş yükselmeden, erken saatte Perducas bizi Allah’a ısmarlarken, Kızıl Domuz hanının avlusunda atlarımıza atladık, Dizginlerimizi çevirirken bir ses ismimi seslendi ve üst penceredeki solgun bir çehre belirledim.
“Agnes!” diye bağırdı Etienne. “Bana bir hoşça kal demeden mi gidiyorsun?”
“Aramızda niye böyle seremoniler olsun ki?” diye sordum. “İkimizin de öbürüne borcu yok. Bildiğim kadarıyla dostluk da olmasa gerek. Kendine bakacak kadar iyileştin, artık bakımıma ihtiyacın yok.”
Başka bir şey demeden de dizginlerimi çevirdim ve dolambaçlı orman yolunda Guiscardla at sürdüm. Bana yan yan baktı ve omuzlarını silkti.
“Ne tuhaf kadınsın sen Dark Agnes,” dedi, “Yaşamda dönüşsüz, değişmez, trajedi ve ecel dolu bir kadere yürür gibisin. Bence seninle at süren erkekler fazla yaşamaz!”
Karşılık vermedim, böylece yeşil ormanda at sürmeye devam ettik. Güneş, sabah yelinde sallanan yaprakları altına çevirerek yükseldi; bir geyik önümüzdeki patikadan şimşek gibi geçti, kuşlar da hayat sevinciyle şakıdı.
Hilekârın Parmakları’ndaki dövüşten sonra Etienne’yi getirdiğim yolu izliyorduk ama gün ortasına doğru güneydoğuya doğru meyillenen daha başka, daha geniş bir yola saptık. Dönemecin ardından fazla yol almamıştık ki Guiscard: “İnsanın yeterince huzurlu olmadığı yerler,” dedi ve: “Yine ne var?”
Bir ağacın altında şekerleme yapan bir adam uyanmış, ayağa fırlamış, bize bakmış, sonra da çabucak dönerek yola sıralanan büyük meşeler arasına daldı ve kaybolmuştu. Adam, kukuleta ve bir oduncu urbası giyen, bet suratlı bir haydut olduğunu görecek kadar ilişmişti gözüme.
“Muharip görüntümüz soytarıyı korkuttu,” diye güldü Guiscard, fakat bizi içine alan yeşil orman duvarına gergin gergin bakmama yol açan tuhaf bir huzursuzluk çökmüştü üstüme.
“Bu ormanda haydut filan yoktur,” Mırıldandım. “Bizden kaçmasına lüzum yoktu. Bunu sevmedim. Dinle!”
Ağaçların arasında bir yerlerde yüksek, tiz, titrek bir ıslık göğe yükseliyordu. Birkaç saniye sonra hayli doğuda, mesafe yüzünden hafifçe gelen bir başkası tarafından yanıtlandı. Kulaklarımı zorlayınca, daha da öteden üçüncü bir karşılık daha yakalar gibi oldum.
“Bunu sevmedim,” tekrarladım.
“Bir kuş eşine sesleniyor,” diye dudak büktü.
“Ben bu ormanda doğdum ve büyüdüm,” Sabırsızca cevap verdim. “Burada kuş filan yok. Ormanda insanlar birbirleriyle işaretleşiyor. Ne hikmetse yoldan kaçan şu hırsızla alakalı galiba.”
“İhtiyar bir askerin içgüdülerine sahipsin,” diye güldü Guiscard tolgasını serinlik için çıkarıp eyer kaşının üstüne asarak. “Şüpheci–tetikte–ki bu çok iyi. Fakat bu ormanda temkinli olman gereksiz Agnes. Buralarda düşmanım filan yok. Yok, yok, buralarda iyi tanınıyorum ve herkesle muhabbetim vardır. Civarda eşkıya olmadığından, kimseden korkacak bir şeyimiz olmaz neticede.”
“Sana söylüyorum,” İlerlemeye devam ederken itiraz ettim. “Bunun hiç iyi olmadığına dair sezgiler yakamı bırakmıyor. O hırsız bizden niye kaçsın, sonra biz geçerken gizli bir ortağa ıslık çalsın? Bırak da yoldan ayrılıp bir patikaya sapalım.”
Bu esnada, ilk ıslığı işittiğimiz yerin biraz ötesine geçmiş, sığ bir nehir tarafından aşılan engebeli bir mıntıkaya girmiştik. Hala kalın ağaçlar ve çalılar tarafından kuşatılsa da burada yol bir parça genişliyordu. Sol tarafta yolun hemen yakınında çalılar yoğun bir şekilde büyümüştü. Sağ taraftaysa dik kayalıklar halinde yükselen sığ bir derenin karşı sahilini sınırlandırarak seyreliyorlardı. Yol ve dere arasındaki çalılık boşluğu yaklaşık yüz adım genişliğindeydi.
“Agnes kızım,” diyordu Guiscard, “Sana söylüyorum, güvendeyiz tıpkı–”
Güm! Gürül gürül bir yaylım ateşi anaforlanan bir dumanla yolu gizleyerek soldaki çalılarda cayırdadı. Atım kişnedi ve sendelediğini hissettim. Guiscard de Clisson’un ellerini yukarı attığını, eyerde geriye doğru sallandığını gördüm; sonra atı şahlandı ve onunla düştü. Tüm bunları bir salisede gördüm, zira atım çılgın gibi yolun sağ tarafındaki çalılara dalarak atılmış, bir dal da beni çalıların içine yarı baygın yatmak üzere eyerden düşürmüştü.
Gizli yerin sıkışıklığından yolu görmek mümkün olmadan orada yatarken, pusularından yola çıkan adamların yüksek, kaba seslerini işitiyordum.
“Judas Iscarıot kadar ölü!” diye bağırdı biri. “Kız nereye gitti?”
“Atı kanlar içinde boş bir eyerle derede sular sıçratarak şu yana gitti,” dedi başkası. “Çalılıkta bir yere düştü.”
“Keşke onu sağ yakalasaydık,” dedi bir başası. “Nadir bir eğlence sağlayabilirdi bize. Fakat hiç fırsat yok dedi Dük. Ah, işte Yüzbaşı d’Valence burada!”
Yolda bir nal gürlemesi oldu ve binici bağırdı. “Yaylımı işittim, kız nerede?”
“Çalılıkta bir yerlerde ölü yatıyor,” cevap verildi. “İşte adam.”
Bir anlık sessizlik, sonra: “Cehennemin gümbürtüleri!” diye kükredi yüzbaşı. “Aptallar! Beceriksizler! Köpekler! Bu Etienne Villiers değil! Guiscard de Clisson’u öldürdünüz!”
Karman çorman bir curcuna yükseldi, küfürler, ithamlar ve inkârlar d’Valence dediklerinin sesi tarafından bastırıldı.
“Size diyorum, de Clisson’u tanımamama imkân yok, tüm kafası bir kan kütlesi olsa da bu o. Ah, sizi ahmaklar!”
“Biz sadece emirlere uyduk,” bir diğeri homurdandı. “Sinyali işittiğinizde, bizi pusuya yatırdın ve yoldan kim gelirse vurmamızı emrettin. Öldüreceğimizin kim olduğunu nereden bilecektik? Bize hiç ismini söylemedin; işimiz sadece göstereceğin adamı vurmaktı. Niye bizimle kalıp da işin iyi yapılmasını denetlemedin?”
“Çünkü bu Dükün işi ahmak!” diye terslendi d’Valence. “Ben de çok fazla tanınıyorum. Pusu başarısız olursa görülerek tanınma riskine giremezdim.”
Sonra başka birine döndüler. Bir yumruk sesi, bir acı uluması geldi.
“Köpek!” diye sövdü d’Valence. “Etienne Villiers’in bu tarafa at sürdüğü işaretini sen vermedin mi?”
“Benim hatam değil bu!” diye uludu sefil, bir köylü aksanıyla. “Onu tanımıyordum. Hilekâr Parmaklar hanından erkek kılığında kızıl saçlı bir kızla at süren bir erkeği için izlemem emredildi bana, kızı askerle at sürerken gördüğümde de bunun Etienne olması gerektiğini düşündüm–ahh merhamet!”
Bir patlama sesi, bir çığlık ve düşen bir bedenin sesi geldi.
“Dük bunu öğrenirse, bu yüzden asılırız,” dedi yüzbaşı. “Guiscard, Milan Valisi Vikont de Lautrec’ten büyük teveccüh görüyordu. D’Alencon bizi Vikontun gönlünü almak için asacaktır. Kendi boyunlarımızı korumalıyız. Cesetleri dereye saklayalım ki kimse olanı biteni tahmin edemesin. Artık dağılın da kızın cesedini arayın. Hala yaşıyorsa, ağzını ebediyen kapatmalıyız.”
Bunun üzerine arkadaki dereye doğru gerilemeye başladım. Karşıya bakınca, karşı sahilin alçak ve düz olduğunu, çalılar büyüdüğünü, içinde geçit ağzına benzer bir yer görünen, daha önce bahsettiğim kayalıklarla çevrili olduğunu gördüm. Burası, bir geri çekilme yolu sağlayacak gibiydi. Neredeyse suyun kenarına gelene dek süründüm, ayağa kalktım ve orada ancak diz derinliğinde gelecek şekilde kayalık yatağında akan dereye doğru usulca koşmaya başladım. Haydutlar çalıları dürtükleyerek bir hilal şeklinde yayılmıştı. Arkamda ve biraz ötede, her iki yanımda işitiyordum onları. Birden avlarını gören bir tazı gibi uludular.
“İşte gidiyor! Dur, kahrolası!”
Fitilli bir tüfek patladı ve mermi kulağımın yanında vınladı ama süratle koşmaya devam ettim. Çalılarda çatırdayarak, bağırarak peşimden geliyorlardı… Elde kılıç, miğfer ve zırh yelekler giymiş bir düzine adamdı bunlar.
Ben sular saçarak geçerken, adamlardan biri derenin tam kenarında peyda oldu, sırtıma bir darbeden korkarak döndüm ve onu derenin ortasında karşıladım. Elinde kılıç, iri yarı, bıyıklı, böğüren bir külhanbeyi, boğa gibi sular sıçratarak geliyordu.
Saplayarak, keserek, savuşturarak diz derinliğinde suda kapıştık. Dezavantajlı olan bendim. Çünkü anaforlanan akıntı ayak oyunlarımı engelliyordu. Kılıcı, gözlerimin önünde kıvılcımlar çaktırarak tolgama indi, diğerlerinin yaklaştığını görünce de tamamen umutsuz bir saldırıya giriştim ve kılıcımı öyle bir şiddetle dişlerinin arasına sapladım ki ucu kafatasını deşti ve başlığının bağlantılarında çınladı.
Adam akarsuyu kızıla boyayarak yığılırken, kılıcımı çekip aldım, tam o anda bir pistol mermisi beni kalçamdan vurdu. Sendeledim, sonra kendimi toparladım ve sudan sahilin karşısına doğru hızla topalladım. Sürüyle pistol üstüme çevriliydi ama nişancılıkları berbattı, yaralı ayağımı sürükleyerek kayalığa vardım. Çizmem kan dolmuş, tüm bacağım uyuşmuştu.
Çalıların arasından geçidin ağzına daldım… Sonra kalbimi kavrayan soğuk bir umutsuzlukla durdum. Kapana sıkışmıştım. Girdiğim bir geçit değildi, uçurum kayasındaki enlice bir yarıktı sadece. Birkaç mere devam ediyor, sonra da bir çatlak halinde daralıyordu. Sivri bir üçgen oluşturuyordu, duvarları, bacağım yaralı olsun olmasın, tırmanmak için çok yüksek ve dikti.
Haydutlar vaziyetimi fark etti ve zafer naralarıyla gelmeye devam etti. Yarığın ağzındaki çalıların arkasında yaralanmamış dizimin üstüne çökerek pistolumu çektim ve en öndeki haydudun kafasına ateş ettim. Bu koşularını durdurdu ve sığınak aramak için dağılmalarına yol açtı. Bu tarafa ulaşanlar sahil civarındaki çalıların arasına yayılırken, derenin öbür tarafındakiler ağaçların arasına daldı.
Onlar birbirine bağırırken pistolumu yeniden doldurup gizlendim ve fitilli tüfeklerle sığınağıma ateş etmeye başladılar. Fakat ağır mermiler ya başımın epey üstünde vınladı ya da boş yere kayalık duvarlarda takırdadı, az sonra da kara bıyıklı bir hırsızın sığınağımın daha yakınındaki bir çalıya doğru açık alanda süründüğünü fark ederek bedenine bir mermi yolladım, bunun üzerine öbürleri kana susamışlıkla bağırdı ve yaylım ateşi yeniledi. Fakat derenin karşısındakilerın iyi atış yapması için menzil fazla uzaktı, diğerleri de kendilerini az da olsa göstermeyi göze alamadığından zor açılardan atış yapıyordu.
Az sonra biri bağırdı: “Niye siz alçaklardan birkaçı dereden aşağı inip de kayalığa tırmanacak bir yer bulup kıza yukarıdan erişmiyor?”
“Kendimizi ona göstermeden ona zarar veremezdik de ondan,” cevabını verdi d’Valence sığınağından “Ve iblisin kendisi gibi ateş ediyor. Bekleyin! Gece yakında çökecek, karanlıkta nişan alamaz. Kaçamaz. İyi atış yapmak için fazla karanlık olduğunda, ona saldıracak ve bu işi çelikle bitireceğiz. Fahişe yaralandı biliyorum, zamanını bekleyin!”
D’Valence’nin sesinin geldiği çalılığa uzun bir atış denedim, oradan yükselen yakıcı küfürlerden, merminin rahatını bozacak kadar yakınına rastladığını tahmin ettim.
Sonra, ağaçlardan arada bir ateş edilen bir bekleme dönemi takip etti. Yaralı bacağım zonkluyor, sinekler bulutlar halinde etrafıma toplanıyordu. En başta yarığın içine şiddetle vuran güneş, beni koyu bir gölge içine bırakarak çekiliyordu. Buna müteşekkirdim. Fakat açlık içimi kemiriyordu; ta ki susuzluğum açlığı aklımdan kovacak kadar artana dek. Derenin görüntüsü ve şırıltısı neredeyse çıldırtıcıydı. Kalçamdaki mermi hançerimle onu kesmeyi ölçüp biçmeyi düşüneceğim kadar canımı yakıyordu. Sonra da yaranın içini tıka basa yaprakla doldurarak kanamayı kestim.
Çıkış yolu görmüyordum, görünüşe göre orada ölmeliydim; tüm ihtişam ve zafer, parlak şaşaa ve macera düşlerim zail olmuştu. Vuruşlarını izlemeye çalıştığım belirsiz davullar uzak bir matem çanı gibi, sadece sönen ölüm ve unutuluş külleri bırakarak, soluyor, uzaklaşıyordu sanki.
Fakat korkuyor muyum diye ruhumu araştırdığımda onu bulamadım; pişmanlık da yoktu, herhangi bir türden keder de. Tanıdığım kadınlar gibi yaşlanarak yaşamaktansa orada ölmek yeğdi benim için. Guiscard de Clisson’un başı bir kan havuzu içinde, ölü atının yanında yattığını düşündüm ve ölümün böyle üzücü bir şekilde başına gelmiş olmasına esef duydum, istediği gibi, bir savaş alanında üstünde kralının dalgalanan sancağı, kulağında trompetlerin cayırtısıyla ölememişti.
Saatler ağır ağır akıp geçiyordu. Bir kez bir atın dörtnala kalktığını işittim ama ses soldu ve kesildi. Uyuşan bedenimi kıpırdattım ve henüz ateş etmek için yeterli ışık varken, düşmanlarımın saldırmasını dileyerek sivrisineklere sövdüm.
Sonra, tam çöken alacakaranlıkta birbirlerine bağırmaya başladıklarını duyuyordum ki üstümde ve arka taraftan bir ses beni kendime getirdi, sonuçta kayalığa tırmandıklarını düşünerek pistolları yukarı kaldırdım.
“Agnes!” ses alçak ve aceleciydi. “Ateş etme! Benim, Etienne!” Çalılar yana itildi ve yarığın kenarında solgun bir çehre göründü.
“Geriye aptal!” diye bağırdım. “Seni bir güvercin gibi vuracaklar!”
“Gizlendikleri yerden beni göremiyorlar ki,” diye güvence verdi. “Alçak sesle konuş kız. Bak, bu ipi indiriyorum. Düğümler atıldı. Tırmanabilir misin? Sadece tek sağlam kolla seni yukarı zinhar çekemem.
Ani umut sinirlerimi ateşledi.
“Evet!” tısladım. “Çabuk indir ve ucunu sıkı bağla. Derede şapırdadıklarını işitiyorum.”
Sonra çöken karanlıkta çabucak yılansı bir ip uçurumdan hızla kayarak indi ve ellerimi üstüne koydum.
Bir dizimi etrafına bükerek, kulaç kulaç çektim kendimi; kas zorlayan bir işti bu, çünkü ipin alt ucu serbestçe sarkıyordu ve bir sarkaca dönüşmüştüm. Dahası bütün iş sadece ellerimle yapılmalıydı zira yaralı bacağım bir kılıcın kını kadar katıydı, üstelik İspanyol çizmelerim de ip tırmanışları için yapılmamıştı.
Fakat bunu başardım, tam kumdaki temkinli deri gıcırtısı ve çelik çınlaması kabadayıların saldırı için yarığın ağzı civarına toplandığını söylerken kendimi uçurumun kenarının üstüne çektim.
Etienne hızla ipi topladı ve bana işaret ederek çalılar arasındaki yoldan, aceleci gergin bir alt tonda konuşarak yolu gösterdi. “Yolda gelirken ateş edildiğini işittim; atımı ormanda bağlı bıraktım ve yaya olarak neyin olup bittiğini görmek için sessizce sokuldum. Guiscard’ın yolda ölü yattığını gördüm ve haydutların bağırışlarından senin köşeye sıkıştığını anladım. Bu yeri eskiden bilirim. Atıma geri sokuldum, bir vadiden kayalıklara tırmanabileceğim bir yer bulana dek dere boyunca at sürdüm. İpi, peleriniminden şeritler yırtıp kemerimi ve yular kayışlarını ekleyerek imal ettim. Dinle!”
Arkada ve aşağımızda çılgınca bir bağırış ve küfürler yaygarası kopuyordu.
“D’Alencon sahiden kellemin peşinde,” diye mırıldandı Etienne. “Ağaçlıkta çömelirken haydutların konuşmasını işittim. O hancı iti benim yeniden krallığın bu mıntıkasında olduğumu Düke ihbar ettiğinden beri, Alencon’a fersahlar mesafedeki her yol böyle çeteler tarafından tutuluyormuş.
“Şimdi sen de umutsuzca avlanacaksın. O haydutların komutanı Renault d’Valence’i tanıyorum. O sağken Guiscard de Clisson’u öldürenin onun haydutları olduğuna dair kanıtları yok etmeye çabalayacağından senin de can güvenliğin olmayacaktır. İşte atım. Oyalanmamalıyız.”
“Ama sen niye beni izledin ki?” diye sordum.
Döndü ve alacakaranlıkta solgun yüzlü bir gölge halinde bana baktı.
“Aramızda borç falan kalmadığını söylediğinde yanılıyordun,” dedi. “Sana hayatımı borçluyum. Tristan Pelligny ve hırsızlarıyla savaşıp onları öldürmenin sebebi bendim. Bana eski nefretine niye tutunup duruyorsun? Planlı bir kabahatin öcünü çok iyi aldın. Guiscard de Clisson’u bir yoldaş olarak kabul ettin. Seninle savaşlara at sürmem için bana izin verir misin?”
“Yoldaş olarak, fazlası değil,” dedim. “Unutma ben artık kadın değilim.”
“Silah arkadaşı olarak,” kabul etti.
Ben elimi uzattım, o da kendininkini ve parmaklarımız bir an kilitlendi.
“Bir kez daha aynı ata birlikte binmeliyiz,” Eski renkli, şen tavrıyla güldü. “Şu köpekler yukarıya çıkmanın yolunu bulmadan gidelim. D’Alencon Chartres’e, Paris’e ve Orleans’a yolları tıkadı ama dünya bizim! Bence önümüzde şayan-ı hayret zamanlar, macera, savaş ve ganimet var! Sonra gelsin İtalya ve tüm yiğit maceracılar!”
 

prospero

Onursal Üye
Çeviri & Balonlama
10 Kas 2014
248
11,343
Ellerine sağlık üstadım. Şöyle sakin bir an yakaladığım ilk fırsatta (muhtemelen akşam çocuk yattıktan sonra.) keyif ve afiyetle okuyacağım...
 
Üst