ROBERT E. HOWARD/ÖYKÜ/ SİYAH KENAN DİYARI... Bölüm 4

hüseyin aksakal

Onursal Üye
Çeviri & Balonlama
7 Eyl 2010
773
5,728
Kdz. Ereğli
Dostlar, Siyah Kenan Diyarı öyküsünün son bölümünü takdim ederim. Sürçi lisan olduysa affola. Şartsız şurtsuz, okumak isteyene gönül dolusu armağanımız olsun.
İlk üç bölümün linkini öykünün sonuna ekliyorum.


4. BATAKLIKTA YAŞAYANLAR
Gece çöktü, ay siyah dalların ardında kan kırmızı parlamaya başladı. Atları idare etmek zorlaşıyordu.
“Bizden daha duyarlılar Kirby,” diye mırıldandı Braxton.
“Panter olabilir,” diye cevapladım gözlerimle ilerideki yolun karanlığını araştırırken boş boş.
“Yok, değil. Goshen’e yaklaştıkça daha beter oluyorlar. Bir dereye yaklaştığımız her seferde kişneyip hırlıyorlar.”
Yol henüz Kenan Diyarı’nın sonunu çaprazlamasına çizen dar, çamurlu derelerden hiçbirini geçmemişti ama birkaç kez, koyu bitki örtüsünün gölgelerinde donuk donuk ışıldadığı siyah bir su izi gözümüze ilişecek kadar bazılarının yakınından geçmiştik. Her seferde de, atların korku emareleri gösterdiğini hatırlıyordum.
Fakat beni sevk eden ürpertici zorlamayla boğuştuğumdan güçlükle fark etim bunları. Unutmayın, ben hipnotik bir transtaki bir adam gibi değildim. Tamamen uyanık, tamamen bilinçliydim. Siyah nehirlerin kükremesinin aklımı temizleyerek geçtiğini işitir gibi olduğum o şaşkınlık halinde bile düşüncelerim berraktı. Nasıl da terleten bir cehennemdi bu: aptallığımı net olarak, acıtıcı şekilde fark etmek ama onu yenmenin elimden gelmemesi. İşkence ve ölüme gittiğimin, sadık bir dostu da aynı sona götürdüğümün apaçık farkındaydım. Fakat devam ettim. Beni pençesine alan büyüyü kızma çabalarım neredeyse beni eyerden düşürüyordu yine de devam ettim. Mecburiyetimi bir çelik diliminin niye bir mıknatısa çekildiğini izah edebildiğimden daha fazla izah edemiyordum. Beyaz adamın bilgi halkasının dışında kara bir güç; biçimsel hipnotizmayı sadece rastgele dökülmüş yetersiz kırıntılar kılan temel, basit bir şeydi bu. Kontrolüm dışında beni Goshen ve ötesine çeken bir güç; tavşanın niye salınan yılanın gözlerinin açık çenelerinin içine çektiğini açıklayabiliğinden daha fazla açıklayamam bunu.
Braxton’un atı binicisini attığı, benimki de hırlayıp sıçramaya başladığında Goshen’den uzakta değildik.
“Daha yakına gitmememiz gerek!” diye yutkundu Braxton dizginlerle boğuşarak.
Attan indim, dizginleri eyer kaşına attım.
“Geri dön, Tanrı aşkına Jim! Ben yaya olarak gideceğim.”
İnlediğini, sövdüğünü, sonra da atının benimkinin peşinden dörtnala kalktığını işittim, o da beni yaya olarak takip ediyordu. Onun da ecelimi paylaşması gerektiği düşüncesi midemi bulandırıyordu ama onu caydıramazdım; önümde gölgelerin içinde kıvrak bir beden beni çekmeyi sürdürerek dans ediyordu–ileri–ileri…
O alaycı yaratığa daha fazla mermi harcamadım. Braxton onu göremiyordu, ben de bunun büyümün bir parçası olduğunu, etten kandan gerçek bir kadın olmadığını anlıyordum ama cehennemden doğma bir bataklık yakamozu benimle alay ediyor, gecenin içinde iğrenç bir ölüme götürüyordu. Bizden daha bilge Şark insanları, bir “sevk edici” derdi böyle bir şeye.
Braxton etrafımızdaki siyah orman duvarlarına tedirginlik içinde baktı ve teninin gölgelerden aniden patlayacak kesik tüfekler korkusuyla ürperdiğini anladım. Fakat Goshen kulübelerinin bulunduğu ay ışığı altındaki açıklığa çıkarken, korktuğum kurşun veya çelik pusuları değildi.
Çift sıra kütük kulübeler, tozlu sokağın karşısından birbirine bakıyordu. Bir sıra sırtını Tularoosa Deresi sahiline vermişti. Siyah verandalar neredeyse siyah sulara sarkıyordu. Ay ışığında hiçbir şey kımıldamıyordu. Hiç ışık görünmüyor, çamur ve dalllardan bacalardan duman falan süzülmüyordu. Terkedilmiş, unutulmuş ölü bir kasaba denilse yeriydi buna.
“Bu bir pusu!” diye tısladı Braxton gözleri kısılıp parlayarak. Sokulan bir panter gibi her iki elinde birer silahla öne eğildi. “Kulübelerinin içinde bizi bekliyorlar!”
Sonra sövdü ama sokaktan aşağı inerken beni izledi. Sessiz kulübelere seslenmedim. Goshen’in terk edilmiş olduğunu biliyordum. Boş olduğunu hissediyordum. Yine de sanki bizi izleyen gözler üstümüze dikiliymiş gibi çelişkili bir his içindeydim. Bu karşıt kanaatleri uzlaştırmaya çalışmadım.
“Gitmişler,” diye mırıldandı Braxton endişeyle. “Kokularını alamıyorum. Eğer çok sayıda veya birbirlerine yakındaysalar, zencilerin daima kokusunu alırım. Grimesville’ye saldırı için gittiler mi dersin?”
“Hayır,” diye mırıldandım. “Damballah’ın evindeler.”
Bana çabuk bir bakış attı.
“Buradan yaklaşık üç mil batıda, Tularoosa’da bir kara kıstağı bu. Büyükbabam onun hakkında konuşup dururdu. Zenciler kafir müzakerelerini kölelik günlerinde orada yapardı. Yapmayacaksın–Kirby–sen–”
“Dinle!” Yüzümden soğuk teri sildim. “Dinle!”
Siyah ağaçlıklar arasında bir davulun hafif zonklaması Tularoosa’nın gölgeli menzillerinden yukarıya süzülen rüzgarla fısıldıyordu.
Braxton ürperdi. “Tamam, onlar, doğru. Fakat Tanrı aşkına Kirby– dikkat et!”
Bir küfürle derenin sahilindeki evlere doğru atıldı. Kara, hantal bir nesnenin suyun eğimli sahilinden aşağı sıçradığını veya devrildiğini görmek için tam zamanında arkasındaydım. Braxton uzun tabancasını çekti, sonra şaşkın bir küfürle indirdi. Hafif bir şapırtı, yaratığın kaybolduğunu belirtiyordu. Parlak siyah yüzey, yayılan dalgalarla kırışmıştı.
“Bu da neydi?” diye sordum.
“Dört ayak üstünde bir zenci!” diye sövdü Braxton. Yüzü ay ışığında tuhaf şekilde solgundu. “Şurada, kulübelerin arasında bizi izleyerek çömeliyordu!”
“Bir timsah olsa gerek.” Nasıl bir gizemdir insan aklı! Mantık ve bilim için tartışıyordum. Ben, mantık ve bilimin ötesinde bir dürtünün kör kurbanı. “Bir zencinin hava için yukarı çıkması gerekirdi.”
“Suyun altından yüzmüş ve onu göremeyeceğimiz bir çalı gölgesinde yukarı çıkmıştır,” diye iddia etti Braxton. “Şimdi Saul Stark’ı uyarmaya gidecek.”
“Boşversene!” Nabız, şakaklarımda yeniden zornkluyor, köpüklü suyun gürlemesi beynimde karşı konulmaz şekilde yükseliyordu. “Ben gidiyorum–doğruca bataklığa. Son kez söylüyorum, geri dön!”
“Hayır! İster deli ol ister akıllı, ben de seninle gidiyorum!”
Davulun vuruşları düzensizdi, ilerledikçe daha da belirginleşiyordu. Ormanın yoğun bitki örtüsü arasında debelendik; arap saçı gibi sarmaşıklar bize takıldı, çizmelerimiz köpüklü çamura battı. Tularoosa’nın millerce ötede Kara Nehir’e aktığı meskun olmayan bataklık arazilerde zirve yapana dek derinleştikçe derinleşen ve koyulaşan bataklık saçaklarına giriyorduk.
Ay daha batmamıştı ama yosunlu sakallarıyla birbirine giren dallar altındaki gölgeler simsiyahtı. Geçeceğimiz derelerden ilkine daldık, Tularoosa’ya akan sürüyle çamurlu akarsudan biriydi bu. Su sadece bel derinliğindeydi, yosunların yığıldığı dip epey sağlamdı. Ayağım dik bir bayırın kenarını hissetti ve Braxton’u uyardım: “Dikkat, derin bir delik var; tam arkamda kal.”
Cevabı anlaşılmazdı. Arkama iyice sokularak, yüksek sesle soludu. Tam eğimlenen sahile varıp da kendimi yapışkan, çıkıntılı kökler vasıtasıyla kendimi çekerken, su arkamda şiddetle çalkalandı. Braxton, tutarsız şekilde bağırdı ve beni neredeyse devirerek kendini sahile attı. Silah elde hızla döndüm ama sadece onun acele koşusunun ardından kaynayıp anaforlanan siyah suyu gördüm.
“Ne halt oluyor Jim?”
“Bir şey beni tuttu!” diye soludu. “Derin delikten çıkan bir şey. Kendimi kurtardım ve sahile atıldım. Sana söylüyorum Kirby, bir şey bizi takip ediyor! Suyun altında yüzen bir yaratık.”
“Belki gördüğün zenciydi. Bu bataklık halkı balık gibi yüzer. Belki seni boğmaya çalışmak için suyun altından yüzüyordu.”
Silah elde siyah suya bakarak başını iki yana salladı.
“Bir zenci gibi kokuyordu ve bir zenciye benzediğini görür gibi oldum. Fakat bu herhangi bir insan türü gibi gelmedi bana.”
“Neyse, bir timsahtı öyleyse,” diye mırıldandım dönerken boş boş. Bir an bile olsa durduğum her seferde hep olduğu gibi, nehirlerin mutlak, amirane kükremesi, mantığımın köklerini sarsıyordu.
Yorum yapmadan sular sıçratarak peşimden geldi. İğrenç birikintiler ayak bileklerimizin etrafında yükseldi ve yosunlar büyümüş servilerin dirseklerinin üstünde tökezledik. Önümüzde başka, daha geniş bir dere beliriyordu. Braxton kolumu tuttu.
“Yapma bunu Kirby!” Diye soludu kesik kesik. “Eğer o suya girersek, işimizi kesin bitirecek.”
“Ne?”
“Bilmiyorum. Goshen’de gerideki o sahilden suya atlayan her neyse. Aynı şey gerideki şu derede beni kavradı. Kirby artık dönelim.”
“Geri dönmek mi?” Acı acı güldüm. “Keşke yapabilsem! Devam etmem gerek. Şafaktan önce ya Saul Stark ölecek, ya da ben.”
Kuru dudaklarını yaladı ve fısıldadı. “Devam et öyleyse, cennete de cehenneme de git istersen, ben seninleyim.” Tabancasını kılıfına soktu ve çizmesinden uzun, keskin bir bıçak çıkardı. “İleri!”
Eğimli yamaçtan indim ve belime dek yükselen suyun içinde sulan sıçrattım. Servi dalları, kasvetli, yosunlar sarkan bir kemer halinde derenin üstüne eğiliyordu. Su geceyarısı kadar karaydı. Braxton arkamda debelenen bir bulanıklıktı. Karşı sahilin ilk katmanına ulaştım ve diz derinliğinde dönüp ona bakmak için durdum.
Her şey bir anda oldu sonra. Braxton’un arkamdaki sahilde bulunan bir şeye bakarak bir an durduğunu gördüm. Bağırdı, bir silahı çekti ve tam ben dönerken ateş etti. Silahın parıltısında, geriye doğru sendeleyen kıvrak bir beden, iblisçe kasılan esmer bir yüz gördüm. Sonra, parıltıyı takip eden anlık körlükte Jim Braxton’un haykırdığını işittim.
Görüş ve beyin, Jim’in arkasındaki yüzeyi bozan yuvarlak siyah bir nesneyi, karanlık suyun ani bir anaforlanışını bana göstermek için tam vaktinde berraklaştı–o anda da Braxton boğuk bir çığlık attı ve çılgınca debelenip sular sıçratarak yüzeyin altına gömüldü. Tutarsız bir çığlıkla derenin içine atıldım, tökezledim ve neredeyse kendim de gömülerek dizlerimin üstüne düştüm. Kalkmaya çabalarken, Braxton’un şu anda kanlar akan kafasının yüzeyi bir an için yüzeyi çalkaladığını gördüm ve ona doğru atıldım. Suya battı ve yerinde başka bir kafa göründü. Bulanık, siyah bir kafaydı bu. Onu vahşice bıçakladım, yaratık görüş alanından suya dalarak çıkarken bıçağım sadece suyu kesti.
Darbenin nafile şiddetinden sendeledim, kendimi doğrulttuğumda ise su etrafımda bozulmadan uzanıyordu. Jim’in ismini seslendim ama cevap gelmedi. Panik soğuk elini üstüme koydu ve terleyip titreyerek sahile doğru sular sıçratarak ilerledim. Diz hizamdan yükseğe çıkmayan suda durdum ve neyi beklediğimi bilmeden bekledim. Fakat birazdan, derenin biraz aşağısında, sahilin yakınındaki sığ suda yatan bulanık bir nesneyi seçtim.
Yapışkan çamur ve sürünen sarmaşıklar arasında ona doğru yürüdüm. Bu Jim Braxton’du ve ölmüştü. Onu öldüren kafasındaki yara değildi. Muhtemelen suyun altına çekildiğinde gömülü bir kayaya çarpmıştı. Fakat boğan parmakların izleri boğazında kapkara görünüyordu. Görüntü üzerine o siyah bataklıktan meçhul bir korku süzülerek çıktı ve ruhumun etrafına yapışkan şekilde kendini kangalladı; zira hiçbir insan parmağı bunun gibi izler bırakmazdı.
Suyun içinde bir kafa görmüştüm, karanlıkta hatları belirsiz olsa da bir zenciye benzeyen bir kafaydı bu. Fakat siyah olsun, beyaz olsun, hiçbir insanın Jim Braxton’un canını alan parmakları olamazdı. Uzak davul sanki alay eder gibi homurdanıyordu.
Sahili sahile sürükledim ve bıraktım. Daha fazla oyalanamazdım çünkü delilik beynimde beni akkor mahmuzlarla zorlayarak yeniden köpükleniyordu. Fakat sahile tırmanırken çalıların üstünde kan buldum ve akla getirdikleriyle sarsıldım.
Braxton’un silahının parıltısında sendelerken gördüğüm figürü hatırladım. Orada, sahilde beni bekliyor olmalıydı, öyleyse–hayali bir yanılsama değil, etten kandan kadının ta kendisiydi! Braxton ona ateş etmiş, yaralamıştı. Fakat yara ölümcül değildi zira çalıların arasında ceset yoktu, beni ilerlemeye zorlayan zalim hipnoz da zayıflamamıştı. Başım dönerek acaba kadın fani silahlarıyla öldürülebilir mi diye merak ettim.
Ay batmıştı. Yıldız ışığı birbirine giren dalları güçlükle deliyordu. Artık dereler yolumu kesmiyordu, sadece içinde terleten bir telaşla sular sıçrattığım sığ akarsular. Yine de saldırıya uğramayı beklemiyordum. İki kez derinliklerin sakini arkadaşıma saldırmak için yanımdan geçmişti. Buz gibi bir umutsuzluk içinde daha zalim bir kader için esirgendiğimi anladım. Geçtiğim her dere Jim Braxton’u öldüren canavarı gizlemekte olabilirdi. Bu derelerin hepsi dolambaçlı suyollarıyla bir ağ halinde bağlanıyordu. Beni kolayca öldürebilirdi fakat ondan korkum, bir cadı kadının gözlerinde pusuya yatan orman için doğan manyetizmanın dehşetinden azdı.
Arap saçı gibi bitki örtüsünde tökezlerken de, davulun giderek daha yüksek, daha yüksek, iblisçe bir alayla önümde gürlediğini işittim. Sonra mırıltısına, her zerremi şefkatle ürperten bir insan sesi, uzun uzadıya bir dehşet ve acı çığlığı halinde karıştı. Yapışkan tenimden ter boşandı; birazdan kendi sesim de ağza alınmaz eziyet altında öyle yükselebilirdi. Fakat ayaklarım bedenimden ayrı, kendime ait olmayan bir iradeyle yönetilerek otomatlar gibi hareket ederek ilerlemeyi sürdürdüm.
Davul daha da yükseldi ve siyah araçlar arasında bir ateşin parıltısı peyda oldu. Birazdan, çalıların arasında çömelerek, beni bir kâbus sahnesinden ayıran kara su şeridinin karşısına bakıyordum. Orada durmam hareketlerimin kalanının olduğu kadar mecburiyetti. Belli belirsiz dehşet sahnesinin kurulduğunu anladım ama buna girme vaktim daha gelmemişti. Zaman geldiğinde, kendi çağrılarımı alacaktım.
Alçak, ormanlık bir ada siyah dereyi bölüyor, dar bir kara kıstağıyla karşımdaki sahile bağlanıyordu. Bunun alt ucunda dere, tepecikler, çürüyen kütükler ve yosunlar büyümüş, sarmaşıklarla birbirine girmiş ağaç kümeleri arasında ilerleyen kanallardan bir ağ halinde bölünüyordu. Tam sığınağımın karşısındaki ada sahili, açık, derin bir siyah su koluyla derinlemesiyle çentilmişti. Saçaklı ağaçlar ufar bir açıklığı çevreliyor, kısmen de bir kulübeyi gizliyordu. Kulübe ve sahil alasında gizemle büklümlenen yeşil yılan dilli alevlerini yukarı yollayan bir ateş yanıyordu. Düzinelerce siyah insan sarkık dalların gölgeleri altında çömeliyordu. Yeşil ateş yüzlerini aydınlattığında, onlara boğulmuş cesetlerin görünüşünü katıyordu.
Açıklığın ortasında dev gibi bir zenci, siyah mermerden huşu uyandıran bir heykel gibi duruyordu. Hırpani bir pantolon giymişti ama başında kocaman kızıl bir mücevher yerleştirilmiş, dövme altından bir şerit, ayaklarında barbarca sandaletler vardı. Yüz çizgileri, devasa zindeliğini koca bedeninden az yansıtmıyordu hani. Fakat baştan aşağı zenciydi – açık burun delikleri, kalın dudaklar, abanoz ten. Büyücü Saul Stark’a baktığımı anladım.
Önündeki kuma yatan birşeye, karanlık hafifçe inleyen bir şeye bakıyordu. Birazdan başını kaldırarak gür yakarısını siyah sulara doğru yükseltti. Ağaçların arasında öbeklenen siyahlardan, geceyarısı dalları arasında ağlayan bir rüzgâr gibi ürpertici bir karşılık geldi. Yakarı ve karşılığın iki de meçhul bir lisanda biçimlendirilmişti–gırtlaksı, ilkel bir lisan.
Yeniden seslendi, bu kez acayip, tiz bir ağlama halindeydi sesi. Ürpertici bir iç çekiş geçti siyah ahaliden. Tüm gözler karanlık suya odaklandı. Birazdan da bir nesne ağır ağır derinliklerden yükseldi. Ani bir ürperti sarstı beni. Bu bir zencinin kafasına benziyordu. Birbirinin peşi sıra, beş kafa siyah, servilerin gölgelediği suyun üstünde yükselene dek, benzer nesneler tarafından takip edildi. Bunlar kafaları haricinde suya gömülmüş beş Zenci olsa gerekti–fakat bunun öyle olmadığını biliyordum. Burada iblisçe bir şey vardı. Sessizlikleri, hareketsizlikleri, tüm görünüşleri doğadışıydı. Ağaçlardan kadınların histerik hıçkırığı geldi ve birileri bir adamın adını fısıldadı.
Sonra Saul Stark ellerini kaldırdı ve beş kafa sessizce gömülerek gözden kayboldu. Hayali bir fısıltı gibi Afrikalı cadının sesini işitir gibi oldum. “Onları bataklığa koyar!”
Stark’ın derin sesi dar suyun karşısında dalgalandı: “Şimdi de büyüyü kesinleştirmek için Kafatası Dansı!”
Cadı ne demişti? “Ağaçların arasında gizlenip, Kafatası Dansı’nı izleyeceksin!”
Davul yeniden gürleyip homurdanarak vurmaya başladı. Siyahlar sözsüz bir ilahi yükselterek, kalçaları üstünde sallandı. Saul Stark, kollarıyla acayip desenler örerek kumdaki figürün etrafında ölçülü adımlarla yürüdü. Sonra hızla döndü ve açıklığın öbür ucuna baktı. Bir elçabukluğu ve şu an sırıtan bir insan kafatası tutuyordu. Onu bedenin ötesindeki ıslak kuma attı. “Damballah’ın Gelini!” Gürledi. “Kurban bekliyor!”
Beklenti içinde bir mola oldu; ilahi alçaldı. Tüm gözler açıklığın öbür ucuna dikilmişti. Stark bekleyerek duruyordu, ben de sanki şaşırmış gibi kaş çattığını gördüm. Sonra, çağrıyı tekrarlamak için ağzını açıyordu ki gölgelerden barbarca bir figür çıktı.
Onun görünüşüyle soğuk bir ürperti sarstı beni. Bir an için ateş ışığı, göğsüne sarkan kafasındaki altın süslerinde ışıldayarak hareketsiz durdu. Gergin bir sessizlik hüküm sürüyordu, Saul Stark’ın ona sertçe baktığını gördüm. Kadın, başı tuhaf şekilde eğik, yüce ve içine kapanık halde duruyor, bir parça ilgisiz görünüyordu.
Sonra kendi kendine uyanır gibi, sıçramalı bir ritmle sallanmaya başladı, birazdan da okyanus Atlantis’in siyah krallarını boğduğunda dahi eski olan bir dansın labirentleri içinde fırıl fırıl dönüyordu. Bunu tarif edemem. Hayvanca bir şeydi; iblislik harekete geçmiş, Firavun dansözlerini dehşete düşürecek duruşlar ve hareketlerle kıvrılan, fırıl fırıl dönen bir anafor halinde biçim alıyordu. O kahrolası kafatası da takırdayarak, kumda çınlayarak onunla dans ediyordu. Nesne sıçrıyor, kadının hoplayıp sıçramalarıyla uyum içinde canlı bir varlık gibi dönüyordu.
Fakat yanlış giden bir şey vardı. Bunu hissediyordum. Kadının kolları gevşekçe asılıyor, sarkık kafası sallanıyordu. Bacakları hamlesini sarhoş gibi ve zamansız kılarak bükülüyor, bocalıyordu. İnsanlardan bir mırıltı yükseldi, Saul Stark’ın kara suratında şaşkınlık belirdi. Zira büyücünün hâkimiyeti, kıl payına bağlı bir şeydi. Formül veya ayinde en ufak bir değişim bütün büyü ağını sekteye uğratabilirdi.
Bana gelince, ürpertici dansı seyrederken, tenimde terin donduğunu hissettim. O zemberekli dişi iblise beni bağlayan görünmez prangalar beni boğuyor, eziyordu. Kadının, beni gizlenme yerimden siyah sulardan Damballah Evi’ne, ecelime yürümem için çağırdığı zirvenin yaklaşmakta olduğunu biliyordum.
Şimdi yüzen bir tıpa halinde hızla dönüyordu, topukları üstünde durdu, gizlendiğim yere doğru döndü ve beni açıkta duruyormuşum gibi net olarak görebildiğini anladım. Her nasılsa varlığımı sadece onun bildiğini de anladım. Kendimin gayya kuyusunun kenarından yuvarlandığımı hissettim. Kadın başını kaldırdı, o mesafeden bile gözlerindeki alevi gördüm. Yüzü müthiş bir zaferle aydınlandı. Yavaş yavaş elini kaldırdı ve uzuvlarımın o korkunç çekime karşılık olarak kasılmaya başladığını hissettim. Ağzını açtı–
Fakat o açık ağızdan sadece boğuk bir hırıltı yükseldi, aniden dudakları kızıla boyandı. Aniden, hiç uyarmadan dizleri boşandı ve yüzükoyun kumlara kapaklandı.
O düşerken, ben de çamura gömülerek düştüm. Beynimde bir şey bir alev yağmuruyla patladı. Sonra da zayıf, ürpererek ama bir özgürlük hissi ve bir insanın hiç yaşayamayacağını düşlediğim bir hafiflikle ağaçların arasına çömeldim. Beni ele geçiren kara büyü bozulmuştu. İğrenç karabasan ruhumdan kalkmıştı. Işık, Afrika geceyarısından daha siyah bir gecenin üstünde peyda olmuş gibiydi adeta.
Kızın düşmesi üzerine siyahlardan vahşi bir çığlık yükseldi, paniğin eşiğinde titreyerek ayağa fırladılar. Devrilen gözbebeklerini, ateş ışığında parıldayan çıpla dişlerini gördüm. Saul Stark, tam uygun zamana, bir savaş öfkesi içinde, bu çılgınlığı amaçlayarak, ilkel doğalarını bir delilik noktasına dek zorlamıştı. Kolayca bir dehşet histerisine dönüşebilirdi bu. Stark, sertçe onlara bağırdı.
Fakat tam o anda, kız son bir kasılmayla ıslak kumda yuvarlandı, ateş ışığı göğüsleri arasındaki hala kan akan yuvarlak delikte parladı. Jim Braxton’un mermisi hedefini bulmuştu
En başta, onun tamamen insan olmadığını hissetmiştim; Bir kara orman ruhu, onu olduğu şey kılan bir tür derin, insanüstü zindelik vererek babalık etmişti ona. Ne ölümün, ne cehennemin onu Kafatası Dansı’ndan alıkoyamayacağını söylemişti. Ve kalbinden vurulmuş, ölürken de ölüm yarasını aldığı dereden, bataklığı geçerek Damballah Evi’ne gelmişti. Kafatası Dansı da onun ölüm dansı olmuştu.
Tıpkı bir erteleme bahşedilmiş bir mahkûm gibi şaşırmış halde, önce önüme serilen sahnenin anlamını güçlükle kavradım.
Zenciler tam bir cinnet halindeydi. Dişi büyücünün ani ve onlar için açıklanamaz şekilde ölümünde dehşetli bir alamet gördüler. Kadının açıklığa girdiğinde ölmekte olduğunu bilmelerinin bir yolu yoktu. Dişi kâhinleri ve rahibeleri, tam gözlerinin önünde görünmez bir ölümle vurulmuştu onlara göre. Saul Stark’ın büyücülüğünden bile daha kara bir büyüydü bu –ve belli ki onlara düşmandı.
Korkudan kudurmuş sığırlar gibi tepindiler. Uluyup haykırarak, birbirlerini paralayarak, kara kıstağı ve ötesindeki sahile yönelerek ağaçların arasında körü körüne kaçtılar. Saul Stark, sonunda can veren esmer kıza bakarak, onları umursamadan mıhlanmış halde duruyordu. Aniden ben de kendime geldim ve uyanan erkekliğimle birlikte soğuk bir öfke ve öldürme arzusu uyandı içimde. Bir silah çektim, kararsız ışıkta nişan alarak tetiği çektim. Sadece bir tıklama karşılık verdi bana. Tabancalarımdaki barut ıslanmıştı.
Saul Stark kafasını kaldırdı ve dudaklarını yaladı. Kaçışın sesleri uzaklarda azalıyor, açıklıkta tek başına duruyordu. Gözleri etrafındaki kara ormanlara doğru bembeyaz devrildi. Eğildi, kumda yatan insansı nesneyi kavradı ve kulübenin içine sürükledi. O kaybolur kaybolmaz, alt uçtaki dar kanallarda yürüyerek adaya doğru ilerledim. Bir odun kütlesi benimle birlikte çöküp derin bir deliğe kaydığımda neredeyse sahile varmıştım.
Bir anda etrafımdaki su anaforlandı ve yanımda bir kafa yükseldi; benimkine yakın, bulanık bir yüzdü bu–bir zencinin yüzü–Tunk Bixby’in yüzü. Şimdi insanlıkdışıydı; bir kedi balığınınki gibi ifadesiz ve ruhsutdu; artık insan olmayan, artık insan kökeninin uyanıklığını taşımayan bir yüz.
Çamurlu, biçimsiz parmaklar gırtlağımı kavradı, bıçağımı çektim ve sarkık ağzın içine sapladım. Surat bir kan dalgası içinde kayboldu; yaratık ses çıkarmadan suya gömülerek kayboldu, ben de kendimi gür çalıların altındaki sahile çektim.
Stark elinde bir tabancayla kulübeden koşmuştu. İşittiği gürültü tarafından teyakkuz halinde, rastgele etrafa bakıyordu ama beni göremediğini anladım. Kül rengi teni terden ışıl ışıldı. Korkuyla hükmetmiş, korku tarafından hükmediliyordu şu anda da. Metresini öldüren meçhul elden korkuyordu; ondan kaçmış olan Zencilerden korkuyordu; ona barınak olmuş derin bataklıktan ve yarattığı canavardan korkuyordu. Panikle titreyen acayip bir çağrı seslendirdi. Sadece dört kafa suyu dağıtırken yeniden seslendi ama boşuna sesleniyordu.
Fakat dört kafa sahile ve orada duran adama doğru ilerlemeye başladı. Arka arkaya onlara ateş etti. Mermilerden kaçınmaya yeltenmediler. Birer birer batarak dosdoğru geliyorlardı. Son kafa kaybolmadan altı el ateş etmişti. Atışlar benim yaklaşma sesini boğmuştu. Sonunda döndüğünde hemen arkasındaydım.
Beni tanıdığını anladım; uğraştığının insani bir varlık olduğu bilgisiyle tanıma, beraberinde de korku doldu yüzüne. Bir çığlıkla boş tabancayı bana fırlattı ve kalkan bir bıçakla beşinden koştum.
Eğildim, hamlesini savuşturdum ve kaburgalarını derinlemesine yaran bir darbeyle karşılık verdim. O benim bileğimi, ben de onunkini yakaladım, orada göğüs göğüse çekiştik. Yıldız ışığında gözleri kuduz bir köpeğinki, kasları da çelik kirişler gibiydi.
Topuğumu, ayağının üst kısmını ezerek çıplak ayağının üstüne indirdim. Uludu, dengesini kaybetti ve bıçağımı serbest elime geçirerek onu karnından bıçakladım. Kan püskürdü ve kendisiyle beni de sürükledi. Kurtularak sıçradım ve tam kendisini dirseğinin üstüne çekip bıçağını fırlatırken doğruldum. Bıçak kulağımın dibinde çınladı, ben de göğsüne bastım. Kaburgaları topuğumun altında çöktü. Kızıl bir cinayet pusu içinde diz çöktüm, kafasını geriye çektim ve gırtlağını bir kulaktan öbürüne dek kestim.
Kemerinde kuru barut dolu bir kese vardı. Daha fazla hareket etmeden tabancalarımı yeniden doldurdum. Sonra bir meşaleyle kulübenin içine girdim. Ve orada esmer cadının benim için hazırladığı eceli tanıdım. Tope Sorley inleyerek bir ranzada yatıyordu. Onu suyun akılsız, ruhsuz, yarı insan sakini kılacak olan dönüşüm tamamlanmamıştı ama aklı gitmişti. Fiziksel değişimlerin birazı tamamlanmıştı–Afrika’nın hangi tanrısız büyücülüğü yoluyla olduğunu bilmek istemiyorum. Bedeni yuvarlaklaşmış, uzamıştı, bacakları kısalmış, ayakları düzleşmiş ve genişlemişti, parmakları korkunç şekilde uzun ve perdeliydi. Boynu olması gerekenden epey uzundu. Yüz çizgileri değişmemişti ama ifadesi büyük bir balığınkinden daha insani değildi. Jim Braxton’un sadakati olmasa, Kirby Buckner uzanıyor olacaktı orada. Zalim bir merhametle tabancamın namlusunu Tope’nin başına dayadım ve tetiği çektim.
Bu şekilde de kâbus sona erdi ve bu ürpertici anlatıyı daha fazla uzatmam gereksiz. Kenan Diyarı’nın beyaz insanları, adada Saul Stark ve esmer kadının cesetleri haricinde hiçbir şey bulamadı. Bugün bile Jim Braxton’un esmer kadını öldürdükten sonra bir bataklık zencisi tarafından öldürüldüğünü ve Saul Stark’ı öldürmek suretiyle tehditkâr isyanı benim sona erdirdiğimi zannediyorlar. Öyle düşünmelerine müsaade ettim. Siyah Tularoosa sularının gözlediği yaratıkları hiç bilmeyecekler. Goshen’in sinmiş, dehşete kapılmış zenci halkıyla paylaştığım ve ne onların, ne de benim asla bahsini etmeyeceğim bir sır bu.

SON

http://www.cizgidiyari.com/forum/hu...howard-oyku-siyah-kenan-diyari-bolum-1-a.html
http://www.cizgidiyari.com/forum/hu...howard-oyku-siyah-kenan-diyari-bolum-2-a.html
http://www.cizgidiyari.com/forum/hu...howard-oyku-siyah-kenan-diyari-bolum-3-a.html
 
Üst