CONAN ÖYKÜSÜ-KULEDEKİ MÜCEVHER FASIL 1-2-3-4

hüseyin aksakal

Onursal Üye
Çeviri & Balonlama
7 Eyl 2010
773
5,728
Kdz. Ereğli
Dostlar, uzun zaman oldu öykü paylaşmayalı. Etkisiz eleman durumundan bir kurtulalım diye Sprague De Camp-Lin Carter ikilisinden bir öykü paylaşıyorum. Üç bölümde paylaşacağım. İlk dört bölüm aşağıda... Umarım beğenirsiniz.

KULEDEKİ MÜCEVHER​
Sprague De Camp-Lin Carter​

Kuzeydeki anayurduna bir ziyaretin ardından Conan Kozaki’lere döner. Turan’ın yeni, enerjik kralı Yezdigerd, kanunsuz çetesini dağıttığında, Conan İranistan’da bir paralı asker olarak hizmet eder ve Himelian Dağları ve efsanevi Vendhya diyarına dek Doğu’yu gezer. Batı’ya dönüşte, yaşayan ölülerden hayalet bir kent keşfeder ve kısa bir süre Stygia’nın güneyindeki çölde bir zenci imparatorluğu kralına kısa süre eşlik eder.

“Tombalku’da Davullar”da aktarılan olayların ardından Conan’ın yolu güney çayırlarının ardındaki başka kara krallıklara düşer. Burada evvelce tanınmaktadır ve Aslan Amra olarak Belit’le geçirdiği günlerde yakıp yıktığı sahillere varmakta zorlanmaz. Fakat Belit, Kara Sahil’de yalnızca solgun bir anıdır. Nihayet Conan’ın kılıcını bileyerek oturduğu burnun açığında beliren gemi, Argos ve Zingara sahillerinin açığındaki Baracha Adaları’nın korsanlarıyla donanmıştır. Onlar da, Conan’ı duymuşlardır ve kılıcı ve deneyimini iyi karşılarlar. Bir süre birlikte kaldığı Baracha Korsanlarına katıldığında otuzlarının ortasındadır. Bu hikâye bu ortamdaki birçok macerasından birini anlatıyor.


1. RÜZGÂRDAKİ ÖLÜM

Cümle Batı’yı, vahşi bir kızıl alev yangınına çeviren günbatımı yaklaşırken ilk büyük filika sarı kumsala çekildi. Kayık sığlıklara ulaşırken dev dalgalarda sular sıçratan mürettebat, dalga onu yeniden denize çekmesin diye sahilin yukarısına sürükledi.
Bir zorba taifesiydi adamlar. Çoğu Argosluydu—kahverengi veya kumral saçlarla tıknazca kişiler. Aralarında birkaç ince bacaklı ve kara saçlı solgun Zingaralı, daha da az sayıda kıvırcık kara sakallı, yağız, güçlü, kanca burunlu Shemli vardı. Hepsi kaba deniz urbalarına bürünmüştü, yine de bazıları yalınayak yürürken, diğerleri yüksek, iyi yağlanmış denizci çizmeleri giyiyordu; denizci kılıçları, palalar ya da kamalar sokuluydu bellere dolanan kızıl kuşaklara.
Kabak başı, kehribar karası gözleriyle, kısa bir tunik ve sandaletler giyen ince yapılı, esmer tenli, ince dudaklı bir Stygialı geliyordu beraberlerinde. Bu Sihirbaz Mena’ydı; kılığı ve Stygialı ismi hürmettendi sadece; zira uğursuz Stygia diyarının kalburüstü kenti Khemi’den bir kadınla gezgin bir Shemli tacirin peydahladığı bir melezdi o.
Liderlerinin talimatı üzerine ağaçları haşin bir sur gibi yüksek dalgaların erişiminin ötesindeki sahile dek sürünerek inen orman kenarındaki çalılığa çekti tayfalar kayıklarını.
Emir veren ne Zingaralıydı, ne de Argoslu; soğuk, sisli kuzey tepelerinden bir Cimmerialıydı sadece. Belinde bir denizci palası, kızıl kuşağına sokulu bir palayla, esnek deriden bir gömlek ve bol ipek pantolonu içinde hakiki bir devdi. Güçlü, adaleli kolları ve şişkin kaslarla uzun boylu, derin göğüslüydü. Öbür korsanlardan farklı olarak sinekkaydı tıraşlıydı ve kaba, düz, kuzgun yelesi enseden kesilmişti. Görünüşü ve siyah kaşlar altındaki volkanik bir maviyle için için parlayan gözleri haşindi. Conan’dı ismi.
İkinci bir büyük filika, sessiz ritmik küreklerle küçük körfezin mavi sularında süzülüyordu şimdi. Onun arkasında kızıl Batı perdesi önünde ince gövdeli silahlı ticaret gemisi Şahin’in demir atmış karaltısı görünüyordu. Sahile varan filika, kumsaldan ilkinin gizlendiği yeşil çalılıklara çekildi. Adamlarının hurma yapraklarıyla iki pupanın üstünü de tamamen gizleyişini izlerken, ikinci mürettebat lideri de Conan’a katıldı.
Yeni gelen hakiki bir Zingaralıydı; Kibirli davranışlarını destekliyor gibi görünen sarı çehresi ve şahin burnuyla narin ve şıktı. Taranmış bıyıkları ve küçük sakalı dar ağzını çevreliyor, sivri çenesini süslüyordu. Baracha Korsanları arasında hayli namlı bir korsan ve Şahin’in kaptanı Gonzago’ydu bu. Conan daha geçen ay ikinci kaptanı olmuştu.
“Adamları topla da beni izle,” dedi. Cimmerialı başını salladı korsanlara devam etmelerini işaret etmek üzere döndü ama büyücü koluna dokunarak onu durdurdu.
“Neyin var?” diye sordu Conan kabaca. Stygialının karayağız, akbaba suratını, kabak başını, fersiz gözlerini sevmiyordu. Büyücülere hiç tahammül edemezdi zaten.
“Ölüm,” diye fısıldadı büyücü. “Rüzgârda ölüm kokusu alıyorum…”
“Şşşt, seni aptal, adamlar paniğe kapılmadan!” diye homurdandı Conan. Barachalı korsanların asi, kavgacı, batıl inançlı taifesinden olduğunu bilirdi; bir kez daha Kaptan Gonzago sefer için Stygialı büyücüyü almaması öğüdünü dikkate alsaydı keşke diye geçirdi içinden. Fakat burada patron Gonzago’ydu, Conan değil.
“Ne bekliyorsun?” diye terslendi Gonzago, onlara katılmak için ilerleyerek. “Bir saatlik gün ışığımız ancak kaldı ve kuleye varamadan bu lanet ormanı da aşmamız gerek. Dakikalarımız sayılı, o yüzden canlandır onları.”
Conan fısıldanan ikazı tekrarlayınca, Zingaralı büyücü Mena’ya baktı.
“Daha net olamaz mısın be adam?” Kaptan diş gıcırdattı. “Ne tür bir ölüm—kimin—ve ne yönden?”
Mena başını salladı, gözleri bulanık ve dalgındı. “Bilemem,” diye karşılık verdi. “Fakat bu kara adaya seninle geldiğime pişmanım. Üstad Siptah büyücüler arasında yüce bir prenstir ve böyle birinin büyüleri benim hükmettiklerimin hepsinden kudretlidir.”
. Gonzago bir küfür tükürdü. Conan kollarını güçlü göğsüne kavuşturarak durdu, etrafa temkinli bakışlar attı. Fakat sarı kumsal, mavi deniz ve kızıl çizgili gök masum ve normal görünüyordu. Yalnızca gölgeleriyle uğursuz, karanlığın boyadığı orman neden oluyordu tereddüde. Sadece keşfedilmemişliği, taşkınlığı, yabanıllığıydı onun tehdidi—çalıların altından yırtıcı, aç ateşlerle ışıldayan gözler, ve yıkılmış ağaç gövdelerinde sürünen engerekler, kayan kumlar ve orman humması, düşman yerliler veya ani fırtınalar filan.
Tüm o tehlikelerden hiç biri özellikle korkutucu değildi; zira korsanlık mesleğinin sıradan tehlikeleriydi bunlar. Şimdiye dek hava iyi gitmişti; insan yerleşimi emaresi yoktu; Conan’ın tecrübesi de genelde ufak adaların tehlikeli hayvan barındırmadığını söylüyordu ona.
Yine de büyücü rüzgârda ölüm kokusu alıyordu. Büyücüler de başkalarının sezemediğini sezerdi.


2. BÜYÜ MÜCEVHERİ​

Gece, kalan günışığına peçesini çekmeden, akıncılar adanın öbür tarafına vardı. Bir çift korsan, özlü bitkileri kesip daha büyük ağaçlara dönüş için işaret koyarak arkadaşlarının önünde yalın kılıç ormana daldı. Bir çift yorulduğunda görevi başkası aldı, böylece mürettebat küçük duraklamalarla ilerledi.
Yürüyüşün ne zor, ne de tehlikeli olduğu anlaşıldı; Mena’nın meş’um kehanetini gerçekleştirecek hiçbir şey cereyan etmedi. Küçük bir yaban domuzu izi, capcanlı tüyleriyle caka satarak ciyaklayan birkaç papağan, bir kökün üstüne çöreklenen, korsanların gürültüyle yaklaşması yüzünden süzülerek uzaklaşan uyuşuk bir yılandan daha korkutucu hiçbir yaratıkla karşılaşmadılar.
İlerleyişleri öyle kolay oldu ki, artan bir endişe hissetti Conan. Bu yer civarında görünmez bir tehdidin ürpertici havasını algılıyor, Mena gibi Gonzago’nun bu sefere girişmemiş olmasını dilemeye başlıyordu.
Zira şu an ağaç tepeleri üstünde karaltısı görünen kule, âdemoğlunun hatırladığından uzun süredir Khemi’nin güneyinde Stygia sahili açığındaki bu küçük meçhul adanın doğu sahillerinde duruyordu. Kulede, Stygialı büyücü Siptah ile sadece büyüleriyle başka boyutlar ve kadim âlemlerden çağırabildiği tekinsiz yaratıklar haricinde kimsenin yaşamadığı söylenirdi. Baracha Takımadaları korsanları, büyücünün ince kulesinde seneler boyu kâhinin öğütleriyle doğaüstü yardımını dileyen huzursuz ruhlardan derlenmiş efsanevi bir hazine gizlediğini fısıldıyordu. Fakat Gonzago’yu kuleye saldırmaya karar vermesinin nedeni bu sahipsiz hazineyi elde etmek değildi.
Uzun zaman önce Stygialı büyücü tarafından bir çöl mezarında gizemli bir mücevher bulunduğunu anlatıyordu efsaneler. Söylentilere göre, yaşayan kimsenin bilmediği bir dilde büyülü yazılar oyulmuş, kocaman, ışıl ışıl bir kristaldi bu. O mücevherin nam saldığı güçler sınırsız ve tekinsizdi zira Shem ve Zingara limanlarının denizci ve tacirleri arasında yaygın bir dedikoduya göre, Siptah, o dev mücevherin içinde saklı gizli büyüler sayesinde Siptah hava, toprak, ateş ve su ruhlarına da yeraltının daha tatsız iblislerine de hükmedebiliyordu.
Siptah’ın desteğini satın alan denizciler, limanlara sukunetle, güven ve rahatlıkla yelken açardı. Hiçbir fırtına veya tufan dokunamazdı onlara; Ne gemileri rüzgârsız kalır, ne de derinliklerin düşman canavarlarına yem olurdu. Denize komşu kentlerin ticaret prensleri kristale sahip olmak için servet teklif ederdi, zira ellerinde o olmuş olsa, büyücü tarafından talep edilen tahripkâr haracı vermeden deniz güvenliğinin keyfini sürebilirlerdi. O mücevherden mahrumken, tüm iblis uyandıran büyülerinin anahtarı, sihirli kristale temas olduğundan Siptah’ın onlara zarar verecek gücü bulamazdı.
Artık Stygialı Siptah’ın öldüğünü fısıldayanlar da vardı; zira sahil kentlerinin tacirlerinden haraç olarak talep edilenleri alışından bu yana sürüyle ay geçmişti; Büyücünün onların müracaatına karşılık verişinden bu yana daha da uzun süre geçmişti. Yaşıyorsa Stygialı Siptah muazzam bir yaşta olmalıydı gerçekten de—fakat büyücüler, kutsuz güçleriyle ihtiyarlık ve ölümü savuşturarak sıradan insanların ömrünü aşabilir.
En sonunda haris Stygialının gücünü yitirdiğinden endişelenen ve rüzgârla dalga üstündeki hâkimiyetini iç etmek isteyen bir ticaret konsorsiyumu, böyle bir girişim görevi için Baracha korsan kaptanlarının en cüretkâr olanlarına başvurmuştu. Eğer Stygialı sahiden ölüyse, derhal Stygia ruhlarına korkunç yeminlerle bağlı mücevherin mülkiyetini istiyorlardı. Eğer kuledeki mücevheri başka bir büyücü ele geçirirse, talepleri Siptah’ınkilerden bile fahiş olabilirdi.
Bu plan Gonzago’nun atılganlığına da hitap ediyordu, hırsına da. Tacirlerin planı ihtiyar büyücünün kuru kollarından koparması gerekse bile, değerli mücevheri ele geçirme arzusu uyandırmıştı bağrında. Zira liman tacirleri ona mücevheri ele geçirmek için iyi para ödeyebilir, Siptah’ın gücünü arzulayan başka bir büyücü ise çok daha cömertçe ödüllendirebilirdi onu.
Yine de Gonzago aptal değildi. Büyücüler tehlikelidir ve insanlar kara sanatların uygulayıcılarından çalınmış hazinelerin tadını çıkaracak kadar nadiren sağ kalırlar. Gonzago’nun dikkatli olması şarttı.


3. KUMDAKİ KAN​

Messantia’daki bir rıhtım tavernasında oldu korsan kaptanının Mena’ya ilk rastlaması. Tamahını kurnazca bir düşünce tutuşturmuştu: büyüyle savaşmak için büyüden daha iyisi olabilir mi? Sihirbazın hizmetini oracıkta satın almış, subaylarına Şahin’i ıssız adaya seyahate hazırlamalarını emretmişti.
Şu an, korsanlar ormanda dar bir patika açıp, kule civarındaki doğu sahiline varırlarken, Gonzago planlarının iyi işlediği görüşündeydi. Yaklaşan karavel ve filikalar büyücünün istihkâmından görülmesin diye adanın batı tarafına demir atmıştı. Akıncılar ormanı can kaybı yaşamadan ve korkunç büyücü tarafından—eğer hala yaşıyorsa—keşfedilmeden aşmıştı. Şu anda denizin yeşil-mavisi ağaçlar arasında ışıldıyor, adamlara kuleye koşmak, girişi tahrip etmek ve mücevher ile yaşlı büyücünün öbür hazinelerini ele geçirmekten başka bir şey kalmıyordu.
Oysa Gonzago, düşüncesiz hareketleri sayesinde bu kadar uzun süre sağ kalmamıştı tehlikeli mesleğinde. Bu yüzden kasvetli Stygialıyı yanına çağırdı.
“Siptah’ın büyüsünden korunmak için bize bir büyü yapabilir misin Üstad Mena?” diye sordu.
Mena omuz silkti. “Bir ihtimal, çok geç olana dek yaklaşmamızı algılamasın diye görüşünü bulandırabilirim,” diye mırıldandı.
Gonzago solgun, sakallı yüzünde ak dişleri ışıldayarak sırıttı. “Tavernada yaptığın gibi mi?” diye sordu. Gonzago’yu Stygialı ustaya karşı ince sanatlarını kullanmak için sihirbazı kiralama ilhamını veren bu hile—görünmezliği andıran bir büyü—olmuştu. Mena kabak başını salladı.
Sihirbaz başka laf etmeden kuru dallar topladı ve orman kenarında, ağaçların sona erip kumların denizle kucaklaşmak üzere uzandığı korunaklı bir noktada ufak bir ateş yaktı. Meraklı korsanlar izlerken, Mena kemerinden küçük deri keseler ve ince gümüş bir kaşık çıkarıp küçük, bakır bir tavaya renkli tozdan bir miktar ölçtü. Dallar parlak bir kor kümesi halini alınca tavayı ateşe koydu. Keskin, acı bir buhar akşam rüzgârında denize sürüklendi.
Conan kokladı ve tükürdü. Böyle sihirbazlıklardan hoşlanmazdı; onun usulü arkasında bir grup korkusuz silahşörle yalın kılıç kuleye saldırmak olurdu sadece. Fakat burada patron Gonzago olduğundan dilini tuttu.
Mena, üstünde meçhul toz bileşiminin bakır tavada karıştığı, kokulu dumanın akşam yelinde sürüklendiği küçük kor öbeği başında bağdaş kurdu. Kollarını kemikli göğsüne kavuşturan büyücü ıslıksı bir lisanda titrek bir ilahi seslendirdi.
Kızıl korlar, büyücünün etsiz yüzüne, canlı bir kurukafa görünüşü katan, acayip, pembe bir ışık atıyordu. Büyücünün çukura kaçan gözleri, uzun zaman önce ölmüş yıldızların hayaletleri gibi parladı. Kabarcıklanan eriyiğine bakmak için eğildi ve tekdüze inlemesi, en hafifinden fısıltıya dönüştü.
Sonra Mena duayı kesti ve bir parmağını Gonzago’ya büktü. Korsan kaptanı dinlemek için eğildiğinde, Mena fısıldadı.
“Sen ve adamların ayrılmalısınız. Büyünün son adımı tam bir yalnızlık gerektiriyor.”
Gonzago başını salladı ve adamlarını geldikleri yoldan geri sürdü. Hepsi büyücünün görüş alanından çıkıp Stygialının çağrısını bekledikleri esnada ya aylak aylak sineklere vurarak yıkık kütüklere oturdu ya da yerde dirseklerine yaslandı.
Zaman geçti. Işık gökten süzüldü. Aniden boğuk bir çığlık yırttı akşamın sukünetini.
Gonzago ve Conan, mırıltılı nidalarla büyücünün mesleğini icra ettiği küçük açıklığa koştu. Mena küçük ateşinin yanında yüzükoyun yatıyordu.
Sunturlu bir küfür eden Gonzago büyücünün kemikli omzunu tuttu ve bedenini çevirdi. Sönen korların ışıltısında gördüğü şey, unutulmuş gençlik ilahlarını anmasına yol açtı. Zira Mena’nın gırtlağı titizlikle kesilmişti, kanı süzülüyor, ormanın humuslu zemini tarafından emiliyordu.
Ya Siptah hazinesini korumak için hala yaşıyor, ya da korkunç mücevhere bağlı ruhlar, kendisi ölü olsa bile hala iradesine boyun eğiyor demek oluyor bu, diye düşündü Conan. Her iki şekilde de bu deneyim zalim alametlere gebeydi.
Açık yarada taze kan pıhtısı fokurdarken Gonzago korkunç bedene bakakaldı. Mürettebat göz akları karanlıkta kıpkızıl ışıldayarak arkalarında mırıldanıyordu.

Gonzago, düşünceli gözlerle kara kara düşünerek çömeldi. Ilık havada ürperen Conan bir şey demedi. Mena, rüzgârda ölümün kokusunu aldığını söylediğinde gerçeği söylemişti demek.



4. KİMSENİN GİREMEYECEĞİ YER

Hepsi gizemli tehdidin soğuk nefesini sırtında hissetse de, adamların pek azı razıydı gemilerine eli boş dönmeye. Gonzago kuleye saldırmaya kararlıydı. Parlak çeliğin en kara büyüye karşı bile zafer kazanacağına emindi. Bu yüzden grubunu ormanı sınırlayan karmakarışık sarmaşıklar arasından geçirip pürüzsüz, karanlık bir deniz üstünde akşamın ilk yıldızları pırıldarken sahile çıkardı.
Mena’nın tuhaf ve beklenmedik ölümüyle cesaretleri kırılan korsanlar, orman kenarına bağlı kalıp boğuk, kaçamak fısıltılarla konuşarak sahilde ağır ağır ilerledi.
Az sonra Conan küçük bir burundan yükselen uzun bir kumul otu kümesini araladı ve uzak, umursamaz yıldızların soluk ışıltısı altında gümüş bir dere kadar solgun ve ayak basılmamış görünen düz sahil şeridini araştırdı. Gecenin sessizliğini bozan çok az ses—ufak dalgaların kumsalı dövüşü, uzak bir martının kederli çığlığı ve gece böceklerinin vızıltı ve cıvıltısı—vardı sadece.
Issız sahilde bir ok atımı mesafede, işaret eden bir parmağı andıran siyah bir şekil, şu anda doğuda solmakta olan yıldızlı göğü deliyordu. Conan bakarken, dolunayı henüz geçmiş gümüşi bir ay dilimi, deniz manzarası üstünde kendini gösterdi. Ay, kuleyi gümüşi ışıkla arkalanan bir mürekkep lekesine çevirerek usulca yükseldi gökte. Sivri tepesi dar bir balkon duvarıyla çevrili basit, ince bir silindirdi bu; Bu çıkıntının üstünde de minaresi dimdik yükseliyordu.
Kulenin içinde ışık veya yaşam emaresi yoktu. Kule boş ve metruk gibi görünüyordu; yine de büyünün iş başında olduğu yerde görünüş hep aldatıcı olabilir. Öte yandan, diye düşündü Conan somurtarak, biri veya bir şey büyücüyü öldürmüştü. Artık Stygialı büyücü, varlıklarından haberdar olduğundan, korsanların kuleye doğrudan saldırmak haricinde seçeneği yoktu. Sürpriz avantajı kaybedildiğinden, daha fazla gizlilik pek az kazanç sağlayabilirdi.
Bu yüzden Gonzago adamlarına ince bir hurma ağacını yıkıp, gövdesinde çentikler açarak onlara ufak boylarda dallar bağlama işine koştu. Sonra yükselen mehtap altında bu kara merdiveni el değmemiş kumdan kara kulenin dibine taşıdılar. Fakat kulenin dibinde, manasız, inanmayı reddeden gözlerle birbirlerine bakakaldılar.
Zira Siptah’ın kulesinin ne kapısı vardı ne penceresi. Pürüzsüz siyah bazalttan duvarlar, kaba taştan kökünden, kaleye benzer tepesini taçlandıran ufak balkon duvarına dek penceresiz yükseliyordu. Gözlerini ne kadar zorlasalar da, saten dokusunda uydurulmuş taşların içinde hiçbir açıklık, çatlak veya yarık bulamadılar.
“Crom ve Mitra,” diye gürledi Conan ense tüyleri dikilip, kafatası karıncalanarak, “Büyücünün kanatları mı var?”
“Yalnızca Set bilir,” dedi Gonzago dalgın dalgın.
“Belki de çengelli bir kanca vasıtasıyla tırmanabilirdik,” dedi Conan.
“Fazla yüksek,” diye karşılık verdi kaptan ağır ağır.
Siptah’ın kulesinin dibinin etrafındaki kayaları araştırdılar ve içinde girdikleri tatsız durumda işe yarayacak bir şey bulamadılar. Kule, dalgaların geldiği deniz kenarına çıkıntı yapan çıplak bir kaya tabakasından göğe yükseliyordu. İçeri girmenin imkânı yoktu.
Yine de ne kadar iyi gizlenirse gizlensin bir tür giriş yolu olmalıdır; çünkü her meskenin—eğer bu bir meskense—bir giriş çıkış biçimi olması gerekir. Gonzago, deniz meltemi siyah pelerinini dalgalandırırken, alt dudağını çiğneyerek bir süre sessiz kaldı.
“Sahile dönelim dostlar,” dedi sonunda. “Aletler ve bir planımız olmadan gece vakti elden gelen bir şey yok. Bu mel’un kuleden iki ok atımı mesafede kamp kuralım ki balkondan biri ok atmasın. Şafağı orman perdesi ardında bekleyeceğiz.”
Akıncılar moralleri bozuk halde sahilde ağır ağır geri yürüdü, sakinleşmiş, görünüşte teselli bulmuşlardı. Kimsenin büyücüye ininde meydan okumaya fazla hevesli olmadığına dikkat etti Conan çarpık bir neşeyle; böylesi kış uykusundaki ayıları rahatsız etmekten beter bir talihsizlik olurdu.
Korsanlar, ağaç çizgisinin kumsalla birleştiği korunaklı bir noktada kamp kurdu. Conan birkaç kişiye ateş yakmaları için çalı toplamalarını emrederken, Gonzago, iki kişiyi kayıkların palmiye yaprakları altında gizlendiği sahilin ilerisine yolladı. Sonra Şahin’e kürek çekerek Gonzago’nun başyardımcısı Argoslu Borus’a; balta, çekiç, keski, delgi ve kuleye saldırıda işe yarar tüm araçları karaya indirmesi için bilgi vermeleri gerekiyordu. Erzaklarını ikmal için yiyecek ve şarap tulumlarına da ihtiyaç vardı.
Değişken ayın kararsız pırıltısı altında, ellerindeki eti kızartıp, su kıtlığına homurdanarak ateşin başına oturdu diğerleri. Homurtuları sadece alçak sesliydi; zira en iyi zamanlarında bile kolay biri olmayan kaptanları buz gibi bir öfkenin pençesindeydi. Diğerleri sönmekte olan ateşin yanında uykuya dalarken, Gonzago ayrı bir yere oturdu, pelerinine sarındı ve asık suratla arpacı kumrusu gibi düşündü.
Conan nöbetçileri yerleştirdi ve dinlenmek üzere seçtiği yere çekildi. Palasını elinin yetişebileceği mesafede toprağa saplayarak bir hurma ağacına yaslandı ve uyumaya hazırlandı. Fakat o gece uyku öyle kolay gelmedi dev Cimmerialıya.
Oynak dalgalar gevezeliği kesmişti; orman çömelen bir kaplan gibi sessizce izliyor, bekliyordu. Neyi bekliyordu? Conan bilmiyordu ama kendini katlanmış bir yay kadar gergin hissediyordu. Barbarlığın iyice bilenmiş sezgileriyle gecenin meş’um sessizliğinde kol gezen bir tehdit algılıyordu.
Orada bir şey vardı, biliyordu. Ve ağır adımlarla yaklaşıyordu
 

abolardis

Onursal Üye
12 Şub 2011
6,630
24,352
Dile bu kadar hakimiyet tebrik ederim üstadım.
Büyük bir değersiniz.
Sizin çapınızda çevirmen bulmak çok zor.
Çok şanslıyız.
Çok teşekkür ederim üstadım.
 
Üst