ROBERT E. HOWARD-GRİ TANRI GÖÇÜYOR/KARA TURLOGH

hüseyin aksakal

Onursal Üye
Çeviri & Balonlama
7 Eyl 2010
773
5,728
Kdz. Ereğli
Dostlar, epeydir buralarda bir şey paylaşmadığım geldi aklıma... Aşağıdaki Öykü, Robert E. Howard'ın Türkiye'de az bilinen karakterlerinden Turlogh Dubh O'Brien'i anlatmaya başladığı öykü. Temelde 1014 yılında Clontarf Savaşı'nı anlatıyor. Bu savaş kurgusu içinde, Turlogh'un ana karakter olmadığına dikkatinizi çekerim. Turlogh ancak bundan sonraki öykülerde baş karaktere--ve bir sürgüne--dönüşüyor. Turlogh öyküleri Conan öykülerinden farklı olmak üzere tarihsel bir temel üzerinde birbirini izliyor. Bu öyküde, Turlogh'un daha sonra çeşitli öykülerde karşılaşacağı karakterler olduğu gibi, daha sonraki öykülerde de bu öyküye sürekli göndermeler bulunuyor. Howard kurgusunun Kara Turlogh'un oluşturduğu çemberi de kapsayan daha büyük bir çember oluşturduğunu görebiliyoruz bu öyküleri okuyunca... Biraz uzun olduğundan iki bölüm halinde paylaşacağım. ikinci ve son bölüm için birkaç günlük bir ara vermeyi düşünüyorum.
Umarım beğenirsiniz.
Hüseyin Aksakal​


GRİ TANRI GÖÇÜYOR

Her yanda kasavetle yükselen soğuk dağ menzilleri arasında bir ses yankılandı. Devasa bir kayalığa açılan geçidin ağzında, esir Conn, köşeye sıkışmış kurt gibi hırlayarak döndü. Uzun boylu, iri yarıydı. Yine de endamlı, yakışıklıydı; geniş kavisli omuzları, devasa kıllı göğsü ve uzun, kalın kaslı kollarına vahşetin yırtıcılığı hâkimdi. Yüz hatları bedensel görünüşüyle uyumluydu—güçlü, inatçı bir çene, görünüşünün vahşiliğine soğuk, mavi gözlerinden daha fazla katkı sağlayan dağınık, kumral saç kütlesinin konduğu, basık, eğimli bir alın. Tek kıyafeti yetersiz bir peştemaldı. Kurdu andıran haşinliğiydi anasır-ı erbaa karşısındaki koruması—zira efendilerin bile onları doğuran demir koşullar kadar sert ömürler sürdüğü bir devirde, bir köleydi o.
Conn’un boğa gırtlağında hayvanca bir tehdit hırlaması uğuldayarak hazır kılıç yarı çömeldiği şu anda, altındaki zırh ışıltısı kölenin gözüne ilişen bir pelerine bürünmüş boylu poslu biri geliyordu geçitten. Yabancı giydiği başlığı öyle aşağı çekmişti ki gölgede kalan yüz hatlarından sadece gri deniz kadar soğuk ve zalim, tek bir göz belli oluyordu.
“Eee, Snorri oğlu Wolfgar’ın esiri Conn,” dedi yabancı derin, içe işleyen bir sesle, “Nice kaçarsın ellerinde efendinin kanıyla?”
“Seni tanımıyorum,” diye hırıldadı Conn, “beni nereden tanıdığını da bilmiyorum. Köpeklerine ıslık çal da buna bir son verelim beni yakalayacaksan. Bazıları ben ölmeden çeliği tadacak.”
“Ahmak!” yankılı seste derin bir küçümseme vardı. “Kaçak köle avcısı falan değilim ben. Etrafta daha vahşi ameller dönüyor. Kokla bakalım, ne kokuyor havada?”
Conn epey aşağıdaki uçurumları kopkoyu kucaklayan denizden yana döndü. Kana kana nefes alırken, burun delikleri genişleyerek güçlü göğsünü şişirdi.
“Tuzlu köpük tadını alıyorum,” cevap verdi.
Yabancının sesi kılıç hışırtısı gibiydi. “Rüzgârda kan kokusu var—mis gibi katliam kokusu ile öldürülenlerin feryatları.”
Conn hayretle kafasını iki yana salladı. “Sadece kayalıklar arasındaki yel bu.”
“Anayurdunda cenk var,” dedi yabancı kasvetle. “Güney mızrakları Kuzey kılıçlarına karşı ayaklandı ve ölüm ateşleri ülkeyi gün ortası gibi aydınlatıyor.”
“Bunu nasıl bilebilirsin?” diye sordu esir huzursuzca. “Torka’ya haftalardır hiç gemi uğramadı. Kimsin sen? Nereden gelirsin? Bu işleri nereden biliyorsun?”
“Muhabere düdüğü cırlayışlarını, balta çınlamalarını işitemiyor musun?” diye karşılık verdi uzun yabancı. “Yelin getirdiği savaşın pis kokusunu alamıyor musun?”
“Yoo,” diye cevapladı Conn. “Torka’dan Erin ’e uzun fersahlar vardır; kayalıklar arasındaki yeli, burun üstündeki martıların çığlıklarını duyuyorum sadece. Yine de savaş varsa klanımın silahşörleri arasında olmam gerek, Bir kavgada adamını öldürdüğümden Melaghlin bana ölüm cezası vermiş olsa da.”
Puslu, çıplak dağlar ve sisli dalgaların menzillerinin ötelerine bakarak bir heykel gibi duran yabancı önemsemedi.
“Ölümüne bir kapışma bu,” dedi kendi kendine konuşur gibi. “Artık bir hasat vakti gibi, kralların hasat, şeflerin toplanma vakti geliyor. Devasa gölgeler dünyada kızıl ellerle kol geziyor ve Asgaard’a gece çöküyor. Çoktan ölmüş kahramanların boşlukta fısıldayan feryatlarını, unutulmuş ilahların naralarını işitiyorum. Her varlık için tayin edilen vakit gelir ve ilahlar bile ölmelidir…”
Kollarını denizden yana açarak muazzam bir narayla kaskatı kesildi birden. Fırtınada görkemle yelken açan yüksek, dalga dalga bulutlar denizi gizledi. Sisten muazzam bir rüzgâr çıktı, rüzgârdan da fırıl fırıl dönen bir bulut kütlesi. Conn bağırdı. Bulanık, korkunç şekilde uçan bulutlardan on iki silüet çıkıyordu. Bir kâbusta gibi gördü on iki kanatlı at ve süvarilerini; altın saçları rüzgârda arkalarında dalgalanan, soğuk gözleri onun anlayışını aşan ürpertici bir hedefe dikili, alev alev yanan gümüş zırh ve kanatlı tolgalar giymiş kadınlar.
“Maktul Seçiciler!” diye gürledi yabancı kollarını korkunç bir hareketle iki yana iyice açarak. “Kuzey’in alacakaranlığına biniyorlar! Kanatlı toynaklar dalgalı bulutları dövüyor, Kader’in ağı örüldü, Öreke ve İğ kırıldı. Ecel tanrıların üstünde kükrüyor, gece Asgaard’a iniyor! Gece ve Ragnarök’ün borazanları!”
Pelerin, kudretli zırh giyimli bedeni açığa çıkararak rüzgârda iyice savruldu; sarkık şapka yana düştü; vahşi elf bukleleri serbestçe savruldu. Conn, yabancının gözündeki alevden geriye sindi. Öbür gözün olması gereken yerde sadece boş bir çukur olduğunu görüyordu. Bunun üzerine paniğe kapıldı; döndü, bir iblislerden kaçan bir kişi gibi geçitten aşağı koştu. Geriye korkulu bir bakış, bulutların yırttığı gök kubbe önünde yabancının pelerininin rüzgârda savrulduğunu, kollarının yüksekte sallandığını gösterdi; köleye öyle geldi ki dağlar ve denizi cüce gibi bırakarak bulutlar arasında dev gibi yükselmiş, muazzam yaşından ötürü aniden kırlaşarak bedensel olarak müthiş şekilde büyümüştü.


BÖLÜM II

Ey Kuzey Beyleri, geliyoruz hatırda kalan ölülerin çetelesiyle,
Kırık ocak, yanan ev ve başların üstüne çöken çatı kirişleriyle,
Tek bir zar atalım dengelemek için, kurşuni umman yanında
Haksızlık ve kederlerin yüz yılını, tek bir kızıl kasaplık saatiyle​

Bahar tufanı dinmişti. Yukarıda gök kubbe masmavi gülümsüyor, sahil boyunca birkaç dağınık kereste parçasıyla kalleşliğinin sessiz emaresini sunan deniz, havuz kadar durgun uzanıyordu. Sahil şeridinde, arkasında safran sarısı pelerini çırpınan, sarı saçı rüzgârda yüzüne savrulan, yalnız bir süvari at sürüyordu.
Aniden öyle ani şekilde dizginlere asıldı ki soylu atı şahlanıp hırladı. Kum tepeleri arasından saçı başı dağınık, bir peştamal haricinde çıplak uzun, güçlü kuvvetli bir adam doğrulmuştu.
“Kimsin,” diye sordu süvari. “Bir şef kılıcı taşıyan, yine de efendisiz biri gibi görünen ve bir köle yakalığı taşıyan kişi?”
“Ben Conn, genç beyim,” diye cevap verdi gezgin. “Eskiden bir sürgündüm—bir esir—ister istesin, ister istemesin, hep Kral Brian’ın adamıydım. Seni de tanıyorum—Dal Cais Prensi, Brian’ın oğlu Murrogh’un dostu ve silah arkadaşı Dunlang O’Hartigan’sın. Söyleyin sayın bayım, memlekette savaş mı var?”
“Öngörümce,” diye cevap verdi genç şef, “tam şu anda Kral Brian ve Kral Malachi, Dublin önündeki Kilmainham’da kamp kuruyor. Kamptan daha bu sabah ayrıldım. Dublin Kralı Sitric, tüm Viking diyarlarından katiller çağırıyor, Gaeller ve Danimarkalılar savaşa kapışmaya hazır—Erin’in hiç görmediği türden bir savaş bu.
Conn’un gözleri bulutlandı. “Crom için!” diye mırıldandı yarı yarıya kendi kendine, “İhtiyar Adam’ın söylediği de buydu—yine de nasıl bilebildi? Bu bir rüyaydı muhakkak.”
“Buraya nasıl geldin?” diye sordu Dunlang.
“Dalganın üstünde bir yonga gibi sürüklenen açık bir gemi içinde sürüklendim Orkneyler Torka’dan. Geçmişte Melaghlin’in askeri Meath’ın bir adamını öldürdüm, Kral Brian’ın yüreği barışın bozulmasından ötürü bana öfkeliydi, ben de kaçtım. Neyse, bir sürgünün yaşamı çetindir. Hebridler Jarl ’ı Thorwald Raven, açlık ve yaralardan zayıf düşmüşken beni ele geçirdi ve bu yakalığı boynuma taktı.” Asker, boğa boynunu saran kalın, bakır halkaya dokundu. “Sonra beni Torka’da Snorri Oğlu Wolfgar’a sattı. Zalim bir efendiydi. Üç adamın işini yaptım, komşularıyla savaştığında arkasında durdum ve carle ları buğday gibi biçtim. Karşılığında sofrasından ekmek kabukları, üstünde uyuyacak çıplak toprak ve sırtımdaki derin yaraları bağışladı. Nihayet daha fazla katlanamadım, kendi skalli sinde üstüne atıldım ve kafatasını bir kütükle ezdim. Sonra kılıcını aldım, kamçı altında can vereceğime, donmayı ve açlıktan ölmeyi tercih ederek dağlara kaçtım.
“O dağlarda,” Conn’un gözleri yeniden şüpheyle bulutlandı—“Rüya gördüğümü zannettim,” dedi, “Erin’de savaştan bahseden uzun boylu, ihtiyar bir adam ve düşümde Valkyrie lerin bulutlar üstünde güneye ilerlediğini gördüm…
“Denizde bir girişimde can vermek, Orkney dağlarında açlıktan ölmeye yeğdir,” diye devam etti ayaklarını yere sıkıca basarak, daha bir güvenle. “Şans eseri bir yiyecek ve su çıkınıyla bir balıkçı kayığı buldum ve denize açıldım. Crom adına, niye, nasıl sağ kaldım acep! Fırtına beni dün gece pençesine aldı ve tek bildiğim ayağım altında batana dek kayık içinde denizle boğuştuğum, sonra da bilincimi tamamen yitirene dek denizin çıplak dalgalarıyla savaştığım. Tan ağarırken canlıdan ziyade ölü bir ahşap parçası gibi sahilde yatar halde kendime geldiğime kimse benden daha fazla şaşıramaz. Ondan beri, denizin soğuk acısını kemiklerimden çıkarmaya çalışarak güneşte yatıyordum.”
“Azizler aşkına Conn,” dedi Dunlang, “Cesaretini sevdim.”
“Umarım Kral Brian da sever bunu,” diye homurdandı asker.
“Peşime takıl,” diye cevap verdi Dunlang. Senin adına konuşurum. Kral Brian aklında tek kişinin öldürülmesinden ağır meseleler taşıyor. Tam bu gün bile rakip ordular ölümcül bir kapışma için sıralanmış duruyor.”
“Mızrak çınlaması yarın mı başlayacak?” diye sordu Conn.
“Kral Brian’ın rızasıyla değil,” dedi Dunlang. “Mübarek Cuma günü kan dökmekten tiksinir. Fakat kim bilir kâfirlerin üstümüze ne zaman çökeceğini?”
Conn bir elini Dunlang’ın üzengi kayışına koydu ve binek aylak aylak ilerlerken onun yanında yürüdü.
“Şayan-ı dikkat bir silah erbabı toplantısı var galiba?”
“Her iki tarafta yirmi bin savaşçıdan fazla; Dublin körfezi ejder gemileriyle kapkara. Orkneylerden Jarl Sigurd kuzgun sancağıyla geliyor. Man Adasından Viking Brodir yirmi gemiyle geliyor. İngiltere’den Danelagh’tan Norveç kralının oğlu Prens Amlaff iki bin adamla geliyor. Tüm ülkelerden ordular toplandı—Orkneylerden, Shetlandlardan, Hebridlerden—İskoçya, İngiltere, Almanya ve İskandinav ülkelerinden.
“Casuslarımız, Sigurd’la Brodir’in tepeden tırnağa çelik zırh kuşanmış, yekpare bir takoz halinde savaşan bin askeri olduğunu söylüyor. Dalcassialılar o demir duvarı kırmakta zorlanabilir. Yine de Tanrı isterse galip geleceğiz. Sonra, şeflerin arasında Çılgın Anrad, Kızıl Hrafn, Danimarkalı Platt, Thorstein ve silah arkadaşları, Güçlü Thorleif Hordi, Sakson Athelstane ve Hebridlerin Jarl’ı Thorwald Raven de var.”
O isim üzerine Conn vahşice sırıttı ve bakır yakalığı yokladı.“Eğer Sigurd ve Brodir’in ikisi birden geliyorsa büyük bir toplantı bu.”
“Gormlaith’in işi bu,” cevabını verdi Dunlang.
“Brian’ın Kormlada’yı boşadığı haberi Orkneylere dek geldi,” dedi Conn gayrı ihtiyari kraliçeye Norveçli ismini vererek.
“Öyle—kadının yüreği de ona duyduğu nefretten kapkara. Bedeniyle çehresi bunca güzel bir kadının bir iblis ruhuna sahip olması tuhaf.”
“Tanrı’nın işi bu lordum. Ya erkek kardeşi Mailmora?”
“Tüm savaşın tahrikçisi o değilse kimdir?” diye bağırdı Dunlang öfkeyle. “O ve Murrogh arasında bunca zamandır için için yanan nefret, sonunda tüm krallığı yakan alevler halinde patlak verdi. İkisi de kusurluydu; Murrogh belki Mailmora’dan da fazla. Gormlaith erkek kardeşini kışkırtıp duruyordu. Bir zamanlar karşısında savaştıklarına makam verirken, Kral Brian’ın basiretli davrandığına inanmıyorum. Gormlaith ile evlenip kızını Gormlaith’in oğlu Dublinli Sitric’e vermesi de iyi olmadı. Gormlaith’le çatışma ve nefret tohumlarını da sarayına aldı. O bir şehvet düşkünü; bir zamanlar Danimarkalı Amlaff Cauran’ın karısıydı; sonra Meathlı Kral Malachi’nin karısı oldu, onu da kötülüğü yüzünden bir kenara bıraktı.”
“Ya Melaghlin?” diye sordu Conn.
“Brian’ın Erin tacını ondan zorla aldığı mücadeleyi unutmuşa benzer,” dedi Dunlang. “Danimarkalılar ve Mailmora’ya karşı iki kral birlikte hareket ediyor.”

Tartışırlarken çıplak sahil boyunu geçerek yarlardan, kayalardan, kaba, engebeli bir alana çıkmışlardı; birden durdular burada. Bir kayada, Conn’un şaşkın bir an boyunca derinliklerden çıkmış bir denizkızına baktığını sanmasına yol açacak desende, ışıl ışıl yeşil bir entariye bürünmüş bir kız oturuyordu.
“Eevin!” Dunlang dizginleri Conn’a atarak atından yere atladı, kızın küçük ellerini kendisininkilere almak üzere ilerledi. “Bana haber yolladın, ben de geldim—ağlıyorsun sen!”
Bineği tutan Conn, batıl korkularca tetiklenen bir sakınma dürtüsü hissetti. Eevin, gördüğü başka hiçbir kıza benzemiyordu; yapı olarak ufak tefek, çocuk gibiydi, gür siyah saçlar ve uysal, siyah gözlerle esmerdi. Tüm görünüşü Norveç halkından da Gaellerden de farklıydı, Conn atalarının gelişinden önce ülkeyi mesken tutan, tükenmekte olan bir halkın üyesi olduğunu anladı onun; kimileri hala deniz kenarlarında ve tenha ormanların içlerinde yaşıyordu. Danimarkalılar büyücü, İrlandalılar ise perilerin akrabası sayardı onları.
“Dunlang!” Erkeği gayrı ihtiyari bir kucaklayışla yakaladı. “Cenge gitmemelisin—geleceği görmemi sağlayan gizem üstümde; gidersen öleceğini biliyorum! Benimle gel—seni gizleyeyim—sana derin deniz krallarının şatolarını andıran loş mağaralar ve halkım haricinde kimsenin ayak basmadığı gölgeli ormanlar göstereyim! Benimle gel de hakikat veya maddiyatı olmayan gölgeler haricinde bir şey olmayan savaşları, nefretleri, gururları ve hırsları unutalım. Gel de korku ve nefretin anlamsız olduğu, yılların saatler gibi ebediyen akıp gittiği uzak yerlerin düşsel görkemini öğren.”
“Eevin, aşkım!” diye bağırdı Dunlang hayli rahatsız olarak. “Benden gücümü aşan bir şey istiyorsun. Klanım savaşa girdiğinde payıma ölüm düşeceği kesin olsa bile Murrogh’un yanında olmam gerek. Seni canımdan çok seviyorum ama klanımın onuru adına, bu imkânsız bir şey!”
“Bundan korkuyordum,” diye cevap verdi boyun eğerek. “Siz uzun halktan olanlar sadece çocuksunuz—aptal, zalim ve vahşi—birbirinizi çocukça kavgalarda öldürüyorsunuz. Bu bana tüm halkım arasında sadece benim Uzun Halk’tan bir adamı sevmemden ötürü verilmiş bir ceza. Kaba ellerin yumuşak tenimi farkında olmadan bereledi, kaba ruhun da istemeden de olsa kalbimi bereliyor.”
“Sana zarar vermem Eevin,” diye başladı Dunlang acıyla.
“Biliyorum,” diye karşılık verdi, “İnsanların elleri Kara Ahali’nin bir kadının narin bedeni ve yüreğini ellemek için yapılmamış. Bu benim kaderim. Sevdim ve kayboldum. Görüşüm Peçe ve yaşam sisleri, geçmiş ve geleceğin ardını gören bir ileriyi görüştür. Savaşa gideceksin ve arpler senin için ağıt yakacak; Craglealı Eevin de gözyaşları içinde eriyene ve tuzlu gözyaşları soğuk tuzlu denizle karışana dek senin için ağlayacak.”
Genç sesi, kadın türünün kadim kederiyle titreşirken, Dunlang konuşmadan başını eğdi, kaba köylü bile huzursuzca ayaklarını birbirine sürttü.
“Cenk vakti için bir hediye getirdim sana,” dedi kız, güneşin ışınlarını yakalayan bir şeyi kaldırmak için kıvrakça eğilerek. “Seni korumayabilir diye fısıldıyor ruhumun hayaletleri—fakat kadın yüreğimde ümitsizce umuyorum!”
Dunlang, önüne serdiği şeye kararsızca baktı. Yan yan yaklaşarak boynunu uzatan Conn, daha önce hiç görmediği tuhaf bir işçilik ürünü bir zırh yelekle bir tolga gördü—başa tamamen geçirilen ve zırh yeleğin boyun parçasına konan bir nesne. Hareketli vizörü yoktu, görmek için önde sadece ince bir yarık açılmıştı. Yaşayan kimsenin taklit edemeyeceği işçiliği daha erken, daha uygar bir çağa aitti.
Zırhlara yönelik karakteristik Kelt antipatisi ve şüpheyle baktı Dunlang. Caesar’ın lejyonerleriyle karşılaşan Britonlar kendini metal içine kapatan bir adamın ödlek olduğu kanaatinden ötürü çıplak savaşırdı, sonraki çağda da İrlanda klanları Strongbow’un zırh giyimli şövalyelerini aynı fikirlerle değerlendirdi.
“Eevin,” dedi Dunlang, “Kardeşlerim eğer kendimi bir Danimarkalı gibi demire kapatırsam bana güler. Bir insan nasıl olur da bedeni tümden serbest olacağına böyle giysilerle ağırlaştırılır? Tüm Gaeller içinde sadece Turlogh Dubh tepeden tırnağa zırh giyer.”
“Gaeller arasında ondan daha cesuru var mıdır peki?” diye bağırdı kız tutkuyla. “Ah, ne aptalsınız siz Uzun Halk’tan olanlar! Aptalca gururunuz olmasa, onları uzun süre önce ezebilecekken, demir giyimli Danimarkalılar çağlar boyu çiğnedi sizi.”
“Tamamen gururdan değil Eevin,” diye tartıştı Dunlang, “Demiri kumaş gibi kesen Dalcassian baltasına karşı ister örgü ister levha olsun, zırh neye yarar?”
“Zırh Danimarkalıların kılıçlarını durduracaktır,” kız cevap verdi. “ve O’Brien’lerin baltalarından biri bile bu zırhı yırtamaz. Uzun zaman önce halkımın mağaralarında dövüldü, pastan özenle korundu. Lejyonlar Britanya’dan çekilmeden çok, çok eski bir zamanda yaşamış Romalı bir savaşçıydı onu giyen. Galler sınırlarındaki kadim bir savaşta halkımın ellerine geçti. Onu giyenin büyük bir prens olması yüzünden halkım bu zırha büyük değer verdi. Şimdi sana yalvarırım, beni seviyorsan giy onu!”
Dunlang nesneyi tereddütle aldı, ne zırhın Roma imparatorluğunun son günlerinde bir gladyatörce kuşanıldığını biliyor, ne de kaderin hangi tuhaf kaprisi yüzünden Britanya lejyonuna mensup bir subay tarafından giyildiğini merak ediyordu. Çok az biliyordu bunu kardeşlerinin çoğu gibi ne okuyabilen, ne de yazabilen Dunlang; bilgi ve eğitim ruhbanlar ve ve rahiplere göreydi; bir savaşçı sanat ve ilimlerde ilerlemek için fazlasıyla meşgul olurdu—“Bana uyarsa.”
“Uyacak,” kız cevapladı. “Ama artık sağ görmeyeceğim seni!”
Kız ak kollarını uzattı, Conn uzaklara bakarken Dunlang onu hasretle bağrına bastı. Sonra Dunlang onun sarılan kollarını kibarca boynundan çözdü, onu öptü ve kendini kurtardı.
Bir kere bile ardına bakmadan atına atladı ve yanında rahat adımlarla koşan Conn’la uzaklaştı. Çöken alacakaranlıkta arkaya bakan köylü, Eevin’in dokunaklı bir umutsuzluk resmi gibi hala orada durduğunu gördü.


BÖLÜM III​

Kamp ateşleri kıvılcım yağmurları yükseltiyor, ülkeyi gündüz gibi aydınlatıyordu. Uzakta Dublin’in suratsız surları karanlık, meş’um bir suskunlukla yükseliyordu; bu surların önünde Kral Mailmora yönetimindeki Leinsterli savaşçıların ateşleri titreşiyor, savaşçılar yaklaşan savaş için baltalarını biliyordu. Yıldız ışığı körfezdeki sayısız yelkenlerin, kalkan küpeştelerin, kavisli yılan pruvaların üstünde parıldıyordu. Şehir ve İrlanda ordusunun ateşleri arasında geceleyin karanlık ve hışırtılı Tomar Ormanı ve Liffey’in kara yıldız benekli sularıyla sınırlanan Clontarf ovası uzanıyordu.
Çadırı önünde ateş ışığı ağarmış sakalında dalgalanıp solmayan kartal gözlerinde parıldayarak, şefleri arasında oturuyordu yüce Kral Brian Boru. Kral yaşlıydı—yetmiş üç kış geçmişti aslanı andıran başı üstünden—vahşi savaşlar ve kanlı entrikalarla tıka basa dolu uzun seneler. Yine de sırtı dik, kolu cansızlaşmamıştı; sesi derin ve gürdü. Savaşta nasır tutmuş elleri ve güneş, rüzgâr ve yüksek yaylalarca bilenmiş gözleriyle uzun, mağrur savaşçılar olan şefleri vardı etrafında; pahalı tunikler, yeşil kemerler, deri sandaletler ve büyük, altın broşlar takılmış safran harmaniler içinde kaplansı prensler.
Savaş kartalları heyetiydi bunlar; Brian’ın en büyük oğlu, tüm Erin’in gururu Murrogh—hiç durmayan, neşeyle dans eden, kederle donuklaşan veya öfkeyle parlayan iri mavi gözlerle, güçlü kuvvetli, boylu posluydu; Murrogh’un küçük oğlu, altın bukleleri, hevesli yüzüyle onbeşinde narin, kıvrak bir delikanlı olan Turlogh—büyük savaş oyununda ilk kez yer alma beklentisinden gerilmişti. Başka bir Turlogh daha vardı; onun kuzeni—Turlogh Dubh—ondan sadece birkaç yaş daha yaşlı ama şimdiden gelişimini tamamlamış, Erin’in bir ucundan öbür ucuna dek çılgın öfkesi ve ölümcül balta oyunundaki ustalığı nam salmış Kara Turlogh. Desmond veya Güney Munster prensi Meathla O’Faelan da vardı ve akrabası—İskoçyalı Yüce Steward’lar; Lennox, İrlandalı kanalını vahşi İskoçlarıyla—kasvetli, cılız, sessiz, uzun adamlar—geçen Marlı Donald. Dunlang O’Hartigan ve Connacht şefi O’Hyne de vardı. Fakat O’Hyne’nin kardeş şefi ve Hy Many Prensi O’Kelly, Dalcassianlardan ayrı kurulan Meathmen kampında çadır kuran amcası Kral Malachi’nin çadırındaydı, Kral Brian’ı da düşündürüyordu bu iş. Zira güneş battığından beri O’Kelly, Meath Kralıyla kapanmıştı ve kimse aralarında geçenleri bilmiyordu.
Ne de Brian’ın oğlu Donagh kraliyet çadırı önündeki şefler arasındaydı, zira o Leinster’de Mailmora meskenlerini kasıp kavuran bir çeteyle sahadaydı.
Şu anda Dunlang O’Hartigan Asker Conn’un önünden giderek krala yaklaşıyordu.
“Kralım,” dedi Dunlang, “ burada vaktiyle sürgün edilmiş, Galliler arasında berbat bir esaret geçirmiş ve dönüp sancağınız altında savaşmak üzere fırtına ve denizde yaşamını riske etmiş bir kişi var. Orkneylerden açık bir kayık içinde, üryan, tek başına geldi ve deniz tamamen cansız halde kumsala attı onu.”
Brian kasıldı: en ufak şeylerde bile hafızası bilenmiş bir kılıç kadar keskindi.“Sen!” dedi. “Tabii, onu hatırlıyorum. Pekâlâ, Conn, geri mi döndün kanlı ellerinle?”
“Öyle, Kral Brian,” diye cevapladı Conn metanetle. “Ellerim kanlıdır. Bu doğru, kirini Danimarkalı kanında yıkamak istiyorum bundan ötürü.”
“Ölüm cezana rağmen önümde durmaya cüret ediyorsun ha!”
“Sadece şunu biliyorum Kral Brian,” dedi Conn cesurca. “Ben Sulcoit’te ve Limerick yağmasında seninle olan bir adamın oğluyum; ondan önce de gezgin günlerinde seni izlemiş, biraderin Kral Mahon ormanda seni aramaya geldiğinde yanında kalan on beş savaşçıdan biriydi bu adam. Büyükbabam da Deri Pelerinlilerden Murkertagh’ı izlemiş bir kişiydi, halkım Thorgiller vaktinden bu yana Danimarkalılarla savaştı. Güçlü darbeler vurabilecek kişilere ihtiyacın var ve bir ipin ucunda utançla olmasındansa, kadim düşmanlarıma karşı savaşta ölmek benim de hakkım.”
Kral Brian bir parça dalgınca kafasını salladı. “İyi dedin. Canını kurtardın; sürgün günlerin bir son bulsun. Öldürdüğün onun adamı olduğundan Kral Malachi belki başka türlü düşünürdü—ama—” durdu; Meath Kralını düşünürken eski bir şüphe ruhunu kemiriyordu. “Bırak olsun,” diye tekrarladı. “Bırak bu savaş sonrasına dek kalsın—belki bu hepimiz için dünyanın sonu olur.”
Dunlang Conn’a doğru adımladı ve elini bakır yakalığa koydu. “Hadi şunu keselim, hür bir adamsın artık.”
Conn başını iki yana salladı. “Ben onu boynuma takan Kuzgun Thorwald’ı öldürene kadar olmaz. Onu merhamet olmadığının işareti olarak savaşta takacağım.”
“Muhteşem bir kılıç takıyorsun asker,” dedi Murrogh birden.
“Evet, lordum,” cevabını verdi Conn. “Deri Pelerinliler’den Murkertagh, Danimarkalı Blacair onu Ardee’de öldürene değin bu kılıcı kullandı. Ben onu Snorri oğlu Wolfgar’ın cesedinden alana kadar da Galyalı mülkiyetinde kaldı.”
“Bir kralın kılıcını takmak bir askere yakışmaz,” dedi Murrogh kabaca. “Onu şeflerden biri alsın da yerine bir balta versin.”
Conn’un demir parmakları kabzaya kilitlendi.“Kılıcı benden alacak olan kişi, önce bana bir balta aşk etsin iyisi mi,” dedi sertçe. “Hem de hemen.”
Murrogh’un öfkesi aniden parladı ve göz göze onu karşılayan ve bir adım gerilemeyen Conn’a doğru ilerledi.
“Boş ver evlat,” diye emretti Kral Brian. “Bırak asker kılıcı alıkoysun.”
Murrogh omuz silkti. Ruh hali değişti. “Tamam, onu al da savaşta beni izle; bir asker elindeki kral kılıcı, bir prens kılıcı kadar geniş bir yol açıyor mu görelim.”
“Lordlarım,” dedi Conn. “Tanrı’nın iradesi ilk saldırıda düşmem olabilir ama kölelik yaraları sırtımı iyice yakıyor bu gece, mızraklar parçalandığında da gerilemeyeceğim.”




IV​
Bundan ötürü gelip çattı ecelin,
Sana ve krallarına…
—Chesterton

Kral Brian, Clontarf üstündeki ovalarda şefleriyle hasbihal ederken, bir zamanlar Dublin Kralının kalesi ve sarayı olan kasvetli şatoda tüyler ürpertici bir ayin sahneleniyordu. İyi bir nedendendi Hıristiyanların bu yüksek duvarlardan korkup nefret etmesi; Dublin vahşi, kâfir krallarca yönetilen bir pagan kentiydi ve içinde icra edilenler de karanlık, korkutucu amellerdi.
Şatonun bir iç odasında Viking Brodir, zalim siyah bir sunaktaki korkunç bir kurban törenini kasvetle seyrederek duruyordu. O korkunç taşta, eskiden yakışıklı bir genç olan çıplak, köpükler saçan bir yaratık kıvranıyordu; zalimce bağlanmış ve ağzı tıkanmıştı, Odin’in aksakallı, vahşi gözlü rahibinin elindeki ıslak, merhametsiz hançer altında sadece gayrı ihtiyari bükülebiliyordu.
Bıçak, eti, kası ve kemiği yardı; kan rahibin kızıl benekli sakalıyla çılgın bir ilahiyle Odin’e yakararak yüksekte tuttuğu geniş bakır bir kâsede toplanmak üzere korkunç bir sel halinde boşandı. İnce kemikli parmaklar, henüz atan yüreği kesik göğüsten kopardı ve vahşi, yarı deli gözleri hırslı bir ilgiyle onu taradı.
“Nedir kehanetlerin rahip?” diye sordu Brodir sabırsızca.
Rahibin soğuk gözlerinde gölgeler titreşti, teni gizemli bir dehşetle ürperdi. “Elli yıl hizmet ettim Odin’e,” dedi—“Elli yıldır kanayan yürekle gaipten haber veririm ama hiç bunlar gibi alametler görmedim. Kulak ver Brodir!—“Hıristiyanların dediği gibi, Mübarek Cuma’da savaşmazsan,” dedi rahip, “Orduların tamamen bozguna uğratılacak ve şeflerin öldürülecek, Mübarek Cuma savaşırsan Kral Brian ölecek—fakat savaşı kazanacak.”
Brodir soğuk bir kinle sövdü.
Rahip, ihtiyar başını iki yana salladı. “Alametin derinlerine erişemiyorum—Thorgillerin ayağı dibinde gizemler öğrenen Alev Çemberi rahiplerinin sonuncusuyum ben. Savaş ve katliam görüyorum—dahası da var—sisin arasında korkunç şekilde ilerleyen devasa, korkunç biçimler...”
“Bu kadar maskaralık kâfi” diye hırladı Brodir. “Düşersem, Brian’ı da yanımda Helheim’e götürmem gerek. Yarın Gaellere karşı gidiyoruz ister iyi bitsin, ister kötü!” Döndü ve odadan çıktı.
Brodir dolambaçlı bir koridoru aştı ve tüm Dublin krallarının sarayı gibi gezgin Norveçliler tarafından tüm halklardan gasp edilmiş dünyanın ganimetiyle—altın kaplama zırhlar, nadir perdeler, pahalı kilimler, Bizans ve Doğu’dan divanlar—donatılmış daha ferah bir odaya girdi. Zira Dublin Vikinglerin dünya çapında merkezi—yeryüzü krallarını yağmaya çıktıkları karargâhlarıydı.
Muhteşem bir silüet onu selamlamak üzere kalktı. Gaellerin Gormlaith dediği Kormlada, sahiden güzeldi ama yüzü ve sert, ışıl ışıl gözlerinde zalimlik vardı. İrlandalı ve Danimarkalı karışımı olan kadın, askılı küpeler, altın kolçak ve halhalları, mücevherlerle bezenmiş gümüş göğüs levhalarıyla bir barbar kraliçeye benziyordu bir parça. Bu göğüs levhaları olmasa, tek kıyafeti dizlerinin yarısına inen, kıvrak belindeki enli bir kemerin yerinde tuttuğu kısa bir ipek etekle yumuşak, kızıl deriden sandaletlerdi. Saçı kızıl altından, açık gri gözleri ışıl ışıldı. Dublin’in, Meath’ın, Thomond’un kraliçesiydi o. Oğlu Sitric’le ağabeyi Mailmora’yı narin ak avucunda tuttuğundan dolayı da kraliçeydi aynı zamanda. Dublin Kralı Amlaff Cauran tarafından bir akında daha çocukken kaçırılan kadın, erken yaşta erkekler üzerindeki gücünü keşfetmişti. Kaba Danimarkalının çocuk karısıyken iradesiyle krallığı sallamış, hırsları da gücüyle birlikte artmıştı.
Şu anda çekici, gizemli tebessümüyle Brodir’e bakıyor, ancak gizli bir huzursuzluk yüreğini yiyip bitiriyordu. Tüm dünyada korktuğu sadece tek erkek, tek kadın vardı. Erkek Brodir’di. Onunlayken gidişattan hiç emin olamıyordu; tüm erkekleri aldattığı gibi onu da aldatıyordu ama güvensizce oluyordu bu; zira bir kez boşanınca kontrol edemeyebileceği temel bir vahşet seziyordu onda.
“Rahibin dediklerinden ne haber Brodir?” sordu.
“Yarın savaştan kaçınırsak kaybedeceğiz.” Viking kasvetle cevapladı. “Savaşırsak Brian kazanacak ama ölecek. Savaşacağız—daha ziyade casuslarımın Donagh’ın Mailmora topraklarını yakıp yıkan güçlü bir grupla kamptan uzakta bulunduğunu anlatması yüzünden. Brian’a karşı eski bir garezi olan Kral Malachi’ye, kralı terk etmeye—en azından kenarda durup ikimize de yardım etmemeye—zorlayan casuslar yolladım. Ona zengin mükâfatlar ve Brian’ın topraklarının idaresini teklif ettik. Hey! Bırak tuzağımıza düşsün! Altın değil, sadece kanlı bir kılıç vereceğiz ona. Brian’ın ezilmesiyle Malachi’ye dönecek, onu tozun içinde çiğneyeceğiz. Fakat önce—Brian.”
Kadın vahşi bir sevinçle ak ellerini sıktı. “Bana onun kellesini getir! Onu zifaf yatağımızın üstüne asacağım!”
“Tuhaf öyküler işittim,” dedi Broder kasavetle. “Sigurd, şarap kupaları başında övünüyormuş.”
Kormlada irkildi ve sırrına erilmez çehreyi dikkatle inceledi. Uzun, sağlam yapısı, kara, tehditkâr yüzü ve örgülü, kılıç kemerinin içine tutturulmuş gür saç bukleleriyle, kasvetli Vikinge bakarken, yeniden bir korku ürpertisi algıladı.
“Sigurd ne demiş ki?” sesini normal tutmaya çalışarak sordu.
“Sitric, Man Adası’nda skallime geldiğinde,” dedi Brodir, kara gözlerinde kızıl ışıltılar içten içe yanmaya başlayarak, “yardımına gelirsem, kraliçem olarak seninle İrlanda tahtına oturmam gerektiğiydi yemini. Şimdi o Orkneyli ahmak Sigurd bira içerken aynı ödülün vaat edilmesiyle övünüyormuş.”
Kendini gülmeye zorladı kadın. “Sarhoşmuş.”
Evcilleşmemiş Vikingin şiddeti içinde dalga dalga kabarırken, vahşi küfürler patlattı Brodir. “Yalan söylüyorsun seni sefih!” diye bağırdı kadının ak bileğini demir pençesiyle kavrayarak. “İnsanları eceline çekmek için doğmuşsun sen! Fakat Manlı Brodir’le oyun oynayıp da bir kenara atamazsın!”
“Delirmişsin!” Erkeğin pençesinde boş yere bükülerek bağırdı kadın. “Bırak beni, yoksa muhafızlarımı çağıracağım!”
“Çağır onları!” diye hırladı. Ben de kellelerini bedenlerinden uçurayım. Hele bana karşı gel de Dublin sokaklarında ayak bileği derinliğinde kan aksın! Thor adına! Yakması için Brian’a tek bir kent bile bırakılmayacak! Mailmora, Sitric, Sigurd, Amlaff—hepsinin gırtlağını kesecek ve seni sarı saçından gemime sürükleyeceğim! Hele bir seslen!”
Kadın cesaret edemedi. Brodir, kendini bağırmaktan alıkoymak için dudaklarını ısırana dek kadının ak kolunu zalimce bükerek diz çökmeye zorladı.
“Bana söz verdiğin şeyi Sigurd’a da söz verdin,” diye devam etti kontrolden çıkmış bir öfkeyle. “İkimizin de canını daha azı için riske atmayacağını biliyordun.”
“Hayır!—hayır—hayır!” kadın haykırdı. “Thor’un yüzüğü adına yemin ederim—”sonra, acı katlanılmaz hale gelince de hileyi bıraktı. “Evet!—evet!—ona söz verdim—oh, bırak gideyim!”
“Demek öyle!” Viking, kadını hakir görürcesine, inleye inleye darmadağınık serildiği bir ipek minder yığınına savurdu. “Bana söz verdin, Sigurd’a da söz verdin,” dedi kadının başında tehditkâr bir edayla yükselerek, “Fakat bana verdiğin sözü tutacaksın—yoksa doğduğuna pişman olursun. İrlanda tahtı, sana arzumun yanında ufak bir şey—eğer seni alamazsam, kimse alamayacak.”
“Peki ya Sigurd?”
“Savaşta ölecek—ya da daha sonra,” diye cevapladı zalimce.
“Pekâlâ!” Aciliyet sahiden de Kormlada’nın aklını başına toplayamayacağı uç bir noktadaydı. “Sevdiğim sensin Brodir; ona sadece başka türlü bize yardım etmeyeceği için söz verdim—”
“Sevmek!” Viking vahşice güldü. “Sen Kormlada’yı seviyorsun—kimseyi değil. Seni anlıyorum ama bana verdiğin yemini tutacaksın, yoksa pişman olursun!” ve topuğu üstünde dönerek uzun adımlarla odadan çıktı.
Kormlada, adamın vahşi parmaklarının ak tenini berelemesi sonucu mavi izler kalan kolunu ovarak kalktı. “İlk saldırıda düşebilir,” dedi dişlerinin arasından. “Eğer sağ kalan o uzun Sigurd ahmağı olursa—bu kara saçla yabaniden daha kolay idare edilen bir koca olacaktır bence. Cenkte sağ kalırsa el mecbur onunla evlenirim ama Thor adına, İrlanda tahtına uzun süre basmayacak—onu da Brian’a katılmaya yollayacağım—”

“Kral Brian şimdiden ölmüş gibi konuşuyorsun,” sakin bir ses Kormlada’yı aniden Brodir’den başka dünyada korktuğu tek diğer şahısla karşı karşıya getirdi. Altın saçı mumların ışığında dünyadışı bir ışıkla parıldayan, ışıl ışıl yeşillere bürünmüş ufak tefek esmer bir kıza takılan gözleri büyüdü.
“Eevin!” Kormlada gerileyerek yutkundu. “Geri dur cadı! Bana büyü falan yapma! Sarayıma nasıl girdin?”
“Ağaçların arasında yel nasıl eser?” diye cevap verdi Danaan kız. “Ben girmeden evvel Brodir’e ne diyordun?”
“Eğer büyücüysen bilirsin.” Somurtarak cevapladı kraliçe.
Eevin kafasını salladı. “Evet biliyorum. Aklında okudum. Deniz Halkı’nın kehanetine—kan ve sökülmüş kalp—danıştı.—zarif dudakları tiksintiyle kıvrıldı—“ve yarın saldıracağını söyledi sana.”
Kraliçe sindi ve Eevin’in manyetik gözleriyle karşılaşma korkusundan cevap vermedi. Beynindekileri tekinsizce elekten geçirip sırlarını ortaya dökebilen gizemli kız karşısında çıplak hissediyordu kendini.
Eevin bir an başı eğik durdu, sonra birden başını kaldırdı. Kormlada irkildi, zira kurt kızın gözlerinde korkuyla akraba bir şey parlıyordu.
“Bu şatoda kim var?” diye bağırdı.
“Benim kadar iyi biliyorsun,” diye mırıldandı Kormlada. “Sitric, Sigurd, Brodir.”
“Başkası da var!” diye bağırdı Eevin solup ürpererek. “Ah, eskiden tanırım onu—onu hissediyorum—kendisiyle Kuzey soğuğunu, buzlu denizlerin ürpertici kokusunu taşıyor…”
Döndü ve kraliçeyi şaşkın, huzursuz halde bırakarak, Kormlada’nın sadece kendisi ve kadınlarının bildiğini zannettiği gizli bir girişi maskeleyen kadife perdeler arasında çabucak kayboldu.

Kurban odasında ihtiyar rahip hala sakatlanan ayin kurbanının durduğu kanlı sunak üstünde mırıldanıyordu. “Elli sene hizmet ettim Odin’e,” diye mırıldandı. “Ve hiç böyle alametler okumadım. Odin çok evvel bir dehşet gecesinde koydu bana işaretini. Seneler kuru yapraklar gibi düştü, çağım sona yanaşıyor. Odin mihraplarının tek tek ufalandığını gördüm. Hıristiyanlar bu savaşı kazanırsa Odin’in vakti geçecek. Bu, son kurban sunuşum diye hatırlanacak…”
Derin, kudretli bir ses konuştu arkasında. “Peki, hizmet ettiğinin krallığı için son kurbanının ruhuna eşlik etmenden daha münasip ne olabilir?”
Rahip hızla döndü, kurban hançeri elinden düştü. Önünde altında bir zırh ışıltısı parlayan bir pelerine bürünmüş uzun bir kişi duruyordu. Bol bir şapka alnına dek çekilmişti ve onu geri ittiğinde, soğuk deniz kadar ışıltılı ve zalim tek bir göz karşılık verdi dehşete kapılmış bakışlarına.
İğrenç eşkilde patlayan boğuk çığlık üzerine odaya dalan savaşçılar, ihtiyar rahibi ceset yüklü mihrabın yanında ölü buldu: Yaralanmamıştı ama yüzüyle bedeni bir tür tahammül edilmez bir şeye maruz kalmış gibi sararmıştı ve camlaşan gözlerinde ruh sarsıcı bir dehşet vardı. Yine de cesetler haricinde oda boştu, Brodir’in çıkışından beri odaya kimse girmemişti.

Dışında tepeden tırnağa silahlı gallaglachları dizili çadırında yalnız olan Kral Brian, tuhaf bir rüya görüyordu. Düşünde, uzun boylu bir dev korkunç şekilde üstünde yükseliyor, bulutlar arasında gökgürültüsü gibi bir sesle haykırıyordu: “Dikkat et Ak İsa’nın kahramanı! Çocuklarıma kılıçla vursan da, beni Jotunheim’in kara boşluklarına sürsen de pişman edeceğim seni! Sen kılıçla çocuklarıma vururken, ben de aynı şekilde bedeninin evladına vuracağım, Maktul Seçiciler savaş alanı üstünde bulutlara bindiği vakit ben de karanlığa gideceğim, sen de.”
Devin sesinin gürleyişi ve tek gözünün ürkütücü ışıltısı, korkuyu hiç bilmeyen kralın kanını dondurdu ve boğuk bir çığlıkla sıçrayarak uyandı. Dışarıda yanan kalın meşaleler, çadırının içini narin bir bedeni çıkarmasına kâfi derecede aydınlatıyordu.
“Eevin!” diye bağırdı. “Ruhum adına, korunan çadırımın içine muhafızların burunlarının tam dibinden sokulabildiğine göre, senin halkının, fanilerin entrikalarında rol almaması krallar için çok daha iyi. Dunlang’ı mı arıyorsun?”
Pict kızı kederle başını iki yana salladı. “Onu artık sağ görmeyeceğim yüce kral. Şimdi ona gidersem, kara kederim cesaretini kırabilir. Yarın ölüler arasındayken geleceğim ona.”
Kral Brian ürperdi.
“Fakat anlatmaya geldiğim kederim değil Lordum,” kız bezgince devam etti. “Uzun Halk’ın kavgalarına karışmak orman halkının âdeti değil—fakat onlardan birini sevdim. Bu gece Gormlaith’le konuştum.”
Kral Brian boşandığı kraliçesinin ismi üzerine irkildi. “Haberlerin nedir peki?” diye sordu.
“Brodir yarın saldıracak.”
Kral başını sertçe salladı. “Mübarek günde kan dökmek canımı sıkıyor. Fakat Tanrı bunu istiyorsa saldırılarını beklemeyiz— şafakta onlarla karşılaşmak için yürüyeceğiz. Donagh ve grubunu getirmek için hızlı bir koşucu yollayayım…”
Eevin bir kez daha başını iki yana salladı. “Yok, yok, yüce kral. Bırak Donagh sağ kalsın. Büyük savaştan sonra Dalcassialılar asayı desteklemek için güçlü kollara ihtiyaç duyacak.
Brian dikkatle baktı ona. “Bu sözlerde kendi ecelimi okudum, ormanların küçük cadı kızı; kaderime karar verdin mi?”
Eevin ellerini çaresizce iki yana açtı. “Lordum, Kara Ahali bile dilediğince yırtamaz Peçe’yi. Ne kaderleri belirlemek, ne vahiy büyüsüyle, ne de kanda okudum bunu; sadece üstüme bir acayiplik çöktü ve savaşın alevleri ve solgun çınlamaları arasından gördüm.”
“Düşecek miyim peki?”
Kız, yüzünü ellerinin içine eğdi.
“Peki, bırak Tanrı’nın dediği gibi olsun,” dedi Kral Brian sukünetle. “Uzun, kana kana yaşadım. Ağlama—karanlık ve gecenin en karanlık sisleri arasından bile şafak dünya üstüne yükselir. Klanım gelecek uzun günlerde sana hürmet edecek. Git artık; zira gece sabaha eriyor ve Tanrı’yla kendi anlaşmamı yapmam gerek.”
Böylece Craglealı Eevin, kralın çadırından bir gölge gibi çıktı.
 

burakem

Çeviri & Balonlama
3 Kas 2009
223
2,809
Üstat çok teşekkürler. Bu arada gece yayınlarından çevirisini gerçekleştirdiğiniz Conan kitabını aldım. İthaki'den çıkan Conan Yıllıkları 1 - Fil Kulesi'ni çeviren Dost Körpe'den daha iyi bir çeviri olduğunu söyleyebilirim. Dost Körpe'nin emeğine saygısızlık olmasın tabi ki, ama kişisel fikrim bu yöndedir. Elinize sağlık tekrar diyerek diğer ciltlerin de çıkmasını bekliyorum. Saygılar
 

hüseyin aksakal

Onursal Üye
Çeviri & Balonlama
7 Eyl 2010
773
5,728
Kdz. Ereğli
Üstat çok teşekkürler. Bu arada gece yayınlarından çevirisini gerçekleştirdiğiniz Conan kitabını aldım. İthaki'den çıkan Conan Yıllıkları 1 - Fil Kulesi'ni çeviren Dost Körpe'den daha iyi bir çeviri olduğunu söyleyebilirim. Dost Körpe'nin emeğine saygısızlık olmasın tabi ki, ama kişisel fikrim bu yöndedir. Elinize sağlık tekrar diyerek diğer ciltlerin de çıkmasını bekliyorum. Saygılar

Dost Körpe'nin birçok çevirisini beğenerek okumuşumdur. Türkçe çevirinin en yetkin isimlerinden addederim onu. Nettir, anlaşılırdır, akıcıdır çevirisi. Çeviri bir yorum işidir. Farklılıklar sadece çevirmenin özgürlüğünden kaynaklanır. Bu meyanda kamuya arz ettiğim eserime yönelik övgüleriniz için de çok teşekkür ediyorum. Saygılar.
 

savok

Admin
30 Eki 2009
19,991
83,645
Kasımpaşa
Çok keyifle okudum, akıcı ve sürükleyiciydi...
Şimdi bir sonraki bölümü bekleyeceğim..
Teşekkürler sevgili usta.
A4 olarak okudum yaklaşık 25 sayfa çeviri, mükemmel...
 

abolardis

Onursal Üye
12 Şub 2011
6,630
24,352
Ellerinize sağlık üstadım.
Bu çalışmanızda umarım en kısa sürede raflarda yerini alır.
 

yeryüzü

Yönetici
3 Eki 2011
17,044
75,445
hiçbiryerde :)
Muhteşem bir anlatım,
bir destan... Elinize
sağlık Hüseyin Aksakal
üstadım, bu alanda harika
işlerle büyük değer kattınız.
Selam ve saygılarımla.
 

conan20

Yeni Üye
27 Mar 2018
10
34


Dost Körpe'nin birçok çevirisini beğenerek okumuşumdur. Türkçe çevirinin en yetkin isimlerinden addederim onu. Nettir, anlaşılırdır, akıcıdır çevirisi. Çeviri bir yorum işidir. Farklılıklar sadece çevirmenin özgürlüğünden kaynaklanır. Bu meyanda kamuya arz ettiğim eserime yönelik övgüleriniz için de çok teşekkür ediyorum. Saygılar.

Conan çevirinizi kısa bir süre önce bitirdim. Merakla 2. cildi bekliyorum. Hatta Kull çevirileriniz de kitap olarak basılırsa çok güzel olur kanaatindeyim. Elinize sağlık.
 
Üst