Kızıl Kale - Bir Conan Öyküsü / Fasıl 3

hüseyin aksakal

Onursal Üye
Çeviri & Balonlama
7 Eyl 2010
773
5,727
Kdz. Ereğli
III​

Aslan yürüdü Cehennem Koridorlarında;
Merhametsiz gölgeler düştü yoluna,
Açık, salyalı çeneleriyle ucubelerin
Yığın yığın isimsiz mahlûkların.
Karanlık ürperdi çığlık ve naralarla
Aslan ağır ağır yürürken Cehennem Koridorlarında

—Eski Balad

Kral Conan duvardaki halka ve onu bağlayan zinciri sınadı. Kolu-bacağı serbestti ama prangaların demirden gücünü bile aştığını biliyordu. Zincir halkaları başparmağı kadar kalındı ve belindeki, eli eninde, bir buçuk santim kalınlığında çelik bir kuşağa sıkıca bağlanmıştı. Prangalarınnın tüm ağırlığı daha zayıf birini bitkinlikten öldürürdü. Kuşakla zinciri bağlayan kilitler bir balyozun güçlükle çentebileceği dayanıklı nesnelerdi. Halkaya gelince, anlaşılan duvarın ötesine geçiyordu ve diğer taraftan perçinlenmişti.

Conan sövdü, yarım ışık çemberini sıkıştıran karanlığa bakarken içinde bir panik kabardı. Barbarın tüm batıl korkuları, uygar mantık tarafından dokunulmadan uyuyordu ruhunda. İlkel muhayyilesi, yeraltının karanlığını korkunç yaratıklarla dolduruyordu. Öbür taraftan, mantığı da buraya sadece hapsedilmek için konulmadığını söylüyordu. Yakalayanların onu bağışlaması için neden yoktu. Bu çukurlara mutlak bir ölüm için konulmuş olmalıydı. Erkekçe inadı fikre isyan etse de, tekliflerini reddettiği için kendisine sövdü. Öte yandan biliyordu ki, aynı teklif tekrar yapılsa cevabı yine aynı olurdu. Kullarını kasaba satmayacaktı. Oysaki krallığı ele geçirişi, esasen kendi hariç kimsenin kazancını düşünmeden olmuştu. Hükümdar mesuliyeti güdüsü kimi zaman kızıl elli bir yağmacıyı bile farkına varmadan etkiliyordu demek.

Conan Tsotha’nın son tiksinç tehdidini düşündü ve bunun boş bir böbürlenme olmadığını bildiğinden, mide bulandırıcı bir öfkeyle inledi. Erkek ve kadınlar, kıvranan bir böceğin âlimlerin gözünde olduğundan fazlası değildi büyücüye göre. Onu okşayan yumuşak, ak eller, onunkilere bastırılan al dudaklar, vahşi buseleriyle ürperen narin, ak göğüsler, o fildişi kadar beyaz ve taze taçyaprakları kadar pembe, narin tenlerin yüzülmesi—insan gırtlağından çıktığını anlayana dek, yansıttığı çılgın öfke işiteni dehşetten dumura uğratacak ürkütücü, insanlıkdışı bir çığlık koptu Conan’ın dudaklarından.

Ürpertici yankılar irkilmesine yol açtı ve hal-i pür melalini net olarak hatırlattı krala. Korkuyla dış karanlığa bakarak Tsotha’nın olağandışı zalimliğine dair tüyler ürpertici öyküleri düşündü; buranın Tsotha’nın insani, hayvani mahlûklarla dehşetengiz deneyler icra ettiği, ürpertici efsanelerde Dehşet Koridorları diye anılan tünel ve zindanlar olması gerektiğini fark edince belkemiğinden buz gibi bir duygu indi. Burada bizatihi yaşamın yalın, temel unsurlarıyla iblisliklerin kâfirce birbirine karıştırıldığı fısıldanıyordu. Söylentiye bakılırsa çılgın ozan Rinaldo bu çukurları ziyaret etmiş, büyücünün dehşetler ve sadece karışık beyninin fantezileri olmayan müthiş şiiri Çukur Şarkısı’nda ima ettiği meçhul canavarlıklara şahit olmuştu. İhanete uğrayan saraya, çılgın kafiyecinin getirdiği suikastçilerle yaşamı için savaştığı gece, Conan’ın savaş baltası altında o beyin un ufak olmuştu ama korkunç şarkının ürpertici sözleri, prangası içinde dururken hala çınlıyordu kralın kulaklarında.

Tam bunları düşünürken, Cimmerialı iması bile kanını üşüten hafif bir hışırtıyla donduruldu. Acı dolu bir yoğunlukla kulak kabartarak gerildi. Soğuk bir el belkemiğini sıvazladı. Taşta usulca sürünen esnek pulların karıştırılması imkânsız sesiydi bu. Solgun ışık çemberi ardında, belirsizken bile müthiş; bulanık, devasa bir gövde görünce teninde soğuk bir ter boncuklandı. Usulca sallanarak dimdik doğruldu, sarı gözler gölgelerden buz gibi parladı ona doğru. İri, çirkin, takoza benzer bir kafa, fal taşı gibi açılan gözleri önünde ağır ağır biçimlendi ve nihai sürüngen gelişimi dehşeti, karanlıktan, çağıldayan pullu kangallar halinde yavaş yavaş aktı.

Conan’ın evvelki tasavvurlarının hepsini cüce bırakan bir yılandı bu. Sivri kuyruğundan bir atınkinden büyük, üçgen başına dek yirmi beş metre çekiyordu. Loş ışıkta, kırağı kadar beyaz pulları, soğuk soğuk ışıldıyordu. Bu sürüngenin karanlıkta doğup büyüdüğü muhakkaktı, yine de gözleri kötülük dolu ve emindi. Devasa kangallarını tutsağın önünde düğümledi ve kemerli boyun üstündeki koca kafa yüzünden birkaç santim ötede sallandı. Çatal dili süratle ağzına girip çıkarken neredeyse dudaklarına sürtündü, pis kokusu mide bulantısından algılarını allak bullak etti. Koca sarı gözler onunkilerde parladı, Conan da kapandaki bir kurdun bakışıyla karşılık verdi. Müthiş elleriyle koca, kavisli boynu yakalamaya yönelik delice dürtüye karşı savaştı. Uygar insanın anlayışının ötesinde güçlüydü, korsanlık günlerinde Stygia sahilindeki acımasız bir dövüşte bir pitonun boynunu kırmıştı. Ama bu sürüngen zehirliydi; otuz santim uzunluğunda, hançer gibi kavisli dişleri gördü. Ölümcül olduğunu içgüdüsüyle bildiği renksiz bir sıvı damlıyordu onlardan. Umutsuzca sıktığı yumruğuyla takoz biçimli kafatasını kırmayı da düşünebilirdi ama canavarın ilk hareket emaresiyle şimşek gibi saldıracağını biliyordu.

Herhangi bir mantıklı bir düşünce süreci yüzünden değildi Conan’ın hareketsiz kalması. Mantığı ona—zaten eceli geldiğinden—yılanı vurmaya kışkırtmasını ve bunu sona erdirmesini söylerdi muhtemelen. Kör, simsiyah bir korunma içgüdüsü oldu onu dökme demir bir heykel gibi kaskatı tutan. Şu anda canavar meşaleyi incelerken, koca gövde şahlanıyor, kafası kendisininkinin üstünde duruyordu. Bir zehir damlası çıplak uyluğuna düştü ve acısı akkor bir hançer gibi bedenine saplandı. Kızıl acı fıskiyeleri Conan’ın ta beynine vurdu ama ölene dek taşıdığı bir yara bırakan hasarın acısını ne bir kas seğirişiyle, ne de bir kirpik titreyişiyle ele vermeden hareketsiz kaldı.

Yılan, böyle ölü gibi kıpırtısız duran kişinin içinde sahiden yaşam var mı yok mu karar vermeye çalışır gibi sallandı üstünde. Sonra gölgelerde tamamen görünmez haldeki dış kapı beklenmedik şekilde çın çın öttü birden. Tüm türü gibi şüpheci olan yılan, gövdesi için inanılmaz bir çeviklikle çırpınarak döndü ve bitmek bilmez bir süzülüşle koridorun dibinde kayboldu. Kapı savrularak açıldı ve açık kaldı. Parmaklık çekildi, dıştaki meşalelerin parıltısında kocaman, kara bir figür peyda oldu. Şahıs arkasındaki sürgüsü kalkık parmaklığı aralık bırakarak içeri süzüldü. Başının üstündeki meşalenin ışığına girerken, gelenin bir elinde koca bir kılıç, öbür elinde bir anahtar demeti taşıyan çıplak, dev bir zenci olduğunu gördü Conan. Zenci bir deniz sahili lehçesinde konuştu ve Conan karşılık verdi; Kush kıyılarında bir korsanken öğrenmişti bu lisanı.

“Epeydir seninle karşılaşmak istiyordum Amra,” zenci, Cimmerialının korsanlık günlerinde Kushlular tarafından tanındığı—Aslan Amra—ismi kullanıyordu. Kölenin yapağılı kafatası, ak dişlerini sergileyen hayvanca bir sırıtışla bölündü ama gözleri meşale ışığında kıpkızıl parladı. “Bu karşılaşma için çok şey göze aldım! Bak! Zincirlerinin anahtarları! Onları Shukeli’den çaldım. Onlar için ne verirsin bana?”

Anahtarları Conan’ın gözünün önünde salladı.

“On bin altın Luna,” diye cevapladı Kral çabucak, göğsünde yeni bir umut hırsla kabararak.

“Yetmez!” diye bağırdı bronz suratında vahşi bir neşe ışıldayan zenci. “Göze aldıklarım için yeterli değil! Tsotha’nın evcil canavarları karanlıktan çıkıp beni yiyebilir ve eğer Shukeli anahtarları çaldığımı keşfederse, beni sallandıracaktır—neyse; ne vereceksin bana?”

“On beş bin Luna ve Poitain’de bir saray,” diye önerdi Kral.

Zenci bağırdı ve barbarca bir keyif çılgınlığıyla tepindi.

“Daha!” diye bağırdı. “Daha fazlasını teklif et! Ne vereceksin bana?”

“Seni siyah köpek!” Kızıl bir öfke pusu geçti Conan’ın gözünden. “Serbest olsam kırık bir bel verirdim sana! Benle alay etmeye Shukeli mi yolladı seni?”

“Shukeli gelişimden bihaber beyaz adam!” cevabını verdi zenci, kalın boynunu Conan’ın vahşi gözlerine bakmak için uzatarak. “Ezelden, Stygialılar beni yakalayıp, kuzeyde satmadan, özgür bir halkın arasında bir şef olduğum günlerden tanıyorum seni. Deniz kurtlarının sürü sürü saldırdığı Abombi yağmasını hatırlamıyor musun? Kral Ajaga’nın sarayı önünde bir şef öldürdün, bir şef de senden kaçtı. Öldürülen kardeşimdi, kaçan ise ben. Senden kan bedeli talep ediyorum Amra!”

“Beni kurtarırsan sana ağırlığınca altın veririm,” diye hırladı Conan.

Kızıl gözler ışıldadı beyaz dişler meşale ışığında kurt gibi parladı.

“Evet, seni beyaz köpek, sen de tüm kavmin gibisin; oysa bir kara adam için altın asla kan bedeli olamaz. İstediğim bedel—kellen!”

Son sözcük ürpertici yankılar yaratan delice bir çığlıktı. Conan koyun gibi ölmekten tiksintisinden, gayrı ihtiyari zincirlere asılarak gerildi; sonra daha büyük bir dehşet tarafından donduruldu. Zencinin omzu üstünden karanlıkta salınan bulanık, korkunç bir gövde görüyordu.
.
“Tsotha hiç bilmeyecek!” diye güldü Zenci iblisçe; kem zaferine başka herhangi bir şeyi kaale almayacak kadar gömülmüş, omuz başında sallanan ölümü fark edemeyecek kadar nefret sarhoşu olmuştu. “İblisler kemiklerini zincirinden koparana dek mahzenlere gelmeyecek o. Kelleni alacağım Amra!”

Düğüm düğüm bacaklarını bronz sütunlar gibi iki yana açtı, meşale ışığında iri kasları dalgalanıp bölünerek koca kılıcı iki eliyle hızla kaldırdı. Tam o anda arkasındaki dev gölge süratle inip kalktı ve takoz biçimli kafa, tünellerde çın çın öten bir darbeyle vurdu. Saliselik acıdan ardına dek açılan kalın, salyalı dudaklardan çıt çıkmadı. Darbenin tok sesiyle, kara gözlerdeki yaşamın üflenen bir kandil kadar aniden söndüğünü gördü Conan. Darbe iri, siyah bedeni koridorun karşısına çaldı ve muazzam, kıvrımlı gövde onu gözden gizleyen dehşetli, ışıl ışıl kangallar halinde dolandı. Kemiklerin kopuş ve parçalanma sesi net olarak geldi Conan’ın kulağına. Sonra bir şey kalbinin delice küt etmesine yol açtı. Kılıç ve anahtarlar zencinin ellerinden uçmuş, gürültüyle taşa çarparak çınlamıştı—anahtarlar da neredeyse kralın ayağının dibinde duruyordu.

Onlara doğru eğilmeye çalıştı ama zincirler çok kısaydı; kalbinin delice vuruşundan neredeyse boğularak bir ayağındaki sandaleti çıkardı ve ayak parmakları ile tuttu, ayağını çekip, içgüdüsel olarak dudaklarına dek çıkan vahşi sevinç çığlığını güç bela boğarak kavradı onları.

Dev kilitlerle bir anlık boğuşma ve özgürdü. Düşen kılıcı kaptı ve etrafa bakındı. Gözleri, yılan tarafından, insan bedeniyle pek az ilgisi kalmış ezik, lime lime bir nesnenin içine sürüklendiği boş karanlıkla karşılaştı sadece. Conan açık kapıya döndü. Birkaç çevik adım onu eşiğe ulaştırırdı—yüksek perdeden bir kahkaha sesi tonozlarda cırladı, tam elinin altındaki parmaklık yuvasına itildi ve sürgü gürültüyle indi. İblisçe alaycı görünüşte, gulyabaniyi andıran bir yüz bakıyordu parmaklıkların arasından—çalınan anahtarların peşinden gelen hadımağası Shukeli. O fesat halinde, mahkûmun elindeki kılıcı görmemişti muhakkak. Sunturlu bir küfürle, bir kobranın saldırışı gibi vurdu Conan; koca kılıç çubuklar arasında ıslık çaldı ve Shukeli’nin gülüşü bir ölüm feryadıyla bölündü. Şişko hadım sanki katili önünde eğilircesine büküldü ve tombul elleri dökülen bağırsaklarını boş yere avuçlayarak donyağı gibi yığıldı.

Conan vahşi bir hazla hırladı ama bir mahkûmdu hala. Sadece dışarıdan çalıştırılabilen sürgü karşısında anahtarları beyhudeydi. Deneyimli dokunuşu parmaklıkların kılıç kadar sert olduğunu söyledi ona; özgürlüğe yol açmak için onları kesmeyi denemek sadece tek silahını parçalardı. Yine de o adamantin çubuklarda olağanüstü diş izlerine benzer çentikler buldu ve gayrı ihtiyari bir ürpertiyle bariyerlere böyle korkunç bir şekilde hangi meçhul canavarların saldırdığını merak etti. Her halükarda onun için yapacak tek şey vardı; bu da başka çıkış aramaktı. Meşaleyi nişten alıp yalın kılıç koridordan inmeye koyuldu. Yerdeki koca kan lekesi hariç yılandan da kurbanından da eser yoktu.

Titrek meşalesi tarafından güç bela püskürtülen karanlık, etrafında sessiz ayaklar üstünde kol geziyordu. Her iki yanında kara açıklıklar gördü ama bir çukura düşmemek için dikkatle önündeki zemini seyrederek ana koridorda kaldı. Birden bir kadının acıklı şekilde ağladığını işitti. Tsotha’nın başka bir kurbanı, diye düşündü büyücüye yeniden söverek; yana döndü ve daha küçük, nemli, boğucu bir tünelden aşağıya sesi takip etti.

Ağlama sesi ilerledikçe yaklaştı ve meşaleyi kaldırınca, gölgelerde tuhaf, bulanık bir kütle seçti. Daha yakına sokulunca önüne serilen biçimsiz kütlenin ani dehşetinden bocaladı. Kararsız dış hatları, bir parça ahtapotu andırıyordu ama biçimsiz dokunaçları gövdesine göre fazla kısaydı; dokusu da bakması fiziksel olarak midesini bulandıran titrek, jölemsi bir maddedendi. Bu tiksinç, buzlu kütle arasından kurbağaya benzer bir kafa yükseliyordu; ağlama sesinin bu müstehcen, yağlı dudaklardan geldiğini fark edince tiksinç bir dehşetle donakaldı. Canavarın iri, kararsız gözleri üstüne dikilip titrek gövdesini ona doğru çekerken, ses yüksek perdeden iğrenç bir kıkırtı halini aldı. Geri geri gitti ve kılıcına güvenmediğinden tünelden yukarı kaçtı. Yaratık dünyevi bir maddeden yapılmış olabilirdi ama ona bakmak ta ruhunu sarsmıştı ve insan yapımı silahların ona zarar verebileceğinden şüpheliydi. Kısa bir mesafeden, dehşetli bir kahkahayla cırlayarak, peşinden çırpınıp debelendiğini işitti. Neşesindeki şüphe götürmez insani ton, mantığını sekteye uğratıyordu. Tam olarak, kamu mezat kütüğü üstünde tutsak kızlar çırılçıplak soyulduğunda, Günah Kenti Shadizar’ın şehvetli kadınlarının tombul dudaklarından müstehcence köpürdüğünü işittiği türden bir kahkahaydı bu. Bu doğaüstü varlığı, hangi iblisçe sanatlar yoluyla canlandırmıştı Tsotha? Conan alttan alta, doğanın ebedi kanunlarına karşı bir küfür gördüğünü algıladı.

Ana koridora doğru koştu ama daha önce iki tünelin kesiştiği kare şeklinde küçük bir odaya ulaştı. Tam bu odaya varırken, birden önündeki zeminde ufak, güdük bir kütlenin farkına vardı; ardından koşusunu durdurmaya ya da yana sapmaya fırsat bulamadan, ayağı tiz bir ciyaklama çıkaran yumuşak bir şeye çarptı ve paldır küldür yuvarlandı; meşale elinden uçup gitti ve taş zemine çarparak söndü. Düşüşü yüzünden yarı sersemleyen Conan karanlıkta doğrulup el yordamıyla çevresini yokladı. Yön duygusu karışmıştı ve ana yolun hangi tarafta olduğuna karar vermesi mümkün değildi. Yeniden yakmak için aracı olmadığından meşaleye bakmadı bile. Araştıran elleri tünellerin açıklıklarını buldu ve birini rastgele seçti. Zifiri karanlıkta orada ne kadar yol aldığı konusunda fikri yoktu ama barbarlara has yakın tehlike içgüdüsü onu ansızın durdurdu.

Karanlıkta muazzam bir uçurumun kenarında dururken yaşadığıyla aynı duygu içindeydi. Dört ayak üstüne çöküp yavaş yavaş ilerledi, az sonra da uzanan eli tünel zemininden birdenbire dimdik inen bir kuyu kenarıyla karşılaştı. Ulaşabildiği kadarıyla cepheleri dimdik iniyordu ve nemli, yapışkan bir yüzeyi vardı. Bir kolunu karanlığa uzattı ve kılıcının ucuyla karşı kenara güçlükle dokunabildi. Karşısına atlayabilirdi demek; lakin mesele bu değildi. O yanlış tüneli seçmişti ve ana koridor arkasında bir yerlerde kalıyordu.

Tam bunu düşünürken, havada hafif bir hareket algıladı; kuyudan yükselen belirsiz bir esinti kara yelesini kıpırdatıyordu. Conan’ın teni ürperdi. Kendi kendine bu kuyunun bir şekilde dış dünyaya bağlandığını söylemeye çabaladı, ama içgüdüleri bunun doğadışı olduğunu söylüyordu ona. O sadece tepenin içinde değildi; onun da aşağısında, şehrin sokak seviyesinin altındaydı. O zaman nasıl olur da dışarıdan bir rüzgâr çukurların içine yol bulup, aşağıdan yukarıya esebilirdi? O manevi rüzgârda hafif bir zonklama çok, çok aşağıda çalan davullar gibi vuruyordu. Güçlü bir ürperti sarstı Aquilonia kralını.

Ayağa kalktı ve geri geri gitti, o bunu yaparken, bir şey kuyudan yüzerek çıkıyordu. Bunun ne olduğunu bilmiyordu Conan. Karanlıkta birşey göremiyordu ama bir varlığı net olarak algıladı—yakınında habisçe uçuşan, görünmez, soyut bir zekâ. Dönerek geldiği yöne kaçtı. İlerisinde ufak, kızıl bir kıvılcım gördü. Ona yöneldi ve zannettiğinden çok önce ulaştı. Sağlam bir duvara bodoslama çarptı ve kıvılcımın ayağının dibinde olduğunu gördü. Bu onun meşalesiydi, son bir parlayan kor haricinde alevi sönmüştü. Özenle onu kaldırdı ve yeniden tutuşturmak için üfledi. Ufak alev canlanırken rahat bir nefes aldı. Tünellerin kesiştiği odaya gelmişti, yön duygusu da dönüyordu.

Ana koridordan ayrıldığı tüneli saptadı, tam ona doğru yola koyulurken, meşalesi görünmez dudaklar tarafından üflenmiş gibi canlandı. Yeniden bir varlık hissetti ve etrafa bakarak meşalesini kaldırdı.

Hiçbir şey görmüyordu; yine de her nasılsa salya sümük damlatıp, işitemediği ama bir tür içgüdüyle fark ettiği müstehcenlikler sayıklayarak havada uçuşan görünmez, bedensiz bir yaratık algıladı. Kılıcını kinle savurdu ve adeta örümcek ağlarını kestiğini hissetti. Soğuk bir dehşetle sarsıldı sonra; koşarken çıplak sırtında iğrenç, yakıcı bir nefes hissederek tünelden aşağı kaçtı.

Fakat ana koridora çıktığında, ne görünür, ne de görünmez herhangi bir varlığın farkındaydı artık. Bir an üstüne karanlıktan pençeli, dişli zebanilerin atılmasını bekleyerek aşağı ilerledi. Tüneller sessiz değildi. Yerin bağırsaklarından tüm yönlerden makul bir dünyaya ait olmayan sesler geliyordu. İblisçe alay kıkırtıları, ciyaklamaları, uzun, ürpertici ulumalar vardı; bir keresinde de bir çakalın ciyaklayan gülüşü olduğu kuşku götürmez bir ses, müthiş şekilde insan sözcüklerinden feryadü figan küfürlerle son buldu. Sinsi ayakların adımlarını işitti, tünellerin ağzında da dış hatları korkunç, sıra dışı, bulanık bedenler ilişti gözüne.

Adeta cehennemde dolaşmak gibiydi bu—Tsotha Lanti yapımı bir cehennem. Fakat salyalı dudakların iştahlı şapırtısını net olarak duymasına, aç gözleri yanan bakışları algılamasına rağmen, karanlık yaratıklar büyük koridora gelmiyordu. Birazdan da nedenini anladı. Arkasındaki bir sürünme sesiyle gerildi, meşalesini söndürüp yakındaki bir tünelin karanlığına daldı. Koridorun aşağısında az önceki korkunç öğününden uyuşmuş haldeki dev yılanın süründüğünü işitti. Çok yakında bir yaratık korku içinde mızırdandı ve sinsice karanlıkta uzaklaştı. Anlaşılan ana koridor büyük yılanın av sahasıydı ve diğer canavarlar ona yer açıyordu.

Conan için yılan canavarların en az dehşetli olanıydı; ağlayan, kıkırdayan iğrençliği ve kuyudan çıkan salyalı, dırdırcı yaratığı hatırlayınca neredeyse onunla akrabalık hissetti. O dünyevi bir yaratıktı en azından; sürüngen bir eceldi ama sadece fiziksel yokoluşla tehdit ediyordu, hâlbuki diğer dehşetler hem aklına düşmandı, hem de ruhuna.

Hayvan takip ettiği koridordan indikten sonra, meşalesini yeniden üfleyip tutuşturdu ve güvenli olduğunu umduğu bir mesafeden takip etti. Yakındaki bir tünelin karanlık girişinden sızıyor gibi görünen kısık bir inilti işittiğinde fazla ilerlememişti. İhtiyatı onu uyardı ama merakı artık bir saptan hallice kalmış meşalesini yukarıda tutarak tünele girmeye sevk etti onu. Her şeyi görmeye hazırlanmıştı, yine de beklemediği şey oldu gördüğü. Enlice bir hücreye bakıyordu; bunun ortasındaki boşluk da yer ve tavandaki taşa sıkıca yerleştirilmiş parmaklıklarla çevriliydi. Bu parmaklıkların içinde biri vardı, yaklaştıkça onun ya bir insan, ya da tam bir insan sureti olduğunu gördü; yerdeki yekpare kayada yetişmiş gibi görünen kalın bir sarmaşığın filizleri dolanıp düğümlenmişti çevresine. Bitki tuhaf sivri yapraklar ve kırmızı—doğal taçyapraklarının saten kırmızısı değil, bir çiçek yaşamı sapkınlığı gibi solgun, doğadışı bir kırmızı—çiçeklerle kaplıydı. Yapışkan, esnek dallar, çıplak adamın bedeni ve uzuvlarına şehvetli, aç buselerden seğiren etini okşar gibi dolanıyordu. Koca bir çicek, adamın tam ağzının üstünde sallandı. Kısık, hayvani bir inilti döküldü gevşek dudaklardan; kafa katlanılmaz bir acı içinde gibi devrildi ve gözler dosdoğru Conan’a baktı. Ama içlerinde zekâ ışığından eser yoktu; bir akılsızın boş, camsı gözleriydi bunlar.

Şu anda büyük kırmızı çiçek dalıyor ve taçyapraklarını kıvrılan dudaklara bastırıyordu. Zavallının uzuvları acıdan büküldü; bitki filizleri tüm yılansı uzantılarını titreterek, coşku içindeymişçesine ürperdi. Üstünden değişken renk dalgaları geçti, renkleri daha derin, daha zehirli bir vaziyet aldı.

Conan ne gördüğünü anlamadı ama bir nevi Dehşet’e baktığını biliyordu. İster insan, ister iblis olsun, tutsağın acıları Conan’ın isyankâr, dürtüsel yüreğine dokundu. Girişi aradı ve parmaklıklarda iri bir kilitle kilitlenmiş, ızgaraya benzer bir kapı buldu. Taşıdığı anahtarlardan birini uydurup içeri girdi. Solgun çiçeklerin taçyaprakları bir anda kobra sorgucu gibi yayıldı, sürgünler tehditkâr bir edayla şahlandı, tüm bitki sarsıldı ve ona doğru sallandı. Doğal bir bitkinin kör filizi değildi bu. Conan habis bir zekâ sezinledi; bitki onu görebiliyordu, neredeyse somut dalgalar halinde sızan nefreti hissediyordu. Dikkatle yakınına yürüdü, kalçasından kalın, tiksinç esneklikte bir sap olan kökünü belirledi ve uzun filizler bir yaprak takırtısı ve hışırtısıyla tam ona eğilirken kılıcını savurdu ve bir vuruşta kökü kesti

Muazzam sarmaşık, kocaman, düzensiz bir top halinde yuvarlanıp, başsız bir yılan gibi çırpınıp düğümlenirken, pençesindeki zavallı şiddetle yana savruldu. Filizler kıvranıp dövündü, yapraklar sarsıldı ve kastanyet gibi takırdadı; taçyaprakları kasılmalarla açılıp kapandı; ardından tüm gövde gevşek halde boylu boyunca serildi, canlı renkler solup karardı, kesik kökten de pis kokulu beyaz renkli bir mayi aktı.

Conan büyülenmiş gibi baktı; sonra bir ses onu kendine getirdi ve kılıcı kalktı. Kurtulan adam ayağa kalkmış, onu inceliyordu. Conan hayretle baktı. Bitap yüzdeki gözler ifadesiz değildi artık. Karanlık, düşünceliydiler; zekâyla canlanıyorlardı; embesil ifadesi bir maske gibi düşmüştü surattan. Yüksek, muhteşem alınlı kafası dar ve biçimliydi. Adamın tüm yapısı aristokratikti; uzun ince yapısından ufak, düzgün el ayaklarına dek aşikârdı bu. İlk sözcükleri tuhaf ve ürkütücü oldu.

“Ne yılı bu?” diye sordu Kothça konuşarak.

“Bugün Ceylan yılının, Yuluk ayının onuncu günü” diye cevapladı Conan.

“Yagkoolan Ishtar!” diye mırıldandı yabancı. “On yıl!” beyninden örümcek ağlarını temizlemek ister gibi başını sallayarak elini alnına koydu. “Her şey hala karanlık. On yıllık bir boşluğun ardından aklın fonksiyonlarını hemen kazanacağını ümit etmek nafile. Sen kimsin?”

“Conan, Cimmeria doğumluyum. Şimdi Aquilonia kralıyım.”

Diğerinin gözlerinde hayret belirdi.

“Sahi mi? Ya Namedides?”

“Payitahtını ele geçirdiğim gece tahtında boğdum,” diye cevapladı Conan.

Kralın karşılığındaki naiflikten, yabancının dudakları seğirdi.

“Affedin, Majesteleri. Benim için yaptıklarınızdan ötürü size teşekkür etmem gerek. Ölümden daha derin bir uykudan birden uyanmış ve cehennemden daha kızgın acıların kâbuslarına katlanmış biri gibiyim ama anlıyorum ki beni siz kurtardınız. Söyleyin bana—köklerine asılmak yerine, neden Yothga bitkisinin sapını kestiniz?”

“Anlamadığım şeylere elimle dokunmaktan sakınmayı uzun zaman önce öğrendim de ondan,” cevabını verdi Cimmerialı.

“Sizin hayrınıza,” dedi yabancı. “Ona dokunarak sökmeye çalışsaydınız, kılıcınızın bile işe yaramayacağı şekilde yapışıp kalabilirdiniz köklere. Yothga’nın kökleri cehenneme çakılıdır.”

“Fakat sen kimsin?” Conan sordu.

“İnsanlar bana Pelias der.”

“Ne!” diye bağırdı kral “Tsotha Lanti’nin arz üstünden on yıl önce kaybolan rakibi büyücü Pelias mı?”

“Büsbütün değil,” diye cevapladı Pelias çarpık bir tebessümle. “Tsotha beni paslı demirden zalim prangalar içinde sağ tutmayı tercih etti. Beni buraya, tohumları Mel’un Yag’dan siyah evren boyunca sürüklenen, sadece cehennem zemininde, kurtçuklar kaynayan çürümüşlükte bereketli bir tarla bulan bu iblis çiçeğiyle birlikte hapsetti.

“Beni kavrayıp tiksindirici okşayışlarıyla ruhumu içen o lanet şey yüzünden büyümle gücümün söz ve sembollerini anımsayamadım. Beynimi kırık bir sürahi gibi bırakıp gece gündüz aklımdakileri emdi. On yıl! Isthar korusun bizi!”

Conan cevap bulamadı; sadece meşalenin sapını tutup iri kılıcını sarkıtarak durdu. Bu adam deliydi muhakkak—yine de üstüne böyle sukünetle dikilen kara gözlerde delilik falan yoktu.

“Söyle bana, kara büyücü Khorshemish’te mi? Ama hayır—cevaba lüzum yok. Güçlerim uyanmaya başlıyor ve zihninde büyük bir savaşı ve bir kralın kalleşlik yoluyla tuzağa çekildiğini okuyorum. Tsotha-lanti’nin de Tybor’a varmak için Strabonus ve Ophir Kralı ile hızla at sürdüğünü görüyorum. Daha iyi böyle olması. Sanatım uzun uyku yüzünden Tsotha ile karşılaşmak için çok zayıf daha. Artık bu çukurlardan çıkalım.”

Conan anahtarları cesaret kırıcı şekilde şıngırdattı.

“Dış kapı ızgarası sadece dışarıdan çalıştırılabilen bir sürgüyle sıkıca kilitli. Bu tünellerden başka bir çıkış var mı?”

“İkimizin kullanabileceği sadece bir tane; şu gördüğün aşağı iner ve yukarı çıkmaz,” diye güldü Pelias “Ama dert değil, Şu ızgaraya bir bakalım.”

Uzun zaman kullanılmayan uzuvları azar azar kendine geldiğinden, kararsız adımlarla koridora doğru ilerledi. Takip ederken huzursuzca uyardı Conan. “Bu tünellede sürünen kocaman, lanet bir yılan var. Doğruca ağzına girmek istemiyorsak dikkatli olalım.”

“Onu ezelden hatırlarım,” diye cevapladı Pelias sertçe, “Dahası, çömezlerimden on tanesi yedirilirken onu seyretmeye mecbur bırakıldım. O İhtiyar Satha’dır. Tsotha’nın evcil hayvanlarının en önde geleni.”

“Tsotha bu çukurları, bu kahrolası canavarları barındırmaktan başka bir nedenle mi kazdı?” diye sordu Conan.

“O kazmadı onları; Şehir üç bin yıl önce kurulduğunda bu tepenin üstü ve çevresinde daha eski önceki bir kentin harabeleri vardı. Kurucu Kral 5. Khossus sarayını tepenin üstüne inşa etti, altına mahzenler kazdırırken bir duvarla korunan bir eşiğe rastlandı. Duvarı yıktıklarında da şu anda çevremizde gördüğümüz bu çukurları keşfettiler. Ama Başvezir bunların içinde öyle korkunç şekilde can verdi ki, Khossus korku içinde girişi yeniden duvarla çevirdi. Büyük vezirin bir kuyuya düştüğünü söyledi—fakat hücreleri doldurmuş ve bir sabah sarayının mermer zeminine saçılan bir tür siyah çamur keşfetmesi üzerine sarayı da terk edip panik içinde kaçtığı dış mahallelerde kendine başka bir saray inşa etti.

“Sonra tüm maiyetiyle krallığın doğu köşesine çekildi ve yeni bir şehir inşa etti. Tepedeki saray bir daha kullanılmadı ve viraneye dönüştü. Khorsemish’e kayıp görkemlerini yeniden kazandırdığım Akkutho döneminde, kral oraya bir kale inşa etti. O kale, Tsotha-lanti kızıl kulesini yükseltene ve çukurlara yeniden yol açana kadar durdu. Khossus’un büyük vezirinin başına gelen kader her neyse, Tsotha ondan yakayı sıyırdı. Bulduğu bir kuyuya indi ve gözünden hiç ayrılmayan acayip bir ifadeyle çıktı.

“O kuyuyu gördüydüm ama bilgelik için içini araştırmaya cesaret edemedim. Ben bir büyücüyüm ve insanların sandığından yaşlıyım ama insanım. Tsotha’ya gelince—insanlar onun annesinin Dagoth tepesindeki insanöncesi yıkıntıların yanında uyuyan ve bir ifritin kucaklamasıyla uyanan bir Shadizar rakkasesi olduğunu söyler. O kutsuz birleşmede tohumlanmış Tsotha-lanti denilen lanetli melez—

Conan keskin bir çığlık attı ve arkadaşını iterek geriledi. Önlerinde gözlerinde eskimeyen bir nefret, Satha’nın ışıl ışıl, muazzam, ak bedeni yükseliyordu. Conan çılgın, vahşi bir saldırı—korlanan meşalesini o ifrit çehreye saplayıp, yırtıcı bir kılıç saldırısıyla can vermek—için geriledi. Oysa yılan ona bakmıyordu. Tebessüm edip, kollarını kavuşturarak duran Pelias denilen adama bakıyordu omzunun üstünden. İri, sarımsı gözlerdeki nefret usul usul saf bir korku ışıltısı—Conan’ın bir sürüngen gözünde böyle bir ifadeyi ilk görüşüydü bu—içinde soldu. Koca yılan, güçlü bir rüzgârın esintisi gibi fırıl fırıl bir dönüşle kayboldu.

“Onu korkutacak ne gördü?” diye sordu Conan, kaygıyla ortağını süzerek.

“Pullu halk, fani gözden kaçanları görebilir,” diye cevapladı Pelias gizemli bir tavırla. “Sen etten kılığımı görüyorsun; o çıplak ruhumu gördü.”

Buzdan bir ürperti Conan’ın belkemiğini kurcaladı ve neticede Pelias bir insan mı, yoksa sadece bir insan maskesi içinde başka bir çukur iblisi mi diye merak etti. Fazla tereddüt etmeden kılıcını ortağının sırtına saplama ihtimalini ölçüp biçti. Ancak daha o düşünürken, ötedeki meşalelerin içinde simsiyah beliren çelik parmaklığa ve hala pıhtılı kızıl bir birikinti içinde, çubuklara yaslı halde duran Shukeli’nin cesedine ulaştılar.

Pelias güldü, hiç hoş olmayan bir gülüştü bu.

“Isthar’ın fildişi kalçaları adına, kapıcımız kimmiş? Bak, benim genç çömezlerimi ayaklarından asıp, kahkahalarla derisini yüzen soylu Shukeli’den başkası değil! Uyuyor musun Shukeli? Giyinik bir domuzunki gibi çöken şişko göbeğinle niye böyle kaskatı yatıyorsun?”

“O ölü,” diye mırıldandı bu vahşi sözleri duymaktan rahatsız olan Conan.

“Ölü veya diri,” diye güldü Pelias, “Bize kapıyı o açacak.”

Ellerini sertçe çırptı ve bağırdı, “Kalk, Shukeli! Cehennemden kalk, kanlı zeminden kalk da efendilerine kapıyı aç! Kalk diyorum!”

Müthiş bir inilti yankılandı çatı kemerinde. Conan’ın saçı diken diken oldu ve teninde yapışkan, soğuk bir terin boncuklandığını hissetti. Zira Shukeli’nin bedeni kıpırtıyor, tombul ellerinin bebeksi arayışlarıyla hareket ediyordu. Hadımın bedeni ızgaranın çubuklarına tutunup sersem sersem doğrulurken, bir taş balta kadar zalimdi Pelias’ın gülüşü. Ona bakan Conan kanının buz kestiğini, kemiklerindeki iliğin eridiğini hissetti; çünkü Shukeli’nin ardına dek açılan gözleri camsı ve boştu; göbeğindeki büyük yarıktan ise bağırsakları gevşekçe sarkıyordu. Beyinsiz bir otomat gibi hareket ederek sürgüyü çalıştırırken, hadımın ayakları bağırsaklarında tökezledi. İlk kıpırtısında hadımın inanılmaz bir dönüşümle canlandığını zannetmişti Conan; hâlbuki adam ölüydü—saatlerdir de ölü olmalıydı.

Pelias açılan parmaklıklar arasında oyalandı, Conan da bedeninden sel gibi ter akıtıp sarsak bacaklar üstünde parmaklığı açan korkunç cesetten gayri ihtiyari uzak durarak büyücünün arkasına sokuldu. Pelias ardına bakmadan ilerledi, bulantı ve kâbusun pençesindeki Conan da takip etti. Arkasında ani, tok bir ses onu kendine getirdiğinde daha yarım düzine adım atmamıştı. Shukeli’nin cesedi parmaklıkların dibinde gevşekçe yatıyordu.

“Görevi tamamlandı, cehennem onun için yeniden açılıyor,” diye yorumladı Pelias keyifle. Conan’ın iri bedenini sarsan güçlü ürpertiyi fark etmeden kibar bir tutum takındı.

Yukarı doğru çıkan uzun merdivenleri, tepesinde pirinç kurukafalar bulunan kapıyı geçti. Conan bir köle saldırısı bekleyerek kılıcını kavradı ama kalede sessizlik hüküm sürüyordu. Kara koridoru geçtiler, bitip tükenmez tütsüler yayarak sallanan buhurdanlıklarla dolu odaya girdiler. Yine de kimseyi görmediler.

“Kölelerle askerler kalenin başka bir bölümünde konuşlandırılır,” diye yorumladı Pelias. “Bu gece efendileri uzakta olduğundan, şüphe yok ki, hepsi şarap veya nilüfer suyundan sarhoş yatıyordur.”

Conan geniş bir balkona açılan kemerli, altın pervazlı bir pencereden baktı ve benek benek yıldızlar görünen koyu mavi gökyüzünü görünce hayretle sövdü. Çukurlara atıldığında gündoğumundan hemen sonra olsa gerekti. Şimdi geceyarısını geçmişti. Yeraltında ne kadar uzun kaldığını güçlükle anlayabildi. Aniden susuzluk ve kurt gibi bir açlık algıladı. Pelias, altın kubbeli, gümüş zeminli, çok sayıda kapının yıpranmış kemerleri ve lapis lazuliden duvarları olan bir odaya girdi.

Pelias, iç geçirerek ipekli bir divana çöktü.

“Yeniden altın ve ipek,” İç çekti. “Tsotha bedensel zevklerin üstünde gibi yapar ama o yarı iblis. Bense kara sanatlarıma rağmen insanım. Rahatı ve pohpohlanmayı severim—Tsotha beni bu sayede tuzağa düşürdü. Beni sarhoşken çaresiz yakaladı. Şarap bir lanettir—Isthar’ın fildişi göğüsleri adına, tam lafını ediyordum, bak hain burada! Dostum, lütfen bana bir kadeh doldur— Durun! Bir kral olduğunuzu unuttum. Ben doldurayım.”

“Boşver,” diye gürledi Conan bir kristal kupayı doldurup Pelias’a uzatarak. Sonra testiyi kaldırdı ve Pelias’ın keyifli iç çekişini yansıtarak kana kana içti.

“Köpek iyi şaraptan anlıyor,” dedi Conan, elinin tersiyle ağzını silerek. “Ama Crom adına, Pelias, askerler uyanıp gırtlağımızı kesene kadar burada oturacak mıyız?”

“Korkmak yok,” diye cevapladı Pelias. “Strabonus’la bahtının neler getirdiğini görmek ister misin?”

Mavi ateş Conan’ın gözlerinde parladı, parmak eklemleri mavileşene dek kılıcını sıktı. “Eh, kılıcımın ucunda olsun isterdim!” diye gürledi.

Pelias abanoz bir masadan iri, parlak bir küreyi kaldırdı.

“Tsotha’nın kristali. Çocukça bir oyuncak, ama daha yüksek ilim için vakit yokken kullanışlı. İçine bakın majeste.”

Onu Conan’ın gözü önündeki masaya koydu. Kral, gitgide derinleşip genişleyen puslu derinliklere baktı. Sis ve gölgelerde ağır ağır imgeler belirdi. Tanıdık bir manzaraya bakıyordu. Geniş ovalar büyük, kıvrımlı bir nehre dek uzanıyor, ovaların hemen ardında da alçak bir tepe labirenti yükseliyordu. Nehrin kuzey sahilinde, her iki ucu nehirle bağlantılı bir hendekle korunan müstahkem bir kent vardı.

“Crom adına!” diye bağırdı Conan. “Bu Shamar! Köpekler onu kuşatıyor!”

İstilacılar nehri geçmişti; otağları şehirle tepeler arasındaki dar ovada kuruluydu. Askerleri ay ışığı altında zırhları solgun solgun ışıldayarak surlara üşüşüyordu. Kulelerden üstlerine ok ve taşlar yağıyor, düzenli şekilde çekiliyorlar ama tekrar tekrar gelmeye devam ediyorlardı.

Tam Conan söverken sahne değişti. Yüksek kule başlıkları ve parlak kubbeler pusta yükseldi; baştanbaşa kargaşa içindeki payitahtı Tamar’a bakıyordu. En güvenilir destekçileri çelik giyimli Poitain şövalyelerini kapıdan at sırtında çıkarken gördü, sokaklarda oluk oluk akan kalabalık tarafından yuhalandılar ve ıslıklandılar. Yağma, isyan ve Pellia nişanları taşıyan askerlerin kulelerde konuşlandığını, pazaryerlerinde kasıla kasıla gezindiğini gördü. Her şeyin üstünde, hayal ürünü bir serap gibi, Pellia prensi Arpello’nun esmer, muzaffer yüzünü gördü. Görüntüler soldu.

“Demek!” diye köpürdü Conan “Halkım arkamı döner dönmez sırt çevirdi bana—”

“Tümüyle değil,” diye araya girdi Pelias. “Öldüğünü işittiler. Onları istilacılar veya iç savaştan koruyacak kimse kalmadı diye düşünüyorlar. Doğal olarak anarşinin dehşetinden kaçınmak için en güçlü soyluya yöneldiler. Eski savaşları hatırladıklarından Poitainlilere güvenmiyorlar. Ama Arpello hazırdı ve merkezi eyaletlerin en güçlü prensiydi.”

“Aquilonia’ya yeniden döndüğümde, Hain Meydanı’nda çürüyen kellesiz bir ceset olacak sadece.” Conan dişlerini gıcırdattı.

“Yine de, sen başkentine varamadan,” diye hatırlattı Pelias. “Strabonus önünde olabilir. En azından süvarileri krallığını yakıp yıkıyor olacak.”

“Doğru!” Conan kafesteki bir aslan gibi odayı arşınladı. “En hızlı atla Shamar’a gün ortasından önce varamam. Bu durumda da, kent düştüğünde halkımla birlikte ölmekten başka elimden bir şey gelmez—ki en fazla birkaç gün içinde düşecektir. Yolda atları çatlatsan bile Shamar’dan Tamar, at sırtında beş gün çeker. Ben başkentime varıp bir ordu toparlayamadan Strabonus kapıları dövüyor olur; çünkü bir ordu kurmak güç iş—Benim kahrolası soylularım ölüm haberim üzerine kendi kahrolası tımar bölgelerine dağılır. Halk da Poitainli Trocero’yu kovduğundan Arpello’nun tamahkâr ellerinden tacı—ve kraliyet hazinesini koruyacak kimse yok. O da tahtta bir kukla olmak için ülkeyi Strabonus’a sunacaktır—Strabonus sırtını döner dönmez isyanı kışkırtacak. Ama soylular onu desteklemez, bu da sadece ülkeyi açıkça işgal için bir mazeret verecektir Strabonus’a. Ey Crom, Ymir ve Set! Eğer Tamar’a şimşek gibi uçmak için kanatlarım olsaydı!”

Parmaklarıyla yeşim masayı tıklatarak oturan Pelias aniden durdu ve Conan’a takip etmesini işaret ederek bir maksadı varmış gibi kalktı. Kral kasvetli düşüncelere gömülmüş halde boyun eğdi ve Pelias odadan ayrılarak kalenin tepesine giden mermer basamaklı, altın işlemeli bir merdivenden en yüksek kulenin çatısına çıktılar. Geceydi; yıldızlar kaplı gökte Conan’ın siyah yelesini kıpırdatan güçlü bir yel esiyordu. Epey aşağılarında, üstlerindeki yıldızlardan daha uzak görünen Khorshemish’in ışıkları göz kırpıyordu. Pelias burada içine kapanık, yüce görünüyordu burada; yıldızlarla yoldaş, soğuk, insanötesi yücelikte biri.

“Yaratıklar vardır,” dedi Pelias, “sadece yer ve denizde değilr; havada ve insanın tahmin edemeyeceği uzaklarda, göklerin uzak muhitlerinde de. Yine de, her şeyin temeli olan yüce sözcükler, İşaret ve Bilgi’yi taşıyanlar için zararlı veya erişilmez değiller. Seyret ve korkma.”

Ellerini göklere kaldırdı ve uzayda azalıp solan ama hiç susmayan, sadece sınırsız kozmosa doğru ıraklaşıp, ebediyen titriyor gibi gelen uzun, acayip bir çağrı seslendirdi. İzleyen sessizlikte Conan, yıldızlar arasında ani kanat vuruşları işitti ve yarasayı andıran devasa bir yaratık yanına konarken irkildi. Yıldız ışığında onu süzen iri, sakin gözleri gördü; on beş metre eninde dev kanatları gördü. Ve ne bir yarasa, ne de kuş olduğunu gördü bunun.

“Bin ve git,” dedi Pelias. “Seni şafakla Tamar’a ulaştıracak.”

“Crom Adına!” diye mırıldandı Conan. “Bütün bunlar az sonra Tamar’da sarayımda uyanacağım bir kâbus mu? Peki ya sen? Seni düşmanlarının arasında bir başına bırakmam.”

“Benim için canını sıkma,” diye cevapladı Pelias. “Şafakta Khorshemish halkı yeni bir efendi tanıyacak. Seni tanrıların gönderdiğine kuşku yok. Shamar’ın yanındaki ovada seninle yeniden buluşacağız.”

Conan şüpheyle kemerli boynu kavrayarak hayvanın kambur sırtına tırmandı, hala fantastik bir kâbusun pençesinde olduğuna inanıyordu. Yaratık dev kanatların muazzam akışı ve gürleyişiyle göğe yükseldi ve epey aşağısında şehir ışıklarının solduğunu görürken, kralın baş dönmesi arttı.

KIZIL KALE 2. BÖLÜM
http://www.cizgidiyari.com/forum/huseyin-aksakal/114059-kizil-kale-robert-e-howard-2-bolum.html

KIZIL KALE 1. BÖLÜM

http://www.cizgidiyari.com/forum/huseyin-aksakal/113935-kizil-kale-robert-e-howard-1-bolum.html
 

Motion

Kıdemli Üye
31 Mar 2013
613
3,374
vjRdaz.jpg
 
Son düzenleme:

hüseyin aksakal

Onursal Üye
Çeviri & Balonlama
7 Eyl 2010
773
5,727
Kdz. Ereğli
Aslında daha önce yayınlayacaktım ama seri halde yayınlayınca okumalar azalıyor. O yüzden okumalar belli bir sayıya ulaşmadan yeni bölümü koymamayı tercih ediyorum. Aranın uzaması bu yüzden...
 

Shoryuken

Yönetici
9 Nis 2013
4,043
20,201
Kamlançu
Yoğun bir dönemden geçiyorum ama bu hikayeleri kaçırmıyorum.
Böyle güzel bir çeviriyi kaçırmak da yakışık almaz zaten :)
 

abolardis

Onursal Üye
12 Şub 2011
6,630
24,278
Üstadım henüz okumaya başlamadım ancak mutlaka çıktısını alıp okumayacağım pardon okuyacağım.:)
Ancak kabaca bir göz gezdirdim hızlı okuma teknikleri kullanarak.Güzel bir maceraya benziyor.
Çizgi roman severlerin geneli zaten iyide bir okuyucu.
Emekleriniz için çok teşekkür ederiz.
Yine güzel ve ilginç bir çalışmaya imza atmışsınız.
İthaki Yayınlarından Edgar Allen Poe nun bütün eserlerini almıştım onlara başlayacağım yakında.
Araya felsefe kitapları aldım biraz değişiklik olsun düşüncesiyle.Bu aralar fazla okuma yapamadım bu yıl sadece 32 tane kitap okumuşum.Geçen senelere göre çok düşün bir oran.Daha senenin bitmesine epey var yarın bir kitap daha bitirebilirsem iyi olacak.
Yıllık en az 50 kitap hedefim oluyor.
Hedefin çok altındayım.
Tabi bu rakamlara çizgi romanları dahil etmiyorum.
Onlar zaten ekmek su gibi ihtiyaç üstü ihtiyaç.
Saygılarımızla.
 
Üst