Conan-DEHŞET KALESİ

hüseyin aksakal

Onursal Üye
Çeviri & Balonlama
7 Eyl 2010
773
5,728
Kdz. Ereğli
Bu öyküyü, geçtiğimiz günlerde yaşadığı sağlık sorunuyla hepimizi kaygılandıran sayın Haluk Yücesoy Hocama ithaf ediyorum. Madem artık diyara uğramaya başladı, burada geçirdiği zamanı daha da keyifli hale getirmek için elden geleni yapalım istiyorum. Bizim elimizden gelen de bu... Geçmiş olsun Hocam.


DEHŞET KALESİ
L. Sprague de Camp&Lin Carter

(İlk olarak Lancer Books yayınevi’nce, 1969 baskısı Conan Of Cimmeria’da yayınlandı.)​


Başında şahsen bulunduğu bir zenci imparatorluğu inşa planlarını başaramadan, bir doğal afet dizisi ve çoğu bir yabancının kabilelerinde iktidara yükselmesini çekemeyen Bamulalar arasındaki düşmanlarının entrikalarıyla engellenir Conan. Kaçmaya mecbur kalınca kuzeye, ekvatoral ormanlarla çayırlardan, yarı uygar Kush krallığına kırar dümeni.



1. YANAN GÖZLER​

Kuş uçmaz kervan geçmez Stygia çölleri ardında, yüz fersah boyunca gür çimlerden ebedi menziller hariç hiçbir şey bulunmayan uçsuz bucaksız Kush çayırları uzanır. Şurada burada tek bir ağaç, ovanın hafiften dalgalı tekdüzeliğini bozmak için yükselir: iğne yapraklı akasyalar, kılıç yapraklı ejder ağaçları, zümrüt tepeli lobelyalar ve kalın parmaklı, zehirli sütleğenler. Ara sıra nadir bir dere, sahil boylarında dar bir orman koridoru yetişmesini sağlayarak sığ bir vadi açar kırlara. Zebra, antilop ve sığır sürüleriyle diğer savan sakinleri ilerlerken otlayarak çayırların bir tarafından öbür tarafına göç ederler.

Çimenler, kızgın, tropik güneşin göz kamaştırıcı şekilde parladığı koyu kobalt rengi gök kubbe altında başıboş rüzgârlarla fısıldayıp sallanıyordu. Ara sıra bulutlar kaynayıp kabarıyor; kısa bir fırtına yalnızca çıktığı kadar çabuk ölmek ve aralanmak üzere kükreyip parlıyordu tahripkâr öfkesiyle.

Gün biterken, yalnız, sessiz bir kişi yorgun argın yürüyordu bu sınırsız yazıda yabanda. Eski yaraların ak izleriyle kertilmiş güneş yanığı ten altında kabarık, akışkan kaslarla güçlü kuvvetli, genç bir devdi bu. Derin göğüslü, geniş omuzlu, uzun kollu, uzun bacaklıydı; peştamal ve sandaletlerden kıt kostümü, muhteşem fiziğini ortaya çıkarıyordu. Göğsü, omuzları ve sırtı neredeyse bu diyarin ahalisi kadar esmerleşmişti.

Gür, taranmamış kara saçlarının karışık bukleleri zalim, kayıtsız bir yüzü çevreliyordu. Çatık siyah kaşlar altında parlayan vahşi, mavi gözler, esnek, yorulmak bilmez adımlarla düzlüklerde yürürken huzursuzca bir o yana bakıyordu, bir bu yana. Temkinli bakışı, iki yanda günbatımının kızgın kızıllığının rengini alan gür, karanlık çayırları deliyordu. Birazdan Kush’a hızla gece inecek; onun dünyayı gölgeleyen kanatlarının karanlığı altında tehlike ve ölüm ıssızlıkta kol gezecekti.

Yine de korkmuyordu yalnız yolcu Cimmerialı Conan. Uzak Cimmeria’ın soğuk tepelerinde yetişmiş; daha eğitimli, daha kibar ve daha sofistike uygar adamların sefalet içinde telef olacağı yerlerde sağ kalmasını sağlayan vahşetin demirden metaneti ve azgın zindeliğine sahip bir barbarlar barbarıydı. Sırtına astığı muazzam Bamula avcı yayıyla öldürdüğü avlar hariç yiyeceği olmadan altı gündür yaya devam etmiş olsa da, muazzam barbar kudretinin neredeyse sınırlarına dayanmıştı.

Conan kırların mahrumiyet dolu yaşamına alışalı çok olmuştu. Dünyanın surlu, parıltılı kentlerinin yarısında uygar yaşamın tembel lükslerini tatmış olsa da onlara kapılmamıştı. Artık koyu erguvan bir sisin gizlediği uzak ufka ağır ağır ilerliyordu.

Arkasında, muhteşem orkidelerin suratsız, koyu yeşil yapraklar arasında parladığı, azgın zenci kabilelerinin boğucu çalılarda hassas bir yaşam sürdüğü ve nemli, gölgeli orman patikalarının sessizliğinin sadece avcı leoparın aksıran hırıltısı, vahşi domuz homurtusu, filin pirinç cırlayışı veya kızgın bir maymunun ani çığlığıyla bölündüğü, Kush’un ardındaki kara diyarların kesif ormanları uzanıyordu. Bir yılı aşkın süre, kudretli Bamula kabilesinin savaş şefi olarak orada yaşamıştı Conan. Sonunda gücünün artmasını kıskanan, kana susamış tanrılarına ve zalim, hunhar ayinlerine gizlenmemiş küçümsemesine gücenen hilekâr zenci rahipler, Bamula savaşçılarının akıllarını ak tenli liderlerine karşı zehirlemişti.

Bundan haberdar olmuştu. Uzun, aralıksız bir kuraklık zamanı çökmüştü orman kabilelerine. Nehirlerin çekilişi ve göletlerin kurumasıyla, bronz kabileler değerli sıvının kalan çok az kaynaklarını ele geçirmek için umutsuz bir çatışmaya girince kızıl, hızlı gelişen savaş başlamıştı. Köyler alevler içinde kalmış, koca klanlar katledilip çürümeye bırakılmıştı. Sonra kuraklık, açlık ve savaşın dümen suyunda, ülkeyi kasıp kavuran salgın hastalık gelmişti.

Kurnaz rahiplerin fesat dilleri, bu dehşetleri Conan’a bağladı. Bamula’lara bu felaketleri getiren odur, diye ettiler yeminlerini. Tanrılar solgun tenli bir dışarlıklının Bamula şeflerinin uzun soyunun süslü taburesini gasp etmesine kızgındı. Conan, diye direttiler, derisi diri diri yüzülmeli, ormanın iblis mabutlarının kara mihraplarında bin dâhiyane işkenceyle öldürülmeliydi, yoksa tüm ahali telef olacaktı.

Böyle zalim bir kaderi tatsız bulan Conan hızlı, tahripkâr bir karşılık verdi. Kuzeyin muazzam enli kılıcıyla bedene bir saplayış bitirmişti başrahibin işini. Sonra Bamula mabudunun kanlı ahşap putunu diğer şamanların üstüne devirmiş ve etraftaki ormanın karanlığına kaçmıştı. Kuzey yönünde sürüyle bezdirici fersah boyunca el yordamıyla ilerlemişti; ta ki kesif ormanın seyrelip, yerini ferah çayırlara bırakana dek. Şu anda barbarca gücü ve kılıcının ağırlığının o kadim diyarın esmer hükümdarları hizmetinde ona iş bulabileceği Kush krallığına varmak için, yaya olarak savanı geçmek niyetindeydi.

Bir tehlike titreşimiyle geçmişin dalgınlığından aniden koparıldı düşünceleri. Bir tür ilkel sağ kalma içgüdüsü, onu tehlike varlığına karşı uyarıyordu. Durdu ve batan güneşle düşürülen uzun gölgeler arasından etrafına baktı. Ensesindeki kıllar, görünmez bir tehdit temasıyla diken diken olurken, dev barbar duyarlı burun delikleriyle havayı kokladı, içten içe yanan gözlerle karanlığı yokladı. Ne bir şey görmesine, ne de kokusunu almasına rağmen, vahşetin soyunun gizemli tehlike algısı, tehdidin yakın olduğunu söylüyordu ona. Görünmez gözlerin yumuşak, hafif temasını algıladı ve karanlıkta parlayan bir çift iri göz küresini görmek için hızla döndü.

Neredeyse aynı anda alev gözler kayboldu. Görünüşleri öyle kısa, kayboluşları öyle mutlaktı ki muhayyilesinin bir ürünü diye görüntüye aldırış etmemeye meyilliydi. Döndü ve yeniden ilerlemeye başladı fakat bu kez tetikteydi. Yolculuğuna devam ederken gür çayırların koyu gölgeleri içindeki alev gözler, sessiz ilerleyişini izlemek için yeniden açıldı. Sarımsı, uğursuz bedenler sessiz ayaklar üstünde peşinden süzüldü.

Ilık kan ve taze et için can atan Kush aslanları peşindeydi.


2. ÖLÜM ÇEMBERİ​

Bir saat sonra, karşısında ara sıra ufak, budaklı bir çayır ağacının siyah silüetinin göründüğü batı ufkundaki dar bir günbatımı parıltısı çizgisi hariç gece çökmüştü savanlara. Conan da neredeyse mukavemetinin sınırlarına varmıştı. Üç kez dişi aslanlar sağındaki, solundaki gölgelerden üstüne saldırmıştı. Üç kez oklarının uçan eceliyle püskürtmüştü onları. Çöken karanlıkta düzgün atış yapmak zor olsa da, saldıran kedilerden patlayan bir hırıltı, üç kez isabet bildirmişti ona. Can düşmanı yırtıcıları öldürdü mü, yoksa sadece yaraladı mı bilmenin yolu yoktu gerçi.

Fakat artık sadağı boştu ve sessiz yağmacıların onu yere indirmesinin sadece an meselesi olduğunu biliyordu. Peşinde sekiz veya on aslan vardı! Metin barbar dahi bir umutsuzluk sızısı hissediyordu artık. Kudretli kılıcı saldırganlardan bir ikisinin hesabını görse bile, yeniden vuramadan veya saplayamadan, kanlı lokmalar halinde parça parça edeceklerdi onu. Conan daha önce de aslanlarla karşılaşmıştı ve koca bir zebrayı bir kedinin fareye yaptığı kadar kolayca yakalayıp sürüklemesini mümkün kılan muazzam güçlerini bilirdi. Çağının en güçlü adamlarından olsa da bir aslan pençe ve dişlerini bir kez geçirirse, küçük bir çocuğunkinden fazla yararı olmazdı bunun.

Conan koşmaya devam etti. Fersahları yiyip bitiren uzun, rahat adımlarla bir saatin büyük bölümü süresince koşmuştu. Önceleri çaba harcamadan koşmuştu; oysa şimdi kara ormanda kaçışı ve ovada sekiz günlük yürüyüşün bitap düşüren meşakkati bedelini almaya başlıyordu. Gözleri bulanıyordu; bacak adaleleri ağrıyordu. Patlayacak gibi olan kalbinin her vuruşunda, dev gövdesinde kalan derman çekilir gibi oluyordu.

Vahşi tanrılarına göğün çoğunu gizleyen yoğun, çalkantılı bulutlardan ayın çıkması için dua ediyordu. Ovanın hafifçe dalgalı düzlüğünü bozan bir tepe eteği veya bir ağaç, hatta sürüye karşı son bir direniş yapmak için sırtını dayayabileceği bir kaya için dua ediyordu.

Fakat tanrılar işitmedi. Mıntıkadaki ağaçlar, iki üç metreye kadar yükselen, sonra da dallarını mantar şeklinde yatay olarak yayan cücemsi, dikenli çalılıklardı sadece. Dikenlere rağmen böyle bir ağaca tırmanmayı başarsa bile dibine gelen ilk aslanın üstüne sıçraması ve tek hamlede onu yere çalması kolay olurdu. Tümsek dediğin, sadece termit yuvalarıydı, bazıları yerden bir iki metre yükseliyordu ama savunma için fazla küçüktüler. Koşmak haricinde yapacak bir şey yoktu.

Kendini hafifletmek için son okunu kullandığında, muhteşem silahı bıraktığı için içi burkulsa da büyük avcı yayını fırlatıp atmıştı. Sadak ve bağları da peşinden gitti çok geçmeden Artık leopar postundan bir peştamal, ayaklarına giydiği yüksek bağcıklı sandaletler, keçi derisinden su tulumu ve şu anda elindeki kında taşıdığı enli kılıç haricinde çıplaktı. Bunlardan ayrılmak son umudunu teslim etmek demekti.

Aslanlar artık neredeyse topuklarındaydı. Kıvrak bedenlerinin güçlü kokusunu alabiliyor, hızlı soluk alış verişlerini işitebiliyordu. Artık her an üstüne atılacaklar, o da yere çökertilmeden, hayatı için son öfkeli savaşını veriyor olacaktı.

Takipçilerinin çağlar yaşındaki taktiklerini izlemesini bekliyordu. En yaşlı erkek—sürü lideri—tam arkasından, daha genç erkeklerse iki yanından takip edecekti. Daha hızlı dişi aslanlar her iki kanadın ilerisinde, çemberi kapatıp onu kıstırmaya yetecek kadar öne geçene dek hilal pozisyonunda sıralanacaklardı. Sonra, etkili herhangi bir savunmayı olanaksız kılarak, hepsi aynı anda saldıracaklardı.

Aniden diyar ışığa boyandı. Yükselen ayın yuvarlak, gümüşten gözü geniş ovalara baktı; ruhani parıltısıyla kısa, ipek kürklerini yıkayarak sıçrayarak peşinden gelirlerken, aslanların çağıltılı kaslarında solgun gümüşten ateş hatları çizdi bu bakış.

Conan’ın temkinli gözü, sol ön tarafta çağıldayan kürkte ayın yansımasını yakaladı ve kuşatmanın neredeyse tamamlandığını anladı. Kendini saldırıyı karşılamaya hazırlarken, nasıl olduysa aynı dişi aslanın yön değiştirip durduğunu görünce şaşırdı. İki uzun adımla onu geçti. İlerlerken sağındaki genç dişi aslanın da durduğunu gördü. Seğiren, dövünen kuyruğuyla kıpırtısız halde çayırda çömeldi. Yarı kükreme, yarı inilti olan acayip bir ses çıktı koca çenelerinden.

Conan koşusunu yavaşlatıp geri bakmayı göze aldı. Tüm sürünün adeta görünmez bir engelde durmuş olduğunu mutlak bir hayretle gördü. Ayışığında gümüş gibi parlayan dişlerle dağınık bir saf halinde duruyorlardı. Gırtlaklarından yeri sarsan şaşkın öfke kükremeleri geliyordu.

Conan’ın gözleri dalgın dalgın kısıldı ve çatık kaşları hayretle düğümlendi. Tam avlarını ele geçireceklerine emin oldukları anda ne durdurmuştu sürüyü? Hangi görünmez güç silmişti takibin öfkesini? Bir an kılıcı elinde, saldırıya devam edecekler mi diye merak ederek onlara dönük halde durdu. Fakat aslanlar, köpük damlayan çenelerden homurdanıp kükreyerek oldukları yerde kaldı.

Sonra Conan acayip bir şey gözlemledi. Aslanların durduğu yer, ovadaki bir sınır çizgisine benziyordu. Karşı tarafta gür, uzun, özlü çimenler yetişiyordu. Görünmez sınırda her nasılsa çimenler seyrelmeye, güdükleşmeye ve çıplak topraktaki geniş boşluklarla hastalıklı bir hale bürünmeye başlıyordu. Conan sadece ay ışığında renklerini net olarak seçmese de, ona öyle geldi ki, çizginin bu tarafındaki çimler, büyüyen şeylerin normal yeşilliğinden mahrumdu. Ayağının etrafındaki otlar, sanki tüm zindelikleri emilmiş gibi kuru ve gri görünüyordu.

Parlak ay ışığında her iki yanda uzaklara doğru kavislenen ölü çimen bölgesini görebiliyordu.

Engin bir ölüm çemberi içinde tek başına duruyordu sanki.


3. SİYAH HİSAR

Yorgunluktan hala her yanı ağrısa da, kısa mola ilerleyişini sürdürme gücü vermişti Conan’a. Aslanları durduran görünmez hattın doğasını bilmediğinden, bu gizemli etkinin onları ilerlemekten ne kadar alıkoyacağını söyleyemezdi. Bu yüzden sürü ve kendisi arasına elinden geldiğince mesafe koymayı tercih etti.

Az sonra önündeki karanlıkta biçimlenen kara bir kütle gördü. Kılıç elde, gözleri bu mülkün sisli haşmetini tetkik ederek, öncekinden bile temkinle ilerledi. Ayışığı hala parlaktı ama parıltısı sanki bir tür koyulaşmış pusla perdelenmiş gibi uzaklaştıkça kararmaya başlıyordu. Bu yüzden Conan önündeki ovada yükselen siyah, kasvetli kütleden ölçüsü ve durgunluğu haricinde hiçbirşey çıkaramadı önce. Bir tür ilkel iblis dininin devasa putu gibi, zamanın şafağından meçhul varlıklarca siyah bir kaya dağından yontulan kara kütle, ölü kır çimler ortasında kıpırtısız çömeliyordu.

Conan yaklaştıkça kara, özelliksiz silüette ayrıntılar peyda oldu. Kısmen Kush ovalarında harabeler halinde yatan muazzam bir binaydı—adlandırılmamış bir amaçla, mechul ellerce dikilmiş devasa bir yapı—gördüğü. Bir tür şato veya kaleye benziyordu ama Conan’ın hiç görmediği bir mimari tarzındaydı. Kapkara taş yapı, tuhaf şekilde çarpık dizilmiş sütun, teras ve mazgallardan komplike bir cephe halinde yükseliyordu. Manzara şaşırtıcıydı. Kurnazca hatalı, acayip şekilde çarpık görünen, kafa karıştıran kıvrımlar boyunca ilerliyordu insanın gözü. Dev yapı sanki inşaatçıları pek aklı başında değilmiş gibi kaotik bir düzen yoksunluğu intibası bırakıyordu.

Conan, sadece bakması bile gözünü karartan bu biçimsiz duvar yığınının başdöndürücü kavislerinden zorla kopardı bakışını. Ova hayvanlarının bu ufalanan yığından niye uzak durduğunu nihayet anlayabildiğini düşündü. Bir tehdit ve dehşet aurası yayıyordu bu şey. Muhtemelen kara kalenin ovada çömeldiği binyıl esnasında hayvanlar, ondan ve ruhani mıntıkasından çekinir olmuştu; ta ki bu sakınganlık alışkanlıkları artık içgüdüsel olana dek.

Yığın yığın fırtına bulutları eskimez yüzünü yeniden karartırken, ay birden silindi. Gökgürültüsü ötelerde homurdandı ve Conan’ın araştıran bakışı kaynayan bulut kütleleri arasında sülfür sarısı şimşek ışığını algıladı. Savanların o çabuk, çalkantılı fırtınalarından biri kopmak üzereydi.

Conan bocaladı. Bir taraftan merak ve yaklaşan fırtınada bir barınak arzusu ufalanmış istihkâma çekiyordu onu. Öbür taraftan barbar aklı doğaüstüne karşı kökü derin bir tiksinti barındırıyordu. Dünyevi, ölümlü tehlikelere karşı çiğlik ölçüsünde korkusuzdu ama ahir dünya tehditleri, sinirleri boyunca titreyen panik filizleri yollayabilirdi. Bu gizemli yapıya dair bir şey de doğaüstünü çağrıştırıyordu. Bilincinin en derin katmanlarında hissedebiliyordu onun tehdidini.

Daha yüksek bir gökgürültüsü kararını verdirdi. Sinirlerinde demirden bir pençe, elinde yalın kılıcı, cür’etle kara kapıdan girdi ve içeride kayboldu.


4. YILAN ADAMLAR​

Canlı bir şey görmeden, yüksek kubbeli holü boydan boya geçti Conan. Siyah döşeme, toz ve kuru yapraklarla kaplıydı. Çürümüş süprüntüler köşelere ve yüksek taş sütunların diplerine yığılıydı. Artık bu enkaz yığını ne kadar eskiyse, asırlardır içinde canlı bir varlık yaşamamıştı anlaşılan.

Ayın başka bir kısa görünüşüyle açığa çıkarılan salon iki kat yüksekliğindeydi. Trabzanlı bir balkon dolanıyordu ikinci katı. Herhangi bir taş yapıdan fersahlarca uzakta, ovaya çömelen bu esrarengiz yapının sırrının daha derinine ermeye heveslenen Conan, bir yılan izi kadar uğursuzca bükülen koridorlarda gezindi. Asıl amaçlarını tahmin bile edemediği tozlu odalarda amaçsızca dolaştı.

Zamora Yezud’daki Örümcek-Tanrı tapınağıyla Turan Aghrapur’daki Kral Yıldız’ın sarayını görmüş biri için bile sersemletici büyüklükteydi kale. Büyük bir kısmı—aslında bütün bir kanat—devrilen siyah bloklardan biçimsiz bir kütle halinde çökmüştü ama az çok dokunulmadan kalan kısmı hala Conan’ın gördüğü en büyük yapıydı. Tahmin edilemez eskilikteydi. Şekillendirildiği siyah oniks, Conan’ın dünyanın bu havalisinde gördüğü hiçbir taşa benzemiyordu. Hadsiz hesapsız menzillerden getirilmiş olsa gerekti—nedenini hayal edemedi Conan.

Yapının acayip mimarisinin bazı özellikleri, mel’un Zamora’daki kadim mezarları getirdi Conan’ın aklına. Öbürleriyse Turanlılarla paralı asker görevi esnasında uzak Hyrkania’da gözüne çarpan yasak mabetleri çağrıştırıyordu. Fakat kara şatonun öncelikli olarak bir mezar, bir kale, bir saray, bir mabet veya bunların bir çeşit birleşimi olarak mı dikildiğini çıkaramadı.

Sonra, alttan alta onu huzursuz eden, tedirgin edici bir yabancılık da vardı şatoda. Cepheleri bile bir tür yabancı geometri ilkelerine uygun inşa edilmişe benziyordu, bu yüzden iç mekân şaşırtıcı özellikler içeriyordu. Merdivenlerin basamakları örneğin; insan ayağının gerektirdiğinden daha geniş, daha sığdı. Eşikler çok yüksek ve Conan’ın geçmek için yan dönmeye mecbur kalacağı kadar dardı.

Duvarlar şaşırtıcı, hipnotik karmaşıklıkta kıvrımlı, geometrik arabesk desenli alçak bir rölyef halinde yontulmuştu. Aklı kıvrımlı çizgilerin oluşturduğu gizemli sembollerce kapana kıstırılıp alıkonulmasın diye, irade gücüyle süslü duvarlardan bakışını zorla koparmaya mecbur kaldığını keşfetti Conan.

Gerçekte taştaki bu tuhaf, şaşırtıcı gizeme dair her şey, Conan’a yılanları hatırlatıyordu—dolambaçlı koridorlar, kıvrımlı dekorasyon, hatta diye düşündü, tatlı, yılansı hafif bir koku izi.

Conan durdu; kaşları çatıldı. Bu meçhul harabe, kadim Valusia’nın yılan halkınca dikilmiş olabilir miydi? O insanöncesi ahalinin günleri, dev sürüngenlerin yeryüzüne hükmettiği devrin solgun sisleri içinde, bizzat âdemoğlunun şafağı öncesindeki hayal edilmez bir geçmişte kalıyordu. Daha Yedi İmparatorluk Tufan Öncesi günlerde yükselmeden—Atlantis batı okyanusu dibinden yükselmeden—hüküm sürmüştü Yılan halkı. İnsanın gelişinden çok önce kaybolmuşlardı—ama tümüyle değil.

Soğuk Cimmeria tepelerinde kamp ateşleri etrafında, sonra da Nemedia’nın mermer tapınak avlularında işitmişti Atlantisli Valusia Kralı Kull’un destanını. Yılan halkı, onları sıradan insani varlıklar olarak göstermeyi mümkün kılan büyüleri sayesinde şurada burada sağ kalmıştı. Fakat Kull tesadüfen sırlarını öğrenmiş ve onları ateş ve kılıçla imha ederek krallığını onların pis kokusundan arındırmıştı.

Yine de yabancı mimarisiyle siyah kale, âdemoğlunun gezegene hükmetmek için kayıp çağların bu sürüngen kalıntılarıyla yarıştığı o eski çağın kalıntısı olamaz mıydı?


5. FISILTILI GÖLGELER

İlk gökgürültülü sağanak siyah şatoyu ıskaladı. Ufalanmış taş duvarlarda yağmur damlalarının kısa bir takırtısı ve çatıdaki deliklerden bir su sızıntısı oldu. Sonra fırtına, taştaki açıklıklarda bir kez daha kararmadan mehtabı ışıldamaya bırakıp batıya doğru geçip gitti. Fakat başka fırtınalar doğuda mırıldanıp titreşerek geliyordu peşinden.

Conan büyük salonun üstündeki bir balkon köşesinde, muğlak bir tehlike algılayan temkinli bir hayvan gibi savrulup dönerek uyuyordu. Tedbir, ardına kadar açık kapılar önünde, salonda uyumaktan tedirginlik duymasına yol açmıştı. Ölüm çemberi, ova sakinlerini engelliyor gibi görünse de hayvanları uzak tutan görünmez güce güven olmazdı.

Bir düzine kez irkilerek uyandı; kılıcını kapıp onu uyandıran nedir diye araştırmak için gözleriyle bulanık gölgeleri yokladı. Bir düzine kez kadim enkazın kasvetli enginliğinde hiçbir şey bulamadı. Her ne kadar, loş gölgeler etrafına toplansa, fısıldayan sesler duyar gibi olsa da her seferinde uyku için yeniden teskin etti kendini.

Barbar tanrılarına bezgin bir küfür homurdanan Cimmerialı, mitolojisinin on bir kızıl Cehennemi adına tüm gölge ve yankılara lanet okudu ve uyumaya çalışarak yeniden yere attı kendini. Nihayet derin bir uykuya daldı. O uykuda tuhaf bir düş çöktü üstüne.

Öyle görünüyordu ki bedeni uyusa da ruhu uyanık ve teyakkuzdaydı. Stygialıların dediği gibi, ka’sının manevi gözleri için, bir tür görünmez kaynaktan gelen solgun, kan rengi bir parıltıyla aydınlanıyordu karanlık balkon. Ne taştaki açıklıklardan salona eğik ışınlar düşüren ayın gümüş yalımıydı bu, ne de uzaktaki şimşeğin solgun titreşimi. Bu al ışıltı sayesinde Conan’ın ruhu siyah, mermer sütunlar arasında müphem yarasalar gibi uçuşarak sürüklenen gölgeleri görebiliyordu—kontrolsüz bir açlık duyan, kızgın gözlerle dolu gölgeler—hep bir ağızdan alaycı kahkahalar ve hayvani çığlıklardan duyulabilir bir kakofoni halinde fısıldayan gölgeler.

Conan’ın ruhu, fısıldayan gölgelerin bu kadim yapı içinde ölmüş canlı varlıklardan binlercesinin hayaleti olduğunu biliyordu her nasılsa. Nereden bildiğini bilmiyordu ama ka’sı için açık bir gerçekti bu. Bu muazzam harabeyi yükselten meçhul halk—ister Valusia efsanesindeki yılan adamlar, isterse başka bir unutulmuş kavim olsun—binlercesinin kanıyla boyamıştı siyah kalenin mermer sunaklarını. Kurbanlarının hayaletleri büyü yoluyla ebediyete dek bu kaleye zincirlenmişti. Belki de bir çeşit insanöncesi büyünün güçlü sihriyle bağlanmışlardı dünyaya. Belki de çayırın hayvanlarını uzak tutan da aynı büyüydü.

Fakat hepsi bu değildi. Siyah şatonun hayaletleri canlı kanına da susamıştı—Conan’ın kanına.

Ruhani heyulalar, hissedilmez parmaklarla onu paralayarak etrafında uçuşurken, bitkin bedeni büyülü uykuya zincirli halde yatıyor. Fakat bir ruh, önce kendisini fiziksel düzleme çıkarıp, maddesel bir bedene bürünmedikçe canlı bir varlığa zarar veremez. Bu abuk subuk sesler çıkaran gölge orduları zayıftı. Yıllardır kimse siyah kaleye ayak basmak suretiyle, beslenmelerine imkân sağlayarak meydan okumamıştı kadim lanete. Uzun açlık yüzünden zayıflayan hantal hayalet varlıklar ordusu öyle kolay maddeleşemiyordu artık.

Her nasılsa bunu biliyordu Conan’ın düş gören ruhu. Bedeni uyumaya devam ederken, ka’sı astral düzlemdeki hareketleri araştırıyor; maddi olmayan kanatlarını uyuyan başı etrafında çırpıp, algılanmaz pençeleri nabzı atan gırtlağını kesen vampir gölgeleri izliyordu. Fakat tüm o sessiz çılgınlıklarına rağmen zarar veremezlerdi ona. Büyüyle bağlı halde uyumaya devam etti.

Müphem bir sürenin ardından, astral düzlemin kırmızı ışıltısında bir değişim gerçekleşti. Koyulaşan gölgeler biçimsiz bir kütle halinde bir araya toplanıyordu. Akılsız ölü varlıklar olsalar da açlık onları uğursuz bir ittifaka sevk ediyordu. Her hayalet onu cisimleşmeye götüren yaşam enerjisinden ufak bir miktara sahipti. Her heyula ince enerji ikmalini karanlık tarikatınınkiyle birleştiriyordu şu anda.

Azar azar, on bin hayaletin yaşam gücüyle beslenen müthiş bir suret cisimleşmeye başladı. Siyah mermer balkonun alacakaranlığında, fırıl fırıl dönen ruhani zerrecikler bulutundan ağır ağır biçimleniyordu.

Conan ise uyumaya devam ediyordu.


6. YÜZ KAFA​

Gökgürültüsü sağır edercesine çatırdadı; şimşek, ayışığının yeniden kaçtığı karanlık ova üstünde kükürt renkli ateşlerle parladı. Kalın, katman katman fırtına bulutları sel gibi bir sağanakla çayırlık düzlükleri ıslayarak boşandı.

Stygialı köle avcıları tüm gece güneye, Kush’un ötesindeki ormanlara doğru hızla ilerlemişti. Seferleri şimdiye kadar meyve vermemişti; savanların göçebe avcı ve çoban kabilelerinden tek bir zenci bile düşmemişti ellerine. Savaş veya salgın hastalık mı ülkeyi insandan temizlemişti, yoksa kölecilerin gelişinin haberini alan yerliler mi uzaklara mı kaçmıştı bilmiyorlardı.

Her halükarda güneyin bereketli ormanları arasında daha iyi iş yapacaklar gibi görünüyordu. Orman zencileri, kölecilerin kuşatabileceği ve hızlı bir şafak baskınıyla şaşırtmak suretiyle sakinlerini bir ağdaki balık gibi yakalayabileceği sabit köylerde yaşardı. Stygia’ya dönüş yoluna katlanmak için çok yaşlı, çok genç veya hasta olanlar derhal öldürülecekti. Sonra kalan zavallılar, bir insan zinciri halinde birbirine kösteklenerek kuzeye sürülecekti.

Tolgalar ve örgü zırh yelek giymiş, sağlam binekli kırk Stygialı vardı. Uzun boylu, güçlü kuvvetli, uzun karayağız, şahin yüzlüydüler. Akınlarda kaşarlanmışlardı—Stygialı olmayan birini öldürmekten, çoğu kişinin sivrisineği fiskelediğinde duyduğundan fazla vicdan azabı duymayan çetin, kurnaz, korkusuz, aman vermez adamlar. Fırtınanın ilk sağanağı saflarını süpürüyordu şu anda. Rüzgârlar yün pelerinleri, keten cübbeleri kamçılıyor, atların yelelerini yüzlerine savuruyordu. Neredeyse aralıksız şimşek alevleri gözlerini kamaştırıyordu.

Şimşeğin yalımı, yağmurun peçelediği karanlıkta onu göz önüne çıkarınca, çayırların üstünde karaltı halinde yükselen kara kaleyi gördü liderleri. Gırtlaksı bir talimat bağırdı ve mahmuzlarını iri kara kısrağının kaburgalarına gömdü. Diğerleri de peşinden mahmuzladı; bir nal takırtısı, deri gıcırtısı ve zırh çınlamasıyla suratsız tabyaya doğru ilerlediler. Yağmur ve gece bulanıklığında ön cephenin anormalliği görülmüyordu, Stygialılar da sırılsıklam olmadan bir barınak altına girmeye hevesliydi.

Sövüp sayarak, pelerinlerindeki suyu silkeleyip tepinerek içeri girdiler. Bir anda harabelerin kasvetli sessizliği yaygarayla bölündü. Çalı çırpı ve kuru yapraklar toplandı; çakmaktaşı ve çelik vuruldu. Az sonra isli, cızırtılı bir ateş, süslü duvarları canlı turuncuya boyayarak yükseldi çatlak mermer zeminin ortasında.

Adamlar eyer çantalarını indirdi, ıslak kapüşonlu pelerinleri çıkardı ve kurusunlar diye serdi. Zırh ceketlerini çıkardılar ve yağlı paçavralarla nemi ovmaya koyuldular. Eyer çantalarını açtılar, güçlü dişlerini yuvarlak, sert, bayat ekmek somunlarına geçirdiler.

Dışarda fırtına böğürüyor, şimşekler çakıyordu. Yağmur suyu dereleri, duvardaki aralıklardan ufak şelaleler gibi dökülüyordu. Fakat Stygialılar onları kaale almadı.



Yukarıdaki balkonda, Conan sessizce ayakta duruyordu; sırf güçlü bedenini harap eden ürpertilerle sarsıldığından uyanmıştı. Bulutun patlamasıyla onu tutsak eden büyü bozulmuştu. Ayağa sıçrayarak, rüyasında biçimlendiğini gördüğü ruhani hayaletler meclisini görmek için etrafa bakındı. Şimşek çaktığında balkonun uzak ucunda karanlık, biçimsiz bir varlığın gözüne iliştiğini zannetti ama araştırmak için daha yakınına gitmeye gerek görmedi.

O, Mahlûk’un menziline girmeden balkonu nasıl terk edeceği problemini düşünedursun, Stygialılar tepinip kükreyerek içeri girdi. İşlerinin hayaletlerle ilgili olması pek mümkün değildi. Fırsat verilse köle postaları için onu da ele geçirmekten hoşnut olurlardı. Tüm sınırsız gücü ve silah kullanmadaki becerisine rağmen, Conan kimsenin tek seferde kırk donanımlı düşmanla savaşamayacağını bilirdi. Anında yolunu yarıp açıp kaçmadıkça indirirlerdi onu. Çabuk bir ölüm veya bir Stygia köle ağılında inim inim inleten acı bir angarya yaşamıyla karşı karşıyaydı. Hangisini tercih ettiğinden emin değildi.

Stygialılar Conan’ın dikkatini nasıl hayaletlerden çektiyse, onlar da hayaletlerin dikkatini Conan’dan çekti. Akılsız açlıkları içinde gölge yaratıkları aşağıda kamp kuran kırk Stygialı hatırına Cimmerialıyı görmezden geldi. Zahiri şehvetlerini üç kez doyurmaya kâfi canlı et ve yaşam gücü vardı burada. Güz yaprakları gibi korkuluklardan sürüklendiler ve balkondan aşağıdaki salona indiler.

Stygialılar bir şarap şişesini elden ele geçirip, gırtlaksı lisanlarında sohbet ederek ateşin başında uzanıyordu. Conan Stygia dilinde sadece birkaç kelime biliyor olsa da tonlama ve hareketlerinden tartışmanın yönünü takip edebiliyordu. Lider—sinekkaydı traşlı, Cimmerialı kadar uzun bir dev—böyle bir gecede sağanağa girmeyeceğine yeminler ediyordu. Bu ufalanmış enkazda şafağı bekleyeceklerdi. Hiç değilse çatı hala sağlam görünüyor ve adamı damlalardan koruyabiliyordu.

Birkaç şişe daha boşaldığında, artık ısınmış ve kurumuş haldeki Stygialılar kendilerini uykuya hazırladı. Ateş alçaktı zira onu besleyen çalı çırpı, güçlü bir alevi uzun süre besleyemezdi. Lider adamlardan birine işaret etti ve haşin bir kelam etti. Adam itiraz etti ama biraz tartıştıktan sonra homurdananak kalktı ve zırh ceketini üstüne geçirdi. O ilk nöbeti tutmak üzere seçilmişti Conan’ın anladığı kadarıyla.

Az sonra, elinde kılıcı, kolunda kalkanıyla sönen ateş ışığı sınırındaki gölgelerde duruyordu nöbetçi. Ara sıra dolambaçlı koridorlar veya fırtınanın çekildiği ön kapılardan dışarı bakmak için durarak salon boyunca aşağı yukarı yürüyordu.

Nöbetçi sırtı arkadaşlarına dönük olarak ana girişte dururken, horlayan köleci grubu arasında zalim bir beden şekillendi. Usulca, maddi olmayan, dalgalı gölge bulutlarından ağır ağır gelişti. Azar azar biçimlenen bileşik mahlûk, binlerce ölü varlığın yaşam gücünden yapılmıştı. Korkunç bir şekle büründü—sayısız biçimsiz uzuv ve uzantı püsküren devasa bir kütle. Bir düzine bodur ayak taşıyordu muazzam ağırlığını. Tepesinden, sürüyle kafa korkunç bir meyve gibi fışkırıyordu: pösteki saçı ve kaşıyla bir tür canlı benzeriydi; ötekiler, sadece rastgele yerleştirilmiş göz, kulak, ağız ve burun topaklarıydı.

Yüz kafalı canavarın görünüşü, o loş ateş ışığındaki salonda, en metin olanın kanını bile dehşetle dondurmaya kâfiydi. Conan sahneye bakarken tiksintiden ense tüylerinin dikildiğini ve teninin ürperdiğini algıladı.

Mahlûk, zeminde yalpaladı. Kararsızca yere yaslanarak yarım düzine açgözlü pençeyle Stygialılardan birini kavradı. Adam bir çığlıkla uyanırken, kâbus yaratığı, uyuyan arkadaşlarının üstüne kanlı, ıslak insan kırıntıları saçarak lokma lokma etti kurbanını.


7. KÂBUSTAN KAÇIŞ

Bir anda ayaklandı Stygialılar. Kaşarlanmış yağmacı olsalar da görüntü bazılarından dehşet çığlıkları koparmaya kâfi korkunçluktaydı. Süratle ilk çığlığa dönen nöbetçi kılıcıyla canavarı biçmek üzere salona geri koştu. Emirler böğüren lider en yakın silahı kaptı ve saldırdı. Kalanlar, zırhsız, dağınık ve şaşkın olmalarına rağmen aralarında paytak paytak yürüyen ve öldüren mahlûka karşı kendilerini savunmak için kılıç ve kargıları kaptı.

Kılıçlar biçimsiz kalçaları kesti; mızraklar şişkin, sallanan göbeğe saplandı. Açılıp kapanan eller ve kollar seğirerek, açılıp kapanarak tok bir sesle yere çarpmak üzere biçildi. Fakat görünüşe göre acı hissetmeyen yaratık, adamları birer birer kaptı. Bazı Stygialıların kafaları, boğan eller tarafından burularak koparıldı. Diğerleri ayaklarından yakalandı ve kanlı kalıntıları sütunlara çarpıldı.

Cimmerialı yukarıdan seyrederken, bir düzine Stygialı ezildi veya parçalandı. Stygialıların silahlarının canavara açtığı korkunç yaralar anında kapanıp iyileşti. Kesik kafa ve kolların yeri, soğansı gövdeden filizlenen yeni uzuvlar tarafından dolduruldu.

Stygialıların canavara karşı hiç şansı olmadığını gören Conan, Mahlûk hala kölecilerle meşgulken, dikkatini ona çevirmeden çekip gitmeye karar verdi. Salona girmenin akıllıca olmadığını düşünerek daha doğrudan bir çıkış aradı. Bir pencereye tırmandı. Yanlış bir adımın, onu bir gedikten yer seviyesindeki kaldırıma düşürebileceği kırık döşemeli bir çatı terasına çıkıyordu bu.

Yağmur çisentiye dönüşmüştü. Artık neredeyse başı üstünde olan ay, aralıklı ışınlarını tekrar gösteriyordu. Terasın sınırı olan balkon duvarından aşağı bakan Conan, dış süslemeler sarmaşıkların beraberce iniş yolu sağladığı bir yer buldu. Kendini tuhaf süslü cepheden maymun kıvraklığıyla kulaç kulaç indirdi.

Stygia atlarının, büyük salondan gelen ölümcül çatışma seslerinden huzursuzlanmış halde kıpırdanıp kişneyerek durduğu avluyu aydınlatan mehtap, tüm ihtişamıyla parlıyordu şimdi. Adamlar birbiri ardınca lokma lokma parçalanırken savaşın kükremesi üstünde acı feryatlar çınlıyordu.

Conan avlunun toprağına usulca kondu. Köleci liderine ait muazzam kara kısrağa koştu. Cesetleri yağmalamak için kalmak da isterdi, zira zırh ve diğer malzemelerine ihtiyacı vardı. Zırh gömleği, Belit’in korsan eşiyken uzun süre giyilmekten ve pastan yıpranmış, Bamulalardan kaçışı da kendisini tamamen donatmaya yetmeyecek kadar telaşla olmuştu. Fakat dünyadaki hiçbir güç yaşayan ölümden bir dehşetin hala kol gezdiği ve can aldığı o salona sokamazdı onu.

Genç Cimmerialı seçtiği atı çözerken, çığlık çığlığa bağıran biri girişten fırladı ve avlunun karşısından koşarak ona doğru geldi. Conan onun ilk nöbeti tutan adam olduğunu gördü. Arkadaşları katledilirken, Stygialının tolgası ve zırh gömleği onu sağ kalmasını mümkün kılacak kadar korumuştu.

Conan konuşmak için ağzını açtı. O ve Stygialı ahali arasında muhabbetin esamisi okunmazdı; yine de eğer bu Stygialı grubundan tek sağ kalansa, Conan geçici de olsa, meskûn bir memlekete varana dek onunla bir haydut ittifakı oluşturmaya gönüllüydü.

Fakat Conan’ın böyle bir teklif yapma şansı olmadı; zira yaşadıkları delirtmişti Stygialıyı. Gözleri ayışığında vahşice parlıyor, dudaklarından köpük saçılıyordu. Bir süvari kılıcını ayışığını yansıtacak şekilde hızla başı üstünde çevirerek doğruca Conan’a saldırdı. Bu esnada bağırıyordu, “Cehennemine dön, ey İblis!”

Vahşet soyundan gelen Cimmerialının ilkel yaşama dürtüsü bilinçli bir düşünce olmaksızın eyleme geçti. Adam vuruş mesafesine gelene dek Conan’ın kılıcı kınından sıyrılmıştı. Tekrar tekrar çelik çelikte kıvılcımlar saçarak çınladı. Vahşi gözlü Stygialı başka bir kesiş için geriye savururken, Conan kılıcının ucunu delinin gırtlağına sapladı. Stygialı guruldadı, sallandı ve devrildi.

Conan soluk soluğa kısrağın eyer kaşına yaslandı bir an. Düello kısa fakat vahşi olmuştu ve Stygialı kayda değer bir hasım değildi. Antik taş yığını içinde dehşet çığlıkları çınlamıyordu artık. Uğursuz bir sessizlik hariç hiçbir şey yoktu. Sonra Conan yavaş, ağır, hışırdayan adımlar işitti. İnsan yiyen canavar varlık hepsini öldürmüş müydü? Biçimsiz cüssesini, avluya çıkmak için kapıya mı sürüklüyordu?

Conan görmeyi beklemedi. Titrek parmaklarla ölü adamın yeleğinin bağcıklarını çözdü ve zırh gömleği çıkardı. Aynı zamanda Stygialının tolgası ve kalkanını da aldı; bu ikincisi çayırların iri, kalın derili hayvanlarının birinin postundan yapılmıştı. Bu ganimetleri süratle eyere bağladı, ata bindi, dizginlere asıldı ve kısrağın kaburgalarını tekmeledi. Harap avludan, kurumuş çimenler mıntıkasına dörtnala çıktı. Çevik toynaklar her adımla kadim kötülük şatosunu geride bıraktı.

Kuru çimen çemberinin ötesinde bir yerlerde aç aslanlar hala kol geziyordu belki. Ama Conan önemsemedi. Siyah hisarın korkunç dehşetlerinden sonra, şansını sadece aslanlarla seve seve denerdi şansını.
 

hüseyin aksakal

Onursal Üye
Çeviri & Balonlama
7 Eyl 2010
773
5,728
Kdz. Ereğli
Baştan sona okuyan varsa, öyküdeki Lovecraft ve Cthulhu mitosu etkilerine dikkatinizi çekerim. Yer yer Howard da Cthulhu etkisini Conan öykülerine katmıştır. Etki zannımca Lovecraft üstünde çalıştığını bildiğim (parodisini yapıyordu diye aklımda kalmış) Lin Carter aracılığıyla geçmiş olabilir.
 
12 Şub 2010
15,006
543,719
Günlerce koşuşturup her öğün başka lokantada envai çeşit yemekler yedikten sonra koşuşturma sonunda dinlenmeye geçtiğinde menüsünü beğenerek gittiğin lokantada yemeği acele değil de sindire sindire ve tadına vararak yediğin ve arkasından demli çay beklediğin gibi oldu. Çay işi kolay; akşamları yatana kadar yanında mutlaka bulunuyor çünkü.

Hüseyin Aksakal dostun artık buram buram ustalık kokan çevirisiyle Conan'ın bir an gevşemeyen, nefes nefese bırakan öykülerini sindire sindire okuyorum. Tasvirlerin çarpıcı güzelliği hayal dünyasını ufuktan ufuğa taşıyor.
 
Üst