Conan Öyküsü... Dikilitaşın Laneti...

hüseyin aksakal

Onursal Üye
Çeviri & Balonlama
7 Eyl 2010
773
5,728
Kdz. Ereğli
Bu hikayeyi, hiç tanışmadığımız halde, bir paylaşımını ithaf ettiği kişiler arasında benim de ismimi sayan Darkness'e armağan ediyorum.


DİKİLİTAŞIN LANETİ

L. Sprague de Camp&Lin Carter

Conan the Cimmeria-1969


“Kafatasları Kenti” olaylarından (Conan cildinde) sonra, Conan Turan hizmetinde yüzbaşılık mevkisine yükselir. Karşı konulmaz bir muharip ve dar zamanda güvenilir biri olarak büyüyen şöhreti, her nasılsa az işe büyük ödemeyle, yumuşak işlere götürmek yerine, Kral Yıldız’ın generallerinin onu özellikle tehlikeli görevler için seçmesine yol açar. Bunlardan biri onu binlerce mil doğudaki efsanevi Khitai’ye götürür.



1

Kara taştan dimdik kayalıklar, bir tuzağın kanatları gibi kapatıyordu Cimmerialı Conan’ın etrafını. Vadinin düz zeminindeki ufak kampın üstünde örümcek gözleri gibi bakan birkaç zayıf yıldıza karşı karaltısı görünen engebeli zirvelerden geçen yolu sevmemişti. Taştan yücelerde ıslık çalan ve kamp ateşi etrafında kol gezen soğuk, huzursuz rüzgârı da öyle. Alevlerin yakındaki vadi yamacının kaba taştan duvarlarında kıvrılan kocaman, kara gölgeler göndererek sıçrayıp titremesine yol açıyordu rüzgâr.

Kampın öbür tarafında, sekiz bin yıl önce Atlantis dalgalara gömüldüğünde bile yaşlı olan devasa kızılağaçlar, maki kümeleriyle bambu çalılıkları ortasında yükseliyordu. Küçük bir dere ormandan dolanarak çıkıyor, mırıldanarak kampı geçiyor ve yine ormana sapıyordu. Başının üstünde bir pus veya yüksek bir sis tabakası, nispeten küçük yıldızların ışığını boğup, daha parlak olanları ağlıyormuş gibi göstererek sürükleniyordu kayalıkların tepesinde.

‘Bu yerde bir şey,’ diye düşündü Conan, ‘korku ve ölüm kokuyor.’ Rüzgârdaki ekşi dehşet kokusunu alabiliyordu neredeyse. Atlar da hissetti bunu. Ağlamaklı bir şekilde tepiniyor, toprağı eşeliyor, ak göz yuvarları ateş çemberi ötesindeki karanlıkta dolanıyordu. Böyleydi soğuk Cimmeria tepelerinden barbar savaşçı Conan. Onun gibi, atların duyuları da bu ıssız çöle getirdiği Turan süvarileri gibi kentsoyluların körelmiş duyularından daha hassas algılıyordu kötülük havasını.

Askerler, keçi derisi tulumlardan, bu gecenin son şarap tayınını paylaşarak ateşin etrafında oturuyordu. Bazıları gülüyor, dönüşte ipekli Aghrapur kerhanelerinde gerçekleştirecekleri aşk zaferleriyle övünüyordu. At sırtında bir günlük yolculuktan yorulan ötekilerse, ateşe bakıp esneyerek sessizce oturuyordu. Az sonra gece için yerleşecek, kalın pelerinlerine sarınacaklardı. İçlerinden ikisi, gergin ve amade haldeki kudretli Hyrkania yaylarıyla nöbet tutarken, onlar eyer çantalarına yaslanan kafalarıyla tıslayan ateşin etrafında dağınık bir çember halinde yatacaklardı. Vadi civarına musallat olan uğursuz gücü hiçbir şekilde algılamadılar.

Dev kızılağaçların en yakınındakine dayalı sırtıyla Conan, yücelerden esen küflü melteme karşı daha bir sıkı sarındı pelerinine. Askerleri iri yarı, yapılı adamlar olmasına rağmen, en uzunlarının yarım baş üstünde yükseliyor, muazzam omuzlarının genişliği onları nispeten cılız gösteriyordu. Düz kesilmiş kara yelesi, sivri, türban bağlı tolganın kenarından aşağı kaçıyor; esmer, yaralı yüzündeki derine kaçmış mavi gözleriyse ateş ışığının kızıl parıltısını yansıtıyordu.

Melankolik kasvet nöbetlerinden birine gömülen Conan, sessizce onu bu kem talihli göreve yollayan iyi niyetli, ama zayıf Turan hükümdarı Kral Yıldız’a sessizce sövdü. Turan kralına bağlılık yemini etmesinin üstünden bir yıldan fazla zaman geçmişti. Altı ay önce bu kralın lütfunu kazanma şansı olmuştu; paralı asker arkadaşı Kushlu Juma’nın yardımıyla, Yıldız’ın kızı Zosara’yı Meru’nun deli tanrı kralının elinden kurtarmıştı. Prensesi, aşağı yukarı el değmeden, nişanlısı olan göçebe Kuigar ordularının Han’ı Kujala’ya götürmüştü.

Conan Yıldız’ın görkemli başkenti Aghrapur’a döndüğünde hükümdarın minnettarlığını yeterince cömert bulmuştu. O ve Juma yüzbaşılığa yükseltilmişti. Juma Kraliyet muhafızları arasında imrenilen bir görev elde etmiş, hâlbuki Conan yine zorlu, tehlikeli bir başka görevle ödüllendirilmişti. Şimdi bu olayları hatırlarken, ekşi bir yüzle başarısının meyvelerini düşünüyordu.

Yıldız, batı Khitai’deki küçük bir krallık olan Kusan kralı Shu’ya bir mektup götürmesi için Cimmerialı deve güvenmişti. Kırk eski kurdun başında tamamlamıştı Conan bu uçsuz bucaksız yolculuğu. Yüzlerce fersahlık soğuk Hyrkania bozkırını geçmiş, yüce Talakma dağlarının eteklerini aşmıştı. Yolu, batı insanlarının işittiği en doğudaki diyar olan gizemli Khitai krallığını sınırlayan havadar çöllerle bataklık ormanlardan geçmişti.

Nihayet Kusan’a varan Conan, muhterem, filozof Kral Shu’nun harika bir ev sahibi olduğunu görmüştü. Conan ve askerlerine egzotik yiyecek-içecekler ikram edilmiş, arzulu cariyeler ayarlanmıştı. Kral ve danışmanları Kral Yıldız’ın dostluk ve ticaret anlaşması teklifini kabul etme kararına varmıştı. Bu yüzden yaşlı bilge kral, Conan’a yaldızlı ipekten muhteşem bir parşömen vermişti. Bunun üstüne ise Khitai’nin kıvrımlı ideogramları ve zarif eğiklikte Hyrkania karakterleriyle, Khitai kralının resmi karşılıkları ve kutlamaları yazılıydı

Khitai altınıyla dolu ipek bir kese yanında, Conan’a batı Khitai sınırlarına kadar rehberlik etmek üzere sarayından yüksek bir soylu da ayarlamıştı Kral Shu. Fakat Conan, Dük Feng denilen bu rehberden hoşlanmamıştı.

Yumuşak peltek bir sesle, ince, narin, züppece bir adamdı Khitaili. Çetin binicilik ve kamp hayatına uygun olmayan muhteşem ipek giysiler giyiyor, çıtkırıldım bedenine ağır bir parfüm sürüyordu. Yumuşak, uzun tırnaklı ellerini kamp işlerinin herhangi biriyle asla kirletmedi, rahatı ve haşmetine gece gündüz hizmete memur iki uşak bulunduruyordu bunun için.

Conan, belalı bir barbarın erkekçe aşağılamasıyla küçümsüyordu Khitaili’nin alışkanlıklarını. Dükün çekik kara gözleri ve mırıltılı sesi ona bir kedininkini hatırlatıyor, kendine sık sık bu ufak tefek, genç prensi, kalleşliğe karşı gözü önünde tutmasını söylüyordu. Diğer taraftan, gizliden gizliye Khitailinin aşırı görgülü tutumları ve rahat havasına gıpta ediyordu. Conan’ı Khitaili’ye daha da gücenmeye sevk ediyordu bu olgu; zira Turan hizmeti onu hafiften cilalasa da, içten içe hala patavatsız, hoyrat, genç bir barbardı o. Bu küçük, sinsi Dük Feng’e dikkat etmesi gerekiyordu.

2

“Soylu doğmuş komutanın derin düşüncelerini dağıtıyor muyum?” diye mırladı yumuşak bir ses.

Conan irkildi ve bezelye yeşili kadifeden bol bir pelerine sarılmış Dük Feng’in şahsını tanımadan evvel palasının kabzasını kaptı. Conan aşağılayıcı bir küfür hırlamak için davrandı. Sonra elçilik görevlerini hatırlayarak, küfrünü kendi kulaklarını bile ikna edecek şekilde çıkan resmi bir karşılamaya dönüştürdü.

“Soylu yüzbaşı uyuyamadı galiba?” diye mırıldandı Conan’ın hoyratlığını fark etmemiş görünen Feng. Dük, Hyrkania dilini akıcı konuşuyordu. Bu, Conan’ın birliğine rehberlik etmek için yollanmasının nedenlerinden biriydi. Çünkü Conan’ın tekdüze Khitai lisanına hâkimiyeti yüzeyselden halliceydi. Feng devam etti:

“Bu zat, uykusuzluğu tedavi eden etkili bir ilaca sahip olacak kadar talihli. Hünerli bir eczacı, kadim bir reçeteden benim için ayarladı onu; zambak tomurcuğu özü, tarçına katılıyor ve afyon tohumlarıyla çeşnilendiriliyor.”

“Yok, istemez,” diye homurdandı Conan. “Teşekkür ederim Dük, ama bu kahrolası yerde bir şey var. Bir tür kutsuz önsezi, tüm günlük yolun ardından bile beni uyanık tutuyor, oysa ilk aşk gecesinden sonra bir yeniyetme kadar yorgun olmam gerekirdi.”

Dükün yüz çizgileri, Conan’ın kabalığına alınmış gibi birazcık kıpırdadı—bu sadece ateş ışığının bir titreşimi miydi yoksa? Her halükarda tatlı tatlı cevapladı: “Ekselans komutanın şüphelerini anlıyorum bence. Böyle rahatsız edici duygular bu—şey—efsane yüklü vadide sıra dışı değil. Çok insan can verdi burada.”

“Bir savaş alanı ha?” diye homurdandı Conan.

Dükün dar omuzları yeşil pelerin altında seğirdi. “Hayır, öyle bir şey değil kahraman batılı dostum. Bu nokta halkımın kadim krallarından birinin kabri yakınında bulunuyor: Kral Kusanlı Hsia. Tüm kraliyet muhafızlarının kellesini vurup, ruhları öbür dünyada kendisine hizmet etmeye devam etsin diye kendisiyle gömdürdü. Avamdan batıl inançlılar, o muhafızların hayaletleri bu vadiye aşağı yukarı teftiş ederek dolandığını iddia eder her halükarda.” Yumuşak ses, daha da alçaldı. “efsaneler aynı zamanda altın ve değerli mücevherlerden bir hazinenin de onunla gömüldüğünü anlatır; bu hikâyenin ise doğru olduğuna inanıyorum.”

Conan kulaklarını dikti. “Altın ve mücevher ha? Hiç bulunmamış mı şu hazine?”

Khitaili çekik, dalgın bir bakışla, bir an Conan’ı süzdü. Sonra sanki özel bir karara varmış gibi karşılık verdi, “Hayır Lord Conan; çünkü definenin kesin yerini bir kişi dışında kimse bilmiyor.”

Conan’ın ilgisi şimdi iyice görülebiliyordu “Kim?” diye sordu dobra dobra

Khitaili gülümsedi. “Naçizane şahsım elbette.”

“Crom ve Erlik! Bu ganimetin gizlendiği yeri biliyorsan, niye şimdiye dek çıkarmadın onu?”

“Kara taştan bir dikilitaşla işaretlenen kralın mezarı civarına yapılan batıl bir lanetin korkusu musallat olmuş halkıma. Bundan dolayı yerini yalnız kendimin bildiği hazineyi ele geçirmek için yardım etmeye kimseyi ikna edemezdim.”

“Niye her şeyi kendin yapamayasın ki?”

Feng, uzun tırnaklı küçük ellerini iki yana açtı.

“Ben ganimet hayalleriyle kendimden geçmişken, yaklaşabilecek insan ya da hayvan, sinsi düşmanlardan sırtımı koruyabilecek güvenilir bir yardımcıya ihtiyacım vardı. Dahası belli bir miktar kazma, taşıma ve gözcülük de gerekecek. Benim gibi bir beyefendi böylesi kaba, fiziksel çaba için gereken kaslardan mahrumdur.

“Şimdi kulak ver yiğit efendi! Bu kişi onurlu komutanı bu vadiye rastgele değil, planlayarak getirdi. Cennetin Oğlu’nun cesur yüzbaşıya batıya doğru eşlik etmemi istediğini işittiğimde teklife hevesle sarıldım. Bu emir göklerin mübarek memurlarından hakiki bir armağan olarak geldi çünkü siz efendimiz, üç sıradan adamın kas gücüne sahipsiniz. Ve de batılı bir yabancı olduğunuzdan, haliyle biz Khitaililerin batıl korkularını paylaşmazsınız. Varsayımımda haklı mıyım?”

Conan homurdandı. “Ben ne tanrıdan, ne insandan, ne de iblisten korkarım; uzun zaman önce ölen bir kralın hayaletlerinden ise hiç korkmam. Devam et Lord Feng.”

Dük sesini ancak duyulabilir bir fısıltıya dönüştürerek yan yan sokuldu. “Öyleyse planım şu. Belirttiğim üzere bu zat, size oraya kadar rehberlik edecek, çünkü aradığım kişi olabileceğinizi düşünüyorum. Görev sizin gücünüzde biri için hafif olacaktır, benim dengimde kazma aletleri de bulunuyor. Hemen gidelim, bir saat içinde ikimiz de düşlediğimizden de daha zengin olacağız!”

Feng’in ayartıcı, mırmır eden fısıltısı Conan’ın barbar kalbinde ganimet arzusu uyandırdı ama bir ihtiyat artığı hemen kabul etmekten Cimmerialıyı alıkoydu.

“Niye yardım etmeleri için birliğimden bir mangayı uyandırmıyoruz?” diye gürledi. “Ya da senin uşaklarını? Ganimeti kampa getirirken yardıma ihtiyacımız olacağı muhakkak!”

Feng gösterişli kafasını salladı. “Öyle değil, şanlı müttefik! Hazine, her biri ender ve değerli mücevherlerle ağzına dek dolu ham altından iki küçük sandıktan oluşuyor. Her birimiz bir prensliğin servetini taşıyabiliriz. Bunu niye öbürleriyle paylaşalım? Sır sadece bana ait olduğundan, haliyle yarısı benim. O halde, kendi yarını kırk savaşçınla bölüşecek kadar müsrifsen… Şey, sen bilirsin.”

Dük Feng’in planına Conan’ı ikna etmek için daha fazla ısrar gerekmedi. Kral Yıldız’ın askerlerinin maaşı kıttı ve genellikle geç ödenirdi. Conan’ın Turan görevinde günlük hizmetinin karşılığı, çoğu zaman boş şeref sözcükleri ve ayarı düşük sikkelerdi.

“Kazmak için aletler getirmeye gideyim,” diye mırıldandı Feng. “ Kimse kuşkulanmasın diye kamptan ayrı ayrı çıkmamız gerekli. Ben alet edevatı indirirken, sen de zırh yelek ve silahlarını kuşan.”

Conan kaşlarını çattı. “Sadece bir sandığı çıkaracaksam, niye zırha ihtiyacım olsun ki?”

“Ey saygıdeğer efendi! Bu tepelerde bir sürü tehlike vardır. Burada gezinir müthiş kaplan, vahşi leopar, huysuz ayı ve de kolay sinirlenen vahşi boğa; ilkel avcı gruplarından hiç söz etmiyorum. Bir Khitaili beyefendi silah kullanmakta deneyimli olmadığından, kudretiniz iki kişilik savaşmaya hazır olmalı. İnanın bana soylu yüzbaşı, ne dediğimi biliyorum ben!”

“Eh, tamam o zaman,” diye homurdandı Conan.

“Mükemmel! Savlarımın gücünü görecek kadar üstün bir aklın olduğunu biliyordum. Artık, ay yükselirken vadi dibinde yeniden buluşmak üzere ayrılalım. Buluşmamız için yeterli zaman kalması için, şu andan yaklaşık iki saat sonra gerçekleşmesi gerek bunun.”

3​

Gece daha da karardı, rüzgar daha da serinledi. Conan’ın günbatımında bu ıssız vadiye ilk girdiğinde yaşadığı tüm ürkütücü tehlike önsezileri bütün gücüyle dönmüştü. Minyatür Khitailinin yanında sessizce yürürken, karanlığa temkinli bakışlar attı. Her iki taraftaki yalçın kaya duvarlar, kayalık ve ayakların dibinde lıkırdayan derenin sahili arasında yürümeye güçlükle boşluk bırakıncaya dek daraldı.

Arkalarında, gök kubbeye karşı kapkara yükselen kayalık tepeleri bulunan sisli gökte bir parıltı peyda oldu. Bu parıltı giderek güçlendi ve inci gibi yanardöner bir hale büründü. Vadi duvarları her iki yanda dimdik iniyordu. İki adam iki tarafa serilen çimenli bir çayırı izlerken buldu kendilerini. Dere sağ tarafa açı yapıyor ve şırıldayarak eğreltiler kümelenmiş sahiller arasında dolana dolana kayboluyordu. Vadiden çıkarlarken yarım ay arkalarındaki kayalıkların üstüne yükseldi. Sisli havada, suyun altından görüyormuş gibi geliyordu bakana. Ayın bu solgun, yanıltıcı ışığı, tam önlerindeki çimenlikten yükselen ufak, yuvarlak bir tepede parladı. Bunun ötesinde dik yamaçlı, orman-tepeli miller akışkan ay ışığında kapkara dikiliyordu.

Ay önlerindeki tepeye gümüşten bir toz atarken Conan yaşadığı hiss-i kablelvuku halini unuttu. Zira Feng’in bahsettiği dikilitaş burada yükseliyordu. Tepe üstünden, diyarın üstünde asılı duran sis tabakasını delene dek tırmanan pürüzsüz, kayıtsızca parlayan kara taştan bir bacaydı bu. Bacanın tepesi sadece bir bulanıklık olarak görünüyordu.

Burası tıpkı Feng’in sözünü ettiği gibi, uzun zaman önce ölen Kral Hsia’nın kabriydi demek. Hazine doğruca sütunun altında veya bir tarafına gömülü olmalıydı. Çok geçmeden gerçeği anlarlardı. Omzunda Feng’in manivela demiri ve kürekle Conan kart, esnek bir maki kümesinden zoraki geçti ve tepenin üstüne seğirtti. Ufak ortağına el vermek için durdu. Kısa bir sıçrayıştan sonra yamacın tepesine ulaştılar.

Önlerinde tepe üstünün hafiften dışbükey yüzeyinin ortasından yükseliyordu baca. Tepe, diye düşündü Conan, tıpkı memleketinde yüce şeflerin üstüne de yığıldığı üzere yapay bir höyüktü muhtemelen. Hazine böyle bir yığının dibindeyse, onu çıkarmak için bir gecelik kazıdan fazlası gerekirdi.

İrkilerek küreği ve manivela demirine yapıştı Conan. Bir tür görünmez güç, onları yakalamış, bacaya doğru çekiyordu. Güçlü kasları zırh gömleği altında şişerek bacadan geriye doğru eğildi. Her nasılsa, santim santim onu dikilitaşa çekiyordu bu güç. Zorla bacaya çekildiğini anlayınca aletleri taşa doğru uçmaya bıraktı. Yüksek, çifte bir çınlamayla çarptılar ve sıkıca taşa yapıştılar.

Fakat aletleri bırakmak Conan’ı anıtın çekiminden kurtarmamıştı; zırh gömleği, kürek ve manivelanın çekildiği şiddetle çekiliyordu şimdi de. Sendeleyen ve söven Conan ezici bir güçle, şiddetle dikilitaşa çarptı. Zırh gömleğinin kısa yenlerinin bulunduğu üst kollarıyla sırtı bacaya mıhlandı. Sivri Turan tolgasının içindeki başı, belindeki kındaki kılıcı da öyle.

Conan kendisini kurtarmaya çabaladı ama başaramadığını gördü. Görünmez zincirler onu kara taş sütuna sıkıca bağlıyordu adeta.

“Bu iblis hilesi de neci, seni kalleş köpek?” diye gıcırdattı dişlerini.

Sakince gülümseyen Feng, ağır ağır Conan’ın sütuna çakılı durduğu yere ilerledi. Görünüşe bakılırsa gizemli güçten etkilenmeyen Khitaili ipek ceketinin bol yenlerinin birinden ipek bir fular çıkardı. Conan’ın yardım için bağırmak üzere ağzını açana dek bekledi, sonra ipek demetini Conan’ın ağzına ustaca tıkadı. Conan tıkanıp kumaşı çiğnerken, küçük adam fuları Conan’ın başı etrafına sıkıca düğümledi. Conan nihayet ufak dükün kibar gülümsemesine kinle bakarak soluk soluğa ama sessizce durdu.

“Hile için bağışla ey soylu vahşi!” dedi Feng peltek peltek. “Seni tek başına buraya çekmek için, altına duyduğun ilkel arzuyu uyandıracak münasip bir masal uydurma ihtiyacındaydı bu kişi.”

Onu dikilitaşa bağlayan görünmez bağlara karşı güçlü bedeninin tüm kudretini kullanırken, Conan’ın gözleri volkanik bir öfkeyle parladı. Faydasızdı bu; çaresizdi. Kaşından ter süzüldü ve zırhın altındaki keten iç gömleğine aktı. Bağırmaya yeltendi ama sadece homurtu ve hırıltılar çıktı.

“Şimdi değerli yüzbaşım, yaşamın mukadder sona yaklaştığından,” diye devam etti Feng. “Amellerimi izah etmemek kabalık gibime geliyor. Böylece barbar tanrıların hazırladığı cehennem her neresiyse, adi şahsın, düşüş nedenlerinin tüm malumatıyla oraya seyahat edebilir. Şunu bil ki, sevimli ama aptal majesteleri, Kusan kralının sarayı iki hizbe bölünmüştür. Bunlardan biri olan Ak Tavuslar batı barbarlarıyla ilişkiyi olumlu karşılar. Diğeri olan Altın Sülünler ise o hayvanlarla tüm işbirliğinden tiksinir; ben de, tabii ki, fedakâr Altın Sülün vatanseverlerindenim. Saf kültürümüzü kirletip, takdir-i ilahi eseri sosyal sistemimizi altüst edecek barbar efendilerinizle temas etmeyelim diye elçilik dediğiniz görevi yok etmek için gönül rızasıyla canımı verirdim. Ne mutlu ki, bu kadar ileri gitmek gereksiz görünüyor. Çünkü yabancı iblisler grubunun liderin olan seni ve boynundaki hoyrat kâfir kralınla Cennet’in Oğlunun imzaladığı anlaşmayı ele geçirdim.”

Küçük dük Conan’ın zırh gömleği altından evrakları içeren fildişi tüpü çekti. Onu Conan’ın boynuna bağlayan zinciri çözdü ve hain bir tebessümle bol yenlerinden birine tıkıştırdı.

“Seni esir eden güce gelince, senin çocuk zekâna ince doğasını açıklamaya yeltenmeyeceğim. Bu dikilitaşın yontulduğu maddenin demir ve çeliği karşı konulmaz güçle çeken acayip bir madde olduğunu açıklamak yeterli. Korkma bu yüzden; seni tutsak eden uğursuz bir büyü değil.”

Conan bu haberle azıcık yüreklendi. Bir zamanlar Aghrapur’da bir parça koyu kırmızı taşla çivileri kaldıran bir hokkabaz görmüştü ve onu tutan gücün de aynı türden olduğunu varsayıyordu. Fakat manyetizmayı hiç işitmediğinden, tamamıyla büyüye denkti bu ona göre.

“Sakın ola ki adamların tarafından kurtarılma boş umuduna kapılmayasın,” Feng devam etti, “Bunu da düşündüm. Bu tepelerde ilkel kelle avcıları kabilesi Jagalar yaşar. Kamp ateşlerinizle çekilip vadinin sonunda toplanacak ve şafakta kampa saldıracaklar. Bu onların değişmez yöntemidir. O zaman ben uzaklarda olacağımı umuyorum. Eğer beni ele geçirirlerse, ne yapalım, kimi zaman birinin ölmesi gerekir, ben de bunu kendi rütbe ve kültürümde birine yakışan bir asalet ve nezaketle karşılayacağıma güveniyorum. Kellem, bir Jaga kulübesinde latif bir süs olacaktır orası kesin. Ve işte, sayın barbarım, elveda. Bu şahsın, son anların esnasında sırtını dönmesini affet. Çünkü vefatınız elim şekilde olacak, ben de buna şahit olmaktan hoşlanmam. Bir Khitaili tedrisatının üstünlüklerine sahip olaydın, takdire şayan bir hizmetkâr olurdun… Benim için bir yakın koruma. Fakat her şey neyse odur.”

Alaycı bir veda reveransı ardından Khitaili tepenin alçak yamacına doğru çekildi. Conan Dük’ün planının açlık ve susuzluktan ölene dek bu bacada kapana kısılmış halde bırakmak olup olmadığını merak etti. Eğer adamları şafaktan önce yokluğunun farkına varırsa, onu aramaya çıkabilirlerdi. Fakat bu sefer de gidişini haber vermeden kamptan gizlice çıktığından yokluğunun alarm verecek bir şey olup olmadığını bilmezlerdi. Sadece onlara haber gönderebilirse bölgeyi köşe bucak ararlar ve kalleş küçük dükün işini bitiriverirlerdi. Fakat nasıl haber yollayacaktı? Yeniden kendini sütuna yapıştıran güce karşı tüm gücüyle itti ama nafile. Bacaklarının alt kısmı ve kollarını oynatabiliyor, hatta başını bir taraftan diğer tarafa çevirebiliyordu. Fakat bedeni giydiği demir zırh tarafından sıkıca kavranmıştı.

Şimdi ay parlıyordu. Conan ayağının ve anıt temelinin çevresindeki başka yerlerde, diğer kurbanların feci kalıntılarının dağıldığını gördü. İnsan kemik ve dişleri enkazlar halinde yığılmıştı; onu bacaya çeken gizemli güç bitirmiş olmalıydı işlerini.

Daha güçlü ışıkta Conan acayip bir şekilde solgun kalıntıları görmekten ötürü huzursuzluk duydu. Daha dikkatli bir bakış, adeta bir tür aşındırıcı sıvı, altındaki süngersi dokuyu açığa çıkarmak üzere, pürüzsüz yüzeyleri eritmiş gibi, kemiklerin orasından burasından kemirildiğini gösterdi.

Başını bir tür kurtuluş vesilesi arayarak bir taraftan diğer tarafa çevirdi. Pürüzsüz dilli Khitaili’nin dedikleri hakikate benziyordu; sütunun acayip lekeli, solgun taşına görünmez güçle bağlanan demir parçalarını ancak şimdi seçebiliyordu. Solunda kürek ve manivela ile bir tolganın tozlu kâsesini gördü; öbür tarafındaysa zamanın kemirdiği bir hançer yapışıktı taşa. Bir kez daha bu anlaşılmaz güce karşı gücünü kullandı…

Aşağılardan tüyler ürpertici bir kaval sesi geldi—alaycı, çıldırtıcı bir düdük sesi. Gözlerini değişken ay ışığında zorlayan Conan, Feng’in sahneyi tamamen terk etmediğini gördü. Dük, sütunun dibinin bulunduğu tepenin yan yamacındaki çimenlikte oturuyordu. Bol urbalarından acayip bir flüt çıkarmış, onu çalıyordu. Tiz kaval sesi arasında hafif bir şapırtı geldi Conan’ın kulaklarına. Yukarıdan geliyor gibiydi. Yukarı bakmak için başını bükerken Conan’ın boğa boynundaki adaleler dışarı uğradı; kıpırdarken, sivri Turan tolgası taşa sürtündü. Sonra kanı damarlarında dondu.

Direğin üstünü karartan sis kaybolmuştu. Araya yükselen yarım ay, sütunun zirvesinde çirkin şekilde çömelmiş biçimsiz yaratık üstünde parlıyordu. Kocaman, titrek, yarı şeffaf bir jöle topağına benziyordu… Ve canlıydı. Yaşam—zonklayan, şişkin bir can—içinde zonkluyordu. Koskocaman, canlı bir kalp gibi atarken, ay ışığı üstünde ıslak ıslak parlıyordu.


4

Conan, dehşetten donmuş halde bakarken, dikilitaşın tepesinin sakini, bacada ona doğru tereddütle ilerleyen bir jel akıntısı yolladı. Aldatıcı, yalancı kabuk taşın pürüzsüz yüzeyinde süzüldü. Conan dikilitaşın yüzeyini renksizleştiren lekelerin kaynağını anlamaya başlıyordu.

Rüzgâr değişmişti; başıboş bir hava akımı mide bulandırıcı bir kokuyla doldurdu Conan’ın burun deliklerini. Artık bacanın dibindeki kemiklerin neden çoğunlukla yenilmiş gibi göründüğünü anlıyordu. Neredeyse elini ayağını boşandıran bir korkuyla, jölemsi yaratığın avını yemesine yarayan bir sindirim sıvısı salgıladığını anladı. Geçmiş çağlarda kaç adamın çaresizce sütuna bağlı halde durduğu yerde üstüne inen iğrenç yaratığın dağlayan okşamasını bekleyerek durduğunu merak etti.

Belki Feng’in acayip kavalı çağırmış, belki de canlı et kokusu şölene davet etmişti onu. Neden ne olursa olsun, bacanın yan tarafından yüzüne doğru santim santim iniş süreci başlamıştı. Ona doğru usulca kayarken ıslak jöle şapır şupur sesler çıkarıyordu.

Umutsuzluk tutulmuş, yorgun kaslarına taze bir güç verdi. Gizemli gücün kavrayışını kırmak için gücünün son zerresiyle çabalayarak kendisini bir taraftan öbür tarafa itti. Onun şaşırtacak şekilde hamlelerden birinde sütunda kısmen bir tarafa kaydığını keşfetti.

Demek ki onu tutan kavrayış tüm hareketlere engel olmuyordu! Canlı jöle canavardan o kadar uzun süre kurtarmayacağını bilse de düşünecek bir konu veriyordu bu ona.

Bir şey zırhlı böğrünü dürttü. Aşağı bakınca daha önce gözüne ilişen pas yeniği hançeri gördü. Yana hareketi silahın kabzasını kaburgalarına getirmişti. Kolunun üst kısmı hala zırh gömleğinin yeni yüzünden taşa yapışıktı ama ön kolu serbestti. Kolunu, hançerin sapını tutacak kadar bükebilir miydi?

Elini taş boyunca santim santim zorladı. Kol zırh yüzeyi hafiften kazıdı; ter gözlerine süzüldü. Gergin kolu azar azar hançerin kabzasına doğru ilerledi. Yapışkan yaratığın melun kokusu burnunu doldururken Feng’in flütünün alaycı sesi delirtici şekilde kulaklarında ötüyordu.

Eli hançere dokundu, bir an sonra da kabzayı sıkıca kavradı. Fakat onu bacadan kaldırmaya zorlarken pas yeniği ağız keskin bir çınlamayla kırıldı. Gözlerini aşağıya çevirince bıçağın sivri ucundan yaklaşık üçte ikilik bir bölümünün kırılıp taşa yapıştığını gördü. Kalan üçte birlik bölüm hala kabzada duruyordu. Hançerde şimdi bacanın çekebileceği daha az demir olduğundan, Conan kas şişiren bir çabayla silahın kalanını bacadan ayırmayı başardı.

Bir bakış, bıçağın çoğu kaybolmuş olsa da, sapın hala bir çift keskin ağza sahip olduğunu gösterdi ona. Aleti taştan uzakta tutma çabasından titreyen kaslarla, bu ağızlardan birini zırh gömleğinin iki yarısını araya bağlayan deri sırıma dayadı. Dikkatli şekilde, paslı bıçakla ham deri sırımı kesmeye koyuldu.

Her hareket acıydı. Muallâkta kalmanın eziyeti katlanılmazdı. Rahatsız bir pozisyonda bükülen eli ağrıyor, uyuşmaya başlıyordu. Eski bıçak çentikli, ince ve kırılgandı; telaşlı bir hareket Conan’ı çaresiz bırakarak kırabilirdi onu. Aşağı yukarı sürte sürte, aşırı bir temkinle biçti. Yaratığın kokusu daha da güçlendi, ilerleyişinin şapırtısı daha da yükseldi.

Conan sırımın koptuğunu hissetti. Bir an sonra onu tutsak eden manyetik güce karşı tüm gücünü kullandı. Sırım zırh gömlekteki iliklerden gömleğin tüm bir tarafı açılana dek söküldü. Omzu ve bir kolunun yarısı açıklıktan çıktı.

Başının üstünde hafif bir çarpma algıladı. Koku dayanılmaz hale geldi ve tepedeki görünmeyen saldırgan öyle veya böyle tolgasını ittirdi. Conan jölemsi bir filizin tolgasına vardığını ve et arayarak yüzeyini yokladığını anladı. Aşındırıcı madde her an yüzüne dökülebilirdi artık…

Kolunu zırh gömleğinin çözülmemiş yeninden çılgın gibi çekti. Serbest eliyle kılıç kemeriyle tolgasının çene bağını çözdü. Sonra, palası ve zırhını taşa yapışık bırakarak zırhın ölümcül kısıtlamasından kendini bütünüyle kurtardı.

Sendeleyerek sütundan açıldı ve bir an titrek bacaklar üstünde durdu. Ay ışığındaki dünya gözleri önünde dalgalandı.

Geriye bakınca jöle canavarın artık tolgasını yuttuğunu gördü. Et bulamayınca şaşıran yaratık, akışkan ışıkta dalgalanıp arayarak aşağıya dış tarafa yalancı uzuvlar yolluyordu.

Yamacın aşağısından şeytani boru sesi gelmeye devam ediyordu. Feng, adeta insanlık dışı bir vecd içinde gibi flütü üfleyerek yamaçtaki çimlere bağdaş kurmuştu.

Conan tıkacı çıkarıp attı. Saldıran bir leopar gibi atıldı. Pençeli ellerini uzatarak çöktü küçük dükün tepesine; ikili ipek giysi ve çırpınan uzuvlardan bir karmaşa halinde yamacın dibine yuvarlandı. Başının yanına bir yumruk Feng’in çırpınışlarını dindirdi. Conan Khitailinin geniş yenlerinin içini yokladı ve evrakları içeren fildişi silindiri aldı.

Sonra Conan Feng’i de peşinden sürükleyerek tepeye geri döndü. Dikilitaşın temeli etrafındaki düz bölüme varınca Feng’i başının üstüne kaldırdı. Ona ne olduğunu gören Dük, Conan onu bacaya fırlatırken tiz bir çığlık attı. Khitaili tok bir sesle sütuna çarptı ve bilinçsizce dibine yığıldı.

Darbe merhametliydi, zira dük, pürüzsüz dokunaçlar yüzüne uzanırken, dikilitaş sakininin yapışkan dokunuşunu hiç hissetmedi. Bir an için Conan zalimce izledi. Çağıldayan jöle üstüne süzülürken Feng’in yüzü bulandı. Sonra et soldu ve arada korkunç bir sırıtış halinde kurukafa ve dişler göründü. İğrenç yaratık yedikçe pembeleşti.

5​
Conan katılaşan bacaklar üstünde uzun adımlarla döndü kampa. Dikilitaş arkasında, bir devin meşalesi gibi, isli kızıl alevlerle sarılmış halde göğe yükseliyordu.

Çakmaktaşı ve çeliğiyle kuru kavı tutuşturmak sadece saniyelik bir işti. Yapışkan canavarın yağlı yüzeyi tutuşup sessiz bir acıyla kıvrılarak yanarken zalim bir tatminle seyretmişti. Bırak ikisi de yansın, diye düşünmüştü: o kalleş köpeğin yarı sindirilmiş cesedi ve iğrenç evcil hayvanı!

Conan kampa yaklaşırken savaşçılarının son kalanlarının henüz yatmadığını gördü. Birkaçı uzaktaki ateş ışığına merakla bakarak duruyordu bunun yerine. O görününce bağırarak ona döndüler: “Nerelerdeydin Yüzbaşı? O ateş de nesi? Dük nerede?”

“Hey, şaşkın hödükler!” diye kükredi ateş ışığına ilerlerken. “Çocukları uyandırın da tüymek için atları eyerleyin. Jaga kelle avcıları bizi yakaladı ve her an burada olabilirler. Dükü yakaladılar ama ben kaçtım. Khusro! Mulai! Eğer kelleniz onların kahrolası büyücü kulübelerine asılsın istemiyorsanız fırlayın! Crom’dan dilerim ki, o şaraptan bana biraz bırakmışsınızdır!”
 

The_DarknesS

Yönetici
Çeviri & Balonlama
17 Nis 2010
9,542
28,640
İzmir
Çok teşekkür ederim üstadım.
Çalışmalarınızı büyük bir zevkle takip ediyorum.
Bu öykünün çizgi roman versiyonunu okumuştum.
Metin halini ilk defa sizin çeviriniz ile okuyacağım.
Elinize sağlık.
 
12 Şub 2010
15,006
543,776
Kaç kez okuduğum çizgi romanı bu kez Hüseyin Aksakal dostumun çevirisiyle okudum.
İtiraf edeyim ki, başlangıçta çizgi roman olmadığı için yine okuyor ama şimdiki lezzeti alamıyordum.
Ama giderek Hüseyin Aksakal dostun bu çevirilerinin tiryakisi oldum. Conan'ı bu haliyle de bir başka sever oldum.
Bunda sevgili dostun giderek daha kıvrak olan çevirideki ustalığı, zenginliği büyük keyif veriyor.
Öte yandan, çizgi romana sığmadığı için traşlanan bölümlerdeki dil zenginliği, çarpıcı tasvirler bir Victor Hugo veya Shakespeare tadı veriyor.
Teşekkür ediyor, iyi yıllar diliyorum sevgili dostum.
 

hüseyin aksakal

Onursal Üye
Çeviri & Balonlama
7 Eyl 2010
773
5,728
Kdz. Ereğli
Bildiğiniz üzere, Robert Ervin Howard'ın ilk Conan öyküsü 1932'de Weird Tales dergisinde yayınlandı. Howard toplam 21 Conan öyküsü yazdı, 17'si sağlığında yayınlandı. Büyük kriz yıllarından sonra bir süre ABD'de fantezi türü unutulmaya yüz tuttu. 1950'lerde Tolkien'in Yüzüklerin Efendisi'nin başarısından sonra Conan da yeniden gündeme geldi.

Bu kez Lyon Sprague De Camp ve Linwood Carter birlikte Howard'ın yarım bıraktığı öyküleri tamamladı. Yayınlanmamış bazı öykülerini Conan'a uyarladı ve kalan boşlukları da kendi yazdıkları orijinal öykülerle doldurma girişiminde bulundu.

Bu öykü De Camp-Carter ikilisinin yazdığı öykülerden. Bu ikilinin öyküleri, aynı zamanda Lovecraft izleri taşıması açısından da Howard'ın öyküleriyle büyük oranda paraleldir. Geçenlerde bir öykülerini bir çizgi roman paylaşımına ek olarak (Açlık Kurbanları macerası) paylaşmıştık. Bir Camp-Carter öyküsü bu iki paylaşımla ilk kez türkçede yerini alıyor.

Yeni yılınız kutlu olsun.
 

hüseyin aksakal

Onursal Üye
Çeviri & Balonlama
7 Eyl 2010
773
5,728
Kdz. Ereğli

Bunda sevgili dostun giderek daha kıvrak olan çevirideki ustalığı, zenginliği büyük keyif veriyor.
Öte yandan, çizgi romana sığmadığı için traşlanan bölümlerdeki dil zenginliği, çarpıcı tasvirler bir Victor Hugo veya Shakespeare tadı veriyor. Teşekkür ediyor, iyi yıllar diliyorum sevgili dostum.

Sonraki öyküleri daha fazla beğenmenizin şudur: Önce planladığım Conan çevirilerini tamamladım. Bu arada bazılarını paylaştım. Daha sonra ingilizcesiyle karşılaştırarak türkçe olarak yeniden yorumladım. Bu arada başka paylaşımlar da yaptım. En sonunda ingilizcesine nadiren baktığım, sadece türkçesini elden geçirdiğim bir tarama daha yaptım. Bu aşamadan sonraki paylaşımlar belki birazcık daha hissedilebilir olmuştur.

Burada anlatılanın bir çizgi romanın yeniden yorumlanması için gereken birkaç hafta olduğunu düşünmeyin. Bu çalışmalara 2010'dan bu yana devam ediyorum. İnşallah 2017 yılında hepsinin yukarıdaki aşamalardan geçişini tamamlamış olacağım.

Tamamlamak derken, paylaşımlardan da anlayabileceğiniz gibi, sadece Robert E. Howard değil, sonraki Sprague de Camp ve Lin Carter külliyatını da portföyüme aldım. Zira yarım kalmış Conan öykülerini bunlar tamamladı, yayınlanmamış Howard öykülerini de Conan evrenine bunlar uyarladı.

Bunun tamamlanmasıyla fantezi dışında, yeni türlere yelken açmak istiyorum. Dikkatli okurların yorumları da bu aşamada çalışmalarıma büyük oranda katkı verdi. Hepsine teşekkürü borç bilirim.
 
Üst