Conan-Fil Kulesi-Robert E. Howard

hüseyin aksakal

Onursal Üye
Çeviri & Balonlama
7 Eyl 2010
773
5,727
Kdz. Ereğli
ÇEVİRENİN İTHAFI... Talep etmekte çekingen davranmama rağmen, büyük yüreğini kargoya verdiği on önemli çizgi romanla birlikte göndermekte ısrarcı olan muhterem Profesör --Ordinaryusumuz-- Haluk Yücesoy'a bir nebze teşekkürüm olsun.

Bu öykü ilk yazılan Conan öykülerinden biridir ve Atlantisli Kull ve Conan arasındaki akrabalığa, Thuria Çağı ve Hyboria çağı arasındaki bağlantıya dikkat çeker. Bu da Yag Kosha'nın hayat öyküsü şeklinde öykülenir. Bu arada Conan'ın teolojik yaklaşımları da derli toplu olarak bu öykünün ikinci bölümünde anlatılır. Çizgi romandaki hiç korkusu olmayan barbarın, Yara'nın ölümüyle nasıl paniğe kapıldığını da görüyoruz; Yag Kosha'nın işkence izlerini görünce hüzünlenmesinden ne ölçüde duyarlı bir insan olduğunu da... Conan hakkında bir daha düşünün derim.

Bir teşekkür niteliği taşımasından ötürü bu öyküyü tek seferde paylaşıyorum.






FİL KULESİ​

I

Meşaleler, doğunun hırsızlarının gece vakti şenlik yaptığı Maul’un izbelerinde kasvetle titreşirdi. Namuslu insanlar bu kesimden sakındığı, bekçiler de kirli sikkelerle yapılan ödemeler yüzünden işlerine karışmadığından, diledikleri gibi kafayı çekerek bağırıp çağırabilirdi. Çöp yığınları ve balçık dolu kargacık burgacık toprak caddelerde gürültücü sarhoşlar naralar atarak sendelerdi. Kurdun kurdu avladığı gölgelerde çelik ışıldar; karanlıktan tiz kadın kahkahaları, itişip kakışanlar ve kavgacıların sesleri yükselirdi. Meşale ışığı, kırık pencereler ve ardına kadar açık kapılardan dışarı kıpkızıl süzülür; dışarıya vuran bayat şarap ve terli beden kokusu, tokuşturulan kupaların gürültüsü, kaba saba masalara vurulan yumruklar ve müstehcen şarkıların nakaratları tokat gibi çarpardı insanın yüzüne.

Hırpaniliğin her seviyesinden serserinin—sinsi yankesiciler, kötü bakışlı fidyeciler, çevik parmaklı hırsızlar, kadınlarıyla kabadayı caniler, ciyak ciyak bağıran rüküş kadınlar—toplandığı bu batakhanelerden birinde cümbüşün sesi alçak, isli çatıya dek yükseliyordu. Yerli hırsızlar—kemerlerinde hançerler, yüreklerinde hileyle koyu tenli, kara gözlü Zamoralılar—baskın unsurdu. Ancak yarım düzine yabancı ülkeden kurt da vardı. İri zayıf bedenine bağlı geniş kılıcıyla-–zira Maul’da insanlar alenen kuşanırdı çeliği–-suskun, tehlikeli dev Hyperborealı kaçak vardı. Kanca burnu ve kıvırcık, simsiyah sakalıyla bir Shemli sahtekâr vardı. Kumral bir Gunderlinin—mağlup bir ordudan kaçmış, gezgin bir paralı asker—dizinde oturan cüretkâr bakışlı Brythunialı bir fahişe vardı. Müstehcen hareketleri alaycı naralarına yol açan koca göbekli haydut ise zanaat ilminde erişebileceğinden daha fazla bilgiye doğuştan sahip Zamoralılara, kadın kaçırmanın inceliklerini öğretmeye ta Koth’tan gelmiş profesyonel bir fidyeciydi.

Bu adam, kaçırmaya niyetlendiği kurbanının çekiciliğini tarif ederken duraklayarak burnunu kocaman köpüklü bira maşrapasına daldırdı. Sonra kalın dudaklarından köpükler saçarak konuştu: “Hırsızlar tanrısı Bel adına, kadın nasıl kaçırılırmış göstereceğim onlara. Onu şafaktan önce Zamora sınırında ele geçireceğim, bir kervan da almak için bekliyor olacak. Ophirli bir kont bana ipek tenli soylu bir Brythunialı için üç yüz gümüş vaat etti. Sınır kentleri arasında, bir dilenci gibi dolanarak uygun birini bulmak bana haftalara mal oldu. Ve o kız, güzellikte üstüne yok!”

Havaya vıcık vıcık bir öpücük gönderdi.

“Shem’de onun için Fil Kulesi’nin sırrını satacak beyler tanıyorum,” dedi birasına dönerken.

Gömleğinin yenine bir dokunuş, kaş çatıp sözünü kesene bakmasına yol açtı. Yanında, uzun boylu, güçlü kuvvetli bir delikanlının durduğunu gördü. Bu adam, pis çukurlarda dolanan adi, uyuz sıçanlar arasındaki gri bir kurt kadar yabancıydı o batakhaneye. Ucuz gömleği güçlü bedeninin sert çizgilerini; enli omuzları, güçlü göğsü, ince beli ve iri kolları gizleyemiyordu. Teni yaban ellerin güneşlerinde esmerleşmişti; gözleri maviydi ve içten içe yanıyordu. Siyah, dağınık bir saç kütlesi geniş alnını taçlandırıyordu. Kemerindeki yıpranmış deri kından bir kılıç sarkıyordu.

Kothlu gayrı ihtiyari geri çekildi; zira tanıdığı herhangi bir uygar kavimden değildi bu adam.

“Fil Kulesi’nden söz ettin,” dedi yabancı, Zamora dilini yabancı bir aksanla konuşarak.“Bu kuleden bahsedildiğini çok duydum; sırrı nedir?”

Adamın tutumu tehditkâr görünmüyordu; Kothlunun cesareti de bira ve dinleyicilerin beğenisi yüzünden artmıştı. Kibirli bir edayla kabardı.

“Fil Kulesi’nin sırrı mı?” diye bağırdı. “Herhangi bir aptal bile Rahip Yara’nın orada, büyüsünün sırrı olan, Fil’in Kalbi denilen büyük mücevherle yaşadığını bilir.”

Barbar bir süre bu cevabı hazmetti.

“O kuleyi görmüşlüğüm var,” dedi. “Şehir seviyesinin üstünde, yüksek duvarlarla kuşatılan büyük bir bahçeye dikilmiş. Hiç muhafız görmedim. Duvarlara tırmanması da kolay. Niye kimse bu gizli mücevheri çalmamış ki?”

Kothlu, diğerinin saflığına ağzı açık bakakaldı, sonra ötekilerin de katıldığı alaycı bir kahkaha patlattı.

“Şu kâfire kulak verin hele!” diye bağırdı. “Yara’nın mücevherini çalacakmış! Dinle dostum,” dedi ağır ağır diğerine dönerek, “Zannımca bir tür kuzeyli barbarsın…”

“Bir Cimmerialıyım ben,” yabancı hiç dostça olmayan bir sesle cevapladı. Bu cevap ve söyleniş biçimi pek az şey ifade ediyordu Kothlu için; epey güneyde, Shem sınırlarındaki bir krallıktan geldiğinden, kuzey kavimlerini pek az tanıyordu.

“O zaman kulak ver de bilgelik öğren dostum,” dedi bozum olan delikanlıya doğru maşrapasını kaldırarak. “Şunu bil ki Zamora’da, bilhassa da bu kentte dünyanın başka bir yerinden, hatta Koth’takilerden bile cesur hırsızlar vardır. Bir fani mücevheri çalabilseydi, emin ol ki çoktan yürütülmüş olurdu. Duvarlara tırmanmaktan bahsediyorsun ama inan ki bir kez tırmandın mı çabucak geri dönmek istersin. Bahçede gece vakti iyi bir nedenden dolayı muhafız bulunmuyor; insan olmayan muhafızlar. Fakat kulenin alt kesimindeki bekçi odasında silahlı adamlar da var. Gece vakti bahçede gezinenleri atlatsan bile askerlerin arasından geçmen gerekir, zira mücevher kulenin tepesinde bir yerlerde tutuluyor.”

“Fakat bir adam bahçeden geçebilirse,” diye akıl yürüttü Cimmerialı, “Niçin kulenin üst kısmından mücevhere ulaşıp askerleri de bu sayede atlatmasın?”

Kothlu yeniden şaşkınlıkla baktı ona.

“Şunu dinleyin!” diye bağırdı alay ederek. “Barbar parlak camdan daha kaygan yuvarlak yüzeyleriyle, yerden sadece elli metre yüksekteki kulenin mücevherli pervazına uçacak bir kartalmış meğer!”

Cimmerialı etrafa bakındı; bu yorumu selamlayan alaycı kahkahaların kükreyişinden utanmıştı. Bunda eğlenecek bir şey görmüyordu ve uygarlığın kabalığını anlamak için fazla toydu. Uygar insanlar vahşilerden kabadır, çünkü kafatasları kırılmadan, öylesine incitici olabilirler. Barbar şaşırmış ve kırılmıştı, şüphesiz utancından sessizce çekip gidecekti ama Kothlu onu daha fazla kışkırtmayı seçti.

“Gel, gel!” diye bağırdı. “Sen ana karnına girmeden önceden beri hırsızlık yapan şu garibanlara mücevheri nasıl çalacağını anlat!”

“Eğer arzu, cesaretle birleşirse, her zaman bir yol vardır,” diye sinirli bir tonda kestirip attı Cimmerialı.

Kothlu bunu kişisel bir hakaret olarak algılamayı tercih etti. Suratı öfkeden morardı.

“Ne!” diye kükredi. “Bize işimizi öğretmeye ve ödlek olduğumuzu ima etmeye kalkarsın ha? Git işine; gözümün önünden defol!” ve şiddetle Cimmerialıyı itti.

“Hem benimle alay edip, hem de elini sürersin ha?” Barbar dişlerini gıcırdattı, kan beynine çıkmıştı; adamın itişine, açık elinin haydudu kaba masanın üzerine düşüren bir darbesiyle karşılık verdi. Ağzındaki birayı püskürten Kothlu kılıcını çekerek öfkeyle kükredi.

“Kâfir köpek!” diye böğürdü. “Yüreğini sökeceğim bunun için!”

Çelik çaktı ve kalabalık yoldan çekilmek için şiddetle dalgalandı. Kaçarlarken tek kandili düşürünce batakhane karanlığa gömüldü; devrilen sıraların çatırtısı, kaçışan ayakların gümlemesi, bağırışlar, birbiri üstüne düşen insanların küfürleri işitildi ve tiz bir acı çığlığı şamatayı bıçak gibi kesti. Yeniden bir mum yandığında konukların çoğu kapı ve kırık pencereden kaçmış, geriye kalanlar şarap fıçılarının arkasına ve masaların altına saklanmıştı. Barbar gitmişti; odanın ortası Kothlunun deşilmiş bedeni dışında boştu. Cimmerialı, barbarların şaşmaz içgüdüsüyle adamı karanlık ve kargaşanın içinde öldürmüştü.




II​
Kızıl ışıklar ve sarhoş eğlenceleri Cimmerialının gerisinde kalmıştı. Yırtılan gömleğini fırlatıp atmış, gecenin içinde bir peştamal ve yüksekten bağlı sandaletleri dışında çıplak halde yürüyordu. Koca bir kaplanın kıvraklığıyla hareket ediyor, çelikten kasları esmer teninin altında dalgalanıyordu.

Şehrin tapınaklara ayrılan bölümüne girmişti. Yıldız ışığında her tarafta bembeyaz parlıyorlardı; kar beyazı mermer sütunlar, altın kubbeler, gümüş kemerler ve Zamora’nın sayısız tuhaf tanrısının mabetleri. Bunlar hakkında kafa yormadı, biliyordu ki, Zamora’nın inançları uygar, uzun zaman yerleşik hayat süren halkların tüm ürünleri gibi muğlâk ve karışıktı; esas niteliklerinin çoğunu bir formül ve ayinler labirentinde yitirmişti. Filozofların avlusunda teolog ve âlimlerin tartışmalarını dinleyerek saatler boyunca çömelmiş ve bir hayret sisi içinde ayrılmıştı, sadece bir şeyden emindi, o da hepsinin deli saçması olduğuydu.

Kendi tanrıları basit ve anlaşılabilirdi; Şefleri Crom’du, üstünden alın yazısı ve ölüm gönderdiği büyük bir dağda yaşardı. Crom’a yakarmak yararsızdı; çünkü zayıflıktan nefret eden, kasvetli, vahşi bir tanrıydı o. Ancak bir erkeğe doğuştan cesaret ve düşmanlarını öldürme arzusu ile yeteneğini bahşederdi ki Cimmerialıya göre herhangi bir tanrıdan tüm beklenmesi gereken de buydu.

Sandaletli ayakları parlak kaldırımda ses çıkarmıyordu. Hiç bekçi geçmiyordu; zira Maul’un hırsızları bile davetsiz misafirlerin tuhaf ölümlerle karşılaştığı tapınaklardan sakınırdı. İlerisinde karaltısı göğe yükselen Fil Kulesi’ni gördü. Niye böyle adlandırıldığını düşündü. Bunu kimse bilmiyor gibiydi. Conan hiç fil görmemişti ancak hem önünde, hem de arkasında birer kuyruğu olan kocaman bir hayvan olduğunu biliyordu. Gezgin bir Shemli, Hyrkanialıların ülkesinde bu hayvanlardan binlercesini gördüğünü yemin ederek anlatmıştı ama Shem halkının ne menem yalancılar olduğunu cümle âlem bilirdi. Her halükarda Zamora’da fil yoktu.

Kulenin ışıltılı bacası yıldızlara doğru soğuk soğuk yükseliyordu. Gün ışığında öyle göz kamaştırıcı şekilde parlıyordu ki, pek az kişi bakmaya katlanabilirdi. İnsanlar gümüşten inşa edildiğini söylüyordu. Elli metre yüksekliğinde yuvarlak, ince, mükemmel bir silindir. Kasnağı, yıldız ışığında, üstüne kakılmış iri mücevherlerden ışıl ışıldı. Kule, şehrin genel seviyesine göre epey yükseltilmiş bir bahçede dalgalanan egzotik ağaçların arasında duruyordu. Yüksek bir sur bu bahçeyi kuşatıyordu, bu surun dışında ise ilkini kuşatan daha alçak bir duvar daha vardı. Hiç ışık gelmiyordu; kulede—en azından iç duvar seviyesinin üstünde—hiç pencere yokmuş gibi görünüyordu. Sadece epey yukarılarda mücevherler yıldız ışığında soğuk soğuk parlıyordu.

Daha alçak veya dıştaki duvarın etrafını çalılıklar bürümüştü. Cimmerialı yakına sokuldu ve gözleriyle tartarak engelin yanında durdu. Yüksekti ama sıçrayıp parmaklarıyla tepesini yakalayabilirdi. Sonra, kendini yukarı çekmek ve üstüne çıkmak çocuk oyuncağıydı; iç duvarı da aynı şekilde aşabileceğinden şüphesi yoktu. Ancak içeride beklediği söylenen tuhaf tehlikelerin düşüncesiyle durakladı. Bu halk tuhaf ve gizemli geliyordu ona; onun türünden değildiler... Hatta uygar gizemleri kendisini geçmişte ürküten daha batıdaki Brythunialı, Nemedialı, Kothlu ve Aquilonialılarla dahi aynı kandan değildiler. Zamora halkı çok yaşlıydı ve gördüğü kadarıyla çok da habisti.

Mücevherli kulesinde tuhaf eceller ören Başrahip Yara’yı düşündü ve sarhoş bir saray uşağının anlattığı hikâyeyi hatırlayınca Cimmerialının saçları diken diken oldu… Yara düşman bir prensin yüzüne gülerek, parlak, habis bir mücevheri nasıl da havaya kaldırmıştı. Uğursuz mücevherden çıkan kör edici ışınların sardığı prens çığlık çığlığa yere yığılmış, büzülüp kararmış bir topağa, sonra da kara bir örümceğe dönüşmüş, nihayet Yara’nın topuğu altında ezilene dek odanın etrafında rastgele koşuşturmuştu.

Yara büyü kulesinden pek çıkmazdı, çıktığında da bazı kişi veya ulusların üzerine kötülük saçmak için olurdu hep. Zamora kralı ondan ölümden korktuğundan çok korkardı; bu korku ayıkken katlanabileceğinden fazla olduğundan kendini gece gündüz içkiye vurmuştu. Yara çok yaşlıydı; insanlar, ‘yüzyıllar yaşında’ diyor ve ‘Fil’in Kalbi denilen mücevher sayesinde sonsuza kadar yaşar’ diye ekliyorlardı. Sığınağına Fil Kulesi adını verilmesinin daha iyi bir nedeni olamazdı.

Cimmerialı bu düşüncelere dalıp gitmişti ki birden duvarın dibine sindi. Bahçenin içinden ölçülü adımlarla yürüyen birisi geçiyordu. Conan çelik çınlaması işitti. Demek ki bahçede gezinen bir muhafız vardı. Cimmerialı adamın bir sonraki turda yeniden geçişini duymayı bekledi, ancak gizemli bahçelerin üzerindeki sessizlik bozulmadı.

Sonunda merakı galebe çaldı. Usulca sıçrayarak duvarın tepesini kavradı ve bir koluyla kendisini üstüne savurdu. Enli tepeliğin üzerine uzanıp duvarların arasındaki geniş boşluğa baktı. İç duvarın hemen yanında dikkatle budanmış birkaç süs bitkisi görse de, yakınında çalılık yoktu. Yıldız ışığı düzgün çimenliğin üstüne düşüyor, bir yerlerde bir çeşme şırıldıyordu.

Cimmerialı kendini dikkatle duvarın iç tarafına bıraktı ve etrafına bakarak kılıcını çekti. Çıplak yıldızların altında böyle savunmasız halde durmanın gerginliğiyle sarsılıyordu. Usulca, gölgesine sığındığı duvarın kavisini dönerek az önce fark ettiği çalılıklarla aynı hizaya gelene dek yürüdü. Sonra eğilerek hızla oraya doğru koştu; az kalsın çalılıkların hemen yanına yığılı bir kütleye takılıp düşüyordu.

Sağa sola acele bir bakış görünürde düşman olmadığını gösterince incelemek için yakına eğildi. Keskin gözleri, loş yıldız ışığında bile yerdekinin Zamora kraliyet muhafızlarının gümüş zırhı ve sorguçlu tolgası içindeki güçlü kuvvetli bir adam olduğunu gösterdi. Hemen yanında bir kalkan ve mızrak vardı, bir anlık inceleme adamın boğulmuş olduğunu anlamasına yetti. Kaygıyla etrafa bakındı. Bu adam duvarın yanında gizlenirken geçtiğini duyduğu muhafız olmalıydı. Sadece çok kısa bir süre geçmişti, yine de bu süre meçhul ellerin karanlıktan uzanıp onu boğmasına yetmişti.

Karanlıkta gözlerini zorlayınca, duvarın yanındaki fundalığın arasında bir kıpırtı gördü. Kılıcını kavrayarak oraya süzüldü. Gece vakti kol gezen bir panterden daha fazla gürültü yapmıyordu, yine de adam sessiz yürüyüşünü işitti. Cimmerialı duvarın yakınındaki bulanık, koca gövdenin sonuçta insan olduğunu fark edince rahat bir nefes aldı; tam o anda adam aniden paniğe kapılmış gibi nefesini tutarak hızla döndü ve ellerini açıp ileriye doğru atılacakmış gibi bir hareket yaptı, sonra yıldız ışığında Cimmerialının kılıcını fark ederek geriledi. Gergin bir an boyunca her şeye hazır halde dururken, ikisi de tek kelime etmedi.

“Sen asker değilsin,” diye fısıldadı yabancı sonunde, “Benim gibi bir hırsızsın.”

“Peki ya sen kimsin?” Cimmerialı kuşkucu bir fısıltıyla sordu.

“Nemedialı Taurus.”

Cimmerialı kılıcını indirdi.

“Seni duymuştum. İnsanlar sana hırsızlar prensi diyor.”

Kısık bir gülüş karşılık verdi. Taurus Cimmerialı kadar uzundu ve daha ağırdı; Koca göbekli ve şişmandı ama her hareketi enerji dolu olduğunu gösteriyor, keskin gözlerinde yıldız ışığında bile dipdiri bir ışık parlıyordu. Çıplak ayaklıydı ve belli aralıklarla düğümler atılmış ince, sağlam görünüşlü bir kangal urgan taşıyordu.

“Kimsin sen?” diye fısıldadı.

“Conan, bir Cimmerialı,” diğeri cevap verdi. “İnsanların Fil’in Kalbi dediği Yara’nın mücevherini çalmanın bir yolunu aramaya geldim.”

Conan onun koca göbeğinin gülerken sarsıldığını hissetti ama alaycı değildi bu gülüş.

“Hırsızlar Tanrısı Bel adına!” Taurus fısıldadı. “Ben de böyle bir ava çıkacak cesaretin sadece kendimde olduğunu sanmıştım. Şu Zamoralılar da kendilerine hırsız derler. Pöh! Conan senin cesaretini sevdim. Bir macerayı asla kimseyle paylaşmam ama Bel adına, eğer istersen bu işi birlikte deneyelim.”

“Demek sen de mücevherin peşindesin?”

“Ya ne olacaktı? Aylardır bunu planlıyorum; ama sen dostum, sadece ani bir dürtüyle hareket ettin sanırım.”

“Askeri sen mi öldürdün?”

“Tabii ki. O bahçenin diğer tarafındayken duvardan süzüldüm. Çalıların içinde gizlendim; beni işitti veya bir şey duyduğunu sandı. Doğruca üzerime gelince, hiçbir hileye başvurmadan arkasından sokulup aniden boynunu yakaladım ve boğarak aldım salağın canını. O da çoğu gibi karanlıkta yarı kördü. İyi bir hırsızın kedi gibi gözleri olmalı.”

“Bir hata yaptın,” dedi Conan.

Taurus’un gözleri öfkeyle ışıldadı.

“Ben mi? Bir hata ha? İmkânsız!”

“Cesedi çalıların içine çekmeliydin.”

“Ustana iş öğretme. Nöbetçiyi gece yarısından önce değiştirmeyecekler. Onu aramaya şimdi birisi gelip cesedini bulursa, bağıra çağıra Yara’ya koşar ve bize de kaçmak için zaman verir. Eğer onu bulamazlarsa çalıların içini dürtüklemeye başlarlar ve bizi kapandaki fareler gibi enselerler.”

“Haklısın,” Conan kabul etti.

“Öyle, Şimdi dikkatini ver. Bu lanet tartışmayla boşa zaman harcıyoruz. İç bahçede muhafız yok; insan muhafız demek istiyorum. Ancak daha ölümcül bekçiler var. Varlıkları beni uzun süre zorladı ama sonunda onları yenmenin bir yolunu buldum.”

“Ya kulenin dibindeki askerler?”

“İhtiyar Yara yukarıdaki odalarda yaşıyor. Biz de oradan gireceğiz… Ve de oradan çıkarız diye umuyorum. Nasıl olacağını kafana takma. Bir yolunu ayarladım. Kulenin tepesinden girip ihtiyar Yara’yı bize lanetli büyülerinden birini yapamadan boğacağız. En azından deneriz; işin ucunda dünyanın en zengin ve güçlü adamı olmak da var, bir örümcek veya kurbağaya dönüşmek de. Tüm iyi hırsızlar nasıl risk alınacağını bilmeli.”

“Sonuna dek gideceğim,” dedi Conan sandaletlerini çıkarırken.

“Öyleyse izle beni.” Taurus geri dönüp sıçrayarak duvarı yakaladı ve kendini yukarı çekti. Cüssesine rağmen çevikliği şaşırtıcıydı; duvarın üzerine adeta kayarcasına çıkmıştı. Conan onu izledi ve duvarın tepesindeki genişçe bir yerde uzanarak temkinli fısıltılarla konuştular.

“Hiç ışık görmüyorum,” Conan mırıldandı. Kulenin alt kısmı da bahçenin dışından görünen kısım gibiydi… Hiç giriş görünmeyen ışıl ışıl, mükemmel bir silindir.

“Kapılar ve pencereler zekice yapılmış,” diye karşılık verdi Taurus, “Ancak şu anda kapalılar. Askerler yukarıdan gelen havayı soluyor.”

Bahçe, tüylü çalılar ve geniş yapılı bodur ağaçların yıldız ışığında kapkara dalgalandığı bulanık bir gölgeler havuzuydu. Conan’ın temkinli ruhu, orada kol gezen tehdidin aurasını algıladı. Görünmeyen gözlerin yakıcı bakışlarını sezdi, elinde olmadan ensesindeki tüyleri diken diken eden hafif bir koku aldı. Sanki kadim bir düşmanın kokusunu alan bir av köpeği gibiydi.

“Beni izle,” Taurus fısıldadı. “Canına değer veriyorsan arkamda kal.”

Kuşağından bakır tüpe benzer bir şey çıkaran Nemedialı usulca duvarın içindeki çimenliğe atladı. Conan kılıcını hazır ederek arkasına sokuldu ama Taurus onu geriye, duvarın dibine itti; kendisi de ilerleyeceğine dair bir emare göstermiyordu. Tutumunda gergin bir beklenti vardı, bakışları tıpkı Conan’ınkiler gibi birkaç metre ilerideki karanlık çalı kümesine odaklanmıştı. Bu çalılık, rüzgâr esmemesine rağmen sallandı. Sonra dalgalanan gölgelerde iki iri göz yandı, arkadaki karanlıkta da başka ateş kıvılcımları parladı.

“Aslanlar!” diye mırıldandı Conan.

“Öyle, gündüzleri kulenin altındaki yeraltı mağaralarında tutulurlar. Bahçede muhafız olmamasının nedeni bu...”

Conan çabucak gözleri saydı.

“Beş taneler, çalıların arasında daha fazlası olabilir. Bir saniye içinde saldıracaklar…”

“Sessiz ol!” diye fısıldadı Taurus. Sonra ince tüpü kaldırarak, sanki bir usturanın üstüne basıyormuş gibi dikkatle duvardan uzaklaştı. Gölgelerden alçak gurultular yükseldi ve yanan gözler öne doğru hareketlendi. Conan muazzam salyalı çeneleri, sarı böğürlere vuran püsküllü kuyrukları hissedebiliyordu. Havadaki gerginlik arttı... Cimmerialı saldırıyı ve dev bedenlerin karşı konulmaz sıçrayışını bekleyerek kılıcını kavradı. Sonra Taurus tüpün ucunu dudaklarına götürüp şiddetle üfledi. Tüpün diğer ucundan sarımtırak bir toz püskürdü, bir anda çalıların üzerini kaplayıp kötü kötü bakan gözleri gizleyen kalın yeşil-sarı renkte bir bulut halinde kabardı.

Taurus telaşla geriye koştu. Conan anlamadan baktı. Kalın bulutun gizlediği çalılıktan hiç ses gelmiyordu.

“O sis de neydi?” Cimmerialı endişeyle sordu.

“Ölüm!” diye fısıldadı Nemedialı. “Eğer yel çıkar da bize doğru eserse duvardan atlayıp kaçmalıyız. Ama hayır, eğer esmezse buna gerek yok. Zaten dağılıyor. Tamamen kaybolana dek bekle. O tozu solumak öldürür.”

Az sonra, havada sadece belirsiz sarı zerrecikler kalmıştı, sonra onlar da kayboldu ve Taurus ortağına ilerlemesini işaret etti. Çalılara doğru sokulurken Conan yutkundu. Gölgelerin içinde beş muazzam sarımsı beden boylu boyunca yatıyordu, zalim gözlerinin ateşi ebediyen sönmüştü. Havada tatlı, iğrenç bir koku kalmıştı.

“Hiç ses çıkarmadan öldüler!” diye mırıldandı Cimmerialı, “Taurus o toz da neydi?”

“Çiçekleri sadece sarı kafalı Yun papazlarının yaşadığı Khitai’nin kayıp ormanlarında dalgalanan kara nilüfer’den yapılmıştır. Bu çiçekler koklayanı anında öldürür.”

Conan hayvanların gerçekten de kimseye zarar veremeyecek halde olduğuna kendini ikna ederek koca gövdelerin yanında diz çöktü. Başını iki yana salladı; yaban ellerin büyüsü kuzeyin barbarları için gizemli ve korkunçtu.

“Niçin kuledeki askerleri aynı şekilde öldüremeyesin ki?” diye sordu.

“Çünkü sahip olduğum tozun tümü bu kadardı. Bu kadarını elde etmek bile başlı başına dünyadaki hırsızlar arasında nam salmama yetecek bir ustalık işiydi. Onu Stygia’ya giden bir kervandan çaldım. İçinde durduğu altın keseyi koruyucusu olan büyük yılanı uyandırmadan kangallarının içinden yürüttüm. Fakat gel, Bel adına! Geceyi tartışarak boşa mı geçireceğiz?”

Çalılığın arasından kulenin ışıltılı temeline doğru süzüldüler; orada işaretle ses çıkarmamasını emreden Taurus, bir ucunda sağlam, çelik bir kanca bulunan düğümlü urganı çözdü. Conan planını anladığından, Nemedialı kancanın biraz altından ipi tutup başının üzerinde savurmaya başlarken soru sormadı. Conan kulağını pürüzsüz duvara yaslayıp dinledi ama çıt çıkmıyordu. İçerideki askerler, ağaçların altında esen gece rüzgârından fazla ses çıkarmayan davetsiz konukların varlığından bihaberdi anlaşılan. Oysa barbarın üstünde tuhaf bir gerginlik vardı; belki de her şeyin üstüne sinen aslan kokusundandı bu.

Taurus güçlü kolunun düzgün, mükemmel bir hareketiyle ipi fırlattı. Kanca, tarifi zor, acayip bir hareketle yukarı ve içeri doğru bir kavis çizdi ve mücevherli kasnağın üstünde kayboldu. Anlaşılan sıkıca takılmıştı, çünkü önce ihtiyatla, sonra sertçe çekilmesine rağmen ne esnedi, ne de yerinden çıktı.

“İlk atışta tutturmam büyük şans,” diye mırıldandı Taurus. “Ben…”

Ansızın dönmesini sağlayan Conan’ın vahşi içgüdüsüydü; zira tepelerindeki ölüm hiç ses çıkarmamıştı. Saliselik bir bakış, Cimmerialıya ölümcül bir darbe için tepesinde yükselerek yıldızlara karşı şahlanan dev sarı bedeni gösterdi. Hiçbir uygar insan, barbarın ettiğinin yarısı kadar hızlı hareket edemezdi. Arkasında umutsuz sinir ve kasların her zerresi bulunan kılıcı yıldız ışığında buz gibi ışıldadı ve insanla hayvan birlikte yere yuvarlandı.

Nefesinin altından tutarsız küfürler eden Taurus, yığının üzerine eğilince arkadaşının kollarının üstüne yığılan büyük ağırlığın altından çıkmaya çabalayarak kıpırdadığını gördü. Bir bakış, basık kafatası yarıya kadar bölünen aslanın öldüğünü gösterdi ürkmüş Nemedialıya. Uzanıp leşi tuttu, Conan da onun yardımıyla hayvanı yana itip ayağa kalktı. Kanlı kılıcı hala elindeydi.

“Yaralandın mı be adam?” diye soludu Taurus, anlık olayın sersemletici sürati yüzünden hala şaşkındı.

“Hayır, Crom adına!” diye cevap verdi barbar. “Ama hiç de sakin denilemeyecek yaşamım boyunca hiç bu kadar yaklaşmamıştım ölüme. Lanet hayvan saldırırken neden kükremedi?”

“Bu bahçedeki her şey tuhaf,” dedi Taurus. “Aslanlar sessizce saldırıyor… Diğer ölümler de öyle. Ama gel; ölürken az ses çıkardı ama eğer sarhoş veya uykuda değilseler askerler işitmiş olabilir. Bu hayvan bahçenin başka bir bölümündeymiş, tozdan da böyle kurtulmuş ama eminim ki başkası yoktur. Bu ipe tırmanmamız gerek; bir Cimmerialıya bunu yapabilir mi diye sormaya gerek yok.”

“Eğer benim ağırlığımı taşırsa,” Conan kılıcını çime silerek homurdandı.

“Benimkinin üç katını taşır o,” diye karşılık verdi Taurus. “Gece yarısı kabirlerinden çıkardığım ölü kadınların saçlarından örülmüş ve sağlamlık versin diye upas ağacının ölümcül suyuna batırılmıştır bu urgan. Ben önden gideyim; hemen ardımdan sen de gel.”

Nemedialı urganı kavradı ve bir dizini etrafına dolayarak tırmanmaya başladı; gövdesinin hantal görünüşünü yalancı çıkararak kedi gibi tırmanıyordu. Cimmerialı takip etti. Urgan sallandı ve kendi çevresinde büküldü ama tırmanıcılara engel çıkarmadı. İkisi de çok daha zor tırmanışlar yapmışlardı. Mücevherli kasnak, düşey eksenden çıkıntı yaparak tepelerinde ışıldıyordu; bu yüzden ip, kulenin yan tarafından bir ayak açıkta asılıydı. Tırmanışın kolaylığına önemli ölçüde katkı yapan bir olguydu bu.

Sessizce giderek daha yukarı tırmandılar; şehrin ışıkları gözlerinin önünde ötelere doğru yayıldı, tırmandıkça tepelerindeki yıldızlar kasnaktaki mücevherlerin ışıltısından daha da soldu. Nihayet Taurus elini uzattı ve kasnağın kenarını kavrayıp kendisini üstüne çekti. Conan bir an tam kenarda durdu, ışıltıları gözlerini kamaştıran iri, soğuk mücevherlerden büyülenmişti; elmaslar, yakutlar, zümrütler, safirler, turkuazlar ve ay taşları ışıl ışıl gümüşün içinde yıldızlar kadar sık işlenmişti. Uzaktan farklı ışıltılar, nabız gibi atan bir beyaz ışık halinde karışıyor gibiydi; ama şimdi, yakın mesafeden bakınca bir milyon gökkuşağı rengiyle parlıyor, ışıkları kıvılcımlarıyla onu hipnotize ediyordu.

“Burada inanılmaz bir zenginlik var Taurus,” diye fısıldadı ama Nemedialı sabırsızlanarak karşılık verdi. “Gel buraya! Eğer Kalp’i ele geçirirsek, bunlar ve tüm diğer şeyler de bizim olur.”

Conan kulenin kıvılcımlı kasnağının üstüne tırmandı. Kulenin tepe seviyesi mücevherli kasnaktan yarım metre aşağıdaydı. Düzdü, bir çeşit lacivert maddeden yapılmıştı. Yıldız ışığını tutan altınla işlendiğinden parlak altın tozuyla beneklenmiş enli bir safir gibi görünüyordu. Çıktıkları noktanın karşısında çatıya inşa edilmiş bir tür oda görünüyordu. Oda da kulenin duvarlarıyla aynı gümüşi malzemedendi; daha küçük mücevherlerin işlendiği desenlerle süslenmişti; tek kapısı altındandı. Bu kapının yüzeyi pul pul kesilmiş, buz gibi parlayan mücevherlerle kaplıydı.

Conan epey aşağılarına serilen, nabız gibi atan okyanusa baktı, sonra Taurus’a döndü. Nemedialı, sicimi çekip topluyordu. Conan’a kancanın takıldığı yeri gösterdi; kancanın iki santimlik bölümü, kasnağın iç tarafındaki iri, parlak bir mücevherin altına saplanmıştı.

“Şans yeniden bizimle,” diye mırıldandı. “Gören de ikimizin ağırlığının o taşı sökeceğini sanır. Beni izle; serüvenin gerçek tehlikesi şimdi başlıyor. Yılanın inindeyiz ve nerede saklandığını bilmiyoruz.”

Sinsice ilerleyen kaplanlar gibi kapkara parlayan zeminin karşısına sürünüp kıvılcımlı kapının dışında durdular. Taurus elinin becerikli ve dikkatli bir hareketiyle yokladı. Zorlanmadan açıldı ve yoldaşlar her şeye hazır halde, gerilerek içeri baktı. Nemedialının omzunun üzerinden bakan Conan’ın gözüne ışıltılı bir oda ilişti, duvarlar, tavan ve zemin ışıltılar saçarken her şeyi yanılsama gibi gösteren büyük beyaz mücevherlerle kaplıydı. Odada canlı yok gibi görünüyordu.

“Son geri dönüş şansımızdan mahrum kalmadan önce,” diye fısıldadı Taurus, “kasnağa gidip etrafa bir göz at, eğer bahçede gezinen bir asker ya da kuşkulu bir şey görürsen dönüp bana anlat. Seni bu odanın içinde bekleyeceğim.”

Conan’a göre pek gerek yoktu, temkinli ruhunda ortağına karşı zayıf bir şüphe uyandı ama Taurus’un istediğini yaptı. O dönerken Nemedialı içeri süzülerek kapıyı arkasından kapattı. Conan kulenin kasnağının etrafında, başladığı noktaya dönene kadar dolaştı; aşağıda dalgalanan yaprak denizinde hiçbir kuşkulu hareket görünmüyordu. Kapıya doğru döndü—ve birdenbire boğuk bir çığlık yankılandı odanın içinde.

Cimmerialı ileriye atıldı; gerilmişti—ışıltılı kapı hızla açıldı ve Taurus arkasındaki soğuk ışıkta belirdi. Sallandı, dudakları aralandı fakat boğazından sadece kuru bir takırtı çıktı. Destek almak için altın kapıya tutunarak çatının üstünde sendeledi, sonra boğazını tutarak yere kapaklandı. Kapı arkasından savrularak kapandı.

İnindeki bir panter gibi çömelen Conan, kapının açık kaldığı bir an içinde elden ayaktan kesilen Nemedialının arkasında, bir an için kısmen açık kalan kapıdan, odadaki hiçbir şeyi görmedi—sanki parlak kapının karşısına atılan gölgeyi andıran ışık hilesi sayılmazsa. Taurus’un peşinden çatıya hiçbir şey çıkmayınca Conan da adamın üstüne eğildi.

Nemedialı nedense korkunç bir şaşkınlık taşıyan genişlemiş, donuk gözlerle yukarı bakıyordu. Elleri boğazını tutuyor, dudakları köpüklenip hırıldıyordu; sonra aniden katılaştı ve şaşıp kalan Cimmerialı öldüğünü anladı. Taurus’un da ne tür bir ölümün vurduğunu bilmeden öldüğünü hissediyordu. Şaşkın şaşkın gizemli altın kapıya baktı. O ışıl ışıl mücevherli duvarlarıyla, boş odada, ölüm aşağıdaki bahçelerdeki aslanlara saçtığı kadar çabuk ve gizemli bir şekilde gelmişti hırsızlar prensine.

Barbar bir yara arayarak ellerini adamın yarı çıplak bedeninde dikkatle dolaştırdı. Ancak tek şiddet izi, omuzların arasında, boğayı andıran ense köküne yakın bir yerdeydi; üç çivi saplanıp çekilmiş gibi görünen üç küçük yara... Yaraların kenarları kararmıştı, burnuna zayıf bir çürüme kokusu geldi. ‘Zehirli oklar mı?’ diye düşündü Conan; ancak bu durumda okların hala yaraların içinde olması gerekirdi.

Dikkatle altın kapıya sokuldu, iterek açtı ve içine baktı. Oda boştu, sayısız mücevherin soğuk, nabız gibi atan parıltısıyla yıkanıyordu. Aylak aylak tavanın tam ortasında acayip bir desen bulunduğunu fark etti; tam ortasında diğer mücevherlerin ak parıltısına benzemeyen dört mücevherin kızıl alevi ışıldayan sekiz köşeli bir desen. Odanın karşısında, pullu görüntüsü verilmemiş olması dışında, içinde durduğunun aynısı bir kapı daha vardı. Ölüm o kapıdan mı gelmişti—Kurbanına darbeyi indirdikten sonra aynı yoldan geri mi dönmüştü?

Kapıyı arkasından kapatan Cimmerialı odanın içine doğru ilerledi. Çıplak ayakları kristal zeminde hiç ses çıkarmıyordu. Odada sandalye ve masa yoktu, sadece üzerine altınla yılankavi desenler işlenmiş üç-dört ipek divan ve birkaç gümüş kuşaklı maun sandık. Sandıkların bazıları iri altın kilitlerle mühürlenmiş, diğerleri açık duruyordu; işlemeli kapaklar, Cimmerialının şaşkın gözlerinin önüne özensizce saçılmış mücevher yığınlarını bir ihtişam cümbüşü halinde sererek ardına kadar açılmıştı. Conan nefesinin altından sövdü; o gece daha şimdiden tüm dünyada var olduğunu düşlediğinden fazla zenginlik görmüştü ve aradığı mücevherin değerinin ne kadar olması gerektiğini düşününce baş dönmesi artıyordu.

Şimdi odanın ortasındaydı, kılıcı hazır, kafasını ihtiyatla uzatarak eğilmiş halde ilerliyordu ölüm darbesini ses çıkarmadan indirdiğinde. Onu uyaran, sadece parlak zeminden hızla atılan bir gölge oldu, içgüdüsel olarak yana sıçraması da yaşamını kurtardı. Bir an köpüklü dişlerin takırtısıyla yanından hızla geçen kıllı kara bir dehşet gözüne ilişti ve çıplak omzunun üstüne sıvı cehennem ateşi damlaları gibi yakan bir şey saçıldı. Kılıcını kaldırıp geriye sıçrarken dehşetin yere çarptığını, hızla döndüğünü ve afallatıcı bir hızla üzerine doğru koşturduğunu gördü. Böylesini insanın ancak kâbuslarda göreceği devasa, kara bir örümcek.

Domuz kadar iriydi; sekiz kıllı bacak canavar bedenini gözükara bir hızla hareket ettiriyordu; dört habis, ışıltılı göz, korkunç bir zekâyla parlıyor, vurup ıskaladığında saçılan damlaların omzunu yakmasından anladığı kadarıyla hızlı bir ölüm demek olan bir zehir damlıyordu dişlerinden. Tavanın ortasındaki tüneğinden gergin bir ağ üstünde Nemedialının boynuna atlayan ölüm buydu demek. Üst odaların aşağıdakiler kadar iyi korunuyor olacağını düşünmemeleri ne aptallıktı!

Canavar saldırırken bu düşünceler bir anda geçti Conan’ın beyninden. Havaya sıçradı, yaratık altından geçti ve hızla dönerek yeniden saldırdı. Bu kez saldırıyı yana doğru bir sıçramayla savuşturdu ve bir kedi gibi dönerek vurdu. Kılıcı kıllı bacaklardan birini kesti; canavar dişlerini iblisçe takırdatarak dönerken yeniden canını ucu ucuna kurtardı. Fakat artık canavar takipte ısrar etmedi; dönüp kristal zeminde koşturdu ve hızla tavana tırmandı; bir an şeytani kızıl gözleriyle aşağı bakarak orada çömeldi. Sonra hiç uyarı vermeden, peşinden gri, sümüksü bir ipliği sürükleyerek kendini boşluğa savurdu.

Conan hayvanın saldırısından kaçınmak için geriledi… Sonra çılgın gibi eğildi ve uçan ağ ipi tarafından kapana kıstırılmaktan son anda kurtuldu. Canavarın niyetini anlayarak kapıya doğru atıldı ama hayvan daha hızlıydı, kapıya çaprazlanan yapışkan bir ağ onu odaya hapsetti. İpi kılıcıyla kesmeyi deneyemezdi; Biliyordu ki, madde kılıcına yapışacak ve daha kurtaramadan şeytan dişlerini sırtına saplamış olacaktı.

Böylece insan zekâsı ve çevikliğinin, dev örümceğin şeytani hüneri ve hızıyla yarıştığı umutsuz bir oyun başladı. Yaratık artık yerden doğrudan bir saldırıyla yerde koşturmuyor veya gövdesini havadan üzerine atmıyordu. Tavan ve duvarlarda koşup, şeytani bir isabetle attığı yapışkan, gri ağ ipinin uzun ilmikleriyle avını kapana kıstırmaya çalışıyordu. Lifler sicim gibi kalındı, Conan biliyordu ki bir kere onlara dolanırsa canavar vurmadan önce, umutsuz gücü bile onları koparmaya kâfi gelmezdi.

Bu iblis dansı, odanın her tarafında adamın hızlı hızlı soluması, çıplak ayakların parlak zemine sürtünüşü, canavarın dişlerinin kastanyet gibi takırtısı hariç mutlak bir sessizlik içinde devam etti. Gri ipler yerde kangallar halinde uzandı, duvarlar boyunca düğümlendi, mücevher sandıkları ve ipek divanların üstünü kapladı ve mücevherli tavandan kara salkımlar halinde sarktı. Yapışkan düğümler çıplak tenine değecek kadar yakından geçse de, gözleri ve kaslarının çelik yay gibi sürati Conan’ı korumuştu. Ebediyen onları savuşturamayacağını biliyordu, sadece tavandan savrulan ilmekleri gözlemek zorunda değildi, kangallara dolanmamak için bir gözünü de yerde tutması gerekiyordu. Er ya da geç yapış yapış bir düğüm etrafına piton gibi dolanacak, sonra bir koza gibi sarılarak canavarın insafına kalacaktı.

Örümcek, gri ipini arkasında dalgalandırarak odanın karşısına koştu. Conan bir divanı aşmak için havaya sıçradı… O anda hızla çark eden iblis duvardan yukarı koştu ve canlı bir varlık gibi yere atılan ağ Cimmerialının ayak bileğine dolandı. Conan, kendisini esnek bir mengene ya da bir piton kangalı gibi tutan ağa çılgın gibi asılarak ellerinin üzerine düştü. Kıllı iblis tutsağının işini tamamlamak için duvardan yere koştu. Çıldıran Conan bir mücevher sandığını kaparak tüm gücüyle yaratığa doğru fırlattı. Hayvanın beklemediği bir hareketti bu. Muazzam mermi siyah bacakların tam ortasına çarparak hayvanı boğuk, mide bulandırıcı bir sesle duvara yapıştırdı. Kan ve sümüksü yeşil bir madde saçıldı, dağılan kütle, patlayan mücevher sandığıyla birlikte yere düştü. Ezilen kara beden etrafa saçılan alev alev mücevher karışımının arasına serildi; kıllı bacaklar amaçsızca seğirdi, can çekişen gözler yanıp sönen mücevherler arasında kıpkızıl ışıldadı.

Conan etrafına bakındı ama başka bir canavar ortaya çıkmayınca kendini ağdan kurtarmaya girişti.. Madde ayak bileği ve ellerine inatla yapışıyordu; yine de sonunda kendini kurtardı ve kılıcını alıp gri kangal ve düğümlerin arasından iç kapıya yöneldi. İçeride hangi dehşetlerin bulunduğunu bilmiyordu. Cimmerialının kanı beynine çıkmıştı, o kadar ilerlemiş, öyle tehlikelerin üstesinden gelmişti ki, sonu nasıl biterse bitsin, bu serüvenin zalim sonuna dek gitmeye karar vermişti. Aradığının, odanın her tarafına özensizce saçılmış mücevherlerin arasında olmadığını da hissediyordu.

İç kapıya dolanan ilmekleri kesince, onun da diğeri gibi kilitlenmemiş olduğunu keşfetti. Aşağıdaki askerlerin varlığının farkında olup olmadıklarını merak etti. Elbette ki onların epey yukarısındaydı ve eğer anlatılanlar doğruysa, üstlerinden gelen uğursuz seslerle dehşet ve acı çığlıklarından oluşan tuhaf gürültülere de alışkındılar.

Yara’yı da unutmamıştı; altın kapıyı açarken içi büsbütün rahat değildi. Ancak aşağıya inen ve kaynağını kesin olarak kestiremediği loş bir ışıkla aydınlatılan gümüşten basamak dizisi gördü yalnızca. Kılıcını kavrayarak sessizce merdivenden indi. Hiç ses duymuyordu; az sonra kan taşlarıyla süslenmiş fildişinden bir kapıya ulaştı. Dinledi ama içeriden hiç ses gelmiyordu. Sadece, Cimmerialının burnuna daha önce hiç duymadığı acayip, egzotik bir koku getiren ince duman demetleri kapının altından tembel tembel süzülüyordu. Aşağısındaki gümüş merdiven karanlıkta kaybolana dek dolana dolana iniyor, o karanlık kuyudan yukarı hiç ses gelmiyordu. Conan, sadece hortlak ve hayaletlerin mesken tuttuğu bir kulenin içinde bir başınaymış gibi ürkütücü bir hisse kapıldı.



III
Fildişi kapıyı ihtiyatla itince ses çıkarmadan açıldı. Conan ışıltılı eşikten anında savaşmaya ve kaçmaya hazır bir kurt gibi baktı tuhaf ortama. Altın kubbeli bir tavanı olan, duvarları yeşimden, zemini kısmen kalın halılarla kaplı fildişinden geniş bir odaydı gördüğü. Duman ve egzotik tütsü kokusu, altın bir üçayak üzerindeki mangaldan yayılıyordu; mangalın arkasındaki bir tür mermer divanda da bir put oturuyordu. Conan hayretle baktı; heykel, çıplak bir insan bedenine aitti ve yeşil renkteydi ancak kafası kâbus ve cinnetin kafasıydı. İnsan bedeni için fazla büyüktü ve hiçbir insani niteliği yoktu. Conan geniş parlak kulaklara, kıvrık hortuma, her iki yanda uçlarında yuvarlak, altın toplar bulunan beyaz dişlere baktı. Gözleri sanki uykuda gibi kapalıydı.

Demek, kuleye Fil Kulesi denilmesinin nedeni, bu yaratığın kafasının Shemli gezginin tarif ettiği hayvanlarınkine benzemesiydi. Bu Yara’nın tanrısıydı; taşa Fil’in Kalbi denildiğine bakılırsa, mücevher putun içinden başka nerede saklanacaktı ki?

Conan, gözleri hareketsiz puta odaklanmış halde ilerlerken yaratığın gözleri ansızın açıldı! Cimmerialı adımının ortasında kalakaldı. Bu heykel değildi; canlı bir varlıktı, o da bu yaratığın odasında kapana kısılmıştı!

Anında caniyane bir delilik patlaması içinde saldırmamasının nedeni onu olduğu yerde felç eden dehşetin büyüklüğüydü. Onun yerinde uygar bir adam olsa, delirdiği kuşkusuna sığınmaya çalışırdı ama Cimmerialının aklına duyularından şüpheye kapılmak gelmedi. Eski Dünya’dan bir iblisle yüz yüze olduğunu biliyordu ve bu gerçek onu, görüşü dışındaki tüm yetilerinden mahrum bırakıyordu.

Canavarın hortumu kalkmış, etrafı yokluyordu; topaz gözler görmeksizin bakındı ve Conan, canavarın kör olduğunu anladı. Bu düşünceyle birlikte donmuş sinirleri çözülmeye ve sessizce kapıya doğru gerilemeye başladı. Ancak yaratık işitti. Hassas hortum ona doğru uzandı ve tuhaf, yeknesak bir tonda kesik kesik konuşmaya başlayınca Conan’ın korkusu onu yeniden dondurdu. Cimmerialı o çenelerin insan dilini konuşmak için yaratılmadığını anlamıştı.

“Kim var orada? Bana yeniden işkence etmeye mi geldin Yara? Hiç yorulmaz mısın sen? Ey Yag-kosha, ıstırabın bir sonu yok mu?”

Görmeyen gözlerden gözyaşları yuvarlandı, Conan’ın bakışları mermer divana serilen uzuvlara takıldı. Canavarın ona saldırmak için kalkamayacağını anladı. İşkence sehpasının işaretlerini, ateşlerin dağlama izlerini tanıyarak sakat uzuvlara şaşkın şaşkın bakarken, ne kadar katı yürekli olsa da, mantığı bu uzuvların bu yaratığa bir zamanlar kendisininkiler kadar yakışıyor olabileceğini söyledi ona. Ve birdenbire tüm korku ve iğrentisi yerini derin bir merhamete bıraktı. Conan bu canavarın ne olduğunu bilemiyordu ama ıstırabının izleri öyle korkunç, öyle dokunaklıydı ki nedensiz, garip, sancılı bir hüzün çöktü üzerine. Kozmik bir trajediye bakmakta olduğunu hissederek insan ırkının tüm günahları üzerine yıkılmış gibi utançla büzüldü.

“Ben Yara değilim,” dedi. “Sadece bir hırsızım. Sana zarar vermeyeceğim.”

“Yakına gel ki sana dokunabileyim,” dedi yaratık kesik kesik. Conan elinden sarkan kılıcı unutarak korkmadan yaklaştı. Hassas hortum uzandı ve tıpkı kör bir adamın eliyle yoklayışı gibi yüzüyle omuzlarını yokladı; dokunuşu, bir kızınki gibi hafifti.

“Sen Yara’nın iblisler kavminden değilsin,” diye iç geçirdi yaratık. “Issız ülkelerin temiz vahşiliğinin izleri var sende. Halkını evvelce, çok eskilerde başka bir dünyanın mücevherli kuleleri yıldızlara yükselirken, başka bir isimle tanırdım. Parmaklarında kan var.”

“Yukarıdaki odada bir örümcek, bahçede de bir aslan,” diye mırıldandı Conan.

“Bu gece bir adam da öldürdün,” diye cevapladı diğeri. “Ve yukarıdaki kulede de ölüm var. Hissediyorum, biliyorum.”

“Evet,” Conan mırıldandı. “Bir örümceğin ısırığından ölen hırsızlar prensi orada yatıyor.”

“Evet. Ve evet!” Tuhaf, insanlık dışı ses, alçak perdeden bir ilahi gibi yükseldi. “Tavernada bir ölüm, çatıda bir ölüm daha… Biliyorum, hissediyorum. Üçüncüsü ise Yara’nın bile hayal edemeyeceği bir büyü yapacak. Ey kurtuluş büyüsü; Yag’ın yeşil tanrıları!”

Acı içindeki beden çeşitli duyguların pençesinde ileri geri sarsılırken gözyaşları yeniden süzüldü. Conan şaşkın şaşkın bakmaya devam etti.

Sonra kasılmalar kesildi, yumuşak, kör gözler Cimmerialıya döndü, hortum gelmesini işaret etti.

“Ey âdemoğlu, dinle,” dedi tuhaf yaratık. “Sana çirkin ve korkunç görünüyorum değil mi? Hayır cevap verme; biliyorum. Ancak eğer görebilseydim sen de bana tuhaf görünürdün. Bu dünyanın yanı sıra, yaşamın farklı biçimler aldığı bir sürü başka dünya vardır. Ben ne bir tanrı, ne de şeytanım; farklı bir maddeden yoğrulmuş ve farklı bir kalıpta şekillenmiş de olsam, senin gibi et ve kandanım.

“Ben çok yaşlıyım, ey ıssız diyarların adamı; uzun, çok uzun zaman önce evrenin dış saçaklarında dönüp duran yeşil gezegen Yag’dan, dünyamdan başkalarıyla birlikte geldim bu gezegene. Güçlü kanatlarımızla kozmostaki boşluğu ışıktan daha hızlı aştık, zira Yag’ın krallarıyla savaşıp yenilmiş ve sürgün edilmiştik. Fakat kanatlarımız yeryüzüne inince kuruduğundan bir daha geri dönemedik. Yeryüzü yaşamından ayrı kurduk yuvamızı. O zamanlar toprağın üstünde yürüyen tuhaf ve korkunç yaşam biçimleriyle savaştık, bu yüzden bizden korkulmaya başlandı ve mesken tuttuğumuz loş doğu ormanlarında rahatsız edilmedik.

“İnsanoğlunun maymundan türeyip Valusia, Kamelia, Commoria ve kızkardeşlerinin ışıltılı kentlerini inşa ettiğini gördük. Bunların kâfir Atlantis, Pict ve Lemuria saldırıları önünde sarsıldıklarını gördük. Okyanusların kabarıp Atlantis, Lemuria, Pict adaları ve uygarlığın ışıldayan şehirlerini yuttuğunu gördük. Pict ülkesi ve Atlantis’ten sağ kalanların taş devri imparatorlukları kurduğunu, onların da kanlı savaşlar içinde sıkışarak yıkıldıklarını gördük. Pictlerin vahşetin derinliklerine, Atlantislilerin maymunluğa yeniden gömüldüğünü gördük. Yeni vahşilerin kuzey kutup dairesinden fetih dalgaları halinde Nemedia, Koth, Aquilonia ve diğerleriyle birlikte yeni bir uygarlık kurmak üzere göç ettiğini gördük. Bir zamanlar Atlantisliler olan kavminin maymun ormanlarından yeni bir isimle ayağa kalktığını gördük. Tufandan sağ kurtulan Lemurialıların torunlarının yeniden vahşetin içinden doğrulup Hyrkanialılar adıyla batıya at sürdüğünü gördük. Atlantis batmadan önceki kadim uygarlıktan sağ kalan bu ifritler kavminin ise bu lanetli Zamora krallığında bir kez daha kültür ve gücünü kazandığını gördük.

“Değişmez kozmik kanunların işleyişine yardım etmeden veya engellemeden seyrettik tüm bunları. Ve teker teker öldük; çünkü yaşamlarımız gezegenler ve takımyıldızlar kadar olsa da, biz Yag’lar da ölümsüz değiliz. Nihayet bir tek ben kaldım, Kayıp Khitai’nin ormanlarındaki tapınakların yıkıntıları arasında eski zamanları düşlerken, antik sarı derili bir kavim tanrıları olarak taptı bana. Sonra Yara geldi. Atlantis batmadan önceki barbarlık günlerinden kalma kara bilgilerde ustaydı.

“Önce dizimin dibine oturup bilgelik öğrendi. Ancak ona öğrettiklerim beyaz büyü olduğundan hoşnut olmadı. O, kralları köle etmek ve şeytani heveslerini doyurmak için kötülük ilmini öğrenmek istiyordu. Ama ben, çok uzun ömrüm boyunca isteğim dışında öğrendiğim kara sırlardan hiç birini ona öğretmezdim.

“Fakat irfanı benim sandığımdan daha derindi; Kara Stygia’nın karanlık kabirleri arasında öğrendiği bir hileyle, isteğim dışında bir sırrı açığa vurmamı sağlayıp beni tuzağa düşürdü; kendi gücümü bana karşı kullanarak beni köle etti. Ah, Yag’ın tanrıları, kadehim o saatten bu yana acıyla dolu!

“Beni gri maymunların sarı papazların kavallarıyla dans ettiği, sunulan meyve ve şarabın kırık mihraplarımı tepeleme doldurduğu Khitai’nin kayıp ormanlarından buraya getirdi. Artık nazik bir halkın tanrısı değil, insan şeklinde bir iblisin kölesiydim.”

Görmeyen gözlerden yaşlar süzüldü yeniden.

“Kendi emriyle, onun için tek bir gecede inşa ettiğim bu kuleye hapsetti beni. Ateş, işkence sehpası ve senin anlayamayacağın dünya dışı tuhaf işkencelerle yönetti. Elimden gelse, acı çekmektense uzun zaman önce kendi yaşamıma son verirdim ama sırf emirlerini yapayım diye beni sağ tuttu. Ezilmiş, kör ve kırık halde… Üç yüz yıldır ruhumu kozmik günahlarla karartıp, bilgeliğimi suçlarla kirleterek bu mermer divandan emirlerini yerine getiriyorum çünkü başka şansım yok. Yine de tüm kadim sırları koparıp alamadı benden. Ona son hediyem Kan ve Mücevher büyüsü olacak.

“Çünkü sonumun yaklaştığını hissediyorum. Sen Kader’in elisin. Yalvarırım sana, şuradaki mihrapta bulacağın mücevheri al.”

Conan işaret edilen altın ve fildişi mihraba dönerek, kızıl kristal gibi berrak; kocaman, yuvarlak bir mücevheri aldı; bunun Fil’in Kalbi olduğunu anlamıştı.

“Şimdi yeryüzünün daha önce hiç görmediği, milyon kere milyon yıl boyunca da görmeyeceği kudretli, yüce bir büyü yapacağım. Uzayın büyük, mavi enginliğinde durduğunu düşlediğim Yag’ın yeşil bağrında doğan canımla, kanımla yapacağım bunu.

“Al kılıcını ey âdemoğlu, al da yüreğimi sök, sonra kanı kızıl taşın üstüne akacak şekilde sık. Sonra şu merdivenlerden aşağı inip Yara’nın habis nilüfer düşlerine dalmış halde oturduğu abanoz odaya gir. Adını söyleyince uyanacaktır. Sonra bu mücevheri önüne koy ve şunu söyle, ‘Yag-kosha sana son bir armağan ve büyü sunuyor.’ Sonra kuleden çabucak kaç, korkma yolun açık olacak. İnsanların yaşamı Yag’ın yaşamına, ölümleri Yag’ın ölümüne benzemez. Bu kırık kör etin kafesinden kurtar beni; böylece bir kez daha uçmak için kanatları, dans etmek için ayakları, görmek için gözleri ve kırmak için elleriyle sabahın başlangıcı gibi ışıldayan Yaglı Yogah olayım.”

Conan kararsızca yaklaştı, Yag-kosha veya Yogah, adeta kararsızlığını hissetmiş gibi vuracağı yeri gösterdi. Conan dişlerini sıkarak kılıcı sapladı. Kılıcıyla ellerinin üstüne kan boşandı, canavar istem dışı bir hareketle kasıldı, sonra yığılıp kaldı. Yaratığın yaşamının anladığı şekliyle sona erdiğine emin olan Conan korkunç görevini ifaya koyuldu, çabucak daha önce gördüğü herhangi bir şeyden tuhaf şekilde farklı olsa da yaratığın kalbi olması gereken bir nesneyi çıkardı. Zonklayan organı yanan mücevherin üstüne tutarak iki eliyle birden sıktı ve kan yağmur gibi boşandı taşın üstüne. Şaşırtıcı bir şekilde kan mücevherin üzerinden akmıyor, bir sünger tarafından çekilen su gibi mücevherin içine çekiliyordu.

Mücevheri özenle kaldırdı ve fantastik odadan merdivenlere çıktı. Geriye bakmadı; içgüdüsel olarak mermer divanın üzerindeki bedende insan gözlerinin tanık olmaması gereken türde bir dönüşüm gerçekleştiğini seziyordu.

Fildişi kapıyı arkasından kapattı ve duraksamadan gümüş basamaklardan indi. Kendisine verilen talimatları görmezden gelmek aklına bile gelmiyordu. Ortasında sırıtan gümüş renkli bir kafatası bulunan bronz kapının önünde durdu ve iterek açtı. Bronz ve kehribardan bir odaya bakıyordu. İçeride kara ipekten bir divanın üzerine yaslanmış cılız bir beden gördü. Sanki insan bilgisinin ötesindeki çukurlara ve karanlık derinliklere dalıp gitmiş gibi görünen aralık gözleri sarı nilüfer tütsüsüyle irileşen Rahip ve Büyücü Yara karşısında duruyordu.

“Yara!” dedi Conan bir ölüm hükmünü bildirir gibi. “Uyan!”

Gözler bir anda berraklaşıp bir akbabanın zalimlik ve soğukluğunu kazandı. Uzun ipek giyimli, kara kuru beden doğrularak Cimmerialının tepesinde yükseldi.

“Köpek!” fısıltısı bir kobranın sesi gibiydi. “Burada ne işin var?”

Conan mücevheri bronz masaya koydu.

“Bu mücevheri gönderen şunu söylememi emretti, ‘Yag-kosha sana son bir armağan ve son bir büyü sunuyor.”

Yara esmer yüzü solarak geriledi. Mücevher artık kristal berraklığında değildi; karanlık derinlikleri nabız gibi atarak zonkluyor, düz yüzeyinden değişken renk dalgaları geçiyordu. Yara sanki hipnotik bir etkiyle çekiliyormuş gibi masanın üzerine eğildi ve mücevheri ellerine alarak derinlerine baktı. Mücevher, sanki büyücünün ürperen ruhunu bedeninden çeken bir mıknatıs gibiydi. Conan bakarken gözlerinin kendisine oyun oynadığını düşündü. Çünkü Yara divandan doğrulduğunda, devasa bir uzunlukta görünmüştü; halbuki şimdi kafası ancak omzuna geliyordu. Şaşkın şaşkın gözlerini kırpıştırdı ve o gece ilk kez duyularından şüpheye kapıldı. O an şok içinde papazın boyunun kısaldığını fark etti; gözünün önünde küçülüyordu.

Bir oyun seyreden bir adamın tarafsızlığıyla izledi. Ezici bir gerçekdışılık hissine kapılan Cimmerialı artık kim olduğundan bile emin değildi; tek bildiği, anlayışının ötesindeki engin Dış Güçler’in görünmez gösterisinin maddi kanıtlarına bakmakta olduğuydu.

Yara artık bir çocuktan daha büyük değildi, hala mücevheri tutarak masanın üstünde yatan bir bebek gibiydi. Büyücü birden kaderinin farkına vararak ayağa fırladı ve mücevherden kurtulmaya çalıştı. Ancak hala küçülüyordu. Conan minik, cüce bedenin vahşi bir edayla minicik ellerini sallayıp, bir böceğin ciyaklaması gibi bir sesle haykırarak bronz masanın üzerinde koşuşturduğunu gördü.

Artık o kadar küçülmüştü ki, büyük mücevher dağ gibi yükseliyordu tepesinde. Conan onun deli gibi sendelerken sanki mücevherin ışıltısından korunmak ister gibi elleriyle gözlerini kapadığını gördü. Görünmeyen bazı manyetik güçlerin Yara’yı mücevhere doğru çektiğini seziyordu. Üç kez daralan bir çember şeklinde mücevherin etrafında rastgele koştu, üç kez dönüp masadan kaçmaya çabaladı; sonra gözlemcinin kulaklarında hafifçe yankılanan bir çığlıkla kollarını kaldırarak dosdoğru yanan küreye koştu.

Yakına eğilen Conan, Yara’nın pürüzsüz, kavisli yüzeye insanüstü bir çabayla tırmandığını gördü. Tıpkı bir insanın çamdan bir dağa tırmandığı gibi… Artık Rahip sadece tanrıların bildiği korkunç isimlere yakarıp, hala kollarını sallayarak mücevherin tepesinde duruyordu. Sonra aniden bir adamın denize battığı gibi mücevherin içine gömüldü ve isli dalgalar başının üstüne kapandı. Artık yeniden kristal berraklığına kavuşan mücevherin kızıl kalbinde, bir insanın uzaklarda küçücük görünen bir sahneyi gördüğü gibi görüyordu onu. Sonra kalbin içinde parlak yeşil kanatlı, insan vücutlu, fil kafalı bir yaratık belirdi; artık ne kördü, ne de sakat. Yara kollarını açarak deli gibi kaçmaya başladı. İntikamcı peşindeydi. O anda büyük mücevher bir köpüğün patladığı gibi patladı ve gökkuşağının yanardöner ışıltıları içinde kayboldu, bronz masanın üzeri çıplak ve boş kaldı. Her nasılsa, yukarıdaki odadaki Yag-kosha veya Yogah diye çağrılan tuhaf kozmos ötesi varlığın bedeninin uzandığı mermer divanın da artık boş olduğunu biliyordu Conan.

Cimmerialı döndü ve odadan gümüş merdivenlerden aşağıya kaçtı. O kadar şaşkındı ki kuleye girdiği yoldan kaçmak aklına bile gelmedi. O dolambaçlı, karanlık gümüş kuyudan koşarak indi ve parlak merdivenlerin dibindeki geniş bir odaya ulaştı. Orada bir an için durakladı, askerlerin odasına gelmişti. Gümüş zırhların ışıldadığını, mücevherli kabzaların parladığını gördü. Bir ziyafet sofrasında yığılıp kalmışlardı; öne düşmüş miğferli kafaların üstünde kara sorguçlar kasvetle sallanıyor; şarap lekeli lapis lazuli zeminde, düşen zar ve kadehlerin arasında yatıyorlardı. Conan ölmüş olduklarını anladı. Vaat gerçekleşmiş, söz tutulmuştu; cümbüşü büyünün mü, tılsımın mı, yoksa büyük yeşil kanatların üzerlerine düşen gölgesinin mi sona erdirdiğini bilemedi ama yolu açılmıştı. Gümüş bir kapı da ağaran şafakta ardına dek açık duruyordu.

Dalgalanan yeşil bahçelere çıktı Cimmerialı; seher yeli yüzüne bereketli filizlerin serin kokusunu getirince rüyadan uyanan biri gibi irkildi. Kararsızlıkla henüz çıktığı gizemli kuleye bakmak için döndü. Büyülenmiş miydi, afsunlanmış mı? Olup biten her şeyi rüyada mı görmüştü? O bakarken, parıltılı kulenin kızıl şafağa karşı sallandığını gördü; mücevher işlemeli kasnak artan ışıkta kıvılcımlandı ve tuzla buz olarak yıkıldı.

 
Son düzenleme:

BRAN MAK MORN

Çeviri & Balonlama
13 Tem 2011
193
2,213
Bu ne güzel bir sürpriz oldu, değerli kardeşim. Farklı kaynaklardan Türkçe tercümesini daha önceden okuma imkanı bulmama rağmen bu kadar beğeni ile okuduğum olmamıştı. Kıymetli paylaşımınıza çok teşekkür ederim. Ayrıca "HİBORYA ÇAĞINI" da tarafınızdan yapılmış bir tercüme ile okuma arzusunda olduğumu da belirmek isterim. Selamlar...
 

odenat

Onursal Üye
Çeviri & Balonlama
4 Eki 2012
1,278
16,803
Çok teşekkürler, Conan en sevdiğim çizgiromanlardan biridir. Howard'ın orijinal serisini alma fırsatım daha olmadı, sayenizde en ünlü hikayelerinden birinin Türkçe çevirisini okuyabildim.
 

Shoryuken

Yönetici
9 Nis 2013
4,043
20,204
Kamlançu
Çizgi romanını ezberlemiş birisi olarak bir solukta okudum ve her bir sahne okurken canlandı zihnimde. Böyle bir çalışmayı bizlere karşılıksız sunduğunuz için teşekkür ederim.
 
12 Şub 2010
15,006
543,642
İtiraf edeyim
Hüseyin Aksakal dostumun da zirvesi bu çeviri
Conan çizgi romanlarından aldığım şiirsel üslup beni Conan'a vurgun yapmıştı.
Fil Kulesi'nin bu çevirisinden aldığım keyif, Conan çizgi romanlarından aldığım keyfi ilk kez aşmış oldu. Buna ben de şaşırdım ve çok uzun zaman sonra çizgisiz bir romandan bu kadar büyük bir keyif aldım.

Sevgili Dindar Diker'in Fil Kulesi paylaşımında paylaştığı kısa pasaj bile sevgili Hüseyin Aksakal dostumun Howard çevirilerinde zirve yaptığının göstergesiydi.
Şahsen R.E. Howard'ı yeniden keşfetmenin hazzını yaşıyorum bu çeviri sayesinde.

Hararetle tebrik ediyorum sevgili dostum ve gerçekten gurur duyuyorum.
Nefis bir ziyafet oldu bana.
 

hüseyin aksakal

Onursal Üye
Çeviri & Balonlama
7 Eyl 2010
773
5,727
Kdz. Ereğli
Tam olarak söylemek gerekirse, yayınlanan üçüncü Conan öyküsü. Bu arada Kasedeki Tanrı ve Buz Devinin Kızı öyküleri Weird Tales editörü Farnsworth Wright tarafından reddedildi. O öyküler de -Buz Devinin Kızı'nı e-dergi'de paylaştım--Conan başyapıtlarıdır. Özellikle Buz Devinin Kızı, Howard'ın kadın konsepti konusunda editörleri ters köşe eden yaklaşımına örnektir. Reddedilen öykülerin ve yazılmasına başlanmış taslakların da kadın unsuruna ağırlık verilen öykülerden olması dikkat çeker.

Yine de Farnsworth Wright, Howard'ı öykülere biraz kadın katması için teşvik etmiştir. Ne gariptir ki, Weird Tales'e kadınlarıyla kapak olmalarına rağmen, bugün bu öyküler profili en düşük öyküler arasında sayılıyor.

Doğrusu öykü paylaşımlarına son verip makale paylaşımlarına ağırlık vermek niyetindeydim. Ama Profesör Yücesoy'un karşılıksız paylaşımından sonra bu karar nedeniyle mahcubiyet duydum. Bu öykü Çizgi Diyarı'na böyle geldi. Daha iyi de olabilirdi gibime geliyor ama takdir okurun.
 

hüseyin aksakal

Onursal Üye
Çeviri & Balonlama
7 Eyl 2010
773
5,727
Kdz. Ereğli
Tolkien'in müridi gibi hareket edenlerin, Howard'ı küçümsemesine de şaşmışımdır. Tolkien, usta bir bahçıvan elinden çıkma güzel bir bahçe sunuyor. Tolkien'in bahçesinde herkes kendisine ayrılan alanda güven içinde ve mutludur. Problemler bu alanların dışına çıkıldığında başlar...

Oysa Howard'ın herhangi bir öyküsü içinde güven içinde olunabilen tek bir tarihsel veya kurgusal arkaplan bulamazsınız. Howard'ın öyküleri, bataklıkları, sarmaşıkları, zehirli sürüngenleri, yırtıcı hayvanları ve leşçi kuşlarıyla vahşi bir ormanı andırır. Tolkien gücün soyluluktan geldiği çerçevesinde yazar. Howard soyluluğun güçten geldiği çerçevesinde...

Kişisel olarak bir çizgi roman paylaşım sitesinde edebiyat paylaşımları yapmak konusunda şüphelerim daha da artıyor. Kendim öyle olduğumdan olsa gerek, çizgi roman okurlarının aynı zamanda edebiyatla da hemhal olduğunu zannediyordum. Bu öyküleri yayınladıkça öyle olmayabileceği anlaşılmış oldu.
 
Üst