Akbabanın Kanatları - Kızıl Sonya 6. Bölüm

hüseyin aksakal

Onursal Üye
Çeviri & Balonlama
7 Eyl 2010
773
5,728
Kdz. Ereğli
ÖNCEKİ BEŞ BÖLÜMÜN ÖZETİ:
Büyük Osmanlı Sultanı Muhteşem Süleyman, yedi ay hapiste tuttuğu Avusturya heyeti arasında tanıdık birini görür. Avusturya seferine çıkacağını deklare ettiği heyeti huzurundan yolladıktan sonra bu kişinin kendisini Mohaç'ta yaralayan bir şövalye olduğunu hatırlar. Veziri İbrahim'e bununla ilgilenmesini ister. Vezirin yolladığı ulak, bu Alman Gottfried Von Kalmbach'ın kafileden ayrıldığını görür. Sadrazam İbrahim de görevi Avusturya seferi öncesinde ülkeyi kasıp kavurmakla görevlendirilen, tarihin en büyük Akıncı Beyleri arasında sayılan Mikhaloğlu'na verir.

Mikhaloğlu, Von Kalmbach'ı Tuna nehri kıyısında bir köyde bulur. Ancak Kalmbach, atıyla köyün çit duvarından atlayarak ormana kaçar, Mikhaloğlu peşinden karanlık, ıslak ormana dalar ama yakalayamaz. Gottfried Viyana'ya vardığında kuşatma başlamak üzeredir. Süleyman ağır toplarını sonbahar koşullarında yitirmiştir ama orta boy toplar, küçük toplar, sahra topları ve görenlerin ruhunu uyuşturan büyüklükte bir orduyla Viyana etrafında kuşatma düzeni alır. Bu arada Mikhaloğlu da yakıp yıkmaya geri dönmüştür....

Yeniçeriler kuşatmaya top atışlarıyla başlar. Kalmbach, surlara çıkarken, bir topun başında, bulunduğu yerle uyumsuz kılığıyla güzel ama tavırları erkeğe benzeyen bir kadın görür. Red Sonya'dır bu. Kanuni'nin gözdesi Hürrem'e büyük bir nefret duymaktadır. Gottfried nedenini sorduğunda, "Çünkü o benim kızkardeşim" cevabını verir. Surun bir noktasında yaşadığı çatışma esnasında Sonya Kalmbach'ı kurtarır ama ona hayli soğuk davranır. Sadrazam İbrahim, yeniçerilerin tasvirlerinden surda çarpışan kişinin Gottfried olduğunu anlar.

Gottfried ve Sonya, saldırılar arasında tartışırlar. Sonya Gottfried sarhoşken, içkide olduğu kadar savaşta yiğit olmadığını söyleyince, Almanla sürüyle sarhoş asker şehirden düzensiz bir huruç hareketine girişir. Vezir İbrahim şehirdeki casusları vasıtasıyla surların bir bölümünü uçurur. Ancak şehirden huruc eden sarhoşlar yüzünden yıkılan surlardan girmeye vakit bulamazlar. Sonya geri çekilişleri esnasında hendeğe düşen Gottfried'i kurtarır.

VI​

Önceki saldırılar, şu anda Viyana’nın sallanan surlarında patlayan fırtınanın yanında solda sıfırdı. Gece gündüz toplar parladı, gürledi. Bombalar çatılarda, sokaklarda patladı. Adamlar surlarda öldüğünde, yerlerini alacak kimse yoktu. Açlık korkusu caddelerde kol geziyor, daha kara ihanet korkusu dar geçitler arasında siyah harmanisiyle sokaklarda uzanıyordu. Soruşturma Karnthner surunu bölen patlamanın dışarıdan ateşlenmediğini gösterdi. Kentin içinde kuşkulanılmayan bir mahzenden bir lağıma tünel kazılmış, külliyatlı bir miktar barut surun altında patlatılmıştı. Bir-iki kişi gizlice çalışarak yapmış olabilirdi bunu. Burg bombardımanının sırf dikkatleri Karnthner Suru’ndan uzaklaştırıp, hainlere keşfedilmeden çalışma imkânı vermek için düzenlenmiş bir aldatmaca olduğu belliydi artık.

Kont Salm ve yardımcıları devlerin işini yaptı. İnsanüstü bir enerjiyle tutuşan yaşlı komutan surlara yürdü, bocalayanlara moral verdi, yaralılara yardım etti, ölüm darbelerini cömertçe indirirken erlerle omuz omuza gediklerde savaştı.

Fakat ölüm surların içinde yemek yediyse, dışarıda tümüyle ziyafet çekti. Süleyman sanki onların en beter düşmanış gibi insafsızca sürdü adamlarını. Veba aralarında kol geziyor, viran bölge de gıda sağlamıyordu. Soğuk rüzgârlar uğuldayarak Karpatlardan iniyor, savaşçılar hafif Şark giysileri içinde ürperiyordu. Kırağılı gecelerde nöbetçilerin elleri fitilli tüfeklerde dondu. Toprak çakmaktaşı gibi sertleşti, istihkâmcılar körelen aletlele halsizce didindi. Yağmur, kibritleri söndürdü, barutu ıslattı, çürüyen cesetlerin canlıların midesini bulandırdığı kent dışındaki ovayı çamurlu bir çukura dönüştürdü.

Süleyman kampına bakarken nöbet geçirir gibi ürperdi. Çamurlu ovada kasvetli kurşun göğün altında hayaletler gibi didinen harap, bitap askerlerini gördü. Katledilen binlerce askerinin kokusu burun deliklerindeydi. O anda cesetlerin cansız bedenlerini sadece efendilerinin amansız iradesi tarafından canlı tutulan eskimiş bir görev için sürüklediği, ölülerden gri bir ovaya bakıyormuş gibi geldi Sultan’a. Bir an için damarlarındaki Tatar, Türk’ün üstüne yükseldi ve korkuyla ürperdi. Sonra ince çenelerini sıktı. Viyana surları sarhoş gibi sallanıyordu, birçok yeri yamalı bohça gibiydi. Nasıl direnebilirlerdi ki?

“Saldırı için seslen. Surlara ilk çıkana otuz bin altın!”

Sadrazam çaresizce ellerini açtı. “Askerlerin morali bozuk. Bu buz ülkesinin sefaletine dayanamıyorlar.”

“Surlara kamçıyla sür onları,” diye cevap verdi Süleyman zalimce. “Bu Frenkistan kapısı. İmparatorluk yoluna oradan geçmemiz gerek.”

Davullar kampta gürledi. Hıristiyanlığın yorgun savunucuları kalkıp silahlarını kavradı. Ölüm kapışmasının geldiğine dair içgüdüsel bilgiyle gerildiler.

Kükreyen fitilli tüfekler ve savrulan kılıçlar eşliğinde sürdü Müslüman ordularını Sultan’ın subayları. Kırbaçlar şakladı ve safların aşağısında, yukarısında adamlar küfürler böğürdü. Kudurarak, koca gediklerle delik deşik, yine de arkasında umutsuz adamların çömelebildiği bariyerler olan sallanan surlara attılar kendilerini. Tıkalı hendeğin üstünde birbiri ardınca saldırılar dalgalandı, sallanan surlarda kırıldı ve ölülerden bir sel bırakarak çekildi. Gece umursamadan çöktü, top ateşi ve meşale alevleriyle aydınlatılan karanlıkta da kaynadı çatışma. Süleyman’ın müthiş iradesi tarafından sevkedilen saldırganlar tüm İslam geleneğini umursamadan gece boyunca savaştı.

Şafak Mahşer’in üstünde söktü. Viyana surlarının önünde çelik giyimli cesetlerden uçsuz bucaksız bir kilim seriliydi. Sorguçları rüzgârda sallanıyordu. Cesetlerin karşısında da boş gözlü saldırganlar, şaşkın savunucularla kapışmak için sendeledi.

Çelik dalgalar kabardı, kırıldı yeniden kabardı, ta ki çoğu tanrıyı insanoğlunun devasa acı çekme ve katlanma kapasitesine hayret ettirene dek. Kavimlerin Mahşeriydi bu—Asya Avrupa’ya karşı. Surların etrafında Doğulu yüzlerden bir deniz köpürüyordu— İspanyolların kükreyen fitilli tüfekleri, Avusturya Kargılarının saplanışı, iki ağızlı kılıçlarını olgun tahılı biçen orakçılar gibi savuran Alman Lanzknechtlerin darbeleri önünde hırlayan, feryat eden, can veren Türkler, Tatarlar, Kürtler, Araplar, Cezayirliler. Surların içindekiler, kendi ölülerinden tarlalarda tökezleyen dışarıdakilerden daha kahraman değildi.

Gottfried von Kalmbach için yaşamın tek bir anlamı kalmıştı—koca kılıcını savurmak. Karnthner Kulesi yakınındaki geniş gedikte, zaman tüm anlamını yitirene dek savaştı. Uzun çağlar boyunca kuduran yüzler önünde hırlayarak yükseldi; iblis yüzleri ve palalar ebediyyen gözlerinin önünde parladı. Yaralarını da hissetmedi, yorgunluğun tüketişini de. Kan ve terden körleşmiş halde, boğucu tozdan tıkanarak bir hasat gibi ölüm saçtı; yanında narin, pantersi bir kişinin salındığını ve vurup öldürdüğünü—önce kahkaha, küfürler ve şarkılardan parçalarla, sonra da zalim bir sessizlik içinde—belli belirsiz fark etti.

Bir birey olarak kimliği, o kılıç tufanı içinde kayboldu. Kont Salm yanında patlayan bir bomba tarafından ağır yaralandığında güçlükle farkına vardı. Ne gece tepelerden süründüğünde farkına vardı, ne de nihayet dalganın seyrelip tükendiğini anladı. Sadece Nikolas Zrinyi’nin kendini cesetlerle tıkalı gedikten çektiğini belli belirsiz fark etti. Zrinyi konuşuyordu: “Tanrı adına be adam, git de uyu. Onları püskürttük—en azından şimdilik.”

Kendini dar, dolambaçlı bir sokakta buldu; her taraf karanlık ve tenhaydı. Oraya nasıl geldiği hakkında hiçbir fikri yoktu, ama dirseğinden bir elin yönlendirerek çektiğini hatırlar gibiydi belli belirsiz. Zırhının ağırlığı sarkık omuzlarını çekiyordu. İşittiği sesin topun düzensiz kükremeleri mi, yoksa kendi başının içindeki bir zonklama mı olduğunu bilemedi. Beklediği biri varmış gibi geldi ona—onunla önemli bir işi olan biri. Fakat tümü belirsizdi. Biryerlerde çok, çok uzun bir süre önce bir kılıç darbesi miğferini yarmıştı. Düşünmeye çalışınca o korkunç darbenin şokunu yeniden hisseder gibi oldu, başı döndü. Çentilmiş başlığını çıkardı ve sokağa attı.

El yeniden kolunu çekiyordu. Bir ses ısrar etti “Şarap lordum—!”

Belli belirsiz, bir maşrapa uzatan ince yapılı, kara zırhlı birini gördü. Bir yutkunuşla onu kaptı ve susuzluktan can çekişen biri gibi yudumlayarak yakıcı sıvıyı ağzına dayadı. Sonra beyninde bir şey patladı. Sanki başının içinde bir barut deposu patlamış gibi, gece bir milyon parlak kıvılcımla doldu. Sonra da karanlık ve unutuluş.


Şiddetli bir susuzluk, ağrıyan bir baş ve uzuvlarını felç eder gibi olan yoğun bir yorgunluk algılayarak, ağır ağır kendine geldi. Eli ayağı bağlanmış, ağzı tıkanmıştı. Başını çevirince, içinde dolambaçlı taş bir merdiven bulunan ufak, çıplak, tozlu bir odada olduğunu gördü. Kulenin alt kesimlerinde olduğu kanaatine vardı.

Kaba bir masadaki cızırtılı bir mumun üstüne iki adam eğiliyordu. İkisi de ince ve kanca burunluydu, düz, siyah giysiler giyiyordu—Asya kökenli şüphesiz. Gottfried pes perdeden konuşmalarını dinledi. Maceralarında birçok dil öğrenmişti. Onları tanıdı—Tshoruk ve oğlu Rhupen; Ermeni tüccarlar. Tshoruk’u bir hafta veya o kadar önce, Akıncıların kubbeli tolgaları Süleyman’ın kampında göründüğünden beri sık gördüğünü hatırladı. Anlaşılan tüccar bir nedenden dolayı onu gizlice izlemişti. Tshoruk bir parşömen parçasına yazılanları okuyordu.


“Beyim, Karnthner surunu havaya uçurman boşuna olsa da, beyimin gönlünü edecek haberlerim var. Oğlum ve ben Alman von Kalmbach’ı ele geçirdik. Savaştan başı dönmüş halde surdan ayrılırken onu takip ettik, kandırarak yeri malumunuz olan harap küleye yönlendirdik, ilaçlı şarap vererek sıkıca bağladık. Beyim emir Mikhal Oğlu’nu kule yakınındaki sura yollasın, biz de onu ellerinize teslim edelim. Onu eski bir mancınığın üstüne bağlayacak ve bir ağaç gövdesi gibi surdan atacağız.”


Ermeni bir ok aldı ve ince, gümüş bir telle parşömeni okun etrafına bağlamaya başladı.

“Bunu çatıya götür ve her zamanki gibi korugana at,” diye başladı Rhupen “Dinle” diye bağırdığı anda. Gözleri kapana sıkışmış bir haşere gibi ışıldayarak—korkulu ama garez dolu—oldukları yerde kalakaldı ikisi de.

Gottfried tıkacı kemirdi; kayıyordu. Dışarıda tanıdık bir ses işitti. “Gottfried! Hangi cehennemdesin?”

Nefesi güçlü bir kükreme halinde patladı. “Hey Sonya! İblis adına! Dikkat et kız—”

Tshoruk bir kurt gibi hırladı ve bir palanın kabzasıyla Kalmbach’ın başına vahşice vurdu. Neredeyse anında, kapı içeri doğru kırıldı. Sanki bir rüyada gibi Kızıl Sonya’nın eşikte pistol elde belirdiğini gördü Gottfried. Yüzü gergin ve bitkindi, gözleri kor gibi yanıyordu. Miğfer ve kızıl pelerini kaybolmuştu. Zırhı yarılmış ve kızıl lekeli, çizmeleri kesikti, ipek pantolonu kanla ıslanmış ve beneklenmişti.

Boğuk bir çığlıkla Tshoruk palasını kaldırarak üstüne koştu. Daha vuramadan boş pistolun kabzasını başına indirerek öküz gibi yere serdi kadın. Diğer taraftan Rhupen eğri bir Türk hançeriyle vurdu. Pistolu düşüren kadın genç Doğuluyla kapıştı. Bir düşteki biri gibi bir eli bileğini, öbür eli boğazını kavrayarak amansızca geri geri sürdü onu. Onu yavaş yavaş boğarak, insafsızca tekrar tekrar, gözleri devrilip kapanana kadar duvarın taşlarına vurdu başını. Sonra boş bir tuz çuvalı gibi bir kenara attı.

“Tanrım!”Elleri başında odanın ortasında bir an sendeleyerek kalın bir sesle mırıldandı. Sonra tutsağa gitti ve kaskatı diz çökerek ip kadar eti de kesen beceriksiz darbelerle bağları kesti.

“Beni nasıl buldun?” diye sordu ayağa kalkan von Kalmbach aptal aptal.

Sonya masaya dek sendeledi ve bir sandalyeye çöktü. Dirseğinin dibinde bir şarap sürahisi duruyordu, onu hırsla kaptı ve içti. Sonra ağzını yenine silip, bezgin bezgin, ama canlanmış şekilde baktı ona.

“Surdan ayrıldığını gördüm ve takip ettim. Savaştan öyle sarhoştum ki, ne yaptığımı pek az biliyordum. Şu köpeklerin koluna girdiğini ve seni ara sokağa çektiğini gördüm, sonra da gözden kaybettim. Fakat sokağın dışında tolganı buldum ve sana seslenmeye başladım. Bunun anlamı da ne halt ki?”

Oku aldı, ona bağlı parşömende gözlerini kırpıştırdı. Anlaşılan Türkçe karakterleri okuyabiliyordu ama yorgunluktan uyuşmuş beynine anlamı malum olmadan yarım düzine kez taradı. Sonra yerdeki adamlar için tehlikeli şekilde titreşti gözleri. Tshoruk kafasındaki kesiği hissederek şaşkın şaşkın oturuyor; Rhupen yerde fokurdayıp öğürerek yatıyordu.

“Onları bağla birader,” diye emretti, Gottfried de itaat etti. Kurbanlar kadını, adama göre daha bir endişeyle süzüyordu.

“Bu mektup Vezir İbrahim’e hitap ediyor,” dedi aniden. “Gottfried’in kellesini niye istiyor?”

“Mohaç’ta Sultan’a açtığı bir yara yüzünden,” Tshoruk huzursuzca mırıldandı.

“Ve sen, bir köpekten daha aşağılık olan sen,” neşesizce gülümsedi, “Karnthner yakınındaki lağımı sen patlattın! Aramızdaki hainler dölünle sensin.” Bir pistolu çekip doldurdu. “Zrinyi seni öğrenince,” dedi, “sonun ne çabuk, ne hoş olacak. Fakat önce, seni yaşlı domuz, eniğinin beynini gözün önünde uçurma zevkini vereceğim kendime—”

Yaşlı Ermeni boğuk bir çığlık koyverdi. “Atalarımın rabbi, merhamet! Beni öldür—bana işkence et—ama oğlumu bağışla!

O anda doğadışı sessizliği yeni bir ses böldü—çanların yeri göğü inleten muazzam sesi.

“Bu da nesi?” diye kükredi Gottfried boş kınını rastgele yoklayarak.

Aziz Stephen’in çanları!” diye bağırdı Sonya. “Zafer için çalıyorlar!”

Sarkık merdivene atıldı ve Von Kalmbach da tehlikeli yolda onu takip etti. Hafifçe çökmüş, parçalanmış bir çatıya çıktılar, nispeten sağlam kısmında daha erken bir çağın bir kalıntısı olan ve yakınlarda tamir edildiği anlaşılan bir mancınık vardı. Kule surun hiç bekçi olmayan bir köşesine bakıyordu. Eski bir toprak tahkimatın bir bölümüyle ana hendeğe açılan bir iç ark, yerin ötesinde dik, doğal bir yamaçla birleşiyor, noktayı fiilen korunaklı kılıyordu. Casuslar keşfedilme korkusu olmaksızın buradan mesajlaşma imkânı bulmuştu, metodu da tahmin etmek kolaydı. Yamaçtan aşağıda, tam uzun bir ok menzilinde ahşap bir çerçeveye gerilmiş boğa derisinden koca bir korugan adeta rastgele terkedilmiş gibi duruyordu. Gottfried mesaj yüklü okların kuleden bu kalkana atıldığını anladı. Fakat o anda pek üstünde durmadı bunun. Dikkati Türk kampına çekildi Orada sıçrayan bir parıltı söken şafağı solduruyordu; çanların çılgın çınlayışının üstünde müthiş çığlıklarla birbirine karışık alev çatırtıları yükseliyordu.

“Yeniçeriler tutsaklarını yakıyor,” dedi Kızıl Sonya.

“Sabah sabah Kıyamet,” diye mırıldandı gözlerinin karşılaştığı görüntüden huşuya kapılan Gottfried.

Tüneklerinden arkadaşlar ovanın neredeyse tamamını görebiliyordu. Soğuk kurşun grisi gök altında, şafakla birlikte daha kasvetli bir kızıla boyanan ova, Türk cesetleri saçılmış halde göz alabildiğince uzanıyordu. Canlıların ordularıysa yavaş yavaş uzaklaşıyordu. Semmering’deki koca otağ kaybolmuştu. Diğer çadırlar hızla yıkılıyordu. Soğuk şafakta tepelerin arasına ilerleyen uzun katarın ucu şimdiden görüş alanı dışındaydı. Kar lapa lapa yağmaya başlıyordu.

Yeniçeriler, insanların Muhteşem, Merhametli dediği hükümdar efendilerinin kasvetli bakışları altında yakılmış alevlere attıkları biçare esir erkek, kadın ve çocuklarla doyuruyordu delice hayal kırıklıklarını. Viyana çanları biteviye çalıyor, bronz gırtlaklarını patlatacak gibi gümbürdüyordu.

“Dün gece son oklarını attılar,” dedi Kızıl Sonya. “Subaylarının onları kamçıladığını gördüm, kılıçlarımızın altında korkuyla feryat ettiklerini işittim. Et ve kan dayanamazdı artık. Bak!” Arkadaşının kolunu yakaladı. “Akıncılar artçı koruma düzeni alacak.”

O mesafeden bile kara kütleler arasında ilerleyen bir çift akbaba kanadını seçebildiler; kasvetli ışık mücevherli bir tolga üstünde ışıldadı. Sonya’nın barut lekeli sıkıldı; öyle ki pembe, kırık tırnakları ak avuçlarına battı ve kezzap gibi yakıcı bir Kazak küfrü tükürdü.

“Avusturya’yı çöle çevirdikten sonra gidiyor haydut! Boğazlanan halkın ruhlarını o lanet olası kanatlı omuzlarda nasıl da kolayca taşıyor! Neyse ki ihtiyar savaş atı, senin kelleni alamadı.”

“O yaşadıkça, kellemi omzumda gevşek taşıyacağım,” Dev homurdandı.

Kızıl Sonya’nın keskin gözleri birden kısıldı. Gottfried’in kolunu çekerek merdivenden süratle indi. Mahkûmları kurtarmak için sortilerde canlarını tehlikeye atarak hırpani takipçileriyle birlikte kapılardan çıkan Nikolas Zrinyi ve Paul Bakics’i görmediler. Yürüyüş hattı boyunca çelik çınladı, Akıncılar da doğru bir artçı koruma harekâtıyla, sayı üstünlükleriyle saldırganların gözükara cesaretine galebe çalarak savaşa savaşa, ağır ağır çekildi. Süvarilerinin derinliklerinde güvende olan Mikhal Oğlu alaycı bir edayla sırıttı. Ama ana yürüyüş kolunda ilerleyen Süleyman sırıtmadı. Yüzü ölüm maskesi gibiydi.

Harap kulenin içine dönen Kızıl Sonya çizmeli ayaklarından birini bir sandalyeye dayadı ve çenesini eliyle avuçlayarak Tshoruk’un korkudan donmuş gözlerine baktı.

“Canın için ne verirsin?”

Ermeni karşılık vermedi.

Eniğinin canı için ne verirsin?”

Ermeni sanki canı yanmış gibi irkildi. “Oğlumu bağışla prenses,” diye inledi. “Her şeyi—yaparım—ne olursa yapacağım.”

Biçimli, çizmeli bir bacağı sandalyeye attı ve oturdu.

“Bir adama mesaj götürmeni istiyorum.”

“Kime?”

“Mikhal Oğlu.”

Adam ürpererek diliyle dudaklarını nemlendirdi.

“Öğret de yapayım,” diye fısıldadı.

“İyi. Seni serbest bırakıp bir at vereceğiz. Oğlun rehine olarak burada kalacak. Eğer bizi kandırırsan, eniğinle oynasınlar diye Viyanalılara vereceğim—”

Yaşlı Ermeni bir kez daha ürperdi.

“Fakat dürüst oynarsan, ikinizin de serbestçe gitmenize izin verecek, dostum ve ben bu ihaneti unutacağız. Mikhal Oğlu’nun peşinden gitmeni istiyorum ona de ki—”


Sulu çamur ve yağan karın arasında Türk katarı ağır ağır ilerledi. Atlar başlarını rüzgâra eğdi, dağınık safların aşağısında yukarısında develer inleyip şikâyet etti, öküzler acı acı böğürdü. Silah ve donanım ağırlığından iki büklüm adamlar, çamurda tökezledi. Gece çöküyordu ama dur emri verilmemişti. Tüm gün çekilen ordu ta ellerinden tutsaklar çalarak yabanarıları gibi tepelerine atılan cüretkâr Avusturyalı zırhlılar tarafından taciz edilmişti.

Süleyman, Solak’ları arasında zalimce at sürüyordu. Ona ezilen hırslarını hatırlatan otuz bin Muhammedi cesedinin çürüdüğü ilk yenilgi sahnesiyle arasına elden geldiğince mesafe koymak istiyordu. Batı Asya’nın beyiydi o; asla Avrupa efendisi olamazdı. O sefil surlar, Batı dünyasını Müslüman sömürgesi olmaktan kurtarmıştı, Süleyman da bunu biliyordu. Osmanlı gücünün dalgalanan gürleyişi, Pers ve Moğol Hindistanı’nın ihtişamını soldurarak dünyanın etrafında yankılanıyordu. Fakat Batıda sarı saçlı Aryan barbarları sarsılmadan duruyordu. Türk’ün Tuna’nın ötesini yönetmesi yazılmamıştı.

Süleyman, Semmering tepesinde durup da, savaşçılarının subaylarının uçuşan kamçılarına rağmen siperlerden çekildiğini görünce kan ve ateş içinde görmüştü bu yazılanı. Kampı bozma emri vermesi, otoritesini korumak için olmuştu—bu dilini safra gibi yaktı ama daha askerleri zaten çadırlarını yakıyor ve onu terk etmeye hazırlanıyordu. Şu anda kara, kasvetli bir sessizlik içinde, İbrahim ile dahi konuşmadan at sürüyordu.

Mikhal Oğlu, kendi meşrebince, onların vahşi moral bozukluğunu paylaştı. Harap ettiği ülkeye sırt dönüşü yarı doymuşken avından uzaklaştırılan bir panterinki gibi vahşi bir gönülsüzlükle oldu. Keyifle kararmış, cesetler saçılı düzlükleri hatırladı—işkence edilen adamların feryatları—demir kollarda çırpınan kızların feryatları; katillerinin kandan kirlenmiş ellerindeki bu aynı kızların ölüm çığlıklarını da aynı hislerle hatırladı.

Fakat başarılmamış bir görevin hayal kırıklığıyla da içi acıyordu—zira Sadrazam onu kinayeli sözcüklerle kamçılamıştı. İbrahim’in gözünden düşmüştü. Daha alt düzeyde biri için bu bir yay kirişi anlamına gelebilirdi. Onun için bu, yeniden eski haline gelmek için bir tür muazzam başarı kazanmaya mecbur olmak demekti. Bu haleti ruhiye içinde yaralı bir panter kadar tehlikeli ve pervasızdı.

Kar, çekilişin sefaletini katlayarak şiddetle yağıyordu. Yaralı adamlar çamura düştü ve hareketsiz kaldı, çabucak ak bir harmaniyle kaplandılar. Mikhal Oğlu en gözlerini karanlığa doğru zorlayarak en geri saflar arasında at sürdü. Saatlerdir görünürde düşman falan yoktu. Muzaffer Avusturyalılar kentlerine dönmüştü.

Yürüyüş kolu, kararmış sütunları ve ufalanmış ateş yanığı duvarları yağan karda simsiyah duran harap bir köyden ağır ağır geçiyordu. Saflardan geriye, Sultanın geçeceği ve birkaç mil ötedeki bir vadide kamp kuracağı haberi geldi.

Geldikleri yol boyunca nalların hızlı dövünüşü Akıncıların mızraklarını kavrayıp, titreşen karanlığın içine kısık gözlerle bakmasına yol açmıştı. Sadece tek bir at ve Mikhal Oğlu ismini çağıran bir ses işittiler. Şeften bir kelimeyle bir düzine yay kalktı ve cevap bağırıldı. Uzun ayaklı, boz bir aygır yağan karda belirdi, üstünde kara harmanili biri gülünç şekilde çömeliyordu.

Tshoruk! Seni Ermeni köpek! Bismillah, ne oluyor—”

Ermeni Mikhaloğlu’nun yakınına ilerledi ve çabuk çabuk kulağına fısıldadı. Soğuk en kalın giysilerin içinden ısırıyordu. Akıncı Tshoruk’un şiddetle ürperdiğini fark etti. Dişleri takırdıyor, konuşurken kekeliyordu. Fakat mesajın öneminden gözleri parladı Türk’ün.

“Köpek, yalan mı söylüyorsun?”

“Yalan söylersem cehennemde çürüyeyim!” Güçlü bir ürperti Tshoruk’u sarstı ve kaftanına daha da sarındı. “Geri saflara saldıran zırhlılarla birlikte giderken attan düştü ve yaklaşık üç mil gerideki terkedilmiş bir köylü kulübesinde kırık bir bacakla—kadını Kızıl Sonya ve terkedilmiş kampta buldukları şaraptan sarhoş olan üç-dört Lanzknechts hariç— tek başına yatıyor.”

Mikhal Oğlu ani bir ilgiyle atını çevirdi.

“Bana yirmi adam!” diye havladı. “Kalanlar ana orduyla devam etsin. Ağırlığınca altın eden bir kellenin peşinden gidiyorum. Kampa varmadan size yetişirim.”

Osman mücevherli dizginini yakaladı. “Geriye gidecek kadar deli misiniz? Tüm ülke peşimizde olacak—”

Mikhal Oğlu ağzının ortasına süvari kırbacıyla vurunca yerinde sendeledi. Şef hızla döndü, seçtiği adamlar tarafından takip ediliyordu. Hayaletler gibi ruhani karanlıkta kayboldular.

Osman arkalarından bakarak kararsızca atında oturdu. Kar ok gibi iniyor, rüzgâr çıplak dallar arasında kuru kuru iç çekiyordu. Yorgun argın yürüyen ordunun uzaklaşan sesi dışında çıt yoktu. Az sonra bunlar da kesildi. Sonra Osman irkildi. Geldikleri yolun gerisindee, uzak bir aksiseda, kırk-elli fitilli tüfek bir ağızdan konuşmuş gibi bir kükreme işitti. Takip eden mutlak sessizlikte Osman ve askerleri paniğe kapıldı. Hızla dönerek çekilen ordunun peşinden harap köyden kaçtılar.
 

kadirnip

Onursal Üye
Çeviri & Balonlama
21 Kas 2014
4,654
22,314
Adana
Harika çeviri ve paylaşım için, çok teşekkürler sevgili Hüseyin Aksakal...
 
Üst