Akbabanin Kanatları - Kızıl Sonya 5. Bölüm

hüseyin aksakal

Onursal Üye
Çeviri & Balonlama
7 Eyl 2010
773
5,727
Kdz. Ereğli
Önceki 4 Bölümün Özeti:Büyük Osmanlı Sultanı Muhteşem Süleyman, yedi ay hapiste tuttuğu Avusturya heyeti arasında tanıdık birini görür. Avusturya seferine çıkacağını deklare ettiği heyeti huzurundan yolladıktan sonra bu kişinin kendisini Mohaç'ta yaralayan bir şövalye olduğunu hatırlar. Veziri İbrahim'e bununla ilgilenmesini ister. Vezirin yolladığı ulak, bu Alman Gottfried Von Kalmbach'ın kafileden ayrıldığını görür. Sadrazam İbrahim de görevi Avusturya seferi öncesinde ülkeyi kasıp kavurmakla görevlendirilen, tarihin en büyük Akıncı Beyleri arasında sayılan Mikhaloğlu'na verir.

Mikhaloğlu, Von Kalmbach'ı Tuna nehri kıyısında bir köyde bulur. Ancak Kalmbach, atıyla köyün çit duvarından atlayarak ormana kaçar, Mikhaloğlu peşinden karanlık, ıslak ormana dalar ama yakalayamaz. Gottfried Viyana'ya vardığında kuşatma başlamak üzeredir. Süleyman ağır toplarını sonbahar koşullarında yitirmiştir ama orta boy toplar, küçük toplar, sahra topları ve görenlerin ruhunu uyuşturan büyüklükte bir orduyla Viyana etrafında kuşatma düzeni alır. Bu arada Mikhaloğlu da yakıp yıkmaya geri dönmüştür....

Yeniçeriler kuşatmaya top atışlarıyla başlar. Kalmbach, surlara çıkarken, bir topun başında, bulunduğu yerle uyumsuz kılığıyla güzel ama tavırları erkeğe benzeyen bir kadın görür. Red Sonya'dır bu. Kanuni'nin gözdesi Hürrem'e büyük bir nefret duymaktadır. Gottfried nedenini sorduğunda, "Çünkü o benim kızkardeşim" cevabını verir. Surun bir noktasında yaşadığı çatışma esnasında Sonya Kalmbach'ı kurtarır ama ona hayli soğuk davranır. Sadrazam İbrahim, yeniçerilerin tasvirlerinden surda çarpışan kişinin Gottfried olduğunu anlar.


AKBABANIN KANATLARI
V​

Süleyman, 29’u sabahında kahvaltısını Viyana’da yemedi. Altın topuzlu zirveleri bulunan tavanı ve beş yüz Solak korumasıyla, Semmering sırtındaki zengin çadırının önünde durdu ve cılız duvarları boş yere gagalayan hafif bataryaları seyretti; hendeği doldumaya çalışarak yaşamlarını boş yere su gibi harcayan başıbozuklarını gördü; köstebek gibi oyan, burçların giderek daha yakınına lağımlar ve karşı lağımlar süren istihkâmcılarını gördü.

Kentin içinde pek az huzur vardı. Gece gündüz adam yerleştirilmişti surlara. Mahzenlerindeki Viyanalılar, davul derilerinin üstündeki bezelye tanelerinin hafifçe titreyişini seyretti. Surların altını oyan Türk lağımcıların, toprağı kazma seslerini ele veriyordu bu. Buna uygun şekilde karşı galeriler kazılıyordu; yeraltında, üstünden daha az şiddetle savaşmıyordu insanlar.

Viyana, bir kâfir deryasında bir Hıristiyan adasıydı. Adamlar geceden geceye, Akıncıların hala köşe bucak taradığı sancılı ülkede yanan ufukları seyrediyordu. Dış dünyadan nadiren haber geliyordu— Kamptan kaçan ve kente süzülen köleler. Haberleri taze dehşetti hep. Yukarı Avusturya’da yaşayanların üçte birinden azı sağ kalmıştı; Mikhaloğlu bizzat iş başındaydı. Ve akbaba kanatlı adamın birini aradığının besbelli olduğunu söylüyordu insanlar. Katilleri adamların kellerini getirip önüne yığıyor; o da hırsla korkunç kalıntıları araştırıyor, sonra anlaşılan şeytanca bir hayal kırıklığı içinde iblislerini yeni hunharlıklara yolluyordu.

Avusturyalıları korkudan felç etmek yerine, umutsuzluğun çılgın öfkesiyle ateşledi bu öyküler. Lağımlar patladı, gedikler açıldı, Türkler oluk oluk içeri aktı ama her seferinde umutsuz Hıristiyanlar önlerine çıktı, göğüs göğüse çatışmanın boğucu, kör, vahşi hayvan deliliği içinde borçlu oldukları kızıl bedeli kısmen ödettiler.

Eylül, Ekim’de solarken, yapraklar Wiener Wald’da kahverengi ve sarıya döndü, rüzgârlar da serinledi. Seyredenler, kırağı ısırığının ağarttığı surlarda geceleyin ürperiyordu ama çadırlar hala kenti kuşatıyor, Süleyman hala muhteşem otağında oturup imparatorluk yolunu kesen cılız bariyere bakıyordu. İbrahim hariç kimse konuşmaya cesaret edemiyordu onunla; ruh hali kuzey tepelerinden sürünerek inen soğuk geceler kadar karaydı. Çadırının dışında inleyen rüzgâr, fetih hırsları için ağıt gibi görünüyordu.

İbrahim dikkatle seyretti onu. Şafaktan öğleye dek süren beyhude bir hücumun ardından Yeniçerileri geri çağırdı ve harap varoşlara çekilmeleri ve dinlenmelerini söyledi. Ve bir okçuyu, sırf bazı kişilerin sadece böyle bir olayı beklediği şehrin muayyen bir noktasına çok özel bir oku atmaya yolladı.

O gün başka saldırı yapılmadı. Günler boyu Karnthner Kapısı’nı döven sahra topları Burg’u dövmek üzere kuzeye kaydırıldı. Surun o kısmında bir saldırı yakın göründüğünden, askerlerin büyük bölümü de oraya intikal etti. Oysa bataryalar saatler boyu mütemadiyen ateş etse de saldırı gelmedi. Ne sebepten olursa olsun, askerler molaya müteşekkirdi; bitkinlikten başları dönüyor, çiğ yaralar ve uyku eksikliğinden çıldırıyorlardı.



O gece Am-Hof pazarının büyük meydanı, sivillerin gıptayla baktığı askerlerle kaynıyordu. Şehirde tüm içki bittiğinde üç katı para kaldırmayı uman zengin bir Yahudi tacirin mahzeninde gizli büyük miktarda şarap keşfedilmişti. Subaylarına inat, yarı deli adamlar koca fıçıları meydana yuvarlayıp deldi. Salm, onları durdurmaya yeltenmekten vazgeçti. Sarhoşluk, diye homurdandı yaşlı savaş atı, adamların tükenmişlikten yerlerinde yıkılmasından iyidir. Yahudiye kendi kesesinden ödeme yaptı. Askerler nöbetleşe surlardan indi ve kana kana içti.

Kandil ve meşalelerin ışığında, sarhoşların naralarıyla şarkıları eşliğinde, ara sıra bir topun gürleyişi uğursuz, bir alt ses çalıyordu. Von Kalmbach miğferini bir fıçıya daldırdı ve onu ağzına dek dolu halde dökerek çıkardı. Bıyığını içkiye batırıp bulutlu gözleri çelik başlığın kenarından fıçının öbür tarafındaki afili kişiye takılınca durdu. Bir içerleme geldi ifadesine. Kızıl Sonya daha şimdiden bir fıçıdan çoğunu ziyaret etmişti. Asi buklelerinin üstündeki başlığı bir tarafa atmıştı; meydan okuyuşu daha vahşi, gözleri daha alaycıydı.

“Hey!” diye bağırdı kibirle. “Hep olduğu gibi fıçıya dalmış burnuyla Türk katili bu! İblis ısırsın tüm ayyaşları!”

Düzenli olarak mücevherli bir kupayı kızıl sıvıya daldırıyor ve tek yudumda boşaltıyordu. Gottfried içerlemeyle kasıldı. Sonya’yla şimdiden bir dalaşı vardı ve hala üzüntüsünü yaşıyordu.

“Hırpani kılığın ve boş kesenle, ne bakacakmışım sana,” diye alay etmişti kadın, “Paul Bakics bile benim için kudururken? İşine bak ayyaş, bira fıçısı!”

“Lanet olsun sana,” diye terslenmişti o da. “Sırf kızkardeşin Sultan’ın karısı diye kendini böyle pohpohlamana gerek yok—”

Bunun üzerine kadın müthiş bir öfkeye kapılmış ve karşılıklı küfürler patlatmışlardı. Kadının gözlerindeki iblisten, kendisini daha da keyifsiz kılacak şeyler yapmaya niyetlendiğini görüyordu şimdi.

“Fahişe!” diye homurdandı von Kalmbach, “Şu fıçıda boğacağım seni.”

“Hayır, önce sen boğulursun domuz herif!” kaba bir kahkaha patlatarak bağırdı. “Türklere karşı, içkiye karşı olduğu kadar yiğit olmayışın yazık!”

“Köpekler yesin seni sürtük!” diye kükredi. “Böyle uzak durup, top gülleleriyle bizi döverlerken nasıl kırabilirim kafalarını? Onlara surdan hançerimi mi fırlatayım?”

“Hemen dışarda binlercesi var,” diye terslendi içki ve kendi vahşi doğasıyla uyarılan deliliğin pençesinde, “Eğer gitmeyi gözü yiyen biri varsa.”

“Tanrı aşkına!” Kuduran dev koca kılıcına asıldı. “ Ayık veya değil, hiçbir şımarık bana ödlek diyemez! Kimse beni izlemese de tepelerine bineceğim!”

Böğürüşünü kızılca kıyamet izledi, kalabalığın sarhoş ruhu böyle bir deliliğe müsaitti. Adamlar içkili halde kılıçlarını çekip dış kapılara sendelerken boş fıçıların yanı boşaldı. Wulf Hagen, sağa sola yumruklar indirip öfkeyle bağırarak fırtınanın içine ilerlemeye çabaladı. “Bekleyin sizi sarhoş salaklar! Bu halde çıkmayın! Bekleyin—” Kör, duygusuz bir sel halinde akarak onu nazarı itibara almadılar.


Şafak doğu tepelerinde yeni uç vermeye başlıyordu. Tuhaf şekilde sessiz Türk kampında bir yerlerde bir davul çalmaya başladı. Türk nöbetçiler rastgele baktı ve kılıç ve bira maşrapalarını sallayarak asma köprüden dökülen sekiz bin kişilik hıristiyan ordusunu görünce afalladı ve kampı uyarmak için havaya ateş açtılar. Hendeğin üstünde köpürüyorlardı ki, müthiş bir infilak hengâmeyi böldü ve Karnthner Kapısı civarındaki surun bir bölümü kendi kendine ayrılıp havaya uçmuş gibi göründü. Türk kampından muazzam bir nara koptu ama saldırganlar durmadı.

Palas pandıras varoşlara koştular ve orada uykudan uyanamamış ama tümüyle giyinik, silahlı ve telaşla saldırı hatları halinde sıralanan Yeniçerileri gördüler. Durmadan, başları önde yarı kurulmuş saflara daldılar. Sayıca çok azdılar ama sarhoş öfke ve süratleri yine de karşı konulmazdı. Çılgınca vuran balta ve savrulan enli kılıçlar önünde Yeniçeriler şaşkın, düzensizce geriye doğru sendeledi. Varoşlar savaşan adamların birbirini kılıçtan geçirdiği, ezik bedenler ve kesik uzuvlar üstünde tökezlediği bir mezbaha halini aldı. Semmering zirvesindeki Süleyman ve İbrahim, yenilmez Yeniçerilerin tepelere doğru akarak tamamen çekildiklerini gördü.

Kentte, savunucuların geri kalanı deli gibi gizemli patlamanın surda açtığı gediği tamire çalışıyordu. Salm, o sarhoş huruç hareketine müteşekkirdi. O olmasa, Yeniçeriler daha toz yatışmadan gedikten oluk oluk akıyor olacaktı.

Türk kampında her şey karman çormandı. Süleyman atına koştu ve Sipahilere bağırarak saldırıyı şahsen üstlendi. Saflar oluşturdular ve düzenli alaylar halinde yamaçlardan aşağı ilerlediler. Hala kaçan düşmanı takip eden Hıristiyan savaşçılar, aniden tehlikeye uyandı. Yeniçeriler hala önlerinde geri çekiliyordu ama her iki kanattan Asyalı süvariler yollarını kesmek için dörtnala geliyordu. Korku, sarhoş pervasızlığının yerine geçti. Gerilemeye başladılar ve çekiliş süratle bir bozgun halini aldı. Kör bir panikle bağırarak silahlarını attılar ve asma köprüye kaçtılar. Türkler onlara suyun kenarında yetişti ve köprüden onlar için açık olan kapının içine takip etmeye çalıştı. Köprüde de Wulf Hagen ve adamları takipçileri karşılayıp güçlükle durdurdu. Kaçak seli güvenlik için onu geçerken; Türk akını üstünde kızıl bir dalga gibi kırıldı. Bir mızrak denizinde, çelik giyimli bir dev halinde yükseldi.

Gottfried von Kalmbach’ın savaş alanını terk etmeye gönlü yoktu ama sunturlu küfürler etse de arkadaşlarının seli onu kaçış dalgası boyunca sürükledi. Az sonra ayakları yerden kesildi ve paniğe kapılan arkadaşları düşen bedeninde tepindi. Çılgın topuklar zırhını dövmeyi kestiğinde başını kaldırdı ve hendeğin kenarında durduğunu, etrafında Türkler dışında kimse olmadığını gördü. Doğrularak hantal adımlarla hendeğe koştu, omzunun üstünden peşindeki bir Müslümana bakıp, umulmadık şekilde daldı.

Debelenip tükürükler saçarak çıktı, bir öküz gibi sular sıçratarak karşı sahile yanaştı. Kandan kudurmuş Muhammedi—suyun içinde dışarıdaki kadar evinde sayılan Cezayirli bir korsan—hemen arkasındaydı. İnatçı Almanın kılıcını düşürmemesi gerekiyordu ve zırhıyla ağırlaşmıştı; karşı sahile varmaya başardı oraya tutundu, Cezayirli çıplak omzunun üstünde hançeri ışıldayarak döne döne gelirken, savunma için bir elini bile kaldıramayacak kadar bitkindi. Sonra biri sahilin hemen yakınında ağır bir küfür etti. Narin bir el uzun bir pistolu Cezayirlinin yüzüne uzattı; başını korkunç bir harabeye çevirerek patlarken adam bağırdı. Başka bir ince, güçlü el batan Almanın zırhının ensesini kavradı.

“Sahile tutunsana salak!” diye gıcırdadı ses binbir zahmetle. “Seni kendi başıma çıkaramıyorum; bir ton çekiyor olmalısın. Çek budala, çek!”

Üf püf ederek debelenen Gottfried yarı tırmandı, yarı kaldırıldı hendekten. Biraz karın üstü yatıp ne kadar kirli sut yuttuysa öğürme eğilimi gösterdi ama kurtarıcısı onu ayağa kalkmaya zorladı.

“Türkler köprüyü geçiyor, çocuklar da kapıları yüzlerine kapatıyor—çabuk, yolumuz kesilmeden.”

Kapının içinde Gottfried adeta düşten uyanır gibi etrafa bakındı.

“Wulf Hagen nerede? Köprüyü tutarken gördüm onu.”

“Yirmi Türk ölüsü ortasında cansız yatıyor,” cevabını verdi Kızıl Sonya.

Gottfried yıkık bir duvara oturdu ve sarsılmış, tükenmiş ve hala içki ve kan şehvetiyle şaşkın olduğundan, yüzünü koca ellerine gömdü ve ağladı. Sonya keyifsizce tekmeledi onu.

“Şeytan adına, oturup tokatlanmış bir okul kızı gibi hüngür hüngür ağlamasana be adam. Senin ayyaşlar salağı oynamaya mecburdu ve bu düzeltilemez. Gel—Walloon tavernasına gidip bira içelim.”

“Niye beni hendekten çıkardın?” diye sordu.

“Senin gibi koca bir hödük kendine yardım edemez de ondan. O koca cüsseyi hayatta tutmak için benim gibi bilge birine ihtiyaç olduğunu gördüm.”

“Ama beni adamdan saymıyorsun sandıydım.”

“Eh, bir kadın fikrini değiştirebilir, değil mi?” diye terslendi.


Surlar boyunca kargıcılar, kaynayan Müslümanları kısmen tamir edilen gedikten iterek püskürtüyordu. Kraliyet otağında İbrahim efendisine tam da Sadrazamın dikkatle hazırladığı planını bozmak için doğru anda iblisin o sarhoş hurucu ilham ettiğini izah ediyordu şüphesiz. Öfkeden kuduran Süleyman ilk kez olarak dostuna kaba konuştu.

“Hayır, seninki yürümedi. Entrikalarınla işim yok artık. Hile nerede başarısız olursa, orada saf güç galebe çalar. Akıncılara bir atlı yolla; düşenlerin yerini almak için burada ihtiyaç var onlara. Söyle ordular yeniden saldırsın.”
 
Son düzenleme:

hüseyin aksakal

Onursal Üye
Çeviri & Balonlama
7 Eyl 2010
773
5,727
Kdz. Ereğli
Bu ve sonraki bölüm, belki tarih bilgisi açısından değil ama eski tarz bir kale kuşatmasında neler yaşandığını merak edenler için kaynak niteliği taşıyor.
 
Üst