Akbabanin Kanatları - Kızıl Sonya 2. Bölüm

hüseyin aksakal

Onursal Üye
Çeviri & Balonlama
7 Eyl 2010
773
5,728
Kdz. Ereğli
Özet: Büyük Osmanlı Sultanı Muhteşem Süleyman, yedi ay hapiste tuttuğu Avusturya heyeti arasında tanıdık birini görür. Avusturya seferine çıkacağını deklare ettiği heyeti huzurundan yolladıktan sonra bu kişinin kendisini Mohaç'ta yaralayan bir şövalye olduğunu hatırlar. Veziri İbrahim'e bununla ilgilenmesini ister. Vezirin yolladığı ulak, bu Alman Gottfried Von Kalmbach'ın kafileden ayrıldığını görür. Sadrazam İbrahim de görevi Avusturya seferi öncesinde ülkeyi kasıp kavurmakla görevlendirilen, tarihin en büyük Akıncı Beyleri arasında sayılan Mikhaloğlu'na verir.

1. Bölüm için bkz: http://www.cizgidiyari.com/forum/huseyin-aksakal/100727-akbabanin-kanatlari-red-sonya.html



II​



Tuna’dan fazla uzak olmayan bir köydeki ufak, hasır kulübede, bir saman yığınına serilg hırpani bir pelerine yaslanmış birinden şiddetli horlamalar yükseliyordu. Masumiyet ve bira uykusu uyuyan paladin Gottfried von Kalmbach’tı bu. Mağrur bir sultanın armağanları olan kadife cübbe, bol ipek pantolon, hilat ve sahtiyan çizmelerin imi timi yoktu. Paladin yıpranmış deri ve paslı zırh giyiyordu. Eller uykusunu bölerek onu çekiştirdi, o da mahmur mahmur sövdü.

“Uyanın lordum! Oh, uyan sevgili şövalye—sevgili domuz—sevgili it ruhlu—uyanacak mısın artık?

“Doldur maşrapamı hancı,” diye mırıldandı uyuklayan. “Kim?—Ne? Köpekler yesin seni Ivga! Bir pulum daha yok—bir peni bile. İyi bir kız gibi git de uyuyayım.”

Kız çekişi ve silkeleyişini yeniledi.

“Oh aptal! Kalk! Meçini kuşan! Birşeyler olup bitiyor!”

“Ivga,” diye mırıldandı Gottfried, kızın saldırısından kaçınarak, “Yahudiye tolgamı götür. Yeniden içki almaya yetecek kadar para verir sana.”

“Salak!” diye bağırdı umutsuzca. “İstediğim para değil! Bütün doğu yanıyor ve kimse nedenini bilmiyor!”

“Yağmur kesildi mi?” diye sordu von Kalmbach, nihayet gelişmelere biraz ilgi göstererek.

“Yağmur saatler önce kesildi. Sadece hasır damdan damlayanı duyabilirsin. Kılıcını kuşan da sokağa çık. Köyün erkeklerinin hepsi senin son gümüşün yüzünden sarhoş, kadınlar da ne düşünüp, ne yapacaklarını bilmiyor. Ah!”

Feryat, kulübenin yarıklarında parlayan acayip bir aydınlığın ani sıçrayışıyla bölündü. Alman kararsızca ayağa kalktı, çabucak iki ağızlı kılıcını kuşandı, çentikli miğferini kırpık saçlarının üstüne geçirdi. Sonra kızı dağınık sokağa dek izledi. Kız çıplak ayaklı, gençten bir şeydi; geniş yırtıklar arasından ak teninin cömert açıklıkları görünen kısa, fanilaya benzer bir giysi giyiyordu.

Köyde yaşam da hareket de yok gibiydi. Hiçbir yerde ışık görünmüyordu. Sular aralıksız damlıyordu hasır çatıların saçaklarından. Çamur sokaklarda birikintiler parıldıyordu. Rüzgâr, küçük köyün etrafındaki karanlık siperler halinde sıkıştıran siyah, ıslak ağaç dalları arasında ürkütücü şekilde iç çekip inledi. Güneydoğuda ise küf kokulu bulutlar halinde dumanlar çıkaran, kıpkırmızı bir parıltı kurşun göğe dek yükseliyordu. İvga kız, inleyerek uzun Almanın yakınına sokuldu.

“Sana bunun ne olduğunu söyleyeyim kızım,” dedi parıltıyı tarayarak. “Süleyman’ın iblisleri bunlar. Nehri geçtiler ve köyleri yakıyorlar. Evet, gökte daha evvel de böyle parıltılar gördüm. Onları daha önce bekliyordum ama şu lanet yağmurlar onları haftalarca geciktirmiş olmalı. Evet, Akıncı bunlar; orası doğru. Viyana’ya varmadan durmazlar. Baksana kızım, çabucak ve sessizce kulübenin arkasındaki ahıra git de kır aygırımı getir bana. İblisin parmakları arasından fare gibi sıvışalım. Aygır ikimizi de rahatça taşıyacaktır.”

“Ya köy halkı!” diye hıçkırdı kız ellerini bükerek.

“Eh, şey,” dedi, “Tanrı onları korusun; adamlar benim biramı yiğitçe içti, karılar da kibardı—fakat İblis’in boynuzları kız, kır atım koca köyü taşıyamaz!”

“Git sen!” diye karşılık verdi kız. “Ben kalıp halkımla öleceğim.”

“Türkler seni öldürmez,” diye cevapladı. “Seni dövüp şişman, yaşlı bir İstanbullu tacire satarlar. Karnımı yardırmaya kalmayacağım; ne de seni—”

Kızdan müthiş bir çığlık sözünü kesti ve kızın genişleyen gözlerindeki korkunç dehşetten süratle döndü. Tam o bunu yaparken köyün en alt ucundaki bir kulübe alevler içinde kaldı. Islanmış malzeme usulca yanıyordu. Bir çığlıklar ve kudurmuş naralar potburisi takip etti kızın feryadını. Uyuşuk ışıkta insanlar koşturuyor, rastgele sıçrıyordu. Gölgelerin içine doğru gözlerini zorlayan Gottfried, sarhoşluk ve ihmalin savunmasız bıraktığı alçak çamur surun üstüne üşüşen bedenleri gördü.

“Kahretsin!” diye mırıldandı.”Lanet olasıcalar, ateşlerinin önünde ilerlemişler. Köye karanlıkta sokulmuşlar—hadi gel kız!”

Fakat tam çekip almak için kızın ak bileğini yakalarken, kız çığlık attı ve korkudan kudurmuş vahşi bir mahlûk gibi ona direndi; çamur duvar en yakınlarındaki noktadan gürültüyle çöktü. Sürüyle atın darbesi altında yıkıldı ve artan ışıkta belirginleşen atlılar işi bitmiş köye daldı. İstilacılar haykıran kadınlarla sarhoş erkekleri ağıllarından sürükleyip gırtlaklarını keserken, her taraftaki kulübeler tutuşuyor, çığlıklar yağmur bulutlarına dek yükseliyordu Gottfried, ateş ışığı parlak çeliklerinde ışıldayan süvarilerin ince bedenlerini gördü; en öndekinin omuzlarında akbaba kanatları gördü. Tam Mikhal Oğlu’nu tanımıştı ki, şef kasıldı ve işaret etti.

“Saldırın köpekler!” diye bağırdı Akıncı, sesi artık yumuşak değil, çekilmiş bir pala hışırtısı gibi tizdi. “Gombuk bu! Kellesini bana getiren adama beş yüz mangır!”

Kalmbach, bir küfürle, haykıran kızı da kendisiyle çekerek en yakın kulübenin gölgesine atıldı. Tam atılırken, yay kirişlerinin çınlayışını işitti, kız hıçkırdı ve kolunda yığılıp kaldı. Ayağının dibine çöktü ve kızıl ışıkta kalbinin altında titreyen bir okun tüylü ucunu gördü. Alçak bir homurtuyla, köşeye sıkışmış bir ayı gibi saldırganlara döndü. Bir an başını tehditkar şekilde uzatıp kılıcını iki eliyle tutarak durdu; sonra avcı saldırısına maruz kalan bir ayı gibi gerileyerek döndü ve kulübelerin arkasına kaçtı, oklar etrafında ıslık çalıyor, zırh halkalarından sekiyordu. Ateş edilmedi; yağışlı ormanda at sürmek saldırganların barut kaplarını ıslatmıştı.

Von Kalmbach arkasında vahşi çığlıkları unutmadan kulübenin arkasına yerleşti ve bulunduğu kulübenin arkasında, gri aygırını bağladığı barakaya ulaştı. Tam kapıya uzanırken yarı karanlıkta birisi panter gibi hırladı ve şiddetle vurdu ona. Darbeyi kalkan kılıçla savuşturdu ve geniş omuzlarının tüm gücüyle karşılık verdi. Koca kılıç Akıncının parlak tolgasından sersemletici şekilde sekti ve kolu omuzdan kopararak zırh yeleğin bağlantılarını yırttı. Muhammedi bir inlemeyle yığıldı, Alman düşen bedenin üstünden atladı. Korku ve heyecandan vahşileşen aygır tiz bir sesle kişnedi, sahibi sırtına atlarken de şahlandı. Eyer ve dizgine vakit yoktu. Gottfried topuklarını hayvanın ürperen böğrüne gömdü ve koca hayvan adamları kuka gibi sağa sola devirerek şimşek gibi atıldı kapıdan. Kulübelerin arasında, ateşin aydınlattığı açık alanda, her adımda ezilmiş cesetler saçıp, çamurda dövünürken süvarisini tepeden tırnağa çamura bulayarak koştu.

Akıncılar, ok yağdırıp, tazı gibi uluyarak kaçan atlının peşine takıldı. Köye yaya olarak girenler, viran surdan atlarına koşarken, atlılar peşinden mahmuzladı.

Atını onun için açık tek noktaya—yıkılmamış batı suru—sürerken, oklar Gottfried’in başının çevresinden hızla geçiyordu. Tehlikeli bir durumdu, zira yol zorlu ve kaygandı; gri aygır da böyle bir atlayışı hiç denememişti. Altındaki koca bedenin umutsuz girişim için tümüyle gerilip toparlandığını hissederken nefesini tuttu; sonra aygır, güçlü kasların volkanik bir kabarışıyla havaya yükseldi ve sadece bir santim farkla engeli aştı. Takipçiler hayret ve öfkeyle bağırıp dizginlere asıldı. Doğuştan süvari olsalar da, böyle gözükara bir atlayışa cesaret edemezlerdi. Kapılar ve surdaki boşlukları ararken zaman kaybettiler, nihayet köyden çıktıklarında da siyah, nemli, ıslık çalan, yağışlı orman avlarını yutmuştu.

Mikhal Oğlu bir iblis gibi sövdü ve köyde hiç canlı bırakmaması talimatıyla saldırıyı teğmeni Osman’a bıraktı, meşalelerle çamurlu humusta yolu izleyip yol Viyana’nın surlarının tam altına dahi gitse onu yakalayacağına yeminler ederek kaçağın peşinden hızlandı.
 
Son düzenleme:

Shoryuken

Yönetici
9 Nis 2013
4,044
20,235
Kamlançu
Hikaye heyecanlı bir yerde kesildi...
Gombuk 7 bölüm boyunca kaçabilecek mi bakalım :)
Red Sonya'nın orijinal cümlelerle tarifini de aynı heyecanla bekliyorum.
Çok teşekkürler Hüseyin Aksakal...
 

hüseyin aksakal

Onursal Üye
Çeviri & Balonlama
7 Eyl 2010
773
5,728
Kdz. Ereğli
Red Sonya bir yan karakter, Öykünün 4. bölümünde devreye girecek. Ama girdiği anda öyküye yeni bir ritm ve enerji katıyor. Maalesef bizden olanlara karşı savaşıyorlar.
 
12 Şub 2010
15,006
543,776
Bir savaş sonrasında girilen köylerde, şehirlerde yağma yapmak ve direnenlerle, savaşçıları esir etmek, o çağların evrensel hukukuna uygun bir davranıştır.

Direnmeyen köy ve şehir halkı katledilmezdi. Yağmaya uğramamak için de işgalcinin takdir ettiği miktarda fidyeyi öderdi.

O çağlarda vahşet göstergesi ise, köy ve şehir halkının savaşmadıkları, direnmedikleri halde işgalciler tarafından kılıçtan geçirilmesi ve yağmaya uğratılmasıdır.

Öykü yazarının mensup olduğu kültürün ulusları bu vahşet gösterisinin belki de en büyük temsilcileridir.

Haçlı istilalarında bu vahşeti sayısız kez ve yüzyıllar boyunca sergilemişlerdir.

Yakın çağlarda bile Afrikanın sömürgeleştirilme öyküsü, Kuzey ve Güney Amerikanın asıl sahibi olan yerlilerin soykırıma uğratılması bu vahşete örnektir.

Saddam Irak'ının işgalinde de bunun örnekleri sergilenmiştir.

Öykünün bu bölümünde, Akıncıların köye girer girmez vahşete başladıkları anlatılmaktadır.

Dedelerimizin böyle bir vahşet gösterip göstermemiş olduklarını böyle hayali öykü yazarlarından değil de gerçek tarih yazarlarının eserlerinden araştırmak gerekiyor. Gerçekten de böyle örnekler yaşanmış mıdır? Bunu yabancı kaynaklardan araştırmak görevi bizim tarihçilerimize düşüyor. Ne yazık ki, bilimsel namusa sahip ve gerçek anlamda böyle bir araştırmayı görev edinmiş tarihçimiz varsa da ben bilmiyorum.

Ama aksi kanıtlanıncaya kadar Osmanlı dönemindeki Türk ordularının, akıncılarının genel tavrının vahşet olmadığına inanıyorum. o çağın savaş hukukundan çok daha fazla insani davranmış olduğuna inanmak için geçerli nedenler var şimdilik.

En önemlisi, yüzyıllarca Türk işgali altında kalmış olmalarına rağmen Sırp, Hırvat, Bulgar, Yunan, Romen ve daha bir çok ulusun kökü kazınmadan, dillerini, kültürlerini özgürce yaşayarak varlıklarını devam ettirmiş olmaları ve daha sonra bağımsızlıklarını kazanacak kadar güçlenmeleri bunun en büyük kanıtıdır.

Bu ülkelerdeki Türk işgali bittikten sonra orada ne Türk ne de müslüman varlığı devam etmemiştir. Katliamla, sürgünle tüm varlıkları bitirilmiş, hatta çok sayıdaki kültür eserleri dahi yok edilmiştir.

Bizim tarih kitaplarımız, Osmanlı dönemindeki Türk ordularının, yabancı topraklardaki tarlaları, meyve bahçelerini tahrip etmek şöyle dursun, bağlardan yemek üzere kopardıkları üzümlerin bedelini para keselerini bağın dallarına astıklarına dair hikayelerle doludur.

Üçyüzyıla yakın Türk işgali altındaki Macaristan'da sadece ikibine yakın Türk askerinin bulunduğu yazılıdır bizim tarih kitaplarında. Bu da, işgalin zorbalıkla değil, adaletle yönetimden kaynaklandığı açıklanmaktadır eğer doğruysa.

Türklerin Avrupada kısa zamanda büyük toprakları işgale muvaffak olmasının asıl nedeninin üstün silah gücü yanında, Avrupadaki zorba derebeylik yönetiminden usanan yerli halkın Türk işgalini çok zaman sevinçle karşıladığı, çünkü işgalci Türklerin, kendilerini yöneten zorbalara göre daha adil bir yönetim sağladıkları düşüncesidir.

Sonraki yüzyıllarda Osmanlı devlet düzenindeki bozulmalar ve diğer sebeplerle durum değişmiş olsa bile yükselme devrinde ve özellikle adına ekli Kanuni gibi sıfat olan bir sultan döneminde Türk akıncılarının böyle bir vahşet sergilemiş olduğuna inanmayı imkansız kılıyor. Avrupalıların tarihinde bile Kanuni'den saygıyla söz edildiği biliniyor.

Bu nedenle, Avrupa tarihini bile bilmeyen ama çok başarılı hayali öyküler yazma yeteneği olan bir yazarın bu öyküsüne de o gözle bakıp geçiyorum.

Conan'da da Turan hakanı diye geçen öyküde Türklere gönderme yapılmasına rağmen, bizdeki kılıçlı kahramanların maceralarında Avrupalılar ve kralları hakkındaki maceralarda resmedilenleri hatırlayınca yok birbirimizden farkımız diyerek bunları dert etmeden çizgi romanın keyfini yaşamaya çalışıyorum.

Ufkumuzu genişleten ve Conan öykülerine ilham olan bu öyküler için sevgili Hüseyin Aksakal dostuma teşekkürlerimi sunuyorum.
 

serdary67

Onursal Üye
18 Eki 2009
8,731
25,954
ordu-turkey
Hüseyin bey soluksuz bir macera birde bunun çizildiğini düşünün yazılarınız arşivleniyor kimbilir birgün bunlar da hayata geçer.Çok sağolun.
 

muratusta

Süper Üye
14 Ağu 2012
570
2,148
İSTANBUL
Hüseyin bey gibi değerli kişilerin burda aramızda olduğu için ve bu güzel sunumları için teşekkür ederim.
Saygılar ve sevgiler...
 

kadirnip

Onursal Üye
Çeviri & Balonlama
21 Kas 2014
4,654
22,315
Adana
Nefis çeviri ve paylaşım için, çok teşekkürler sevgili Hüseyin Aksakal... Sıkı takipteyiz :)
 

hüseyin aksakal

Onursal Üye
Çeviri & Balonlama
7 Eyl 2010
773
5,728
Kdz. Ereğli
Bir savaş sonrasında girilen köylerde, şehirlerde yağma yapmak ve direnenlerle, savaşçıları esir etmek, o çağların evrensel hukukuna uygun bir davranıştır.

Direnmeyen köy ve şehir halkı katledilmezdi. Yağmaya uğramamak için de işgalcinin takdir ettiği miktarda fidyeyi öderdi.

O çağlarda vahşet göstergesi ise, köy ve şehir halkının savaşmadıkları, direnmedikleri halde işgalciler tarafından kılıçtan geçirilmesi ve yağmaya uğratılmasıdır.

Öykü yazarının mensup olduğu kültürün ulusları bu vahşet gösterisinin belki de en büyük temsilcileridir.

Haçlı istilalarında bu vahşeti sayısız kez ve yüzyıllar boyunca sergilemişlerdir.

Yakın çağlarda bile Afrikanın sömürgeleştirilme öyküsü, Kuzey ve Güney Amerikanın asıl sahibi olan yerlilerin soykırıma uğratılması bu vahşete örnektir.

Saddam Irak'ının işgalinde de bunun örnekleri sergilenmiştir.

Öykünün bu bölümünde, Akıncıların köye girer girmez vahşete başladıkları anlatılmaktadır.

Dedelerimizin böyle bir vahşet gösterip göstermemiş olduklarını böyle hayali öykü yazarlarından değil de gerçek tarih yazarlarının eserlerinden araştırmak gerekiyor. Gerçekten de böyle örnekler yaşanmış mıdır? Bunu yabancı kaynaklardan araştırmak görevi bizim tarihçilerimize düşüyor. Ne yazık ki, bilimsel namusa sahip ve gerçek anlamda böyle bir araştırmayı görev edinmiş tarihçimiz varsa da ben bilmiyorum.

Ama aksi kanıtlanıncaya kadar Osmanlı dönemindeki Türk ordularının, akıncılarının genel tavrının vahşet olmadığına inanıyorum. o çağın savaş hukukundan çok daha fazla insani davranmış olduğuna inanmak için geçerli nedenler var şimdilik.

.

Profesör Hocam, bu yazdıklarınızın hepsi hemen hemen doğru. Türkler göçebe bir toplum olduklarından, fethettikleri ülkelerdeki insanlar karşısında üstünlük iddiasında bulunmazlardı. Tüm göçebe toplulukların ortak özelliğidir bu. Kızlarını kaçırırlar, onlarla evlenirler, çocuklarını has evlat bilirlerdi--ki kendi çocukları zaten. Türklerde önemli olan liyakatti. Avrupa'da kanın kiminle ne kadar karıştığına göre insani niteliklerin tasnif edilmesi alışkanlığı vardı.

Daha sonraları devşirme usulü ortaya çıktığında gayrımüslimlerin pek çoğu evlatlarını rızayla vermek istemedi. Bu yöntem Avrupa'da hep bir korku unsuru olarak kaldı. Yine de Fatih İstanbul'u fethettiğinde, kendine Roma Kayzeri gibi bir unvan verdi ki, (Fetih'te yeniçerilere yağma izni verilip verilmediği hep tartışılır verilmiş de olabilir verilmemiş de. Lakin verildiyse de bu olağandan kısa sürmüş olmalı) bu aynı zamanda rum vatandaşların da imparatorluk koruması altında olduğu anlamına da geliyordu.

Osmanlıların 1299 sıralarında tarih sahnesine çıktığından itibaren, Niğbolu savaşına kadar esirlerin katledildiği tek bir örnek yoktur. Bu savaşta da Yıldırım Bayezıd, haçlı ordusunun sivil halka zarar verilmemesi şartıyla teslim olan bir osmanlı kasabasının halkının kılıçtan geçirilmesine öfkelenmiştir. Howard Semerkant Beyi'nde Niğbolu'da teslim olanların öldürülmesini anlatırken, haçlıların daha önce yaptıklarına değinmez.

Bu da sizin Aslanların Tarihi metaforunuza getiriyor bizi. Ağlayıp sızlamanın bir yararı yok. Tereyağını kesiyor diye bıçağı suçlayalım ama niye tereyağı bu kadar yumuşak diye de sorgulayalım. Yani kendi tarih öykülerimizi kendimiz yazmadıkça, Batı güçlü iletişim olanaklarını kulanarak bizi bu şekilde anlatmaya devam edecektir.

Yavuz Bahadıroğlu, Oğuz Özdeş, Rahmi Turan gibi yazarların Türk tarihi öykülerinde de Türkleri aşırı yüceltme görülüyor ki bu durum da tarihi bu kaynaklardan öğrenecek çocuklar açısından başka sakıncalar doğuruyor. Ama Ömer Seyfettin'in Pembe İncili Kaftan'ı bu alanda mükemmele en fazla yaklaşan kitaptır bence... Tekrar tekrar okuduğum kitaplardandır...
 

muratusta

Süper Üye
14 Ağu 2012
570
2,148
İSTANBUL
ALINTI:::Bu da sizin Aslanların Tarihi metaforunuza getiriyor bizi. Ağlayıp sızlamanın bir yararı yok. Tereyağını kesiyor diye bıçağı suçlayalım ama niye tereyağı bu kadar yumuşak diye de sorgulayalım. Yani kendi tarih öykülerimizi kendimiz yazmadıkça, Batı güçlü iletişim olanaklarını kulanarak bizi bu şekilde anlatmaya devam edecektir.
------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Söylediklerinize harfiyen katılıyorum sevgili Hüseyin bey
Adam gibi Tarihçiler çıkıp tarihi doğru yazmadıkça Avrupa
bizi böyle hep kötülemeye devam edecektir.
Saygılar sevgiler..
 

hüseyin aksakal

Onursal Üye
Çeviri & Balonlama
7 Eyl 2010
773
5,728
Kdz. Ereğli
Tarihi konuşmamız lazım. Bizde en fazla merak edilen konudur. Müslüman aileler çocukları devşirme olarak yetiştirilsin diye komşularının çocukları yerine kendilerininkini verirken, niye devlet-i şahane gayrımüslimlerin çocuklarında ısrar ediyordu? Niye gayrımüslimler sadrazam falan olurken, ehli imanın çocukları çiftçi olarak kaldı. Bu Osmanlı sisteminin sorgulanabilir kısımlarındandır. Ancak mesela Ankara Savaşı'nın ardından Osmanlı Devleti'nin ayakta kalmasını sağlayan bu devşirme sistemi olmuştur. Zira Türk beyleri, güçlerini atıyorum Karamanoğlu beyliğinde de koruyabiliyordu. Candaroğullarında da pozisyonları aynı oluyordu. Ama devşirmeden yetişen devlet adamları devlet yokken açıkta kaldılar Ankara Savaşından sonra. Çoğu kan bağıyla birbiriyle bağlı olan beylik halkları onları içine almıyordu. Onların varolmalarının tek yolu Osmanlı Devletinin bekasıydı. Fetret devrinde taht kavgalarının bir an önce son bulması ve Devlet-i Ali'nin hükümranlığını tesis etmesi için çalıştı devşirmeler. Devşirmeler olmasa Osmanlı'nın ömrü yüz yıldan biraz daha uzun sürmüş ve yok olup gitmiş olacaktı.

Ama her sistem kendi çelişkilerini içinde taşır. Diyalektik yani. Bu özellikle duraklama ve gerileme içindeki bir devlette sürdürülebilir bir sistem değil. Aynı sistem, Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda Anadolu'yu kuru bir bozkır halinde bıraktı. Zira Devlet demek İstanbul demekti. Belki selçuklu eserlerinin Anadolu'da neden Osmanlı'dan daha fazla olduğunu merak edenler olmuştur. Bunun nedeni tüm imarın yarısından çoğunun İstanbul'da, yarısından azının Edirne'de, onun yarısından azının da Bursa'da yapılmış olmasıdır. Anadolu'daki osmanlı eserleri, hanedanın değil, beylerin, beylerbeylerinin falan eseridir sayıları da azdır. Osmanlı'dan cumhuriyet dönemine geçiş sadece hanedanın el değiştirmesi gibi bir olay değildir yani...

Neyse... Buradan sonrası politikaya giriyor artık...
 

hüseyin aksakal

Onursal Üye
Çeviri & Balonlama
7 Eyl 2010
773
5,728
Kdz. Ereğli
Hüseyin bey soluksuz bir macera birde bunun çizildiğini düşünün yazılarınız arşivleniyor kimbilir birgün bunlar da hayata geçer.Çok sağolun.

Sayın Serdary67 bunun Çizgi roman uyarlaması Conan serileri içinde yapıldı.

Conan Klas. Mac. Serisi Lal Kitapçılık Sayı 04 - Red Sonja ve Diğer Hikayeler'in içinde Akbabanın kanatları diye bir öykü var... Karakterler ve öykünün ana kurgusu buradan uyarlanmış.
 
12 Şub 2010
15,006
543,776
Tarihi konuşmamız lazım. Bizde en fazla merak edilen konudur. Müslüman aileler çocukları devşirme olarak yetiştirilsin diye komşularının çocukları yerine kendilerininkini verirken, niye devlet-i şahane gayrımüslimlerin çocuklarında ısrar ediyordu? Niye gayrımüslimler sadrazam falan olurken, ehli imanın çocukları çiftçi olarak kaldı. Bu Osmanlı sisteminin sorgulanabilir kısımlarındandır. Ancak mesela Ankara Savaşı'nın ardından Osmanlı Devleti'nin ayakta kalmasını sağlayan bu devşirme sistemi olmuştur. Zira Türk beyleri, güçlerini atıyorum Karamanoğlu beyliğinde de koruyabiliyordu. Candaroğullarında da pozisyonları aynı oluyordu. Ama devşirmeden yetişen devlet adamları devlet yokken açıkta kaldılar Ankara Savaşından sonra. Çoğu kan bağıyla birbiriyle bağlı olan beylik halkları onları içine almıyordu. Onların varolmalarının tek yolu Osmanlı Devletinin bekasıydı. Fetret devrinde taht kavgalarının bir an önce son bulması ve Devlet-i Ali'nin hükümranlığını tesis etmesi için çalıştı devşirmeler. Devşirmeler olmasa Osmanlı'nın ömrü yüz yıldan biraz daha uzun sürmüş ve yok olup gitmiş olacaktı.

Sevgili Hüseyin Aksakal dostumuz, sorunun cevabını da vermiş zaten.
Devşirme, yüksek makama geldiğinde kayıracağı, yüksek makamlara atayacağı, birlikte yolsuzluk yapabileceği akrabalara sahip değildi.
Çok güçlendiği zaman da, sırtını dayayıp işbirliği yapacağı ve böylece kendi saltanatını kuracağı bir aşireti yoktu. Varlığı, kendisini o makama getiren güçle kaim olduğu için o güce sadakatten ayrılma ihtimali zayıftı.
 
Üst