Akbabanin Kanatları - Kızıl Sonya 1. Bölüm

hüseyin aksakal

Onursal Üye
Çeviri & Balonlama
7 Eyl 2010
773
5,728
Kdz. Ereğli
AKBABANIN KANATLARI​
(Yedi bölümden birincisi)​





“Köpekler giydirilip iyice doyuruldu mu?”

“Evet, Mü’minlerin Koruyucusu.”

“O zaman bırakın huzura sürünsünler.”

Böyle getirdiler aylarca hapisten solan elçileri, Türkiye Sultanı ve bir kudretli hükümdarlar çağındaki en güçlü hükümdar Muhteşem Süleyman’ın çardaklı tahtının önüne. Kraliyet odasının muazzam, erguvan kubbesi altında, önünde dünyanın titrediği taht ışıldıyordu—altın panelli, inci kakmalıydı. Bir imparator serveti eden mücevherler, Süleyman’ın başının üstünde bir görkem halesi gibi asılı duran zümrütlü bir frizde son bulan ışıl ışıl bir inci şeridine bağlı ipek tenteye dikilmişti. Yine de tahtın görkemi, üstündeki şahsın ışıltısıyla solduruluyordu; mücevher bezeli, elmaslı ak türbanının üstünde akbalıkçıl tüyü yükseliyordu. Tahtın etrafında dokuz vezir mütevazı tavırlarıyla ayakta duruyor, imparatorun yakın koruması askerler de kürsüye diziliydi—siyah, beyaz ve kızıl tüyleri yaldızlı tolgaların üstünde sallanan zırhlı Solaklar.

Avusturyalı elçiler münasip şekilde tesir altına alınmıştı—daha ziyade Marmara Denizi’ne hâkim zalim Yedikule Zindanı’nda düşünmek için dokuz bezdirici ay geçirdiklerinden. Sefaret başkanı, kızgınlığını boğdu ve içerlemesini bir itaat taklidi içinde gizledi—Avusturya Arşidükü Ferdinand’ın generali Habordansky’nin omuzları için tuhaf bir örtü. Kolları karayağız Yeniçeriler tarafından sıkıca kavranarak tahtın önüne getirilirken, kırışık başı, mağrur Sultanın ona armağan ettiği yalımlı ipek libaslarla uyumsuz şekilde diken dikendi. Kosova’da, katledilen Sırp şövalyesi Miloş Kabiloviç’in gizli bir hançerle galip Murad’ı öldürdüğü o kızıl günden beri, böyleydi yabancı sefirlerin sultanlara takdimi.

Muhteşem Türk, Habordansky’e pek az teveccühle baktı. Süleyman, ince, aşağı doğru kavisli burnu ve sarkık bıyıklarının metanetini yumuşatmadığı ince düz ağızla uzun boylu, narin bir adamdı. Dar, dışarı doğru çıkık çenesi sinekkaydı traşlıydı. Tek acziyet emaresi, ince, kayda değer uzunlukta boynundaydı ama bu emare ince bedeninin sert çizgileri ve kara gözlerinin ışıltısıyla yalanlanıyordu. Onun Tatarlığı, bir izlenimden fazlasıydı—Yavuz Selim’in Kırım Prensesi Hafza Hatun’dan olma oğluydu sahiden de. Dünyanın en kudretli askeri gücünün veliahtı olarak, kral olmak için doğmuş, yetkiyle taçlanmış, Tanrıların altında eşi emsali olmayan bir gururla örtünmüştü.

Kartal bakışının altında ihtiyar Habordansky, gözlerindeki kasvetli öfkeyi gizlemek için başını eğdi. Dokuz ay önce general, efendisi Arşidükü temsilen, ateşkes ve ölü kral Louis’in başından, Muhteşem Türk’ün ordularının Avrupa yolunu açtığı kanlı Mohaç meydanında koparılan demir Macar Tacının mülkiyeti için tekliflerle gelmişti İstanbul’a. Ondan önce başka bir elçi daha gelmişti— Polonyalı Kont Palatin Jerome Lasczky. Habordansky, soyunun pervasızlığuyla Süleyman’ı sinirlendirerek efendisi için Macar tacında hak iddia etmişti. Lasczky, bir ricacı gibi, bükülü dizleri üstünde Mohaç’taki hemşerileri için istemişti o tacı.

Lasczky’e mevki, altın ve himaye sözleri verilmişti zira onun tamahkâr ruhu için bile iğrenç taahhütler sunmuştu—müttefikinin kullarını köle olarak satmak, uyruk topraklardan Hıristiyanlık’ın tam kalbine dek yol açmak.

Tüm bunları, Sultan’ın küstah gücenikliğinin ona tahsis ettiği zindanda öfkeden köpürerek öğrenmişti Habordansky. Şu anda Süleyman sadık, yaşlı generale kibirle bakıyor, mutad olduğu üzere Sadrazam sözcülüğünde olağan resmi görüşmeye hazırlanıyordu. Hanedandan bir Türk, herhangi bir Frenk lisanı bilgisini kabule tenezzül etmezdi ama Habordansky, Türkçeyi anlıyordu. Sultan’ın ihtarları kısa ve girizgâhtan mahrumdu.

“Efendine de ki, onu kendi topraklarında ziyaret hazırlığı yapıyorum ve beni Mohaç veya Peç’te karşılayamazsa, ben onu Viyana surları dibinde karşılayacağım.”

Habordansky konuşmak için kendine güvenmediğinden başını eğdi. Şahanelerinin elinin kibirli bir hareketiyle bir emir subayı öne çıktı ve generale iki yüz düka bulunan küçük yaldızlı bir kese ihsan etti. Odanın diğer ucunda Yeniçeri mızrakları altında sabırla bekleyen maiyetinin tüm diğer üyeleri de aynı şekilde ödüllendirildi. Habordansky, şükürler mırıldandı, budaklı elleri hediyeyi gereğinden kuvvetle sıktı. Sultan hafifçe gülümsedi; büyükelçinin cesaret edebilse sikkeleri yüzüne fırlatacağını iyi biliyordu. Elini azat işareti olarak yarıya dek kaldırdı, sonra gözleri generalin maiyetini oluşturan insan topluluğuna—daha doğrusu bu adamlardan birine takılarak durdu. Bu adam odadaki en uzun kişiydi; Türk armağanı kıyafeti sakarca giyen güçlü kuvvetli biri. Sultandan bir işaretle askerlerin pençesinde öne çıkarıldı.

Süleyman ona dikkatle baktı. Türk fanilası ve bol hil’at muazzam güçlü hatlarını gizleyemiyordu. Kumral saçı kısa kesilmiş, kavisli sarı bıyığı inatçı bir çenenin altına sarkıyordu. Mavi gözleri tuhaf şekilde dalgın görünüyordu; sanki açılmış gözleriyle, ayakta uyuyor gibiydi bu adam.

“Türkçe konuşur musun?” Sultan ona doğrudan hitap ederek adama müthiş bir onur veriyordu. Osmanlı sarayının tüm debedebesine rağmen, Sultan’ın içinde Tatar atalarının basitliğinden birazı hala duruyordu.

“Evet, şahaneleri,” diye cevapladı Frenk.

“Kimsin sen?”

“İnsanlar bana Godfried von Kalmbach derler.”

Süleyman kaşlarını çattı ve parmakları ipek giysilerinin altından eski bir yaranın izlerini hissedebildiği omzunda gayrı ihtiyari gezindi.

“Ben yüzleri unutmam. Seninkini biryerlerde gördüydüm—bilincimin altına kazılı koşullarda. Ama o koşulları hatırlayamıyorum.”

“Ben Rodos’ta bulundum,” diye önerdi Alman

“Birçok adam vardı Rodos’ta,” Süleyman terslendi.

“Evet,” von Kalmbach sukünetle kabul etti. “Del’Isle Adam’dır orası.”

Süleyman kasıldı ve umutsuz Rodos savunması Türk’e altmış bin adama mal olan Saint John Şövalyelerinin Yüce Üstadı’nın adından gözleri ışıldadı. Her nasılsa, Frenk’in herhangi bir özel ilgiye mazhar olmak için kâfi mertebede zeki olmadığına karar verdi ve bir el hareketiyle heyeti savdı. Elçiler Huzur’dan geri geri çıktı ve olay kapandı. Frenklere İstanbul dışında imparatorluğun en yakındaki sınırlarına dek eşlik edilecekti. Türk’ün uyarıları apar topar Arşidüke taşınacak, uyarının ardından çok geçmeden Bab-ı Ali orduları gelecekti. Süleyman’ın subayları, Büyük Türk’ün aklında yalnızca kuklası Zapolya’yı mağlup Macar tahtına oturtmaktan fazlası olduğunu biliyordu. Süleyman’ın hırsları tüm Avrupa’yı kucaklıyordu—yüzyıllar boyu ilahiler söyleyen ve yakıp yıkan ordularını Şark’a döken o inatçı Frenkistan, tekrar tekrar İslam’ı mağlup etmek için olgunlaşmış görünen, her zaman muzaffer olmasalar da, en azından yenilmeden çıkan bu mantıksız ve tutarsız halklar.


Tahtında kara kara düşünen Süleyman’ın ince başını kaldırıp, güvenle yaklaşan Sadrazam İbrahim’i çağırması, Avusturyalı elçilerin ayrıldığı sabahın akşamında oldu. Sadrazam efendisinin takdirinden emindi hep; o Sultanın içki arkadaşı ve gençlik yoldaşı değil miydi? İbrahim’in, efendisinin nazarında tek bir rakibi vardı—babasının Rogatino’daki hanesinden Sultan’ın haremdeki gözdesi olmak için köleciler tarafından sürüklenen, Avrupa’nın Roxelana olarak tanıdığı kızıl saçlı Rus kızı Şen Hürrem.

“Kâfiri sonunda hatırladım,” dedi Süleyman. “Mohaç’ta şövalyelerin ilk saldırısını hatırlar mısın?”

İbrahim zikredilen yüzünden hafifçe irkildi.

“Ey Mazlumların Hamisi, efendimin ilahi kanının bir inançsız tarafından dökülüşünü unutmak mümkün mü?”

“O zaman her biri şahsımızı kılıçtan geçirmek için canlarını ortaya koyan Nasıralı Paladinlerden otuz iki şövalyenin doludizgin saflarımıza daldığını da hatırlarsın. Allah için, bir düğüne süren insanlar gibi at sürüyorlardı; muazzam atları, uzun mızrakları karşılarına çıkan herkese galebe çalıyor, levha zırhları en kaliteli çeliği savuşturuyordu. Yine de fitilli tüfekler konuşunca düştüler; ta ki eyerde sadece üçü kalana dek—Şövalye Marczali ve iki arkadaşı. Bu paladinler solaklarımı olgun başak gibi biçti ama Marczali’yle arkadaşlarından biri de düştü—neredeyse ayağımın dibine.

“Yine de, vizörlü tolgası başından uçmuş, zırhının her ekleminden kan fışkırıyor olsa bir şövalye kaldı. İki ağızlı koca kılıcını savurarak tam üstüme sürdü; Sakal-ı Şerif adına yemin ederim ki ölüm öyle yakınımdaydı ki, Azrail’in yakıcı nefesini ensemde hissettim!

“Kılıcı gökteki şimşek gibi çaktı ve başlığımdan sekti, o an yarı bayıldım, öyle ki burnumdan kan boşandı, omzumdaki zırh yırtıldı ve yağmur yağdığında bana sıkıntı veren bu yarayı açtı. Etrafına üşüşen Yeniçeriler atının diz bağlarını kesti, hayvan düşerken onu da yere çaldılar, Kalan Solaklarım da meydan savaşından çıkardı beni. Sonra Macar ordusu gelmeye devam etti, ben de şövalyeye ne olduğunu göremedim. Fakat bugün onu yeniden gördüm.”

İbrahim bir şüphe çığlığıyla irkildi.

“Hayır, o mavi gözler konusunda hata yapmam. Nasıl bilmiyorum ama Mohaç’ta beni yaralayan şövalye, bu Alman Gottfried von Kalmbach’tı."

“Ama İmanın Savunucusu,” diye itiraz etti İbrahim, “O köpek şövalyelerin kelleleri kraliyet otağının önünde yığılıydı—”

“Ben de onları saydım ve adamlar seni suçladığımı zannetmesin diye o zaman bir şey demedim,” diye cevapladı Süleyman. “Sadece otuz bir taneydiler. Çoğu öyle hasarlıydı ki suratları pek az tanınıyordu. Fakat her nasılsa bana bu darbeyi vuran kâfir kurtuldu. Cesur adamları severim ama kanımız bir inançsızın köpeklerin yalaması için yere saçıp ta cezasız kalacağı kadar sıradan değildir. Bununla ilgilen.”

İbrahim iyice eğilerek selam verdi ve çekildi. Altın kemerli pencereleri servi ve çınar ağaçları tarafından gölgelenen, gümüş pınar çisentileriyle serinletilen mavi döşemeli bir odaya ilerledi enli koridorlardan. Cilalı deri ve parlak bronz zırh kuşanmış çekik gözlü, kayıtsız bir Kırım Tatarı olan Yaruk Han, çağrısı üzerine buraya geldi.

“Köpek Kardeş,” dedi Vezir, “Kımızın bulandırdığı gözlerin emir Habordansky’e hizmet eden uzun Almanı beyini fark etti mi—hani saçı bir aslan yelesi gibi sarı olan?”

“Evet, Noyan, Gombuk dedikleri.”

“Aynen. Köpek kardeşlerinden bir birlik al da Frenklerin peşinden git. Bana bu adamı geri getir de mükâfatını al. Elçilik mensupları kutsaldır ama bu mesele resmi değil,” diye ekledi alaycı bir tavırla.

“Başüstüne!” Bizzat Sultana layık saygılı bir selamla, imparatorluğun ikinci adamının huzurunden geri geri çıktı Yaruk Han.


Birkaç gün sonra tozlu, seyahat lekeli ve avı olmadan döndü. İbrahim tehditkâr gözünü üstüne dikti Tatar altın kemerli pencereleriyle, mavi odadaki ipek minderlerde oturan Sadrazamın önünde yere kapandı.

“Yüce han, öfkenin köleni ziyan etmesine izin verme. Hata benim değildi Sakal-ı Şerif adına.”

“Uyuz kıçının üstüne çömel de anlat şu öykünü,” diye emretti İbrahim halden anlayan bir tavırla.

“Şöyle oldu beyim,” diye başladı Yaruk Han. Hızla at sürdüm, Frenkler ve eşlikçileri arayı epey açmış olsa da, gece boyunca durmadan ilerledim ve ertesi gün öğle vakti onlara yetiştim. Ama bir de ne göreyim, Gombuk aralarında değildi, onu sorunca da paladin Habordansky sadece bir top gürleyişi gibi ağır küfürlerle karşılık verdi. Bu yüzden bu kâfirlerin dilini anlayan refakatçılardan bazılarıyla konuştum ve neler olup bittiğini öğrendim. Yine de beyime hatırlatmam gerek ki, refakat görevindeki sipahilerin söylediklerini tekrarlıyorum, onlar da onursuz adamlar ve yalan söylerler, şey gibi—”

“Bir Tatar gibi,” dedi İbrahim.

Yaruk Han, komplimanı köpek gibi bir sırıtışla kabullendi ve devam etti. “Anlattıkları şu. Şafakta Gombuk atını kalanlardan ayırdı, Emir Habordansky de nedenini sordu. Bunun üzerine Gombuk, Frenk meşrebince güldü—huh! huh! huh!—böyle. Gombuk, ‘Lütufkâr hizmetin beni eskitti, bu yüzden bir Türk zindanında dokuz ay topuk serinlettim. Süleyman sınırdan serbest geçiş izni verdi bize, ben de sizinle gelmeye mecbur değilim.’ ‘Seni köpek,’ dedi Emir, ‘Rüzgârda savaş var, Arşidükün de kılıcına ihtiyacı var,‘İblis yesin Arşidükü’ diye cevapladı Gombuk; ‘Zapolya bir köpek, çünkü Mohaç’ta kenara çekildi ve biz yoldaşlarını kılıçtan geçirilmeye bıraktı fakat Ferdinand da bir köpek. Meteliksizken kılıcımı ona satıyordum. Artık iki yüz dükam ve herhangi bir yahudiye bir avuç gümüşe satabileceğim bu giysiler var. Bir penim kaldığı sürece herhangi biri için kılıç çekersem, iblis belamı versin. En yakın Hıristiyan tavernasına gidiyorum, siz de, Arşidük de cehenneme gidebilirsiniz.’ Sonra emir ona bir sürü ağır küfür etmiş, Gombuk da, ‘huh! huh! huh!’ diye gülüp, bir karafatma hakkında bir şarkı söyleyerek, adı şey—”

“Kâfi!” İbrahim’in çehresi öfkeyle karardı. Mohaç’a atıfta bulunuşunu düşünerek, vahşice sakalını çekiştirdi. Von Kalmbach, neredeyse Süleyman’ın şüphesini sağlamlaştırmıştı. Otuz iki kelle olması gereken otuz bir kelle meselesi hiçbir Türk sultanının görmezden geleceği şey değildi. Subaylar çok daha sudan sebeplerle mevki ve kellelerini kaybetmişti. Süleyman’ın sergilediği tutum, Sadrazamına neredeyse inanılmaz muhabbeti ve hürmetini gösteriyordu; fakat İbrahim, gerekmese de, kurnazdı ve kendisiyle hükümdarı arasına en ufak gölge girsin istemezdi.

“Onu takip etmedin mi köpek?” diye sordu.

“Allahaşkına,” diye yemin etti huzursuz Tatar, “rüzgâra binmiş olmalı. Sınır benden saatler önce geçti, ben de elden geldiğince uzağa izledim onu—”

“Mazeret kâfi,” diye araya girdi İbrahim. “Bana Mikhal Oğlu’nu yolla.”

Tatar minnetle ayrıldı. İbrahim’in kimsede başarısızlığa tahammülü yoktu.

Sadrazam, bir çift akbaba kanadı gölgesi mermer döşeli zemine düşene ve çağırdığı ince şahıs önünde eğilene dek ipek minderlerinin üstünde kara kara düşündü. Adı bile tüm batı Asya’da ürpertici bir dehşet ifadesi olan adam, usulca konuşuyor, bir kedinin kırıtkan rahatlığıyla hareket ediyordu ama ruhundaki katıksız kötülük, esmer suratında görünüyor, dar çekik gözlerinde parlıyordu. Akıncı şefiydi o; akınları Muhteşem Türk’ün sınırlarının ardındaki tüm ülkelere baştanbaşa korku ve viranelik yayan şu vahşi süvariler. Tamamen zırhlıydı ve dar başında mücevherli bir tolga vardı. Yaldızlı, zincir zırh yeleğinin omuzlarına geniş akbaba kanatları sıkıca bağlanmıştı. O kanatlar at sürdüğünde rüzgârda iyice yayılır, uçlarının altında da ölüm ve yıkım gölgeleri uzanırdı. Sadrazam’ın önünde duran, Süleyman’ın kılıcının ucu, bir katiller ulusunun en önde gelen katiliydi.

“Yakında kâfir topraklarında efendimizin ordularının önünden gideceksin,” dedi İbrahim. “Emirlerin her zamanki gibi vur ve affetme olacak. Kâfirlerin tarla ve bağlarını heba edecek, köylerini yakacak, adamlarını oklarla vuracak, kızlarını tutsak edeceksin. Hudut hattımızın ardındaki ülkeler topuğun altında feryat edecek.”

“Bunu işitmek güzel, Allah’ın izniyle,” diye cevap verdi Mikhal Oğlu yumuşak, kibar sesiyle.

“Yine de görev içinde bir görev var,” diye devam etti İbrahim, delici bir gözünü Akıncıya dikerek. “Alman von Kalmbach’ı tanır mısın?”

“Evet—Tatarların ona verdiği isimle Gombuk.”

“Evet. Emrim şu—her kim savaşırsa savaşsın, kaçarsa kaçsın, yaşasın veya ölsün—bu adam yaşamamalı. Av seni ta Ren sahiline götürse de her neredeyse arayıp bul onu. Bana kellesini getirdiğinde, ödülün o başın üç katı ağırlığında altın olacak.”

“Başüstüne beyim. İnsanlar onun bir şarap ve kadınların harap ettiği asil bir Alman ailesinin serseri oğlu olduğunu söylüyor. Bir zamanlar bir Saint John şövalyesiymiş, ta ki içki yüzünden kovulana ve—”

“Yine de onu hafife alma,” diye cevapladı İbrahim asık suratla. “ayyaş olabilir ama Marczali’yle at sürdüyse, küçümsenemez. Gereğini yap!”

“Benden saklanabileceği hiç in yok ey Allah’ın Kulu,” diye ilan etti Mikhal Oğlu, “Hiçbir gece onu gizleyecek kadar kara değil, hiçbir orman yeterince derin değil. Size kellesini getirmezsem, size yollasın diye benimkini bırakacağım ona.”

“Kâfi!” İbrahim sırıttı ve memnuniyetle sakalını sıvazladı. “Çekilebilirsin.”

Uğursuz, akbaba kanatlı şahıs yaylanarak, sessizce mavi odadan çıkıp gitti; Tahtları, krallıkları ve Cehennem alevlerinden güzel kızıl saçlı kadınları içine çeken kara dalgalar halinde anaforlanarak, yıllara ve uzak ülkelere yayılan bir kan davasında ilk adımları attığını tahmin edemezdi İbrahim.
 
Son düzenleme:
12 Şub 2010
15,006
543,776
En nihayetinde bir roman bu ve yazarı da doğu kültürüne düşman bir ulustan. Kendi ulus ve kültürünü yüceltici, düşman gördüğü karşı ulus ve kültürü aşağılayıcı üslupla yazacak ki, hitap etmekte olduğu halkın gururunu okşayacak ve yazdığı roman satacaktır.

Bizim yazarlarımız da tarihi romanlarda aynı şeyi yapmıyor mu?

Birinci bölümünü sevgili Hüseyin Aksakal dostumuzun tercümesiyle okuduğumuz Red Sonya-Akbabanın Kanatları isimli öykü, Kanuni Sultan Süleyman döneminde geçiyor.

Conan yazarları bu öyküyü Hiborya çağında Turan ülkesine uyarlamışlar. Red Sonya'nın Conan maceralarında ilk sahne aldığı öykü Akbabanın Kanatları. O macerayı da, tüm Conan maceraları gibi zevkle okuyoruz.

Daha başka yerlerde de rastlamama rağmen bugün okumaya başladığım Soner Yalçın'ın Galat-ı Meşhur isimli kitabında da alıntılanmış olan şu söze değineceğim ister istemez. Aslanların kendileri tarih yazmazsa tarihi yazmak avcılara kalır.

Abdullah Ziya Kozanoğlu, Oğuz Özdeş gibi tarihi roman yazarlarımızdan sonra tarihi roman yazarımız çöldeki vaha kadar az.

Bunlardan A.Z. Kozanoğlu'nun eserlerinden uyarlama Kaan, Karaoğlan var.

Tarkan ve Malkoçoğlu dahil Kaan ve Karaoğlan da, çizerleriyle kaim oldular ve bitti.

Oysa elin Avrupalısı, Amerikalısı bir karakter marka haline gelince onu kuşaklar boyu ve muhtelif yazar çizerlerle devam ettiriyor.
Çağ değişince o kahramanı yeni çağa adapte ediyor; farklı evrenler icad ederek oralarda da maceralar yaşatıyor.

Süpermen, Betmen, Çelik Blek, Tex Willer, Conan yazar ve çizerlerinin sayısını hesap makinesiyle bulmak mümkün.

Bunun nedenlerini araştırmacılar, eleştirmenler arasın, bulsun.

Bence bizdeki sorun kişisellikten kaynaklanıyor. Müesseseleşmek zihniyetinden, misyonundan yoksunuz.

Onlardaki mesela bir Bonelli firması, bir DC, bir Marvel bizde olmuyor, olamıyor bir türlü. Bizde kazandıklarıyla ev, araba, yazlık alıyorlar.

Adamlar ise yine o işe yatırım yapıyor, kurumlaşıyorlar.

Bizde üretim yok, korsan veya telifli yayın var.

Adamlar yeni kahraman üreten ve bir nevi ar-ge birimleri kuruyorlar
ve daha bir çok nedenler ...

Çok fırın ekmek yememiz:) lazım bu konularda bir yere gelmek ve yabancılarla rekabet edebilmemiz için.

Devamını merakla bekliyor olacağım sevgili Hüseyin Aksakal dostum.
 

hüseyin aksakal

Onursal Üye
Çeviri & Balonlama
7 Eyl 2010
773
5,728
Kdz. Ereğli

Çok fırın ekmek yememiz:) lazım bu konularda bir yere gelmek ve yabancılarla rekabet edebilmemiz için.


Profesör Hocam... Gerçekten de Howard, Harold Lamb, Rudyard Kipling, Talbot Mundy gibi oryantalist yazarlardan çok etkilenmiş. Kendisi de bizzat bir oryantalist. Batı Avrupalıları insanlığın geri kalanından üstün görüyorlar. "Avcının Tarihi" metaforu doğru... Bir tarih öyküsünün nasıl yazıldığını görmek açısından önemli bir örnek bu. Keşke bizden biri yazsaydı diyeceğim ama "Muhteşem Süleyman" diye bir dizi var. Kendi tarihimize biz bile oryantalist bakıyoruz."


Tarihle çelişen şeyler var bu bölümde. Kanuni'nin Mohaç'ta yaralanması tamamen yazarın hayal ürünü.

Bu bölümün sonunda tanıtımı yapılan Mikhaloğlu'nun ölümü ile ilgili tarihte de bir sapma var. Howard Bunu şöyle anlatıyor:

“… ‘Akbaba’nın Gölgesi’ ni severim. Tarihi elden geldiğince sıkıca takip etmeye çalıştım. Gerçi Mikhal Oğlu’nun gerçek ölüm tarihini değiştirdim. Bir yıl kadar sonraya, Akıncıların Paul Bakics tarafından tuzağa düşürülüp yok edildiği sonraki Avusturya akınına dek öldürülmemiştir.”

Öyküde Red Sonya asıl karakter değil. Ana karakteri gölgede bırakan büyük yan karakterlerden biri. Kanuni de büyük yan karakterlerden bu öyküde.

Arslanların kendi tarihini yazması dileğiyle...
 

BRAN MAK MORN

Çeviri & Balonlama
13 Tem 2011
193
2,220
Merak ve heyecanla okumayı arzu ettiğim bir Howard romanını sizin gibi Howard Dünyasına hakim bir kardeşimiz tarafından çevrilip sunulması bizler için gerçekten çok büyük lütuf.
 

serdary67

Onursal Üye
18 Eki 2009
8,731
25,954
ordu-turkey
En nihayetinde bir roman bu ve yazarı da doğu kültürüne düşman bir ulustan. Kendi ulus ve kültürünü yüceltici, düşman gördüğü karşı ulus ve kültürü aşağılayıcı üslupla yazacak ki, hitap etmekte olduğu halkın gururunu okşayacak ve yazdığı roman satacaktır.

Bizim yazarlarımız da tarihi romanlarda aynı şeyi yapmıyor mu?

Birinci bölümünü sevgili Hüseyin Aksakal dostumuzun tercümesiyle okuduğumuz Red Sonya-Akbabanın Kanatları isimli öykü, Kanuni Sultan Süleyman döneminde geçiyor.

Conan yazarları bu öyküyü Hiborya çağında Turan ülkesine uyarlamışlar. Red Sonya'nın Conan maceralarında ilk sahne aldığı öykü Akbabanın Kanatları. O macerayı da, tüm Conan maceraları gibi zevkle okuyoruz.

Daha başka yerlerde de rastlamama rağmen bugün okumaya başladığım Soner Yalçın'ın Galat-ı Meşhur isimli kitabında da alıntılanmış olan şu söze değineceğim ister istemez. Aslanların kendileri tarih yazmazsa tarihi yazmak avcılara kalır.

Abdullah Ziya Kozanoğlu, Oğuz Özdeş gibi tarihi roman yazarlarımızdan sonra tarihi roman yazarımız çöldeki vaha kadar az.

Bunlardan A.Z. Kozanoğlu'nun eserlerinden uyarlama Kaan, Karaoğlan var.

Tarkan ve Malkoçoğlu dahil Kaan ve Karaoğlan da, çizerleriyle kaim oldular ve bitti.

Oysa elin Avrupalısı, Amerikalısı bir karakter marka haline gelince onu kuşaklar boyu ve muhtelif yazar çizerlerle devam ettiriyor.
Çağ değişince o kahramanı yeni çağa adapte ediyor; farklı evrenler icad ederek oralarda da maceralar yaşatıyor.

Süpermen, Betmen, Çelik Blek, Tex Willer, Conan yazar ve çizerlerinin sayısını hesap makinesiyle bulmak mümkün.

Bunun nedenlerini araştırmacılar, eleştirmenler arasın, bulsun.

Bence bizdeki sorun kişisellikten kaynaklanıyor. Müesseseleşmek zihniyetinden, misyonundan yoksunuz.

Onlardaki mesela bir Bonelli firması, bir DC, bir Marvel bizde olmuyor, olamıyor bir türlü. Bizde kazandıklarıyla ev, araba, yazlık alıyorlar.

Adamlar ise yine o işe yatırım yapıyor, kurumlaşıyorlar.

Bizde üretim yok, korsan veya telifli yayın var.

Adamlar yeni kahraman üreten ve bir nevi ar-ge birimleri kuruyorlar
ve daha bir çok nedenler ...

Çok fırın ekmek yememiz:) lazım bu konularda bir yere gelmek ve yabancılarla rekabet edebilmemiz için.

Devamını merakla bekliyor olacağım sevgili Hüseyin Aksakal dostum.

Haluk abi çok önemli bir noktaya işaret etmişsin kurumsallaşma bu bizde osmanlıdan beri olmayan en önemli sorun devlette bile 100-200 yıllık plan yapılmıyor.Siyasi parti gittiğinde herşey değişiyor.Sorun belli ama çözüm çok zor bence.
Sayın hüseyin bey oryantalizm aslında ilk başta hindistan dahil batının kendisine medeniyetce ters olan tüm ülkelere yaklaşımıydı.Ancak özellikle osmanlının güçlü olduğu zamanlarda en çok osmanlılarla ilgilenmişlerdir.Kapitalizmin ad değiştirmiş şekli gibidir.Hikayeleri zevkle takip ediyorum.
 

prince

Onursal Üye
20 Ağu 2012
4,471
27,020
Müthiş öykünün bu bölümünü soluksuz okudum.Bu aralar okumaya hiç fırsat bulamıyorum,ama bulmam lazım.Neler neler birikti kim bilir.
Hüseyin Aksakal üstadımıza ve mesajları ile konuyu derinleştirip güzelleştiren dostlara çok teşekkürler...

 
Üst