Robert E. Howard'dan tanıdık bir sekans...

hüseyin aksakal

Onursal Üye
Çeviri & Balonlama
7 Eyl 2010
773
5,728
Kdz. Ereğli
SEMERKANT BEYİ

Öykü, Niğbolu Savaşı ile açılıyor. Timur'un bilgi edinmek üzere gönderdiği AK Boğa, İskoç Donald MacDeesa'yı yenilginin sorumlusu olarak gördüğü asilzadeyi öldürürken görür. Savaşın ardından hıristiyan esirler boğazlanırken, Ak Boğa, İskoç'a, öcünü alması için yardım edebileceğini söyler. Böylece Semerkant'a giderler. Timur, MacDeesa'yı, Yıldırım Beyazıt'ın sarayına yollar. MacDeesa'nın hedefi, Timur'un istediği şekilde Yıldırım'ı yanıltmaktır. Tam İstanbul Kuşatması esnasında Timur'un Anadolu'ya saldırdığı haberi gelir ve Yıldırım onu karşılamak üzere yola çıkar..
.
...

IV

“Maral rastgele koşar tepeyle vadide.
Kuşlar rastgele uçar ağaçtan ağaca:
Oysa orada ne ekmek var, ne para,
Adamlarımla benim geçimim için.”

--Otterbourne savaşı

“Burada kamp kuralım,” dedi Beyazıt dev gövdesini altın kakmalı eyerde düzelterek. Ordusunun, uzak tepeler üstünde görüş alanı dışına çıkan uzun saflarına baktı; 200 bini aşkın savaşçı; zalim yeniçeriler, tüyler ve gümüş zırhlar giyen görkemli sipahiler, ipek ve çelik giyen ağır süvariler; müttefikler ve yabancı kulları. Yunan ve Eflâklı kargıcılar, Sırp Kralı Peter Lazarus’un yirmi bin tepeden tırnağa zırhlı atlısı. Küçük Asya’ya gelip diğerleriyle birlikte Osmanlı İmparatorluğuna yerleşmiş Tatarlar da vardı— yürüyüşün başında isyan noktasına gelmiş ama Donald MacDeesa’dan kendi lisanlarında bir söylevle sakinleştirilen tıknaz Kalmuklar.

Türk ordusu haftalar boyu herhangi bir noktada Tatarlarla karşılaşmayı bekleyerek Sivas yolundan doğuya ilerlemişti. Sultanın ana kampını kurduğu Ankara’yı geçmişlerdi: Halys nehri veya Kızılırmak’ı geçmişler, Sivas’ın doğusunda yükselen, nehir dönemecinde kalan tepelik bir mıntıkada yürüyorlardı. Nehir güneyde Kırşehir’in batısında engin bir yarım çember halinde bükülüyor, kuzeydeki Karadeniz’e dek gidiyordu.

“Burada kamp kuralım,” diye tekrarladı Beyazıt. “Sivas yaklaşık altmış beş mil doğuda kalıyor. Kente gözcüler yollayalım.”

“Terk edilmiş bulacaklar,” diye öngördü Donald Beyazıt’ın yanınd at sürerken. Sultan da alay etti, “Ey hikmet incisi, Aksak Timur böyle tez mi kaçar?”

“Kaçmayacak,” cevabını verdi Gael. “Unutma, ordusunu senden hızlı sevk edebilir. Tepeleri ele geçirip, hiç beklemediğin bir anda tepemize inecek.”

Beyazıt hakir görerek hırladı. “150 bin kişilik bir orduyla tepelerde uçan bir büyücü mü o? Pöh! Sana diyorum ki Sivas yolundan savaşa tutuşmak için gelecek, biz de onu bir fındıkkabuğu gibi kıracağız.”

Böylece Türk ordusu kamp kurdu ve tepeleri takviye etti, bir hafta boyunca orada artan bir gazap ve sabırsızlıkla beklediler. Beyazıt’ın gözcüleri Sivas’ı sadece bir avuç Tatarın tuttuğu haberiyle döndü. Sultan öfke ve hayretle kükredi.

“Aptallar, Tatarları yolda geçtiniz mi?”

“Hayır; Allah aşkına,” diye yemin etti atlılar, “Gecede hayalet gibi kayboldular, kimse nerede olduklarını bilemiyor. Burayla kent arasındaki tepeleri didik didik ettik.”

“Timur çölüne geri kaçmış,” dedi Peter Lazarus. Donald güldü.

“Nehirler yokuş yukarı aktığında kaçar Timur,” dedi; “güney tepelerinde bir yerde gizleniyordur.”

Beyazıt asla başka adamlardan öğüt almazdı, zira uzun zaman önce kendi zekâsının daha üstün olduğunu görmüştü. Fakat şu an şaşkındı. Zafer sırrı hareketlilik olan ve ülkeden uçan bulutlar gibi geçen çöl süvarileriyle evvelce hiç savaşmamıştı. Sonra süvarileri, atlı insan kütlelerinin Türk sağ kanadına paralel ilerlediği haberini getirdi.

MacDeesa havlayan bir çakal gibi güldü. “Timur öngördüğüm üzere güneyden geliyor demek.”

Beyazıt saflarını düzenleyip saldırıyı bekledi ama gelmedi; gözcüleri de atlıların geçip gittiğini ve kaybolduğunu rapor etti. Meslek hayatında ilk kez şaşıran ve yanıltıcı düşmanıyla çatışmaya girmek için tutuşan Beyazıt kampını söktü ve iki günlük çetin bir yürüyüşle Timur’un geçişini engellemek için düzen aldığını düşündüğü Kızılırmak’a ulaştı. Görünürlerde Tatar falan yoktu. Sultan sakalının arasından sövdü; bu doğulu iblisler hayalet miydi ki havaya karışsın? Nehrin karşısına atlılar yolladı ve sığ suyu pervasızca sıçratarak hızla geri geldiler. Tatar artçı birliklerini görmüşlerdi. Timur bütün Türk ordusunu atlatmış Ankara’ya yürüyordu şu anda! Köpüren Beyazıt, MacDeesa’ya döndü.

“Köpek, ya buna ne diyorsun?”

“Elden ne gelir?” İskoçyalı cesurca yerinde kaldı. “Timur seni atlattıysa sadece kendini suçla. İyi veya kötü, hiç kulak verdin mi bana? Sana Timur’un gelişini beklemeyeceğini söyledim, o da dediğim gibi yaptı. Sana ansızın tepemize ineceğini söyledim ve o konuda da yanılmadım. Nehri geçip bizi atlatacağını tahmin etmedim. Hâlbuki başka her şeyde olup bitecekler konusunda uyardım seni.”

Beyazıt, gönülsüzce kabul etti Frenk’in sözlerinin gerçekliğini; fakat öfkeden kudurmuştu. Yoksa asla hızla hareket eden orduya Ankara’ya varmadan yetişmeye çalışmazdı. Birliklerini nehrin karşısına geçirdi ve Tatarları izlemeye koyuldu. Timur nehri Sivas yakınlarından geçmiş, dış kavis etrafından ilerleyerek öbür sahildeki Türkleri atlatmıştı. Beyazıt ise Timur’un nehirden dışa, çok az su bulunan—ordu meşale ve kılıçla süpürdüğünden, hiç yiyecek bulunmayan—ovalara sapan yolunu takip ediyordu şimdi.

Türkler, ateşin kararttığı, katliamın kızıllaştırdığı bir boşlukta ilerledi. Timur, Beyazıt’ın birliklerinin bir haftalık zorlu yürüyüşle kademe kademe aştığı bölgeyi üç günde aşmıştı. Yürüyüşü cehenneme çeviren çıplak tepeler saçılmış kavurucu, ıssız ovada yüz mil. Ordunun gücü piyadelere dayandığından süvariler adımlarını yayalara uydurmaya mecbur kalmış, hepsi ağrıyan, sürünen ayaklarından kalkan acıtıcı toz bulutları arasında bitkinlikten tökezliyordu. Yakıcı bir yaz güneşi altında açlık ve susuzluk ızdırabı çekerek azimle, ağır ağır yürüdüler.

Böylece sonunda Ankara Ovası’na vardılar ve Tatarların kenti kuşatarak bıraktıkları kampa yerleştiğini gördüler. Susuzluktan kuduran Türklerden bir umutsuzluk kükremesi yükseldi. Timur Ankara’dan geçen ufak nehrin yolunu değiştirmiş; şu anda Tatar saflarının arkasında akıyordu şimdi; ona ulaşmanın tek yolu, dosdoğru çöl ordularının içinden geçiyordu. Bölgedeki kaynak ve kuyular kirletilmiş yahut tahrip edilmişti. Bir an için Beyazıt, Tatar kampından kendi uzun düzensiz saflarına, askerlerinin süzgün yüzlerindeki acı ve beyhude gazap emarelerine bakarak sessizce eyerinde oturdu. Tuhaf bir korkuya kapıldı yüreği; öyle yabancıydı ki tanımadı bu duyguyu. Zafer daima onun olmuştu; başka türlü olabilir miydi?

...

MacDeesa'nın yönettiği Kalmukların Timur'dan tarafa geçmesiyle Yıldırım Beyazıt Savaşı yitirir. Baygın halde ele geçirilir ve Timur'un çadırında intihar eder. İskoç Timur'la Semerkant'a döner. Çin seferine hazırlanırken, kışlık konaklama yerinde Donald'ın kendisine hayat arkadaşı olarak aldığı Pers dansöz Timur tarafından öldürülür. Görevi tamamlayıp ölmek üzere bir sedyede geri dönen İskoç durumu öğrenince belindeki çakaralmazla Timur'u vurur. Timur ölüm döşeğinde kendisini öldürenin bir kafir olduğunun bilinmemesini emreder.
 

Shoryuken

Yönetici
9 Nis 2013
4,044
20,235
Kamlançu
Tarihimizde hayranlık duyduğum şahıslardan birisi Yıldırım Bayezit'tir ki kendisi adeta savaş sanatının en iyi uygulayıcılarından birisidir. Ankara Savaşı'ndaki ihanet olmasa belki de tarihimiz çok daha farklı şekillenebilirdi...
Her iki sultan hakkında da çok şeyler söylenebilir. Ama burası ne yeri, ne de ortamı. Burada söylenecek bir şey varsa o da REH'in tarihimizdeki bir olayla ilgili yazdığı hikayenin harika bir çeviri ile sunulmasıdır ki daha önce de söylediğim gibi Hüseyin Aksakal çevirilerini "etkileyici" buluyorum.
Umarım hikayenin tamamını okuma şansına da sahip oluruz.
Teşekkürler Hüseyin Aksakal... İyi ki bizimlesin...
 

serdary67

Onursal Üye
18 Eki 2009
8,731
25,954
ordu-turkey
Hüseyin bey gerçekten çok güzel bir iş çıkarmışsın.Yazıyı arşivliyeceğim.R.E.Howard bizim tarihimizle ilgili böyle bir yazı çıkarması bile önemli çok sağolun.
 

hüseyin aksakal

Onursal Üye
Çeviri & Balonlama
7 Eyl 2010
773
5,728
Kdz. Ereğli
Robert E. Howard'ın yaşadığı kasabanın dışına hiç çıkmadığını, ortadoğu coğrafyasını hiç görmediğini, bu öyküyü yirmisekiz yaşında yazdığını düşünürseniz şaşırtıcı tasvirler de içeriyor. Torosların eteklerinde bir handa toplanan ortadoğu halklarından bir grubu bir anlatışı var ki, gürcü, çerkez, moğol, türk, kürt, arap, fars, çağatay, hatta Lur, yahudi vb...hepsini tek tek genellemelere varacak kadar yakından tanımış, ortadoğuda yıllar geçirmiş zannedersiniz. Bu öyküde gerçeğe aykırı olan en önemli unsur, başkahramanın kendisi... Hani aslanlar tarihini yazmadığı sürece avcının tarihi geçerli olacaktır derler ya... Keşke bizden bir yazar çıkıp bu olayları aynı akıcılıkla anlatsa da çocuklarımız sıkıcı tarih derslerinde uyuklamak zorunda kalmasa...

Shoryuken'in öykünün tamamıyla ilgili talebi yerinde... Ancak burada yayınlamak üzere Robert E. Howard'ın tek Kızıl Sonya öyküsünün düzenlemesine başladım. Tamamladığımda buradan onu paylaşacağım. O da tanıdık bir öykü. Viyana kuşatmasında geçiyor. Bir ipucu daha vereyim. Kızıl Sonya öykünün asıl kahramanı değil, baş yardımcı karakterlerinden biri. Ama çok renkli bir karakter.

Elbette bunların batılının gözünden yazıldığını ve fena halde oryantalist bir bakışa sahip olduğunu belirtmem gerek. Ama öykü yazmak isteyen arkadaşların daha dikkatle okuması gerektiğine inanıyorum. Aksayan ne varsa çeviridendir. Onlar için af dilemekten başka elden bir şey gelmiyor.
 

hüseyin aksakal

Onursal Üye
Çeviri & Balonlama
7 Eyl 2010
773
5,728
Kdz. Ereğli
Tarihte şöyle bir olay var...Niğbolu savaşı öncesinde haçlılar kent halkına dokunmama sözüne karşılık teslim olanların tamamını öldürürler. Niğbolu savaşından sonra da Yıldırım Beyazıt bu olayın öcünü almak için burada esir aldığı herkesi öldürtür. Bu olay Osmanlının esirleri öldürmesinin o ana kadar ilk örneğidir. İntikam amaçlıdır. ÖYkünün ilk bölümünde bu olay anlatılır ama oryantalist bakış açısı yüzünden haçlıların yaptığı katliamın sözü edilmez. Bu yüzden tarihimizin öykülerini bizden birileri yazmalı diye düşünüyorum.
 
Üst