EC Comics

bakunin

Admin
12 Mar 2009
6,307
49,877
NeverLand
Benim EC Comics serisi ile tanışmam, ne yazık ki, doksanlı yılların ortasına kadar gerçekleşemedi. Ama korku türünde çizgi romana yabancı olduğum söylenemezdi. Türkiye'de yayımlanmış olan Suat Yalaz'ın sahipliği ve editörlügündeki Creepy ve Eeerie'den seçme öyküler içeren -Vampirella daha sonra sahneye çıkacaktı- orijinal "Korku" serisi, kapaktaki "geceleri okumayınız" uyarısını ciddiye almam yüzünden, halen yatarken düşük voltajlı bir ampulü açık bırakmama neden olmuştur.

Yetmişli yılların ortalarında, daha sonra meşhur "comics code"un etkisiyle başlamış olan bir çeşit yeniden yapılanmanın uzun soluklu örnekleri arasında olduklarını öğreneceğim, daha önce okuduklarımla kıyasladığımda daha az şiddet, kan ve mizah içeren, nispeten daha kuru ve sonlarını daha tahmin edilebilir bulduğum baştan sona renkli Amerikan kaynaklı Secrets of Haunted House, House of Secrets, House of Mystery, Ghosts ve Black Magic gibi çizgi romanlar devreye girdi. Seçeneklerin pek de fazla olmadığı bu dönemde edinilen yarısı kesik kapaklı ya da kapaksız Amerikan PX dükkanlarından çıkan bu çizgi romanlar üzerimde hep "bir şeylerin eksik olduğu" izlenimini bırakarak devirlerini tamamladılar. İngiltere'de bir bölümünü geçirdiğim 90'lı yıllar içinde yolumun düştüğü çizgi roman (ve daha birçok şey) dükkanlannda (Coventry Forbidden Planet şubesine sevgi ve saygılarımla) rastladığım EC Comics yeni tıpkı basımları önümde çok değişik ve bir o kadar da öğrenilmeye değer olduğunu düşündüğüm bir alan açtı. Böylesine zekice yazılmış, kendine has bir mizah duygusu ürperten hikâyelerin içine -özellikle de sonuna- okuyucuya hiç batmayacak şekilde katmayı başarmış, bir çoğu olağanüstü olarak nitelendirilebilecek çizerlerin 4-5 sayfaya sığdırmayı başardığı bu çizgi romanlar neyin nesiydi acaba?

Amerikan çizgi roman dünyası içinde -tıpkı bizdeki 1974-80 döneminde hüküm sürmüş erotik/komedi filmler gibi- üvey evlat muamelesi gören korku çizgi romanları kronolojik akış içinde 1940'ların Altın Çağı ile 1960'ların Gümüş Çağı arasında bir yere denk düşer. Mizah ve macera ağırlıklı olarak doğan çizgi roman, korku/dehşet konuları ile hiç ilgilenmeksizin çeşitli dönemlerden ve aşamalardan geçerek Prize Comics'in yayımladığı 'Frankestein' serisine (Aralık 1940) ulaşır. Bu seriden önce kıyısından köşesinden korkuya bulaşan tek yayın organı "pulp" olarak nitelendirilen, tüketimi kolay, herhangi bir sanatsal gayesi olmadığı düşünülen dergi ve romanlardı. Açıklanamayan (belki de bu dünyaya ait ol(a)mayan) bir takım güçlerin tehdidi altındaki güzel kadınlar ve söz konusu güçlerin yenilgisinden sonra ortada aslında doğaüstü herhangi bir olayın olmadığını okuyucusuna gösteren hikâyelerdi bunlar. Ama ele aldığı konuları keskin bir seksüel sadizm çerçevesinde işleyen bu romanlara çizgi roman biraz geç -ne de olsa çizgi roman denen şey çocuklar içindi- ama "temiz" bir şekilde el attı. İkinci Dünya Savaşı yaklaştıkça etkisini iyice yitirmeye başlayan popüler Amerikan süper kahramanları yavaş yavaş sahneden çekilmekteydi. Korku hikâyeleri içeren dergiler için bu durum kaçırılmayacak bir fırsat yaratmıştı. İrili ufaklı dergiler çıkmaya devam etti: 1944'de çıkan ve iki yıllık yaşamına sığdırdığı on sayıdan sekizinde korku hikâyelerine
yer veren Yellowjacket Comics, 1945'de Rural Home Publications tarafından piyasaya sürülen, kapakları ile bir korku dergisi izlenimi veren ama içeriği sıradan dedektif hikâyeleri ile dolu Mask Comics, çok kısa ömürlü olan Baily Publacations'dan Spooky Comics ve Your Guide Publishing'den Spooky Mysteries bu döneme örnek olarak verilebilir. 1947 yılında tam manasıyla bir korku çizgiromanı olarak değerlendirebileceğimiz ilk ürün piyasaya çıkar: Avon Yayınları'ndan Eerie Comics, no: 1. Her ne kadar no: 2 yayımlanmasa da (Avon 1951'de seriye no: 1 ile tekrar başlayacaktır) hikâyeler başka kaynaklardan uyarlanmamış (pulp yayınlardan ya da dönemin popüler radyo temsillerinden yapılan uyarlamalara sıkça rastlanmaktaydı) özgün ama pek de parlak olmayan yapıtlardı. Tecimsel anlamda başarılı olan ilk korku çizgi romanını çıkarma şerefi 1948 sonbaharında piyasaya sürdükleri Adventures into the Unknown ile B&I Publishing'e aittir. 1967'ye kadar süren bu seri neresinden bakılırsa bakılsın oldukça zor bir işi başarmıştır.

EC Comics, devreye girmeden önce korku alanında iş yapmaya soyunan iki isim daha vardı. 1948'in Kasım ayında Trans-World şirketi Mysterious Traveler Comics ile pek satış yapamayan kısa süreli bir korku dergisi çıkarttı. EC Comics sahneye çıkmak üzereyken adını Atlas olarak değiştirecek olan Marvel Comics de korku pazarına yayınına son verdiği Sub-Mariner Comics'in yerine Amazing Mysteries dergisi ile çıktı. Daha önce de belirttiğimiz gibi, süper kahramanlar sahneden çekilmeye başlamışlardı ve Marvel Comics birkaç ay içinde elindeki süper kahramanları bütünüyle korku hikâyeleri içeren Marvel Tales'e (1949) aktarmıştı bile. Artık sıra EC Comics'e gelmişti. Peki ama hem EC Comics hem de aynı dönemde bir çeşit "korku patlaması" yaratmış olan diğer yayınlar Amerikan tarihi ve sosyal yapısı içinde nasıl bir döneme denk düşmekteydiler?

1945-60 arası olarak daraltabileceğimiz bu dönemde refahın gözle görülür bir biçimde arttığı ama aynı zamanda bir "endişe çağı"'nın da başladığı bir Amerika vardır, iş olanaklarının ve üretimin sanki sonu gelmeyecek gibidir Enflasyon son derece düşük seviyede seyretmekte ve dönemin modern teknolojisi hızla Amerikan evlerine girmektedir. Edebiyata olan ilgi her zamankinden daha fazladır ve artık klasikleşmiş bazı Amerikan romanları, From here to Eternity (insanlar Yaşadıkça, James Jones, 1952), Catcher in the Rye (Gönülçelen, J.D. Sallinger, 1951), Ralph Ellison'dan The invisible Man (Görünmez Adam, 1952) ve Norman Mailer'in The Naked and the Dead'i (Çıplak ve Ölü 1948) bu dönemin ürünleridir. İkinci Dünya Savaşı sonunda ülkede bir dine dönüş dalgası yaşanmakta ve milyonlarca dolar harcanarak yeni kiliseler ve sinagoglar inşa edilmektedir. Dönemin önemli din adamlarından Billy Graham'ın verdiği söylevlere yüz binler katılmakta, bu rakamın çok daha fazlası da radyo ve televizyonlardan kendisini dinlemekte ya da izlemektedir. Siyahların ritm ve blues müziği üzerine kurulmuş olan Rock'n Roll resmen doğmuş, Memphis'li Elvis kalçalarını çalkalayarak kimsenin durduramayacağı bir yükselişe geçmiş ve Amerikalı iyi aile çocuğunun ruhsal gelişimini tehdit eder hale gelmiştir.

Başkan Truman'nın ikinci başkanlık döneminde de Sovyet korkusu devam eder ve Ruslar ilk nükleer bombalarını 1949 yılında patlatır. Amerika'nın tüm çabalarına rağmen Çin komünistlerin eline geçince, ülkesinin nasıl olup da böylesi bir yanılgı içine düşebildiğini bir türlü kavrayamayan senatör McCarthy, epey kafa yorduktan sonra bulduğu yanıtı, 1950'de yaptığı bir konuşmada, elinde isimlerin yazılı olduğunu iddia ettiği kağıdı sallayarak açıklar "Yönetime sızmayı başaran komünistler var ve bunların bulunup temizlenmeleri gerekiyor."

Ülke çapında sürdürülen büyük bir cadı avına karşın bir tane bile komünist bulunamaz ama geride bıraktığı korku ve endişe, Amerikan bilinçaltında uzun süre kalmaya devam edecektir. EC Comics bu dönemi Shock Suspenstoriesin 16. sayısında yer alan The Hazing/Eşek Şakası adlı öyküsü ile ele alır (1954). Öyküde, okuduğu üniversitedeki üst sınıftan öğrencilerin üyesi olduğu önemli kulüplerden birine kabul edilebilmek için her şeyi yapmaya hazır olan Fuller adlı öğrenci, kulüp üyelerinin nefret ettikleri ekonomi hocası John Millstone'u okuldan kovdurabileceğini iddia eder. Üyeler eğer başarırsa kendisini kulübe hemen üye yapacaklarını söylerler ama Fuller bu işi nasıl kıvıracaktır? Hocanın bir komünist olduğunu ve gerekli delilleri toplayacağını söyleyen Fuller işe koyulur. Fuller'in bir diğer sorunu da kendisine cep harçlığı göndermekte olan kız kardeşinin evlenmeyi planlıyor olmasıdır. Eger evlenecek olursa işini bırakacak ve Fuller egitimi için gerekli olan parayı temin etmek için çalışmak zorunda kalacaktır. Çalışmak durumunda olan birinin ise böylesi bir kulübe üyeliği söz konusu bile olamayacaktır. Buna rağmen Fuller, kız kardeşine herhangi bir itirazı olmadığını bildirip hoca hakkında delil toplama/yaratma işine devam eder. Kitapçılardan Marx, Engels ve Lenin'nin bir takım 'sorunlu' kitaplarını satın alır. Hocanın adına bir komünist süreli yayına abone olur. Hoca'nın hafta sonu tatilinde kampüste olmamasından faydalanıp odasına girer ve delilleri etrafa yayar. Kulüp üyelerini odaya çağıran Fuller gösterdiği kanıtlarla onları ikna eder. Sonra iyice abartıp hocayı New York gezilerinde kız kardeşine takip ettirdiğini ve gizli hücre toplantılarına katıldığını söyler. Kampüste hocaya karşı büyük bir fısıltı kampanyası başlar ve iş bu duruma inanmak istemeyen dekana kadar uzanır. Bu arada kız kardeşi Fuller'a evlendiğini ve kendisine bir sürprizi olduğunu iletir. Dekan kulüp üyeleri ile bir kez daha konuşur ve delilleri değerlendirir. Fuller, kız kardeşinin yeni evlendiğini ve hocanın New York aktiviteleri ile ilgili olarak tanıklık etmesinin mümkün olmadığını söyler. Dekan hocayı odasına çeker ve soruşturma başlatır. Fuller ve kulüp üyeleri dışarda sonucu beklerken Fuller'in kız kardeşi Selma iki gözü iki çeşme ortaya çıkar. New Yok'dan yeni dönmüşlerdir ve duruma bakılırsa kocası John'ın başı derttedir. Selma odaya girdiğinde Fuller, dehşet içinde kalır. Hocanın eşi kız kardeşidir ve yalanının ortaya çıkması an meselesidir artık. Hızla odaya dalar ve Dekana kız kardeşine inanmamasını, hoca ile ilgili gerçeği ilk olarak ondan duyduğunu, ikisinin de komünist olduklarını ve New York'da bir hücre toplantısında tanıştıklarını söyler. Açık kalan kapıdan kulüp üyeleri bu durumu seyretmektedirler. Dekan, Millstone'nun istifasını ister. Selma perişandır ve bu durumdan hiçbir şey anlamamıştır. Millstone istifasını verir ve Selma ile kampusu terk ederler. Aslında Fuller'da yaptıklarından pek hoşnut değildir ama kulüp üyeliği için başka şansı yoktur. Üyelere kulübe ne zaman gelmesi gerektiğini sorar.
- Ne için geleceksin ki Fuller?
- Üyelik için tabii. Artık ben de bir üyeyim değil mi? Öyle demiştiniz ya...
- Biz bir sürü şey demiştik Fuller!
- Ve sen de bir sürü şey demiştin!
- Sözünüzde durmayacaksınız, öyle mi? Anlaşmamıza uymayacaksınız?
- Yani ne yapacaktık ki Fuller? Kulübümüze ...
- Kız kardeşi ve eniştesi komünist olan birini mi kabul edecektik?

Bu beklenmeyen sonuç EC Comics'in o değişmez yaklaşımını gösteren birçok örnekten sadece bir tanesi. Adalet şöyle ya da böyle yerini bulur. Haklı/haksız kavramı ya da iyi ile kötünün savaşı bütün EC Comics evrenini kaplayan temalar aslında. EC Comics'in yeni bir anlayışla doğduğu yıl (1950) McCarthy'nin adıyla anılan ülke güvenliğini düzenleme iddiasındaki yeni bir yasa çıkartıldı. Nükleer sırları düşmana sattıkları iddiası ile yargılanan ve suçlu bulunan (1951) Julius ve Ethel Rosenberg çifti 1953'de idam edildi. Elbette 1950'de patlak veren ve dünyayı üçüncü bir savaşın eşiğine kadar getirip Başkan Truman'a ülke çapında olağanüstü durum ilan ettiren Kore savaşını da unutmamak lazım. Komünizme karşı Kore'de verilen mücadele, ülkedeki vatansever havayı hissedilir bir şekilde arttırmıştı. EC Comics'in 1952 Nisanında yayımladığı Jack Davis'in resimlediği "The Patriots"/Vatanseverler hem bu dönemi oldukça iyi yansıtan ve ağızda acı bir tat bırakan hem de evrenselliği olan bir hikâye.

Hikâye adını bilmediğimiz bir şehrin ana caddesinde açılıyor. Yolun iki yanında, barikatların arkasında coşkulu bir kalabalık heyecan içinde Kore'den yeni dönmüş askerlerin katıldığı bir resmî geçitin başlamasını bekliyor. Ön sırada duran bir karı kocayı görüyoruz. Kadın herkesin gösteride olmasını fırsat bilerek alışveriş yapmak istiyor ve tören biter bitmez dönmek üzere kocasından ayrılıyor. Hareketsiz, tepkisiz buz gibi bakışlarla önüne bakmakta olan kocası yavaş yavaş çevredekilerin dikkatini çekmeye başlıyor. Öyle ya, eğer bu tür gösterilerden hoşlanmıyorsa neden zahmet edip buralara kadar gelmiş ki bu herif? Askerler geçmeye başladığında çevredekiler adamın sanki dudak büktüğünü, alaycı bir gülümseme ile askerleri seyrettiğini görürler. Birkaçı adama tam girişecekken arkadaşları tarafından sakinleştirilir. Ama adamın sırıtışı devam eder ve diğerleri adamın bir yabancı olduğunu düşünmeye başlarlar. Adamın ten rengi de sanki biraz koyu gibidir. Amerikan bayrağı geçmeye başladığında adam hariç herkes şapkalarını çıkartır. Adam bayrak önünden geçip gidene kadar sırıtmaya ve boş boş bakmaya devam eder. Bardağı taşıran bu son damla ile adama gıcık olanlar etrafını çevirip yumruklarını konuşturmaya başlarlar:
- Senin gibileri istemiyoruz aramızda... (.....) git buradan!
- "Rahat bırakın beni... Burası özgür bir ülke. istediğim kadar dururum..."
- "Özgür bir ülke ha. Seni gidi pis komünist...!

Adamı feci şekilde dövmeye başlarlar, çıkan kavga törene katılan askerlerin de dikkatini çeker. Birisi ötekine "Pis sarhoşlar, o kadar kavgaya meraklıysalar orduya katılıp bizim geldiğimiz yere gitsinler!" der. "Vatan haini", "alçak", "kızıl sıçan" küfürleri ile adamı dövmeye devam eden grup sakinleştiğinde her şey bitmiş, adam son nefesini vermiştir. Karısı panik içinde kalabalığı yararak yanına gelir, diz çöküp ağlamaya başlar. Kalabalıktan biri "Göz yaşlarına yazık hanım abla... Değmez o buna!" diye seslenir. ......'min komünisti" diye bağırır bir diğeri. Genç kadın acı içinde sorar toplananlara: "Neden yaptınız bunu, neden?" "Ta oralardan gelen askerlerimize sırıtıp duruyordu bayan. Kızılın tekiydi" "Bayrağımıza da küfür etti. Şapkasını çıkarmadı" diye cevaplar kalabalık, kadın göz yaşlarına boğulur: "O buraya eski silah arkadaşlarının hatırına gelmişti. Şarapnel yüzünü parçalayınca ancak bu kadar düzeltebildiler. Gülümsediğinde sırıtıyor gibi gözüküyordu."

"Yani o bir Kore gazisi miydi? Peki öyleyse neden bayrağı selamlamadı?"
'Nasıl bilecekti ki? Görmemişti bile, kördü o!"

Amerikanın Sovyetleri tek düşman olarak görüp Türkiye dahil bir takım ülkelerde hava üslerini açmasının da bu döneme rastladığını da buraya not edelim. Ama kültürel yaşam sadece yukarıda adı geçen kitaplar ve yazarlarla sınırlı değildi. De Monfort Üniversitesinden Paul Wells'in de belirttiği gibi bütün bu gelişmeler sonucunda "Amerikan Rüyası"nın eskiden olduğu kadar sağlam olmadığı görülmeye başladı. Bu sallantıya neden olarak gösterilen günah keçisi ise gençler ve kültürleriydi. Amerika bir anda dikkatini gençlere özellikle küçük yaştaki çocuklara çevirmişti." Bu yaklaşım meyvesini 1956'da gösterime giren The Bad Seed (Kötü Tohum) filmiyle verdi. Daha önce oldukça başarılı bir roman ve oyun olarak bilinen bu hikâye asıl etkisini filme aktarılınca gösterdi. Kelimenin tam anlamı ile "kötü" bir çocuğun marifetlerinin sıralandığı film öylesine ilgi ve tepki gördü ki çocuklar üzerinde bırakabileceği kötü etki ve benzer olaylara neden olabileceği endişesi ile ülke çapında o göne kadar görülmemiş bir kararla -film sınıflandırma komitesini diye bir şeyin olmadığı yıllardan bahsediyoruz- çocukların filmin gösterildiği sinemalara girmesi yasaklandı. Ama gerçek hayat filmlerden, edebiyattan ve çizgi romanlardan bile daha kötüydü.

1957 kışında polisin 58 yaşındaki kayıp bir dul kadını arama çalışmaları Wisconsin eyaletindeki kendi halinde bir tarım kasabası olan Plainfield'de bir çiftlikte son buldu. Evin içinde bulunanlar ve tutuklanan şüpheli ile ilgili ayrıntıların açığa çıkmasıyla Amerikan popüler kültürü yeni ve son derece ürkütücü bir döneme girmiş oldu. Polis aradığı kayıp kişiyi topuklarından çengellerle tavana asılmış olarak buldu. Kurbanın kalbi bir kavanozun içinde fırının üstünde duruyordu. Kadının kafası kesilmiş ve boydan boya yarılmış cesedini gören polislerin çoğu eve tekrar girmek istemediler. Evin sahibi Edward Gein komşularınca "sineği bile incitemeyen", sessiz sakin, kendi halinde bir adam olarak tanınıyordu. Ama bu kendi halinde yaşayıp giden adamın evi kurukafalar, iskeletler ve koruma altına aldığı çeşitli vücut parçalarından geçilmiyordu İkisini kendisinin öldürdüğü geri kalanları mezarlıktan çıkardığı toplam 15 kadından bir araya getirdiği parçaları eserlerinde kullanan Gein, insan derisi ik kapladığı dokuz adet ölüm maskesi de yaratmıştı, kaşarlanmış cinayet masası dedektifleri bile evde bulunan "zengin çeşit" karşısında dehşete düşmüşlerdi Kadınların göğüs uçlarından oluşturulmuş bir kolye, değişik vücut parçalarının bir araya getirilmesiyle inşa edilmiş bir divan, çorba kasesi olarak kullanılan kafatasları, içlerini kağıtla doldurup duvarına astığı kafalar gibi. Mahkeme sonucunda deli olduğu şüphe götürmeyen Gein yaşam boyu hapse mahkum edilerek en yakın tımarhaneye gönderildi.

Gein'nin mirası EC Comics ve benzerlerinin hikâyelerinde işledikleri konu ve karakterleri haklı çıkarmıştı. Daha da önemlisi, Gein üzerine bir kitap yazmış olan Harold Schechter'in ifadesiyle, "O zamana kadar Amerika için korku ve dehşet uyandıran tipler/canavarlar ya başka ülkelerden geliyordu ya da başka gezegenlerden. Ama Gein ile Amerikan tipi bir 'psycho' karakter vardı ortalıkla artık." Böylesi bir konuya ve karakterine yazarların el atması son derece doğaldı. Dönemin üretken pulp yazarlarından Robert Bloch'un (1917-1994 Gein'nin yaşam öyküsünden yola çıkarak yazdığı ve 1959'da yayımlanan Psycho ve aynı adla Alfred Hitchcock tarafından kotarılan film uyarlaması (1960) Amerikan -ve diğer korku film meraklılarının- bilinçaltında halen kapanmayan bir yara açmıştı. Aynı konuyu işleyen ama Psycho kadar tanınmayan 1974 tarihli Deranged Gein'i canlandıran Roberts Blossom'ın performansıyla övgüyü hakederken aynı yıl gösterime çıkan ve ilhamını Gein'nin öyküsünden alan Texas Chainsaw Massacre diğer iki filmden daha farklı ama haklı bir üne kavuşmuştur. Yakın dönemin son derece başarılı roman uyarlamalarından The Slience of the Lambs'de (Kuzuların Sessizliği, 1991) kötü adamını -Dr. Lecter'ı sınıflamaya şimdilik sokmuyoruz- yine Gein'den yola çıkarak yaratmış. Kurbanlarının derilerini yüzerek -caniye bu huyundan dolayı Buffalo Bill adı takılmış- kendisine bir elbise dikmeyi planlayan transeksüel bir karakterin çırpınışlarını ve yakayı ele verişini izliyoruz filmde. Ed'in bir EC Comics okuyucusu olup olmadığını bilemiyoruz ama aşırı titiz kocasının baskısı sonucu kelimenin tam anlamıyla deliren sıradan bir (ev) kadının intikamını anlatan Jack Kamen'nin çizdiği "The Neat Job/Temiz İş" (Shock Suspense Stories no: 1, 1952) adlı hikâye bize sanatın mı yaşamı yoksa yaşamın mı sanatı taklit ettiği sorusunun yanıtı ile ilgili bir ipucu verebilir.

Kocası Arthur ile başında bir erkek olsun niyetine bir mantık evliliği yapmış olan Eleanor, balayı sonrasında taşındıkları tam bir kötü mimari örneği büyük evlerinde huzursuz günler geçirmektedir. Eski moda mobilyalarla dolu evde birkaç eşyanın yerini değiştirmeye çalışan Eleanor kocasının büyük tepkisi ile karşılaşır ve onun hastalık derecesinde düzen meraklısı olduğunu anlar. Artık en ufak şeyi bile sorun yapmakta ve köpürmektedir. Evliliklerin birinci yılı bittiğinde Eleanor tam bir sinir küpüne dönmüştür. Arthur bodrumda kendisine sıkı bir çalışma ortamı hazırlar. Neyin nerede olduğunu bildiği bu ortamdan Eleanor'un ders almasını ister. İkinci yılın sonunda işi iyice azıtan Arthur her şeyi listelemeye, çatal bıçakların hangi düzende konulacağına, hattâ karısının iç çamaşırlarının çekmecelere yerleştiriliş biçimine bile karışmaya başlamış ve böylece -Eleanor'un her karede değişmeye başlayan yüz ifadesini takip ettiğimizde anladığımız gibi- kuyusunu yavaş yavaş kazmaya başlamıştır. Duvarda asılı durmakta olan bir resmin düşmesi üzerine Eleanor kocasının kutsal ve yasak mahzenine çekiç ve çivi almaya iner ama şans bu ya çivi dolu kavanoz yerinden kayar ve çiviler etrafa yayılır. Eleanor, tam bir panik havasıyla ortalığı toplamaya koyulmuşken Arthur eve döner ve mahzende karısını suçüstü yakalar. "Sen hiçbir işi düzgün yapamayacak mısın Eleanor?" diye bağırmaya başlayan Arthur'un öfke içindeki yüzü gittikçe büyür, büyür ve Eleanor adeta büyülenmiş gibi eline geçirdiği ilk aleti -küçük bir balta- kavrar. Daha sonra Eleanor'u kendisini sorguya çekmekte olan iki dedektifle mahzende görürüz. "Gerçekten düzgün bir iş olsun istemiştim efendim" der Eleanor polislere. "İşimi bitirdiğimde her şeyi yerli yerine koydum, bir damla bile kan kalmadı yerde, hepsini temizledim!" Dedektiflerden biri dönüp arkasında düzgünce etiketienip sıralanmış kavanozlara bakar: kalp, tırnaklar, dişler, gözler, akciğer, kulaklar vb. "Hakikaten temiz bir iş çıkarmışsınız hanımefendi" der kravatını gevşetip yutkunurken.

Max Gaines, EC Comics'i (Educational Comics/Eğitici çizgi romanlar) 1945'de yayın hayatına soktu. 1933-34 yılları arasında ilk çizgi roman örneklerini yayımlamış ve EC imparatorluğunun kuruluşunda rol almış birisi olarak varmış olduğu noktaya kıyasla vasat bir çizgide yürümekte olduğunu söyleyebiliriz. EC Comics İncil, tarih, bilim, çocuklar için masallar gibi alanlarda de parlak olmayan bir satış grafiği ile faaliyetlerini sürdürmekteydi. Max 1947'de biraz garip bir sandal kazasında, küçük bir çocuğu kurtarmaya çalışırken, hayatını kaybetti ve yayınevi oğlu William Gaines'e kaldı. William'in babası ile sağlığında ilişkileri pek de iyi sayılmazdı. Baba mesleğine ilgisi ise yok denecek kadar azdı. Karısından yeni boşanmış, üniversitedeki son senesini kazasız
belasız atlatmaya çalışan 25 yaşındaki genç William annesinin de zorlamasıyla neredeyse hiçbir beklentisinin olmadığı şirketi devraldı. Ama kısa bir süre içinde çizgi roman dünyası ile ilişkilerini düzelten William, kendisine yardımcı olarak EC Comics efsanesini beraber yaratacakları ismi saflarına dahil etti. Al Feldstein. Aslında Archie benzeri genç bir veledin maceralarını çizdirmek için işe aldığı Feldstein'nın farklı bir takım özellikleri olduğunu gören William büroda daha fazla zaman geçirmeye ve aralarındaki dostluğu pekiştirmeye başladı. Al'e babasından kalan çeşitler yerine devreye sokmuş olduğu Saddle Romances, Gunfighter ve Crime Patrol gibi suç ve Western çizgi romanlarının hikâyelerinin yazım aşamasında yardımcı olmaya başladı, işe yeni başlayan Harvey Kurtzman ve Johny Craig gibi elemanların da katkısıyla babasının döneminden daha iyi bir satış rakamı yakalayan Williams yayınevinin adını da değiştirdi: EC Comics artık 'Entertainment Comics/Eğlence(lik) çizgi romanlar' anlamına gelmekteydi. Farklı bir şeyler yaratabilme arzusu gittikçe daha ağır basan ikili, ilhamını ortak zevklerinden biri olan eski radyo temsillerinden alarak aynı havayı vermeye çalıştıkları iki hikâyeyi War Against the Crime/Suç'a Karşı Savaş'da (An Illustrated Tale from the Vault of Horror/Korku Mahzeninden Resimli bir Öykü) ve Crime Patrol / Suç Devriyesi'nde (An Illustrated Terror-Tale from the Crypt of Terror/Dehşet Mezarlığından Resimli Bir Dehşet Öyküsü) yayımladılar. Her iki hikâyenin ev sahipliğini daha sonra da aynı işi sürdürecek olan iki ürkütücü tip yapmaktaydı: Vault Keeper/Mahzen Bekçisi (The Vault of Horror) ve The Crypt Keeper/Mezar Bekçisi (The Crypt Terror). Bunlara daha sonra eklenen The old Witch/Yaşlı Cadı ise The Haunt Fear'da ev sahibesi olarak görev yapacaktı. Bu tiplemelerin işlevi her yeni hikâyenin başında okuyucuyu karşılayarak hikâyenin son karesine götürmek ve duruma uygun bir özlü söz veya sıkı bir espri patlatarak hikâyeyi bitirmekti Hikâyeyi kimin yazdığı önemli değildi, son sözü mutlaka Feldstein söylüyordu. EC Comics'in "kutsal üçlüsü"nü oluşturacak olan yayınlar sırayla gazete bayilerindeki yerlerini aldılar: The Crypt of Terror (Nisan, 1950 -daha sonra Tales from the Crypt adıyla devam etti), The Vault of Horror (Nisan, 1950) ve Gunfighter yerine The Haunt of Fear (Mayıs, 1950).

İlk dönem çizgilerinden Feldstein ve Johny Craig sorumluydu. Daha sonra son derece üretken bir ressam olan Jack Davis (1951-55 arası)hemen hemen her sauıda bir hikâyesine rastlamak mümkün) ve kendi başına bir korku ekolü oluşturan Graham "Ghastly" Ingels'in katılımlarıyla EC Comics'in o kendine has havası oluşmaya başlamıştı. Bu dönem çizgileri gerçekten mükemmeldi. Detaylara verilen önem kendisini hemen belli etmektedir. Bunun bir nedeni Gaines'in çizerlerine piyasa ortalamasının üstünde bir ödeme yapması ise de esas önemli neden, sanatçılara yaratıcılıklarını sonuna kadar destekleyen fikirlerine önem verilen bir ortam sağlanmasıydı.
Yukarıda belirttiğimiz gibi, piyasada EC Comics'den önce de bir takım korku ve dehşet sahneleri içeren yayınlar vardı. Ama EC Comics'in diğer alışılageldik süper-iyi kahramanları, deyim yerindeyse, dümdüz etmesinin ardında yatan şey hikayelerindeki "kahramanların" başına bir şey gelme olasılığının fazla olmasıydı. Süper-iyi kahraman için devamlılık unsurunun önemi yadsınamazdı ve doğal olarak da ölmesi söz konusu olamazdı. EC Comics için çizgiler çok önemli olmakla beraber alanında rakipsiz kılan ve okutan unsur hikâyeleriydi. Bütün EC Comics Yayınları'nda yer alan hikâyelerinin yarısından fazlasını Gaines ve Felstein beraber yazmışlardı. Öykülerin çıkış noktasını genellikle ikisi de birer bilimkurgu ve korku okuyucusu olan Gaines'in ortaya attığı bir fikir oluşturmaktaydı. Diyalogların yazımı ve çizere oldukça kolaylık sağlayan ve akışı kontrol etmeyi kolaylaştıran hikâyeyi parçalara ayırma işi Felstein'ın sorumluluğundaydı. Gerçekten de EC hikâyelerinde laf boldur. Durumu tasvir etmek ve okuyucuyu havaya sokmak için bir sürü kutucuk devreye girer. Yazımda ulaşılan bu kalite EC hikâyelerini bize tekrar tekrar okutan ve her seferinde değişik tatlar almamızı sağlayan ve onları diğer çağdaşlarından ayıran başlıca özelliktir denilebilir. Tabii bu noktada bazen konu sıkıntısı çeken Gaines ve Feldstein ikilisinin farklı yollara başvurduğunu söylemekte de fayda var. Yazarından izinsiz olarak yapılan kısa hikâye uyarlamaları dergide önemli bir yer tutmaya ve oldukça ilgi çekmeye devam ediyordu ki söz konusu yazar bir gün uyanıp yayıncıya kısa bir mesaj gönderinceye kadar. Sözü mesajın yazarı büyük usta Ray Bradbury'e bırakalım:

"Eserlerimi çalıyorlardı... Ben de onları suçüstü yakaladım! Son derece nazik bir mektup gönderdim kendilerine. Kendime şunu sordum: 'Böyle bir durumda İsa nasıl davranırdı? Herhalde öteki yanağını dönerdi'. Ben de öteki yanağımı döndüm ve onlara şöyle dedim: 'Kısa öykümden yapmış olduğunuz muhteşem uyarlama için sizi tebrik ediyorum. Harika olmuş. Sizleri seviyorum, vs.vs. Bu arada, aklıma gelmişken, sanırım uyarlamanın bedelini tarafıma göndermeyi unutmuşsunuz.' Bir hafta sonra Bili Gaines'in yolladığı çek postadan çıktı. Bir mektup daha yazarak sanki yaptıkları herhangi bir suç oluşturmuyormuş gibi 'Biliyor musunuz, bu günlerde eserlerime dadanan o kadar çok kişi var ki piyasada. Neden benim hikâyelerimi adımı da kullanarak siz uyarlamıyorsunuz, hem böylece benim yayın hakkım da korunmuş olur' dedim. Hiçbir şeyden haberleri yokmuş gibi davranmayı seçtiler ve bir anlaşma imzalayarak altı ya da yedi yıl boyunca en az otuz kısa hikâyemi uyarlayarak yayımladılar."

Bir takım beklenmedik sürprizler haricinde EC Comics hikâyelerinin temelinde iyi ile kötü arasındaki savaş yatar. Arada bir savaşı kötünün de kazandığı olur ama sonuçta suçuna denk bir ceza görerek olay tatlıya bağlanır. Tabii bazı hikâyelerin "ortalama zevki" zorladığı söylenebilir. Daha sonraları bütün çizgi roman ortamını sorunlara boğacak olan soruşturmalar ve bu soruşturmaların mimarı Dr. Frederic VVertham'ın delil olarak kullandığı hikâyelerden "Foul Play" bu türe iyi bir örnek oluşturabilir. İki ezeli rakip Central City ve Bayville arasında geçen bir playoff beyzbol karşılaşması sırasında Bayville'ın yıldız oyuncusu Jerry Deegan oyun sırasında yaşamını yitirir. Konuk Central City takımının iri yarı ve hiç de güven telkin etmeyen oyuncusu Herbie Satten tek şüphelidir. Maçın biliminde Bayville takımının oyuncuları Satten'nın son derece zekice hazırladığı bir planı uygulayarak Jerry'i zehirlediğini anlarlar ve delilleri ele geçirirler. Jerry'nin kanı yerde kalmayacaktır tabii. Kendini beğenmiş oyuncuya bir davet mektubu ulaşır. Kendisine tapan bir grup hayranı tarafından adına düzenlenecek bir törenle, şehir stadında oyun sahasına konulacak bir plaket verilecektir. Plaketin konulacağı yer ve üzerine yazılacaklara karar vermek için Herbie'nin kendilerine yardımcı olmak için gece 23.00 sularında stada gelmesi rica edilmektedir. Bulutların üzerinde dolaşmakta olan ve egosu bin beş yüze fırlayan Herbie böylesi bir davetle ve yer seçiminde hiçbir gariplik görmez ve tam saatinde olay yerine ulaşır. Gölgeler içinde beklemekte olan Bayville takımı elemanlarını gördüğünde fikrini değiştirir ama çok geç kalmıştır. Hikâyenin son üç karesinde konuk takımın gece yarısı kendi aralarında oynadıkları maçtan kesitler görürüz ama... Beyzbol oyununa ait hemen her şey biraz farklı gözükmektedir. Atıcının elindeki top Herbie'nin kopmuş kafasına vurucunun elindeki sopa ise bacağına benzemekledir. Puan toplanması için dokunulması gereken dört noktada Herbie'nin kalbi, ciğerleri, böbrekleri ve diğer iç organları durmaktadır. Dört nokta arasındaki çizgileri işaret etmesi için de zavallı Herbie'nin bağırsakları uzun şeritler halinde kullanılmıştır. Gerçek takım arkadaşlığı diye buna denir herhalde. Ama Jack Davis'in resimlerinin, özellikle top niyetine kullanılan ve kafadan başka her şeye benzeyen Herbie'nin başı, hikâyenin vurucu yanını oluşturduğunu belirtmeliyiz. Ortalama bir intikam hikâyesini gerçeküstü bir boyuta taşıyan ve yukarıda belirttiğimiz "ilahî adalet" düsturundan taviz vermeyen bu hikâyenin Amerikan sansür tarihine geçeceğini 1953 Haziranında tahmin etmek mümkün değildi tabii.

Bu "ilahî adalet" kavramını biraz dara deşmek gerektiğini düşünüyorum, kötülerin cezasını eninde sonunda çekmesini, bu sonuca çoğu zaman metafizik güçlerin kullanılmasıyla/araya girmesiyle ulaşılması temelde çok da yanlış bir uygulama değil bence. Çıkarılması gereken "ders" eğer kötülerin ya da yanlış yapanların sonunda şöyle ya da böyle cezasını çekeceğini "genç dimağlara" yerleştirmekse EC Comcs'in bu görevi başarıyla yerine getirdiği söylenebilir. Ama bu gözlem derginin sürekli olarak ayakları yere basmayan bir tavır içinde olduğunu ve bu takım "katı gerçekler'den bihaber olduğunu da göstermez. Yukarıda detayına girmiş olduğum hikâyelerden biride, aldığım sayıdan bir başka alıntı daha yapma riskini göze alarak bu yaklaşıma bir örnek vermek istiyorum.

Shock Suspenstories'in 1954 tarihli 16. sayısında Reed Crandall'ın çizdiği "A Kind of Justice/Bir Çeşit Adalet" bence halen etkisini sürdüren ve yetenekli ellerde çok vurucu bir kısa televizyon filmi ya da biraz uzatılarak aynı derecede etkileyici tek perdelik bir oyun haline dönüştürülebilir. Hikâyenin tecavüz, adalet, linç kültürü, polis uygulamaları gibi kitaplara konu olmuş ve olacak bir takım konuları ve görülenin her zaman görüldüğü gibi olmayabileceği yaklaşımını sekiz sayfaya son derece yoğun bir anlatımla sığdırmış olması taktir edilmesi gereken bir durum.

Hikâye bir tecavüz sonrası görüntüsüyle açılıyor. Terkedilmiş, pislik içinde bir kulübede hıçkırıklara boğulmuş olarak yerde yatmakta olan genç bir kızın yüzünü gölgeli olarak gördüğümüz ayakta durmakta olan bir adam tarafından tehdit edilmektedir: "Eğer birine söylersen seni öldürürüm!" Beklemekte olduğu olobüs durağından zorla kaçırılmış ve bu kulübede tecavüze uğramıştır. Saldırganın yüzünü görmüştür ama çok korkmaktadır. Shirley güçlükle evine döner. Babası saat ona kadar nerede kaldığını sorup fırça atmaya yeltenir ama annesi kızının durumundan neler olduğunu bir bakışta anlar. Anne kız beraber Shirley'in odasına çıkarlar. Baba halen durumu anlamamıştır. Önce annesinin sonra da durumu anlayan babasının bütün ısrarlarına ve tehditlerine rağmen Shirley kafasında yankılanan sese kulak verir ve saldırganın kim olduğunu söylemez: "Eğer birine söylersen seni öldürürüm!" Baba son çare kızını şerifin ofisine götürür. Şerif, son derece yumuşak ve anlayışlı davranmaya çalışarak Shirley'den kişinin adını vermesini ister ama Shirley, göz yaşlarını durduramayarak bu isteğe uymaz. Kızın korkusunu yerinde bulan polis şehirde şüpheli avına çıkar ve bir lokantada sadece önüne bakmakta olan genç bir
yabancıyı görürler. Adamın adı Eddie Nichols'dur. Detroitten kasabaya geleli birkaç saat olmuştur ve burada bir iş ve kalacak bir yer bulmayı ummaktadır. Ama oldukça uygun bir şüphelidir. Geldiğinden beri herhangi bir kızla beraber olmadığını ısrarla söylemesi bir işe yaramaz. Diğer müşterilerin düşman bakışları altında Şerif ve yardımcısı Eddie'yi dışarıya çıkartır. Kurbanın kim olduğu ortaya çıkmıştır artık ve haber yayılır. Bir çoğunun Shirley yaşında kızları vardır ve tedbir almaları gerekmektedir. Haliyle suçlu da cezasını çekmek durumundadır. Karakolda sıkı bir sorgudan geçen Eddie bütün suçlamları reddeder. Ama dışarıda başlarında Shirley'in babasının bulunduğu öfkeli bir kalabalık toplanmış, şüphelinin kendilerine verilmesini istemektedir. Şerif kapı önüne çıkarak klasik "kanunlar her şeyin üstündedir, aksi kanıtlanıncaya kadar herkes suçsuzdur" konuşmasını yapar. İkna olmuş görünen kalabalık tekrar geri gelme sözü vererek dağılır. Beklemekten sıkılan ve bir an evvel sonuç görmek isteyen babası, annenin tüm itirazlarına rağmen, Shirley'i teşhis için karakola götürmeye karar verir. Bu arada kalabalık yine toplanmış ve tehditlerine başlamıştır. Şerif "n'oluyo orada" diye bakmak için dışarıya çıkınca yardımcısı "senin gibiler ancak bu dilden anlar, konuş lan" diyerek Eddie'yi feci şekilde dövmeye başlar. Geri dönen şerif "korumam altındaki hiç kimseye böyle davranamazsın, bir daha yaparsan o rozeti alırım..." şeklinde bağırır. Eddie'yi adamın elinden alır ve bir köşeye çekerek baba nasihatlarına başlar. Dışarıda insanlar iyice azmış durumdadır. Bu adamlara dert anlatmanın tek yolu suçlu olmasa bile Eddie'nin bir itiraf imzalamasıdır. Böylece şerif onu arka kapıdan eyalet hapishanesine kaçıracak, daha sonra da mahkemede itirafı baskı altında imzaladığını söyleyerek yardım edecektir. Eddie, imzayı atar Ama Eddie klasik "iyi polis/kötü polis" oyununa gelmiştir. Şerif öfkeli kalabalığa her şeyin yolunda olduğunu, sanığın suçunu yazılı olarak itiraf ettiğini duyurur. Zıvanadan çıkan kalabalık ve Shirley'nin babası ellerinde demir çubuklarla şerifin bürosuna doğru hareketlenir. "Bari kızı bu işe alet etme" diyen Şerif, kızı olay yerinden uzaklaştırır. Son sayfanın ilk dört karesi cinnetin pençesinde, öldürmekten başka bir şey düşünmeyen bir güruhun son derece ürkütücü görüntülerini verir okuyucuya. Ortada kan görmeyiz ama linççilerin yüz ifadeleri ve Crandall'ın renk kullanımı iç bulandırıcıdır. Eddie bilincini yitirirken yavaş yavaş bütün sesler silinmeye başlar. Sondan iki kare önce artık her şeyin bittiğini ve insanların adaleti bir anlamda yerine getirmiş olmanın rehaveti ile olay yerinden uzaklaşmalarını görürüz. Eddie artık hiçbir şey duymamaktadır. Olay yerinden millerce uzakta arabasıyla Shirley'i evine götürmekte olan Şerif Judson, kızın bitmek bilmeyen hıçkırıklarını onu tekrar uyaran o kaba ve boğuk sesiyle bastırır: "Konuşmamakla akıllılık ettin Shirley' Sakın unutma: Eğer birine söylersen seni öldürürüm!"

Öyküde suçlu sadece cezadan kurtulmakla kalmamış büyük olasılıkla suç işlemeye devam edeceği izlenimini de vermiştir. Bütün bunlar yetmezmiş gibi ""psycho" bir kanun adamıdır ve o güzelim mutlu ve huzurlu şirin amerikan kasabasının düzeninden sorumlu kişidir. İlahî adalet kavramı yerle bir olmuş, tehdit ve korkutmanın işe yarayabileceği gösterilmiş, kısacası yapanın yanına kar kalmıştır. İnsanların ne kadar kolay linç havasına girebildiği gösterilmiş, hatta buna kanun adamlarının da ön ayak olabileceği sezdirilmiştir. Böylesi bir öykünün yukarıda çizmeye çalıştığımız bir toplumsal atmosferde ve -ilke olarak- çocuklar için çizildiği göz önüne alınırsa David Lynch'in gösterildiği dönemde Amerikan televizyon izleyicisini esir alan, kartpostal güzelliğinde şirin bir kasabada geçen doğaüstü, garip ve gotik olayları anlattığı Twin Peaks/İkiz Tepeler'in habercisi/öncüsü olduğunu söylemek pek de yanlış olmayacaktır kanısındayım.

Ama bu ve benzeri diğer örnekler EC Comics'in genel yaklaşımını bozmaz. Öykünün sonunda -genellikle ilginç ve akılda kalacak kadar ürkütücü ve grotoesk bir yöntemle- kötüler belalarını bulurlar. Tabii söz konusu bu yöntemlerin bir çoğunun aynı zamanda oldukça farklı bir mizah anlayışını da yansıttığını belirtmek gerekmektedir. Ama yukarıda belirttiğim olguya benzer bir biçimde EC Comics yazarları bütün zamanlarını sürekli olarak birbirinden ilginç ve ürkütücü öldürme yöntemleri bulmakla uğraşmıyorlardı. Kendilerine has bir duygusallık sergiledikleri aşağıdaki öykü sanırım bu farklı yönlerini size yeterince gösterecektir.

Tales from the Crypt'in 1953 yılında çıkan 39. sayısında yer alan The Craving Grave/Hasret Çeken Mezar bildiğim kadarı ile hikâyesini bir mezarın ağzından birinci tekil şahısla anlatan ilk ve tek hikâye. Joe Orlando'nun düz, sade ve belki de biraz 'puslu' olarak nitelendirebileceğimiz hikâyesinde 'kahraman' bir mezar. Ama bu mezarın bir derdi var. Şimdiye kadar içine hiç yerleşen olmamış. O yalnız bir mezar ve bekleyişi sürüyor. Hem de yüzyıllardır, içine bunca zamandır bir tabut konmamasının nedeni hikâyede verilmiyor ve bir tahminde bulunmak ise oldukça zor. Arkadaşlarına (!) alay konusu olmaktan bıkmış artık. Tek istediği bir ölü. Kısır bir kadın gibi hissediyor kendini. Böylesine amaçsız ve boş bir şekilde durmak onun için (bu espriyi yapmak zorundayım) ölümden de beter. Ama elinden gelen, öyle durup beklemekten başka hiçbir şey yok. Bir kış günü her şey değişiyor, iki mezarlık görevlisi aralarında şakalaşarak artık iyice katılaşmış gövdesini kazmaya başlıyorlar bizim bahtsız mezarın. Konuğu 63 yaşında vefat eden yaşlı bir kadın. Cenaze törenini büyük bir zevkle dinliyor mezarımız. Diğerlerinin üzüntüsü umurunda değil. Kimin için üzülüyorlar onu anlamaya çalışıyor. Tabut yavaşça indiriliyor, toprak atılıyor ve işlem tamam. Onun da bir ölüsü var artık. Canlılar uzaklaştıktan sonra mezar konuğu ile konuşmaya, sakinleştirmeye çalışıyor ama, son derece huzursuz bir konuk bu. Haftalar geçiyor ama türlü sakinleşmiyor. Sonunda hikâyesini anlatmaya başlıyor. Adı Cynthia Meadows. Mezarı andırıyor aslında. Hiç evlenmemiş, çocuğu yok, meyvesiz yani, bomboş. Ama kızkardeşinin oğlu Roland'la, teselli bulmaya çalışıyor. Ama kızkardeşinin eşinin işleri bozulup gelirleri azalınca işler değişiyor. Kızkardeşi önce sağlığını sonra da hayatını kaybediyor. Kocası da Roland'ı Cynthia'ya emanet edip gidiyor. Aynı mezar gibi Cynthia'da uzun bir bekleyişten sonra arzusuna kavuşuyor. Artık komşuların alaycı, küçümseyen bakışlarını hissetmiyor üzerinde. Ama Roland yetişkin bir erkek olduktan sonra bu bayıcı ortamdan uzaklaşmaya karar veriyor ve teyzesinin çekmecesindeki 300 doları alıp yeni ufuklara yelken açıyor. Cynthia, bu acıyı sineye çekiyor ama üzüntüsü çok büyük ve yerini dolduramadığı büyük bir boşluk var içinde, tıpkı mezarın hissettiği gibi. Çalınan paralara karşın yatırımları sayesinde geliri artmaya devam ediyor. Sonra bir gün Roland çat kapı çıka geliyor. Evlenmiş ve ayaklarının üstünde durmayı becerinceye kadar tekrar teyzesinin yanında kalmak istiyor. Teyzesinden özür diliyor ve karısı Enid'le evde yaşamaya başlıyor. Cynthia için durum "istedi bir göz, Allah verdi iki göz" şekline dönüşüyor. Arlık yalnız değil. Ama çocukların planı başka. Servetini onlara bıraktığını gösteren bir vasiyetname hazırlattıktan sonra teyzeyi merdivenlerden itip kaza sonucu öldü numarasına yatıyorlar. İşte ceset bu yüzden huzursuz. Adalet yerini bulmamış. Ama EC Comics'in dünyasında son çare hiç tükenmez. En sık görülen intikam alma ve adaleti yerine getirme şekli olan ölülerin dirilmesi, Cynthia için de geçerli oluyor ve mezarın bütün itirazlarına ve gayretlerine rağmen ceset toprağı terkederek bir bilinmeyene doğru gidiyor. Mezar yine boş ve yalnız. Beklemek ve unutmaya çalışmaktan başka yapacak bir şey yok mezar için. Ama bir gece... Çok uzaklardan acı çığlıklar işitiyor. Mezara doğru bir şeyler sürükleyerek gelen de ne acaba? Cynthia bu. Bir elinde boynundan tuttuğu Roland ötekinde de saçlarından kavradığı Enid, ikisini de mezara doğru itiyor ve mezar onları kucaklıyor. Cynthia mezara onları daha rahat kavrayabilsin diye yardım ediyor. Bol bol toprak atıyor üzerlerine. Mezar bütün cömrrtliğiyle kavrıyor çığlıklar atmakta olan iki genci. Son karede artık Cynthia yok. Çığlıklar da kesilmiş durumda. Mezar, tıpkı Cynthia gibi önce bekledi, sonra buldu ve yine kaybetti. Sonunda bir daha kaybetmemek üzere tekrar bir araya geldi. Ama bir farkla. O daha mutlu ve gururlu artık. Diğerleri kıskançlıktan çatlıyorlar. O artık bir "duble mezar".

EC dönemi ve öyküleri, genellikle, çizgi romana yönelik sansür olgusuyla birarada ele alınarak, sanala yönelik ahlâkçı tepkiler çerçevesinde incelenmektedir. EC çizgi romanlarının yükselişi ve sektörün oto-sansür uygulamaları sonucu "erimesi", anlatının bir başka yönüdür. Kişisel olarak "öykünün" bu tarafıyla ilgilenmemeyi tercih ediyorum. Asıl yapmak istediğim, EC'nin öyküleriyle oluşturduğu "anlatı evreninin" temel özellikleri hakkında birkaç saptama yapabilmek.

Öykülerin bütününde ahlâk dolayımıyla bir ilahî adalet anlayışının hakim olduğunu yukarıda belirtmiştim. Bu adaletin işleyişi ya da tecelli edişi, uhrevî bir erke bağlanmamakladır. Zaten din öğesi öykülerde neredeyse yoktur; "yaşananlar", genellikle seküler ve modern bir hayatın içinde, ona dair "kalıplar"la geçmektedir. Ortalama ahlâk anlayışı dışında durma tercihi, otorite konumundaki kişilere, "iyi insanlara" güvensizlik, toplumun hakim yargılarını iğdiş etme ve deşifre etme arzusu, öykülerin belirgin unsurlarıdır. Para için her şeyin yapılması öykülerde bolca kullanılmasına karşın, sınıf çatışmasına hiç değinilmemiştir. Kamusal alanın siyasi aktörlerini birebir kullanarak aktüel politikayla doğrudan bir ilgi de kurulmuş değildir. "EC evreni" için anti-politik ya da apolitik demek kesinlikle yanlış olur; öykülerin neden-sonuç ilişkisi açık biçimde natüralizmden beslenmektedir: Bir şey olduysa mutlaka bunu hazırlayan nedenler vardır. Tiplemelerden herhangi biri öldürüyor, öldürülüyor ya da öldürmek için planlar yapıyorsa, bunun açık nedenleri vardır. EC'de bilimkurgu öyküleri hariç natüralizm hemen her anlatıda hissedilir. 'İşler", asla yarım kalmaz; olayın üzerinden ne kadar vakit geçerse geçsin bedeli yaşanacaktır. Burada bir parantez açarak, ölülere - giderek zombilere bir üstünlük verildiğini belirtelim. "EC evreninde" normal hayatta kazanamadığı ya da taşımadığı güç ve imkânı, öldükten sonra kazanan, mezardan çıkarak intikamını" alan tiplemelerle karşılaşılır. İlahî adaleti yerine getiren bireyci, kendi işini kendisi gören, hani neredeyse kanun koyucu sayılabilecek ölülerdir gördüklerimiz. Öykülerde anlatamayanlardan da bahsedilmeli: Erotizm yoktur, mağdur ya da meşum kadınlar görülmüyor değildir ama cinsel ilişkiler - tabir-i caizse "yatak sahneleri" hiç kullanılmaz. Öykülerde kahraman yoktur, tiplemelere yönelik hissedilir bir sempati gösterilmez. Süper-naturel tiplemeler olsa bile klasik anlamıyla "fantastik" yoktur anlatılarda.

Bütün evreni sahici kılan, terörün her yerdeligi ve herkes tarafından uygulanabilir olması kadar daima şimdiki zamana teyellenmesidir. EC öykülerini: politik olarak rahatsız ediciliğini de bu bağlantı körüklemiş, resmî müdahaleyi gerektirmiştir.

EC ürünlerinin çocuklar tarafından tüketildiklerine pek inanmıyorum. Gerek anlatım dili, gerekse görsel içeriği nedeniyle çocukları korkutacağı dahi düşünülebilir. Öte yandan, döneminde, ülkenin en çok satan çizgi romanlar, haline gelerek, toplumdaki kimi talepleri açığa çıkardığı ya da pekiştirdiği açıktır. Popülerlik, kaçınılmaz olarak, ana akım-kitle beğenilerini yakalamayı da zorunlu kılmaktadır. Bu nedenle, yukarıda saydığım temel özellikleri sabitlenme saymamak gerekir; tüm popüler kültür ürünleri gibi EC çizgi romanları da çelişkili bir içeriğe sahiptir, istisnaî özellikler, cezasız kslsn suçlar, nedensiz cinayetler görülebilmektedir. Sanıyorum, bu anlatıları güçlü yapan -bugüne taşıyan- da bu özellikleridir.

ORHUN YAKIN
 
Üst